@
Kaptan,
Senin bu forumda Samimiyetinden, Hak mücadelenden, Tevhidi duruşundan, Kur'anı konumlandırışından baştan ben, kimsenin tereddütü olduğunu düşünmüyorum.
Hakkı tutup kaldırmak, batılı reddedip zelil etmek adına içinde duyduğun iştiyaki hepimiz hissediyoruz.
Ancak iştiyak muhakemeyi engellememeli diyorum ben yine de.
Davamız hak adına konuşmak iste yaftalamaktan, etiketlemekten şiddetle kaçınmalı, özellikle "inkarcı" sözünü özellikle
kullanmamalıyız, ki insanların bu kışkırtma amaçlı sözcüğün altında kişisel enaniyetlerini perdelediğini de gözlemleyebiliriz.
Sadece hakkı konuşmak adına, alıntıladığım yazınla ilgili olarak bazı sorular sormak istiyorum.
1) Senin de söylediğin "Peygamber A.S'ın dine ilişkin sözlerinin vahye uygun olamayağı" iddiası akıl sahibi bir insanın iddiası olabilir mi?
Peki, hadis inkarcısı diye yaftalanan insanların temel Sav'ı da bu sav değil midir? Yani peygamber Kur'anın hilafına konuşmaz temeli üzerinde dönmez mi iddialar.
"Metin Kur'ana uygun olmalıdır, önümüze gelen hadis ne kadar sahih olursa olsun metin Kur'anın hilafına ise elimizin tersi ile itmeliyiz"
diyorsun, ki herzaman buluştuğumuz noktadır burası.
Peki farklı bir açıdan baktığımız da bu şu demek değil midir, sağlamlığı ne ölçüde olursa olsun en sağlam hadis kaynaklarında bile tahrifat olasıdır. Forumda defalarca kez de bunun örneklerini konuştuk, tartıştık.
Asıl sorum şu ki, eğer böyle bir olasılığı kabul ediyor isen, ilgili hadis metninin Kur'andan doğrulanacak ya da yanlışlanacak bir referansı bulunmadığında hak olup olmadığının mihengi nedir o halde. Eğer Kur'an ile yanlışlayamıyorsak kesinlikle doğrudur diye iddia ediyorsak bir paradoks üretmiş olmuyor muyuz? Bilakis eğer tahrif niyetli varsa bir zat'ın Kur'an ile yanlışlanamayacak alanları seçmiş olması gerekmez mi?
2) Sünnet olarak ulaşan bilgilerin Tavsiye/Emir telakkisindeki yanılgı üzerinde vurgu yapmışsın.
Peki Emir mi, Tavsiye mi, yoksa kuvvetli tavsiye mi, yasak mı, haram mı? olduğu kanısında nasıl varıyoruz.
Mezhep içtihadlarına baktık, büyük ulemanın, orta ulemanın, küçük ulemanın içtihadlarını inceledik.
Gördük ki, en büyüğü dediklerimiz dahil hep tenakuzlarla boğulduk, ama hak arama sevdası ile konuşan adını ancak senin benim bildiğim çok azınlaklara sesini duyurabilmiş insanların hakka en yakın, kalbi tatmine en yakın içtihadları yaptığını da gördük.
Bunları birlikte mütaala ettik.
O halde bir hükmü yasak/haram/tasviye vs nitelerken mihengimiz nedir, ne olmalıdır?
Bu ikilem Helâl/Haram koyucunun Allah olduğu ilkesinde tahrifata neden olmaz mı?
Bir bariz bir örnek verecek isek, Kur'an haricinde en belirgin Haram tabirinin Erkekler için Altın ve İpek kullanımında olduğunu görürüz.
100 kişiye sorsak islâm dininde altın haramdır diyecektir.
