Said Nursi'nin talebelerinden Gülen'e mektup

rabbinsadikkulu

FETÖ nurcu değildir!
Katılım
10 Ocak 2012
Mesajlar
9,937
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Ben nurcu değilim, gülenci de değilim.

Fakat bu konuda Gülen hocayı doğru buluyorum, "sadeleştirilme yapılmasın" diyenleri anlamıyorum, ne mahzuru var sadeleştirmenin??

TAHRİFAT olur diye düşünüyorlarsa Üstadın talebeleri henüz sağlar, otursunlar bir heyet, bir komisyon oluşturulsun ve özüne sadık bir sadeleştirilme yapılsın, buna engel yok ki.

Şu haliyle risalei nurları Türkiye halkının yüzde 70'i anlamıyor,anlayamıyor.

Risalei nurların hem asılları hem de sadeleştirilmiş halleri olsa, isteyen onu isteyen öbürünü okusa bunun ne kötülüğü olur????

Hem risalei nurlar şu kadar dile tercüme edilip yayınlandı diye övünülüp hem de günümüz türkcesine sadeleştirilmesine karşı çıkmak neyin nesi?

İngilizceye çevrilirken, fransızcaya almancaya çevrilirken tahrifat olmuyor da Türkçeye sadeleştirilince mi tahrifat olacak?

efendi! efendi! said nursi hazretlerinin el yazılı reddiyesi var diyoruz hala ne mahzuru var ki diyorsun. inanmıyorsan link aşağıda okuyuver bi zahmet.


Said Nursi'nin el yazılı sadeleştirme reddiyesi
http://www.risalehaber.com/news_detail.php?id=135747


not: başka dillere çevirmekle, sadleştirme arasındaki farkı anlayamayan okumuş cahiller var ya ne diyeyim ben. malesef insanlar bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oluyorlar. Allah (cc) beni ıslah etsin. Amin.
 

ıtri

Üye
Katılım
30 Ağu 2009
Mesajlar
1,235
Tepkime puanı
153
Puanları
0
Yaş
37
Konum
Ankara
tartışmaya katılırsak;
Sadeleştirmeye "evet" diyorum. Ayrıca bu tahrifat değildir. Bunu yapacak olanlarında kimseden izin alması gerekmemektedir.
Manifestoya tüm yüreğimle katılıyorum.
Ayrıca tarikatçı arkadaşlarında konuya alaycı- balıklama dalmalarına da karşıyım: size ne?, Sizi ilgilendiren bir durum mu var?
Bunu cemaat tartışır ve halleder.
"sadeleşmesini bizde istiyoruz veya istemiyoruz" gibi birşeylerde diyebilirler.
Onun dişında onların müdahalelerini istemiyoruz.
 

rabbinsadikkulu

FETÖ nurcu değildir!
Katılım
10 Ocak 2012
Mesajlar
9,937
Tepkime puanı
131
Puanları
0
BAKIŞ

TUU SANA Bedüzzaman rabbine kavuştuğu tarihi bilmiyorsun birde BEDÜÜZAMAN ERBAKAN ı destekledi diye BEDÜZAMANI siyasi çıkarlarında kullanıyorsun.

TUU SANA ERBAKAN ın ilk partisinden BEDÜZAMAN ın talebelerini dışlanmasını DOĞRU bulduğun için

GELELİM konumuza en ufak bir olayı bile SİYASİ ÇIKARLARINA kullanmaktan UTANMIYORMUSUN.

ÖNCE MEKTUBU oku sonra bu konuda F.GÜLEN in düşüncelerini öğren SONRA YORUM yap CAHİLİĞİNİ HER MESAJIN da belirtmekten HAZ mı aluyorsun.GURUR mu duyuyorsun.

SİZ KALKIYORSUNUZ ERBAKAN partisinden uzaklaştırılan olay a doğru diyorsun ki içlerinde BEDÜZAMAN dan bizzat ders alan talebeler vardı

SİZ KALKIYORSUNUZ ERBAKAN ın ilk partisindeki ve gurup oluşmasına vesile olan BEDÜZZAMAN ın talebesi MİLLETVEKİ nin sonra partiden dışlanmasını NORMAL görüyorsun TUU SANA

BU NASIL ZİHNİYET

Ne diyeyim sana acıyayımmı acımak ALLAH a mahsustur.

gelelim agbi rumuzlu üyeye;

esas mesalenin dışına çıkarak, kıytırık bir meselede (siyaset ve havarileri konusu) garibin birini bulmuşsun, dövmeye kalkıyorsun.

esas meseleye dön de cevap ver.
 

