Önden Giden Atlılar'ın içindeki sızı

yeniçeri

Üye
Katılım
23 May 2007
Mesajlar
1
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Önden Giden Atlılar'ın içindeki sızı

Türkiye'den Sibirya'ya, Bosna'ya ABD'ye, Rusya'ya ya da diğerlerine giden eğitim öncülerinin hayatları Önden Giden Atlılar'da kitap oldu. Her bir öykü insana yeni bir dünya açıyor.


Türkiye'den dünyanın dört bir yanına giden öncüler onlar. Yüzyıllar önce, Orta asya'dan Anadolu'ya gelen erenler gibi. Anadolu, onların sayesinde Müslüman Türkler'e vatan oldu.

Aradan yüzyıllar geçti. Anadolu erenlerinin torunları, şimdi eğitim ordusu oldu, dünyanın dört bir yanına yayıldı. Dünyaya Anadolu'nun ışığını yaymak için. Bu eğitim gönüllülerinin hayatlarından kesitler "Önden Giden Atlılar" adı altında öyküleştirildi. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak, her birinin hikayesini ayrı yazdı. İşte o hikayelerden biri.


Bir Önden Giden Atlı

Boğaza nazır pencereden guruba bakıyorum Çamlıca'dan. Güneş kızıl atıyla dörtnala guruba koşuyor.

Akşamdır, Boğaz'dır, vakt-i hazandır, Sultan ay Ramazan'dır...
Bu sene güzün hüznüne bulanmıştır Ramazan'in temiz nâsiyesi. Guruba meylederken güneş, kızıl kanlarını dökerken Dersaadet' in platin renkli denizine, mutfakları şenlenen evleri seyrediyorum. Birazdan akşam ezanları okunacak ve evlerden ışıklarla birlikte sofralar etrafında buluşmuş oruçlu ruhların iç kandilleri de yanacak. Ardından teravihlerle yıkanacak milyonlarca gönül ve şehir sahura kadar sabırla bekleyecek evlatlarının uyanmalarını.

Nedendir bilinmez, hatırıma, bu gök kapılarının açılıp üzerimize mücevher tozlarının döküldüğü dakikalarda sevgili Yunus'un dediği gibi, genç yaşında ömrünün hasadı gök ekini gibi biçilen bir yiğidin hayali düşüveriyor. Onu kardeşlerinin iftar sofralarının yanı başında iki gözü iki çeşme ağlarken hayal ediyorum. Gittiği için değil besbelli ki ağlaması; kalanların, bu fena sofrasına bunca itibar gösterip de o az önce tattığı mücevher to¬zu katılmış sofraya daha bir iştahla oturmadıkları içindir.

"Ben orada olsaydım böyle mi yenirdi bu yemekler? Ah bir görebilseniz..."

Ne derler: Gören bilmez, bilse görürdü...

O ilklerden, önden giden atlılardandı.

Asya'nın uçsuz bucaksız çöllerini geçti, karlı dağlarını aştı, mavi göklerin ülkesine, Orhun abidelerine ulaştı. Çin şeddine kadar yaklaştı.

O günlerde Türk varlığı adına bir şeye rastlamak müşkil meseleydi oralarda. Düşünün, büyükelçiliğimiz bile çok sonra açılmıştı. Pek çok namsız nişansız yiğitler gibi gittikleri ülkelerde ilk ve tekti onlar.

Her biri atlarını farklı ülkelere sürmüş ve gittikleri ülkenin ümit kandilleri olmuşlardı. Kimilerini ünlü gezgin-fotoğraf sanatçısı Arif Aşçı, tarihî ipek yolu üstünde, Tanrı dağlarının eteklerinde Türk varlığı adına tek ışık olarak görüyordu. Kimilerine değerli dostum Şerif Ali Tekalan Bey'le Hazar'ın doğusundaki Türkmen diyarında, öğrencilerine "Köyümün yağmurları"nı söyletirken, kimilerine de Göktürklerin, Uygurların bir dönem delicesine at koşturdukları Orhun Abideleri civarında rastlıyorduk.
Adem Tatlı işte o öncü yiğitlerdendi.

Hepi topu üç beş arkadaştı gidenler. Çok heyecanlıydılar. Önce bir okulla işe başlayacaklardı. Fakat bir türlü mana vere¬medikleri engeller yollarını kesiyordu.

Necaşi'nin ülkesine gidenleri rahat bırakmadıkları gibi, onları da rahat bırakmadılar. Ama yılmadılar ve sonunda başardılar.

