ölüm bir mihriban

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
ÖLÜM BİR MİHRİBAN
ALPEREN GÜRBÜZER

Sarı saçlarını deli gönlüme
Bağlamışım çözülmüyor Mihriban Mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban
Sevdiğim Mihriban

Yar değince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban

Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk değince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban
Sevdiğim Mihriban
Evet, aşka hudut çizilmiyor. Nasıl çizilsin ki, bu öyle bir aşktır ki;
-Mecnun 'Leyla Leyla' diye çöle düştüğünde ilahi aşkta bulur kendini.
-Necip Fazıl ‘Benim Efendim, Efendim’ diye aynaya baktığında okun sadaktan çıktığı gibi Abdülhakim Arvasi'de bulur kendini.
-Muhsin Yazıcıoğlu kuyu gölgesi üşüdüğü Yusufiye’den “Sonsuzluğa ulaşmak istiyorum” diye ötelere kanatlandığında kar beyaz toprağın bağrına düşüp sonsuzluk kervanında bulur kendini.
-Abdurrahim Karakoç ise lambanın titreyen alevinde üşürcesine “Sevgi yetmiyor” diyerek aşkın gözyaşı mihrabında bulur kendini.
Belli ki bu üşümek bildiğimiz cinsten üşümek değil. Bu üşüme halini iki güzel insanın hal ve ahvalinden ancak çözebiliyoruz. İşte o iki güzel adam Muhsin Yazıcıoğlu ve Abdurrahim Karakoç’tan başkası değil elbet. Üşüme hadisesinin en yoğun yaşandığı Maraş, 80 yıl öncesinde Karakoç’u doğduğu nasıl Mihriban’ca toprak bağrında basmışsa, aynen bu bağra basış tarihler 2009 Martını gösterdiğinde bu kez o en soğuk kış ayazında Keş dağlarında Muhsin Yazıcıoğlu’nu kar beyazca basacaktır. Öyle anlaşılıyor ki; Karakoç’a Kahramanmaraş doğum toprağı olurken, Muhsin Başkana da sonsuzluğu giden yolda kar beyaz vuslat gelinlik olur. Doğumda hak vuslatta hak, sonuçta Abdurrahim Karakoç ve Muhsin Başkanda bu nişan en belirgin bir şekilde tezahür etmiş ya. Derken Abdurrahim Karkoç’un doğduğu topraklarda Muhsin Başkan en nihayetinde “Üşüyorum! Sana ulaşmak istiyorum” diyerek vuslata erecektir. İşte bu nedenle lambada titreyen alevin üşüdüğü bu topraklarda doğmakta hoş, ölmek de hoş demek düşer bize. Madem öyle sevdiğine bir çift sözü olan her yağız delikanlının mutlaka Abdurrahim Karakoç’un ruh dünyasında manalaşan Mihriban’ca tutkudan alacağı pek çok dersler var elbet.
Evet, bu topraklarda gönlünü sevgi seliyle yıkamak bir bambaşka duygu selidir. Yaşayan hisseder, yaşamayan bilmez iksirdir bu. Üstelik yaşanan bu sevgi seli delikanlıcadır. Hele Anadolu insanı gönlünü bu sevgi seline kaptırmaya görsün, bir bakmışsın Görmeyince sezilmeyen bir aşka tutulur da. İşte katıksız saf sevgi budur. Yani sevdin mi tam sevmenin doruğuna ulaşmakla anlaşılan aştır bu. Dahası Abdurrahim Karakoç’u aklını başından alacak derecede elinden kalemi düşürtüp kâğıda yazılmaz dedirtecek cinsten aştır bu. Nitekim Mihriban karşısında aklı şaşa kalırda. Nasıl ki her nesnenin bir sonu varsa ahrete uzanan halkada da aşka hudut tanımayan ‘Ölüm Bir Mihriban’ gerçeğinin tâ kendisi vardır. Dedik ya aşkı ancak yaşayan bilir, yaşamayan ne bilir ki. Hiç kuşkusuz yaşayan için tıpkı Mecnun’un Leyla’ya aşkında olduğu gibi çöle düşürür, Ferhat'a Şirin uğruna dağı deldirir, Muhsin Başkana da bir saniyesine hakim olunamayacağı şu fırıldak dünyanın nefesinden alıp sonsuzluğu giden yolda Allah'a ulaştıracaktır. Abdurrahim Karakoç’a da çocukluk çağında hissettiği Mihriban’ca yaşadığı duygu selini olgunluk dönemine eriştiğinde “Koç burcuna, yay burcuna Hak yol İslam yazacağız” duygu seline dönüştüren aşkı tattırır. Derken Tabiplerin bile çare bulamadığı bu aşkın gözyaşı damlaları sel olduğunda oluk oluk nesilden nesile akar durur da.
