Bediüzzaman Hazretleri’nin Feryadı:
Bediüzzaman Hazretleri bu münafıkları Allah-u Teâlâ’nın izniyle gördü, bildi ve söyledi. Söylediklerini size beyan edeyim.
Fakat ilâhi takdirin önüne kimse geçemez. Çünkü imtihan sahnesindeyiz. Herkes imtihanını verecek ve gideceği yere gidecek.
“Bana ızdırap veren, yalnız İslâm’ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi. Onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi, şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye vaktim bile yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbâli selâmet olsa.” (Bediüzzaman Said Nursi: Eşref Edip; sh. 16)
Uyan be kardeş! Bu feryat senin içindir. Senin imanın için feryat ediyor. Dost ve düşmanını tanı artık! Koyun postuna bürünen kurtlardan sakın artık!
Bu mübarek zât nasıl da bu münafıklıkları görmüş ve ne kadar üzülmüş. Artık bu feryadın karşısında uyanmanız lâzım.
Uyan be kardeş! Düşmanını tanı! Bunlar daha evvel de kazancınızı aldılar, kanlarınızı emdiler, sizi imanınızdan ettiler.
Bir bak, ipin ucu kimin elinde! Küfür diyarından kumanda ediyor, küffara yaranmak için peşkeş çekiyor. Din-i İslâm’dan ve güzel vatanımızdan seni mahrum etmek için çalışıyor.
Dinini, imanını, güzel vatanını kurtarman için; bombasını keşfet artık ve başına patlat.
Aslında her bölücü din-i İslâm’a düşmandır. İmanın kâmil ise, düşmanını dost eyleme.
Deccal’den daha beter ve daha tehlikeli olan münafıkları bil artık!
İçten türediler, kurt gibi iman gövdesini kemiriyorlar. Eğer harekete geçmezsen; mânen istilaya uğrarsın, nedametin çok olur, hem vatanın, hem de imanın elden gider.
Şu dostluklarına bir bak! Vatana ihanetlerini gör ve bil artık! Düşmanını içeride ara. Bunlar dışarıdakinden daha tehlikeli.
Said-i Nursi Hazretleri’nin Feryat ve Tarifi:
“Ecnebilerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle (tabiat fenleriyle) dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin (lânet) ve teessüfler!
Ey bu vatan gençleri! Frenkleri (Avrupalıları) taklide çalışmayınız! Âyâ (acaba) Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten (düşmanlıktan) sonra, hangi akılla onların sefahet (akılsızlık) ve bâtıl efkârlarına (fikirlerine) ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok yok! Sefihâne (akılsızca) taklit edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip (dahil olup) kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz (yok ediyorsunuz).
Âgâh (uyanık) olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe (uydukça), hamiyet (iman ve İslâm’ı savunma) dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibânız, milliyetinize karşı bir istihfattır (küçük görmedir) ve millete bir istihzâdır (alay etmedir).
(.......)
İşte muzır (zararlı) kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler (akılsızlar), Cenâb-ı Hakk’ın hayvanâtından bir nevi habistirler (pistirler).” (Lem’alar)
Narcılar bu Âyet-i kerime’ler karşılarına çıkınca şaşırdılar, içyüzleri ortaya çıktı diye. Oysa bu bir iman ve küfür çarpışmasıdır. Onlar küfrü savunmaya çalışırken biz de imanı savunmak zorundayız.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür!” (Tahrim: 9)
Herkesin Anlayabileceği
Bir Ayırım Noktası:
Allah-u Teâlâ Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” buyurduğu halde;
Bunlar gerek himmet geceleri, gerek iftar ziyafetleri ve gerekse ayrı ayrı olmak üzere çeşitli toplantılarda tuzaklar tertip ediyorlar. Balığı tutmak için olta attıkları gibi, gelenleri oltaya takıyorlar. Cazgırlar: “Şu kadar şu verdi, şu kadar şu verdi!” diyerek yalan söylüyorlar ve gelenleri utandırıyorlar. Yanında parası olmayanı mahçup etmek suretiyle halka senet imzalattırıyorlar. Bu senetleri günü gelince ödemeyenleri icraya veriyorlar, bir tek evi bile olsa evini, arabasını ve arsasını dahi elinden alarak tahsil ediyorlar. Hiçbir şeyini bırakmıyorlar. Yani halkı kaz yerine koyuyorlar.