Resmi makamlardan izin çıktığı gün sevinçten uçacak gibiydiler. Harç kardılar, tuğla ördüler, badana yaptılar...

Boğaziçi, Hacettepe mezunu öğretmenler bir amele gibi çalıştı. Prof. Dr. Mehmet Sağlam hoca bir Moğolistan ziyaretinde öğrencilerinin başında buldu onları. Usulca yaklaştı birisinin ya¬nına ve sordu:

"Kaç yıl oldu buraya geleli?"

"11 yıl."

"Hayli zaman olmuş" diye geçirdi içinden ve yeniden sordu:

"Ne zaman döneceksin Türkiye'ye?" Cevap kanını âdeta dondurdu

Hoca'nın:

"Hocam biz dönmeye değil, ölmeye geldik."

"Bittiğim andı, tüylerim diken diken oldu, utandım" derken baktım hoca ağlıyordu.

Ve Adem öğretmen dönmedi, dönemedi

Adanmış ruhlar, asırlar önce bir dünya imparatorluğu kuran Cengiz Han'ın memleketinde bu defa sevgiden bir imparatorluk kurdular. Atalarımızın uçsuz bucaksız bozkırlarında barınama-dığı için küçük Asya'ya doğru göç etmek zorunda kaldıkları Büyük Asya topraklarına geri döndüler. Çünkü oralar, onlar gibiler için bir hayal ülke, bir ütopya ve bir idealdi.

Ergenekon Destanı'nın geçtiği topraklarda şimdilerde yeni bir destan yazılıyordu. Ergenekon yuvadan çıkışın, ayrılığın,' hasretin destanıydı. Adem öğretmenler ise yuvaya dönüşün, vuslatın, kavuşmanın destanıdır.
İstiklal Marşımızın okunduğu, bayrağımızın dalgalandığı okulun açıldığı ilk gün Adem öğretmenin gül yüzünde güller açmıştı.

Ve Adem öğretmen dönmüyor, dönemiyordu.

Bindikleri araba önce savruluyor, toparlanamıyor ve devriliyor. Nefes almakta zorlanıyor. "Çok acım var" diyebiliyor o tatlı insan. Ambulans sirenlerini acı acı çalsa da nafile! Doktor çare olmaktan çıkmıştır artık o tatlı insana.

Derken dudaklar kıpırdıyor: "Beni bu topraklara gömün."

Belli ki hep öğrencilerinin sesini duymak, kardelenleriyle birlikte olmak istiyordu.

Sonra yavaş yavaş güzel gözleri kapanıyor.

Kardeşleri cenazesini Türkiye'ye getirmek için ısrar ediyorlar. Onu köyünün topraklarında kendi kucaklarındaymış gibi hissedeceklerdi. Mezarının otlarını saçlarını okşar gibi seveceklerdi. Ama olmadı, köyünün yağmurlarında bir daha ıslanamadı saçları.

Hanımı, çok sevdiği eşinin son vasiyetini bağrına taş basarak yerine getirmekte ısrar etti.

Hanımına kaç defa, "Ben senden memnunum, bunu O'nun huzuruna çıktığımda da söyleyeceğim" dedi. Hanımı da belli ki onu çok seviyordu. Taş bastı bağrına ve vasiyetini yerine getirip bıraktı onu Moğolistan topraklarında. Lakin onun da son bir ar¬zusu vardı. Gül yüzüne, gülen yüzüne son bir defa bakmak istiyordu. Usulca açtılar yüzünü:

"Bu gülüyor, bu yaşıyor, uyandırın bunu!" dedi inledi, yalvardı ama kimseyi inandıramadı.

Kardelenler açmayacak, buzlar erimeyecek diye kim bilir kaç gece ağlamış, uykusuz kalmıştı. Hele o ilk günler eline kuru bir ekmek parçası alıp önüne ilk gelen insana onu nerede bulabileceğini anlatmak için ne kadar uğraşmıştı.

Aylar geçiyor, Türkiye'den destek gelmiyordu. 18 aydır maaş alamamıştı. "İmkanlar olsa göndermezler mi?" diye düşündü. Hanımına, "Sen elişi bir şeyler yap, satalım; ben de taksi şoförlüğü yapayım" demiş, aylarca geçimini bu şekilde sağlamıştı. Bir başka zaman büyük bir sıkıntıyı sessizce halletmişti. Kimse akıl sır erdi-rememişti. Sonradan anlaşıldıki memleketteki evini satmıştı.