Şurası muhakkak nerede bir dava adamından, nerede bir fikir adamından ve nerede bilge insandan bahsediliyorsa biliniz ki böyle şahsiyetlerin hamurunda aşk mayası vardır. Aşk olmayınca ne gerçek manada dava adamından, ne gerçek manada fikir adamından, ne gerçek manada bilge şahsiyetlerden, ne de gerçek manada siyaset adamından söz edilebilir. Çile çekmeden hakikate ulaşmak zor elbet. Zaten yüreği aşkla yoğrulanların hayatları hep çile ile geçmiştir. İşte Karakoç'ta bunlardan biri olup köyünde Mihriban’da tattığı o samimi aşktan sonra zindan şehirlere göç ettiğinde “Kuşların göz bebeğine Hak yol İslam yazacağız” diyecek kadar çile rüzgârının ortasında bulur kendini. Zaten çile rüzgârında savruldukça aşk kâğıda dökülemez deyip İslam bülbülü kesilirde.
İşte Karakoç bu ya, gözünü daldan budaktan sakınmayan tavrıyla; 12 Eylül öncesi Türkiye'nin üzerinde leş kargaların üşüştüğü hengâmede milletin bağrından çıkan gençliğin ruhuna şiirleriyle terennüm etmiş bir ağabeyimiz olarak adından söz ettirecektir. Ülkü Yolu Gençliği meydanlarda “ Kanımız aksa da zafer İslam’ındır” haykırdıkça o da kalemiyle bu haykırışa kayıtsız kalmayıp “Kör dünyanın göbeğine Hak yol İslam yazacağız” diyerek eşlik edecektir.
Âlemde her ne varsa “ Hak yol İslam yazacağız” soyadına yakışır mizacıyla bir yandan dağın vadisinde Karakoç, bir yandan taşın gediğinde Karakoç, bir yandan suyun akışında Karakoç, bir yandan nebatatın filizlenişinde Karakoç olurken, öte yandan Allah’ın rahim sıfatının yüzü suyu hürmetine Abdurrahim adıyla da merhamet abidesi Mihriban’ımız olur. O aynı zamanda bu manada oğluna ‘Türk İslam’ adını vermekle örnek babacan tavrı sergilemeyi de ihmal etmez. Zaten şiirlerini okuduğumuzda o’nun hem Yavuz yanı, hem de Yunus yanı gözlerden kaçmayacaktır. Dışarıdan gözlemleyen bir insan onu normal halktan biri sanır, asla şair yanı akla gelmez. Zira oğluna “Ben nerede ölürsem orada defnedin, memleketimin dört bir yanı Müslüman’dır” diyebilen ruh iklimiyle yoğrulmuş buram buram Türkiye sevdası şairimizdir. O, hiçbir zaman fildişi kulelerden insanlara seslenmedi, bilakis yaşadığı coğrafyanın bam teline şiirleriyle Anadolu’ca dokunarak soluğumuz oldu. Kelimenin tam anlamıyla şu fani dünyanın o aldatıcı şaşaasına kapılmadan Anadolu’ca kalmayı bilen bizden biridir. Medya önünde görünmeyi pek sevmezdi, hep arka planda halk gibi kalmayı yeğledi. O’na da o yakışırdı zaten. Şöhretin afet olduğunu çok iyi biliyordu, geçici olana değil kalıcı olana talipti. Bu yüzden sade bir hayat yaşamayı ilke edindi hep.
Evet, ekranlara çıkıp boy göstermek tabiatına aykırı bulurdu. Sadece o’nu bir iki rica minnet, hatıra binaen birkaç programda görmek mümkün olabiliyordu. Tıpkı aşkın kâğıda dökülemeyeceği gibi, şiirinde sokaklarda ıspanak fiyatına pazara dökülemeyeceğinden hareketle kendisini halktan biri olarak gösterdi. Asla kendini bir şair olarak ifşa etmemiştir. Nitekim çoğu insan Mihriban’ı yazan şairin Abdurrahim Karakoç olduğundan bihaber kalır. Bilinen tek şey Musa Eroğlu'nun bestesi olduğudur. Oysa bestelenen sadece Mihriban şiiri değildi. Bu hususta Hasan Sağındık Abdurrahim Karakoç'un şiirlerine yer vermekle çok büyük bir iş çıkaracaktır. Bu yüzden hakkını yememek gerekir. İşte Hasan Sağındık’ın bestelediği şiirlerden bazıları şunlardır:
Beşinci Mevsim, İsmail’ce, Geç anladım, Kimin Dünyası, Kıyas, Sevgi yetmiyor, Hazır ol, Siyah Ağıt, Canımız Kurban, Otuz Yıl Önce, Bebeğe İhtar, Bağışla Beni, Soylu Bir Destan, Seni Düşünürüm, Dosta Doğru, Seni Aradım, Aynaların Ötesi, Gönlümdeki Gurbet, İsyanlı Sükût, Anadolu Gezisi, Dün Gece vs.” ,
Ne diyelim, yukarıda sıraladığımız her bir şiirin başlıklarına baktığımızda bile Karakoç ağabeyimizin ruh dünyasını ortaya koymaya yetiyor. İyi ki de Hasan Sağındık, şiirlerini besteleyip klip çıkarmış, bu sayede fikri hür, gönlü sevgiyle dolu pek çok insanın yüreğine su serpmiş oldu.
Gerçektende Abdurrahim Karakoç bizden biri ağabeyimizdi. Bizatihi yakından birebir şahit olduğum birkaç anekdot Karakoç’un nasıl bir mizaca sahip olduğunu göstermeye yetecektir. Şöyle ki;