ıtri

Üye
Katılım
30 Ağu 2009
Mesajlar
1,235
Tepkime puanı
153
Puanları
0
Yaş
37
Konum
Ankara
Gülen risalelerin sadeleştirilmesi meselesine soğuk bakmıyor hatta merhum Necip Fazıl bu işe talip olduğunda keşke talebeleri buna izin verseydi diye de ifadeetmiştir çünkü Necip Fazıl'ın kendi üslunuyla da risalelerin sadeleştirilmesine ciddi katkı sağlayacağını düşünüyordu.
Nurlar onlarca dile çevrildi
İngilizceye İspanyolcaya Rusçaya ....

Bir ingiliz dahi Risaleleri bir Türk'den daha iyi anlıyor
Onlar tahrifat olmuyor ama türkçesini günümüz türkçesi ile ifade etmek mi tahrifat oluyor ben anlamış değilim

Nurlar kimsenin tekelinde değil.Üstadın talebelerinin elbette ciddi bir hatırı vardır ancak bu konuda ihtiyaç ne ise ona binaen davranılmalıdır.
Orjinalini okumak isteyenler için zaten sorun yok.
Ben sadeleştirme işinin çok isabetli olmasa da anlaşılır olduğunu düşünüyorum

Kelimesi kelimesine katılıyorum. teşekkürler.
 

rabbinsadikkulu

FETÖ nurcu değildir!
Katılım
10 Ocak 2012
Mesajlar
9,937
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Risaleler'in Türkçesi üzerine bir tartışma

Sadeleştirmeye şiddetle muhalifim ancak Fethullah Gülen"in vaktiyle giriştiği teşebbüsler, Risalelerin sadeleştirilmesinde -en azından didaktik mülahazalarla- bir nevi müşterek mutabakat bulunduğu intibaını güçlendiriyor. Fethullah Gülen, yankıları hâlâ sürmekte olan röportajında Said

Nursi"nin Risalelerini sadeleştirmek konusunda önemli şeyler söyledi; bu vesileyle Türkçe meselesi etrafında verimli tartışmaların açılabileceğini ümid etmek isterim. Sayın Gülen, vaktiyle Necip Fazıl"ın Kırklareli"nde kendisine şöyle söylediğini hatırlatıyor: "Bediüzzaman, Sultanahmet"in mimarı gibi büyük bir adamdır. Bu büyük insanın büyük düşünceleri var. Fakat köprünün altında, dubalarda yaşayan insanlar var. Bunlar Bediüzzaman"ı, bu büyük mimarın sözlerini anlamazlar. Bana müsaade edilse de o dubalarda yaşayan insanların diline göre onu sadeleştirsem." Akabinde sadeleştirme yolundaki samimi gayretler, "Bu kitaplar böyle isteyene uluorta verilmez. O kim oluyor sadeleştirecek?" mülahazasıyla akamete uğratılıyor. Sayın Gülen, şahsi gayretleriyle bazı sadeleştirme denemelerinde bulunmakla beraber, kendi ifadesiyle "iki defa zılgıt" yiyor ve mesele kapanıyor.

Abartılı bir tez münasebetiyle

Edebi ve tarihi kıymet taşıyan hiçbir metnin sadeleştirilmesine taraftar değilim; nerede sadeleştirilmiş bir metin görsem, sadeleştiren kişinin, anlamı nerede, kaç defa, neresinden bıçakladığı suali içimi kemirip durduğu için bu kabil gayretlere hoşgörüyle bakamaz oldum. Bu genel çerçeve ışığında Risaleler"in sadeleştirilmesine de karşı çıkmam gerekiyor lakin benim açımdan meselenin başka boyutları var.