Peki bu hükmün detaylarını araştırken ben şöyle bir nakil ile karşılaştım,
sahabeden bir şahıs altın yüzüğü ile halife Ömer R.A'nın huzuruna geldiğinde Ömer; O parmağındaki nedir?
diye soruyor. Sahabi yüzük diyor, Ömer sen altın takma konusunda Resulullah'ın söylediğini bilmiyor musun diye çıkışıyor,
Sahbi ise bu yüzüğü senden daha hayırlı olan peygamber gördü ama beni nehyetmedi sana ne oluyor diyerek Ömere cevap veriyor.
Hadis sahih bakılabilir. Şimdi bir sahabinin bile algısı böyle iken, nasıl bu yasak tıpkı Allah'ın haramı gibidir diyerek biraz aşırıya gitmiş olmaz mıyız?
Hakeza altın sloganlaştığı için çok biliyoruz, halbuki aynı yasak şablonu ile Resulullah şu dirhemden fazla gümüş'de olsa yüzük takmayın , paçalarınızı topuklarından aşağı sarkıtmayın vs gibi nehiyleri var, hangimiz Altın/İpek gibi haramiyet derecesinde bunları biliyoruz.
Çünkü bunların kullanım ruhsatlarını gösteren nakiller de mevcut, tek tırnaklı binek hayvanlarının etindeki yasaklamada da,
diğer bir çok yasaklamada da bu tür nakilleri bolca görmek mümkün.
Bir hükme Allah'ın haramıdır/tıpkı onun gibidir diyebilmek için elimizde Allah'ın bize ulaşmasını istediği vahiyle ile desteklenmesi gerekmez mi.
"Resulullah'ın verdiğini alın, geri bıraktığını bırakın" amenna, işte hikmetli hüküm bina etme dahilinde buyruğuna tabi olmak değil midir? Örneğin al Bilâl bu araziler senin payındır dediği arazileri Ömer içtihad kullanarak Bilal Ra'nın elinden alabilir miydi?
Ayrıca sistematik olarak vahiy ile ulaşmayan ama Allah'ın haramı mesabesinde görülmesi gereken husurlar var idiyse Resulullah'ın bilgisi dahilinde, bunları tıpkı vahiy katipliği müessesesi gibi bir sünnet/hikmek katipliği müessesi gibi bir sistematiğe dökmesi gerekmez miydi? Ulaşıp ulaşmaması ancak dağlarda tepelerde, sahralarda dolaşılarak bilgisine ulaşılabilecek bir gizli/kapaklı tahrife açık bir yapının insafına devredermiydi?
Lisan-ı Hâl iddiayı doğrulamaktan uzak, keşke doğrulasa
Basiretleri ile övündüğümüz gurur duyduğumuz Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali Ra. gibi halifeler sünneti sistematik bir külliyata dökme girişimine girse idiler bu yine bu iddiayı destekleyecek bir argüman olurdu elimizde.
Ama bakıyoruz ki tam tersi bir uygulama var, hatta Kur'an dışı külliyatlaşmayı Yahudilerin mişnaları ile dinlerini tahrif etmesine benzeten bir Ömer okuyoruz.
Kimse buradan hadisler kaldırılıp çöpe atılmalıyı anlamasın lütfen, zira ben de @
Kaptan gibi hiç bir zaman bunu söylemedim.
Ancak eğer bir ortada bir ikilem var ise, bunu üstünü örterek değil, konuşarak ve hak olduğuna inandığımı savunarak gösterir,
bilâkis üstüne giderim.
Hülâsa Kur'an, Hadis/Sünnet, İçtihad, Ulema, Kıyas, Akıl kavramlarını dinimizin içinde oturmadıkça bırakın ümmet olmayı bireysel olarak da tenakuzlar içinde yüzer dururuz.
Ümmet olarak karışık okyanus suları misali tenakuz içinde yüzüyoruz, dışarıdan bu halimiz ile asla İslam'ı temsil edemediğimiz gerçeğini yadsımadan, İslâm'ı seçenlerin geçerli/geçersiz şahsi kabullerler geldiğini görüyoruz.
İnsanlık içinden çıkarılmış O hayırlı ümmet değiliz artık kabul edelim, safraları temizleyelim, arı-duru Allah'ın dininin peşinde koşalım,
Allah koşanlarden eylesin.