İlâh edindikleri adam düzenini böyle kurdu. Bu Âyet-i kerime’yi inkâr etti ve müslümanların kanını böyle emdi. Bu küfürdür, alenen Hazret-i Allah’a karşı gelmektir. Bu adam bu yaptıklarını hangi kaynaktan alıyor. Ben de şimdi onlara küfürlerinin kaynağını soruyorum.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Onlara de ki: ‘Ben sizden bir ücret istersem eğer, o ücret sizin olsun. Benim ücretim Allah’a âittir. O herşeye şâhiddir.” (Sebe: 47)
Kim ki bunlara para verirse, dahil olursa; Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
“Fâsıka ikram eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvi)
Onlara yardım eden çok iyi bilsin ki İslâm dini’nin yıkılmasına çalışmış olur.
Hadis-i şerif’te:
“Onların dinleri para olacak.” buyuruluyor. (Münâvi)
Kim ki bunlara yardımda bulunursa onlardandır, küfrü hoş gören narcılardandır. Doğrusu, Allah-u Teâlâ’nın kelâmı, Resulullah Aleyhisselâm’ın beyanıdır. Eğrisi de halkın zannıdır. Elhamdülillah müslümanım. Bunun içindir ki bizce makbul olan Hakk’ın kelâmıdır. Cevap vermek isteyenler, önlerine serdiğim bu Âyet-i kerime’lere cevap versinler. Lâf katiyyen kabul edilmez.
Sakın ha! Önünüze sürdüğüm bu Âyet-i kerime’ler Allah kelâmıdır. “Bize münafık veyahut kâfir diyor.” demeyin, bana uluhiyet isnad etmeyin. Ben Hakk Teâlâ’nın aciz, hükümsüz, değersiz bir mahlûkuyum. Hazret-i Allah’ın dostu ile dostum, düşmanı ile düşmanım. İmanın en sağlam kulpu budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Dâvud)
Gayem iman ile küfrü ayırt etmek, Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları muhafaza etmek, münafıklara ve kâfirlere fırsat vermemektir.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri II. Mektubunda; para toplayan nurculara da şöyle sesleniyor:
“O mezkûr ve malûm talebesinin hediyesine karşı cevaptan bir parçadır.
Bana bir hediye gönderdin, gayet ehemmiyetli bir kaidemi bozmak istersin. Ben demiyorum ki: “Kardeşim ve biraderzadem olan Abdülmecid ve Abdurrahman’dan kabul etmediğim gibi senden de kabul etmem.” Çünkü sen onlardan daha ileri ve ruhuma daha yakın olduğundan, herkesin hediyesi reddedilse, seninki bir defaya mahsus olmak üzere reddedilmez. Fakat bu münasebetle o kaidemin sırrını söyleyeceğim.
Şöyle ki:
Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına girmektense ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde kaidesini bozmadı. Eski Said’in, senin bu biçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun’i bir istiğna değil, belki dört beş ciddi esbaba istinat eder.
Birincisi; Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-ı cer etmekle itham ediyorlar, “İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lazımdır.
İkincisi; Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakim’de, Hakkı neşredenler “Benim mükafatım âlemlerin Rabbine aittir.” (Yunus: 72, Hud: 29, Sebe: 47) diyerek insanlardan istiğna göstermişler. Sûre-i Yasin’de “Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, ancak onlar doğru yoldadırlar.” (Yasin: 21) cümlesi, meselemiz hakkında çok manidardır.
Üçüncüsü; Birinci sözde beyan edildiği gibi, Allah namına vermek, Allah namına almak lazımdır. Halbuki, ekseriya ya veren gafildir, kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakkiye ait şükrü, senâyı zâhîrî esbaba verir, hatta eder.
Döndüncüsü; Tevekkül kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şeyle değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzak-ı Zülcelale yüz binler şükrediyorum ki küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakiye-i ömrümü de o kaideyle geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.
Beşincisi; Bir iki senedir çok emâreler ve tecrübelerle kat’i kanaatım oldu ki, halkların malını hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almaya mezun değilim. Bazıları bana dokunuyor, belki dokunduruluyor, yedirilmiyor, bazen bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamaya mânen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.
Hem bende bir tevahhuş var. Herkesi her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lazım geliyor. O da hoşuma gitmiyor. Hem tasannu ve temellükten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassâ libasını giymek ve onların hatırını saymaya mecbur olmak bana nâhoş geliyor.
Altıncısı; Ve istiğna sebebinin en mühimi, mezhebimizce en muteber olan İbn-i Hâcer diyor ki: “Salâhat niyetiyle sana verilen birşey sâlih olmazsan kabul etmek haramdır.”
İşte, şu zamanın insanları, hırs ve tama yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir biçareyi, sâlih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer -hâşâ- ben kendimi salih bilsem, o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem ahirete müteveccih a’mâle mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.”