Bundan dört sene önce Köprü dergisinde bir yazar, "Said Nursi Türkçesi" başlığıyla katılmama imkân olmayan fikirler ileri sürdü; buna göre (özetliyorum) Said Nursi Türkçe"yi yeniden ihyâya karar vermiş ve bunun için İstanbul ağzı yerine Osmanlı Türkçesi"ni esas almıştı. Keza Nursi, Arapça ve Farsça yanında Kürtçe, Ermenice, Süryanice, Zazaca gibi mahalli dillere ilaveten Azeri ve Tatar şivelerine de aşina olduğu için neredeyse bütün Türk ve İslâm dünyasına hitab edebilen ve "hepsinin ortak hususiyetlerini taşıyan müstesnâ bir dil terennüm" etmişti. "Üstâd"a duyduğu sevgi ve saygının aşırılığına mağlub olan yazar, bununla da iktifa etmeyerek Said Nursi"nin kelimeleri seçerken "Sinan"ın mâbedine taş, Itrî"nin tamburuna tel, Karahisârî"nin hattına mürekkep alırken göz önünde bulundurduğu hassasiyeti" gösterdiği, hatta "böylece yalnız dinî meselelerde değil, dil ve üslûp sahasında da içtihat yaptığı kanaatini savunmuştu. Yazar, külliyatın Yahya Kemal, Mehmed Akif, Ahmed Haşim"in eserleriyle mukayese edildiğinde onlardan "çok daha sade, akıcı ve anlaşılır bir dille yazıldığı" iddiasında bulunmaktan da çekinmemiş ve nihayet Türkçe"nin, "Osmanlı Devleti"nin cihan hakimiyetinden sonra ilk defa Risale-i Nur Külliyatı sayesinde milli hudutları aşarak yeniden dünya dili olma şansını yakaladığı" gibi aşırı tezler seslendirmişti.

İlim vadisinde fart-ı muhabbete mesağ yoktur!

Üzerime vazife olmadığı halde, tekzibe uğramadığı için doğru zannedenler çıkabilir endişesiyle Köprü dergisine yazılı itirazlarımı göndermiştim; nezaket gösterip yayınladılar ve bu tavırlarından ötürü hâlâ müteşekkirim; ne var ki, ismini kasden belirtmediğim yazar, mukabilinde yeni ve bu defa tartışmaya lüzum görmediğim bir üslup kullandığı yazısında fikrini değiştirmediğini beyan edince susmayı tercih etmiştim. Kimseye bühtan etmiş olmak istemem ama, "o kim oluyor sadeleştirecek" zılgıtı ile, Türkçe"nin Said Nursi sayesinde dünya dili olma şansını yakaladığı yolundaki aşırı iddia arasında bir zihni akrabalık gördüğümü de itiraf etmeliyim. Bu noktada, "literal", yani söylenenleri lâfzıyla değerlendirmek yerine "empati" hassasını kullanarak değerlendirme yapmalıyız: Bana göre Said Nursi"nin bağlıları, üstadlarına büyük bir hayranlık ve muhabbet duydukları için ondan sâdır olabilecek her şeyi mükemmellik nümûnesi gibi görme eğilimi içine giriyorlar; bu, anlaşılabilir, hattâ anlamak gereken bir tutumdur ama o tip hükümlere katılmak noktasında kimseyi bağlamaz.

Bu terazi bu sıkleti çekmez!

Şahsi kanaatim itibariyle Said Nursi"nin Türkçesi hakkındaki kanaatlerimi (delillendirmeksizin) burada belirtmek isterim:

1- Said Nursi"nin Türkçesi, İslâmi ıstılahlara âşinâlığı ve Arapça"ya vukufu yüzünden "Osmanlı Türkçesi" görüntüsü veren, ancak klasik ve edebî Osmanlıca zevkini dikkate alma gereği duymayan bir lisandır; ben onun yazdıklarını, manevi yıkıntıya uğrayan gönülleri onarmak ve güçlendirmek, imânî nokta-i nazardan cemiyeti güçlendirmek maksadıyla bütün ömrünü hâlisâne mesâiye vakfetmiş bir insanın geride bıraktığı mânidar bir iz olarak görüyorum.

2- Said Nursi"nin Risalelerdeki Türkçe tasarrufuyla "estetik bir ihyâ" inşâ etmeye çalıştığı kanaatinde de değilim.

Keşke Necip Fazıl'a şans verilseydi...