Gündüz gazetesinde araştırma ve inceleme yazılarını amatör ruhla yazmaya başladığımda Abdurrahim Karakoç ağabeyimi yakından tanıma fırsatı doğdu bana. Ara sıra Gündüz gazetesine yazılarımı vermek için gittiğim mekânda kendisiyle karşılaştığımda bana birçok tavsiyeleri olmuştur. İlk yazmaya başladığımda kendi adımla yazmaya başlamıştım. Karakoç ağabeyimin bana ilk tavsiyesinin gereği kamu hizmeti vermem hasebiyle müstear isimle yazmak oldu. Böylece o’nun tavsiyesini başımın tacı yapıp oğlumun adıyla fikri çalışmalarıma hız verdim. Yetmedi her karşılaştığımda sürekli bana yılmadan usanmadan yazma noktasında teşvikleri oldu. Tıpkı William Forrester gibi yazı yazmaya başlamanın ilk kuralı düşünmek değil yazmak olduğu noktasına dikkatlerimi çekmiştir. Böylece ilk yazma kuralının düşünmeksizin kalbi bir bağla yazmak olduğunu, beynin ise ikinci basamak olduğunu idrak etmiş oldum. Bundan öte bizim gibi ilk defa eli kalem tutan insanları adam yerine koyup muhatap alması o’nun ne kadar ince bir ruh sezgisine sahip bir ağabeyimiz olduğunu gösterir. Bu anlamda Gündüz gazetesi benim için Abdurrahim ağabeyimi yakından tanımama vesile olan bilgi dağarcığımı geliştiren bir ocak olur da. Öyle ki O, gençlerle genç, akranlarıyla akran, ihtiyarla ihtiyar olabilen son derece mütevazı bir mizaca sahip ağabeyimiz olarak hafızalarımıza kazındı. Doğrusu nerden bilirdim ki bir gün gelip şiirleriyle hissiyatımızın her alanına tercüman olan ağabeyimizle aynı gazetede beraber yazı yazacağımı. Elbette ki bilemezdim. Bu yüzden “Bu lütfü bahşeden Yüce Allah’a ne kadar hamd-u sena” da bulunsam azdır.
Hele Abdurrahim Karakoç ağabeyimle gazetenin dışında karşılaştığım bir hatıram var ki, bir ömre bedel dersem yeridir. Günlerden bir gün eve gitmek üzere Beşevler durağında Sincan/Fatih 520 no'lu halk otobüsüne bindiğimde Abdurrahim ağabeyimle göz göze geldiğimde adeta çocuklar gibi çok sevinmiştim. Nasıl sevinmeyim ki, halkla iç içe olmuş ağabeyimle karşılaştım. Üstelik her ikimizin de ineceği durağın yaklaşık 40 dakika sürmesi benim için asla unutamayacağım hatıra olacaktı. Gerçekten halk otobüsünde 40 dakikalık hasbıhal edişimiz kayda değer bir hatıradır. Düşünebiliyor musunuz? Ankara’nın o alışık randevu sisteminin dışında halk otobüsünde kendi tabi mecrasında seyreden Karakoç ağabeyimle hasbıhal etmek bir ömre bedel tevafuktur. Ancak kutsal topraklara Hac farizasını yerine getirmek için gidip Türkiye’ye dönüşünde bir türlü fırsat bulup zemzemini içememem içimde hep ukde olarak kalmıştır. Keza hastalığında ziyaret edemeyişimde öyledir. Neyse ki Konya Selçuk hastanesinde taburcu olup Ankara'ya döndüğünde telefonla geçmiş olsun dileklerimi bildirmek için aradığımda o güzel ses tonunu işitmem içimde kalan ukdeyi bir nebze olsun gidermeye yetmiştir. Aynı zamanda o ses tonu benim için son sözlü buluşmanın yanı sıra ardından kalan en son hatıram olarak kalacaktır. Zira Gazi Hastanesine yoğun bakıma alındığında ziyarete gitmek için aradığımda bu sefer telefonda oğlu vardı. Artık karşımda Abdurrahim ağabeyimin sesi yoktu, duyduğum ses oğlu Enderhan’ın sesiydi. Ziyaret etmek istediğimi bildirdiğimde yoğun bakımda olduğunu, ziyarete açık olmadığı cevabını almıştım. İşte o an içime düşen kor ateş; Abdurrahim ağabeyimin üç aylarda vuslata kavuşacağı hissidir. O; üç aylara üç tuğ ve üç hilal gözüyle bakardı. Bilirdi ki; üç hilal Recep, Şaban ve Ramazan demekti. Derken o kutsal bildiği üç ayların başlangıcı Recep ayı ile birlikte cuma vakti sevenlerin omzunda son yolculuğuna uğurlanıp, Allah'a vuslat hâsıl olur.
Velhasıl; O dış dünyamızda Yavuz’umuz, ruh âlemimizde çiçek açan Mihriban’ımızdı.
Ruhu şad olsun.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1223/olum-bir-mihriban.html
 
Üst