Kaç defa koyunlar ve keçilerle aynı uçaklarda yolculuk yaptı, kaç defa Moğolistan'ın uçsuz bucaksız steplerinde uçarken üzerine devrilen eşyaların altında kaldı. Kaç defa binmeye yürek isteyen eski model uçaklarla toprak pistlere iniş yaptı ve kaç defa toprak pistten arkada toz duman bırakarak havalandı.

Türkiye'ye son gelişinde bütün akrabalarını dolaşmış ve helalleşmişti. Kardelen çiçekleri de yanındaydı. Türkçe Olimpiyatlarına katılacaklardı.

Yarışmalarda büyük başarı elde etmişler, finale kadar gelmişlerdi. Final gecesinde bir kardelen Nurullah Genc'in "Yağmur" şiirini enfes bir şekilde yorumlayınca Moğolistan gecenin gündemine oturuverdi. Meclis Başkanımız Bülent Arınç, içlerinde Adem öğretmenin de bulunduğu 5.000 kişilik salonda eğitim gönüllülerinin fedakârlıklarından şöyle söz etti:

"Bir büyükelçimiz tayin bekliyordu, benden de iyi bir ' ' yer olması konusunda yardım istiyordu. 'Bir haber var mı?' kabilinden uğradı. Ben de şaka olsun diye "Bir Moğolistan lafı dolaşıyor seninle ilgili" deyince elindeki çay bardağı düştü. Benzi sapsarı kesildi. "Ben ne yapanm, orada nasıl yaşarım, orası büyük mahrumiyet yeri" dedi. Oysa bu kardeşlerimiz hiç çekinmeden büyük bir şevkle oralara gittiler. Bu bir destandır, bu bir fedakârlıktır."

Bu yiğitler sevdadan atlarına binip gittiler ve bir daha dönmediler. Şimdi Altay dağlarından kopan hoyrat rüzgarlar Adem öğretmenin kabri başında hüzünlü türküler söylüyor.


Sevgili Adem öğretmen!

Artık toprak pistten kalkan uçaklar, ördüğün tuğla duvarlar, badana yaptığın günler, ağladığın geceler hepsi geride kaldı. Aylarca yanmayan elektrikler, akmayan sular, steplerin soğuğunda sınıflarda palto içinde titreye titreye ders verdiğin günler, koyunlar ve keçilerle aynı kabinde yaptığın yolculuklar ve bize yadigâr bıraktığın gül yüzlü çocuklar hepsi, hepsi geride kaldı. Bir de Moğolistan Cumhurbaşkanı'nın senin için hazırladığı şeref madalyası... O da oğluna teslim edildi.

Abideleri, yazıtları, dikili taşları ile bizlerden izler taşıyan o topraklarda görkemli bir iz de sen bıraktın. Şimdi bir abide gibi duruyorsun asude bir tepenin yamacında. Tatlı tatlı esen meltemler okşuyor kabrinin üstündeki otları; bir de boynu bükük kardelenlerin. Sen, mavi gökler ülkesinin koyu lacivert gecelerinde bir çoban yıldızı gibi kutlu yolcuların umut fenerisin.
Sen hayallerdesin, gönüllerdesin. Bilmiyorum sen nesin? Yoksa mahcup ve mütebessim bir melek misin?

Uçsuz bucaksız steplerde atlar hâlâ dört nala koşuyor ama hiçbiri önden giden atlılara yetişemiyor. Önden giden atlılar hep önde koşuyor.
 

aön

Üye
Katılım
22 Haz 2007
Mesajlar
56
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Allah rızası için bu insanlar buralara ne niyetle gittiler belki siz başka gruplar bu işi daha iyi yapar ama bunlarda boş değil niye güzellikleri paylaşmıyoruz...
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
okumayanLar okumaLı..
 

AdigeBatur

Profesör
Katılım
19 Eyl 2006
Mesajlar
1,678
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Yaş
43
Konum
Ayıntab
Web sitesi
www.blogcu.com
Alıntı özet şeklinde olsa daha faydalı olurdu, malum okumayı çok seven bir millet değiliz :)
yazı için teşekkürler.
 

.rEfReF.

Üye
Katılım
29 Tem 2007
Mesajlar
12
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
okudum cidden çok güzel bir kitap Allah yazandan da yayınlayandan da razı olsun
Özellikle "alev yollarının iffet süvarileri" ve "poşulu amca" okurken hissedicek,hissederken ağlicaksınız
 

musabbinumeyr

Asistan
Katılım
21 Ağu 2006
Mesajlar
778
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Konum
uhud...
çoğu yerini gözyaşları içinde okudum..Allah Önden Giden Atlılar dan ve peşindekilerden razı olsun..
 
Üst