Dolayısıyla bugünün meselesi, herşeyden önce Risalelerin diliyle klasik Osmanlı Türkçesi arasındaki âşikâr farkları görüp değerlendirebilecek kıratta dil zevkine sahip insanların sayıca giderek azalmakta oluşudur. Bu haliyle Risaleler"in genç okuyucularda "klasik Türkçe budur" intibaı verecek tarzda örnek ittihaz edilmesinden rahatsızlık duyuyorum. Vaktiyle keşke Necip Fazıl"ın teklifi ciddiye alınmış olabilseydi; kaldı ki Üstad Necip Fazıl"ın böyle ciddi ve lisânî bakımdan kendi içinde hayli riskler taşıyan bir projeyi hangi noktada yarım bırakacağı meselesi, tilmizlerinin daha iyi tahmin edebilecekleri bir spekülasyon olurdu. Herşeye rağmen Necip Fazıl"ın, o renkli ve revnâkli Türkçesiyle neler yapabileceğini görmüş, bilmiş olurduk.

Niyet varsa acelenin vaktidir

Başta da ifade ettik; sadeleştirmeye şiddetle muhalifim ancak Fethullah Gülen"in vaktiyle giriştiği teşebbüsler, Risalelerin sadeleştirilmesinde -en azından didaktik mülahazalarla- bir nevi müşterek mutabakat bulunduğu intibaını güçlendiriyor. Eğer böyle bir mutabakat hâlâ devam ediyor ise vakit kaybedilmemesi lüzumu açıktır, zira "eyvâh"larla ilân etmek durumundayız ki, klasik Türkçe"nin sırrına ve zevkine âgâh bulunan nâdidelerin sayısı hızla azalırken bu vadide ihtiyat kuvvetleri de imdâda yetişecek gibi görünmüyor. Bundan belki de elli sene sonra klasik Türkçe zevki ve tasarrufu, üniversite koridorlarının loş odalarına sığınmış birkaç arkaik diller uzmanının insâfına terkedilmiş olacaktır.

kaynak adresi http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=9647

BİR ÖRNEK

İSLAM a soğuk bakanlarının savundukları neydi İSLAM ülkelerini gösterip TEKNOLOJİ ve SANAYİDE geri kalmasına İSLAM ı gösteriyorlardı ÜSTAD ın bu konuda AKLIN ZİYASI RUHUN ZİYASI ile başlayan sözlerini BU DUBA ALTINDA KALANLAR NASIL ANLAR.

MEDRETÜT ZEHRA yı nasıl anlayabilirler.

yusuf kaplanın Medresetü'z-Zehrâ konusu ile ilgili yazısını paylaşmak istiyorum.

haberin linki:
http://www.risalehaber.com/author_article_detail.php?id=12817

"Medresetü'z-Zehrâ: Üniversite projesi mi, medeniyet projeksiyonu mu?
16 Mart 2012 Cuma 06:36
Medresetü'z-Zehrâ: Üniversite projesi mi, medeniyet projeksiyonu mu?

Önce rahatımızı kaçıracak birkaç önemli soru sormamız gerekiyor: Bediüzzaman Hazretleri, ne zaman yaşamıştı? Bediüzzaman’ın ne zaman, hangi zaman aralığında, nasıl bir zamanda yaşadığını bihakkın bildiğimizden pek emin değilim; o yüzden, ilk bakışta şaşırtıcı gelebilecek böylesi bir soru soruyorum.
Bu sorunun cevabı, biraz da ikinci soracağım soruda gizli: Medresetü’z-Zehrâ “proje”si, bir üniversite projesi midir hakikaten? Görünüşte öyle; ama gerçekte de öyle mi acaba?
Aslında bu iki sorunun cevabı da bizzat Külliyât’ta var; ama bir alt metin olarak dercedilmiş ya da “şifrelenmiş” olarak var.

Bir Üniversite Projesi Değil…

Birinci sorunun cevabını vuzûha kavuşturabilmenin yolunun, ikinci sorunun cevabına bihakkın açıklık kazandırmaktan geçtiğini söylemiştim. O hâlde, meseleye, ikinci sorudan başlayarak açıklık kazandırmaya çalışalım.
İkinci soruya verilebilecek net bir cevap var. Şu: Medresetü’z-Zehrâ, bir üniversite projesi değildir. Bu proje, görünüşte, bir üniversite projesidir ama gerçekte, üniversite projesi, bu projenin yalnızca bir parçasını teşkil eder.
Bediüzzaman’ın yapmaya çalıştığı, neredeyse, hayatı boyunca mücadele ettiği şey, bir üniversite projesi olabilir mi, bir üniversite projesine indirgenebilir mi? Elbette ki, hayır.

Bediüzzaman, bu “proje”siyle aslında daha esaslı, daha kalıcı, daha köklü, daha muhkem bir şey yapmak istiyordu. Tabir câizse, üniversite, bir “bahane”ydi; bir “vesile”ydi asıl yapmak istediği, hayata geçirmek istediği, hayatını ortaya koyduğu, mücadelesini ve mücahedesini verdiği şeyi gerçekleştirebilme sürecinde.
Medresetü’z-Zehrâ’nın, sadece bir üniversite projesi olmadığını, bir üniversite projesinden çok daha fazla, çok daha muazzam ve muazzez bir şey olduğunu nereden çıkarıyorum ve bunu nasıl anlayacağız?

Bir Medeniyet Projeksiyonu…

Medresetü’z-Zehrâ projesinin bir üniversite projesinden daha fazla bir şey olduğunu bizatihî Bediüzzaman’ın söylediklerinden çıkarıyorum. Bediüzzaman, bu projenin gerekçesini Münâzarât’ta, bu projeyi sorulu cevaplı Sokratik bir yöntemle münazara ederek izah ettiği ilgili bölümde şöyle açıklıyor: “Vilâyât-ı şarkiye ve ulemasının istikbalini temin etmek istiyoruz. İttihad ve Terakki mânâsındaki hissemizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanımızda çok azîm bir şey isteriz” (İlk Dönem Eserleri, s.507).
Bediüzzaman, istediği şeyi dile getirirken ve gerekçelendirirken kurduğu cümlelerin ilk bakışta maksadını anlatmak için kifâyet etmeyeceğinin ve belki de bugünleri de öngörerek yanlış anlaşılabileceğinin son derece farkında olduğunu gösteren bir sual’le istediği şeyin ne olduğunu vuzuha kavuşturuyor.

Sorduğu sual şu: “Maksadını müphem bırakma, ne istersin?”
Üstadın, deyim yerindeyse, Derrida’vârî dekonstrüksiyon / yapısökümcülük yaparcasına özenle seçtiği kelimeler ve kurduğu cümlelerle, bu soruya verdiği cevap, talep edilen şeyin çekirdeğini “üniversite”nin teşkil ettiğini ama asıl maksadın, asıl hedefin üniversiteyi ziyadesiyle açtığını gösteren bir cevap.
Cevap’ta Bediüzzaman, Bitlis’te ve “Bitlis’in iki refikası” olan Van ve Diyarbakır’da Medrestü’z-Zehrâ adıyla kurulacak “dârülfünûnu mutazammın pek âli bir medrese” olduğunu vurguluyor ve bu “medrese”nin kuruluş gerekçesini -biraz önce alıntıladığım gerekçeleri daha pekiştirecek bir şekilde şöyle açıklıyor: “Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, ictimâî hayatımız, Türklerin hayat ve saadetinden neşet eder.” (s. 507).

Daha sonra bu Medresetü’z-Zehrâ’nın, neden medrese olarak isimlendirilmesi gerektiğini, mektep-medrese-tekke’den oluşacak bu tasarı’nın / tasavvur’un amacının “şu havuza tevhid-i medâris (medreselerin birleştirilmesi) tarikiyle mühim bir çeşmeyi akıtmak“ olduğunu belirtiyor (s. 509).
Bediüzzaman’ın gerçekleştirmek istediği şey, herhangi bir üniversite kurulması çabası değildir. Bilakis, Bediüzzaman’ın yapmak istediği şey, İslâm medeniyetinin yaşadığı bu ikinci büyük buhranı anlamlandırabilecek ve aşabilecek kısa, orta ve uzun vadeli hedefler belirleyerek, bu hedefleri adım adım hayata geçirmeyi mümkün kılacak, bir medeniyetin teşekkül süreçlerini oluşturan bir biliş (ilim/mektep/Mekke süreci), oluş (medrese/irfan/Medine süreci) ve varoluş (felsefedeki değil, tasavvuftaki anlamıyla hikmet /tekke-zaviye / medeniyet süreci) yolculuğunun temellerini atmak, böylesi bir yolculuğa bizatihî öncülük etmektir.

Tam da âyette (Fussılet: 41/53) belirtildiği üzere, âfâk’tan enfüs’e doğru gerçekleştirilecek, bütün zamanları seferber edecek, bütün zamanları kendi çocuğu kılabilecek ve bütün zamanların çocuğu olmasını sağlayabilecek bir ümmîleşme yolculuğuna, çağ aşan ve çağ açacak nebevî bir yolculuğa, hakikat yolculuğuna soyunmak…
Bediüzzaman’ın bizatihî kendisi bunu yapıyor ve bu yolculuğun Müslümanlar tarafından da nasıl yapılabileceğinin programını, yol haritası sunuyor bize Medresetü’z-Zehrâ’yla...

Bediüzzaman, bu gözlemlerimi doğrulayan enfes bir paragrafla bitiriyor Medresetü’z-Zehrâ tasarısı, tasavvuru veya tahayyülü hakkında söylediklerini: “Elhâsıl: İslâmiyet hâriçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahî bir mecmaü’l-küll (ortak toplanma yeri), biri diğerinin noksanını tekmil (tamamlamak) için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî (etrafına nur saçan muhkem bir saray) timsalinde arz-ı dîdar edecektir (kendini gösterecektir). Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ dahî o kasr-ı İlâhîyi hâricen temsil edecektir.” (s.512).

Medeniyet Buhranının Nasıl Aşılabileceğinin Yol Haritası…

Sadece bu sonuç paragrafı bile, Medresetü’z-Zehrâ’nın basit bir üniversite projesine indirgenemeyeceği, Medresetü’z-Zehrâ’nın salt üniversite projesine indirgenmesinin Bediüzzaman’ın bütün yapmak istediklerinin bir çırpıda berhava edilmesi, anlamsızlaştırılması ve kısa devre yapması anlamına geleceği gerçeğinin -altının özenle çizilerek- vurgulanması gerektiğini adeta ihtar ediyor bize. Aksine bu önemli sonuç paragrafı, bize, Medresetü’z-Zehrâ’nın, genelde yaşanan medeniyet buhranının anlaşılıp / idrak edilip, anlamlandırılıp / münazara edilip, nasıl aşılabileceğinin yol haritasını sunan çok katmanlı bir medeniyet tasavvuru ve yolculuğu / projeksiyonu / teklifi olduğunu yeteri kadar gösteriyor, diye düşünüyorum.

Bu tespitimin en müşahhas göstergesi, Bediüzzaman’ın, neredeyse bütün bir ömrü boyunca, Medresetü’z-Zehrâ’yı hem bilfiil, hem de bilkuvve hayata geçirmek cehdi ve gayreti içinde olmasıdır. Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehrâ’yı, bir üniversite projesi olarak bilfiil hayata geçiremiyor; ama bir medeniyet projeksiyonu olarak hem Risalelerle, hem de bizatihî kendinde bilkuvve hayata geçiriyor.

Burada hayretâmiz bir hikmet-i ilahî var: Rabbimizin kudret eli, Medresetü’z-Zehrâ’nın bir üniversite projesi olarak bilfiil hayata geçirilmesine izin vermiyor. En doğrusunu hiç şüphesiz ki, Allah bilir ama; eğer Medresetü’z-Zehrâ, bir üniversite projesi olarak hayata geçirilmiş olsaydı; İslâmî bir vasat’ın hükümferma olmamasından ötürü (ki, bu nokta çok hayatî bir noktadır; lütfen dikkat edilsin), bir üniversite projesi olarak aslâ beklenen sonucu vermezdi ve daha önemlisi de, Bediüzzaman’ın yapmak istediği, daha doğrusu İlâhî kudret’in “Bediüzzaman eli”yle asıl yaptırmak istediği şey, yapılamazdı.
Şunu söylemek istiyorum: Medresetü’z-Zehrâ, bir proje değil; hele de salt bir üniversite projesi değil; bilakis, bir medeniyet projeksiyonuydu / teklifiydi. Bu teklif, bihakkın mükellef olabilecek, bedel ödemeye hazır asil, asalet sahibi (yani semantik intiharı fark etmiş ve aşmış) insanlar ve İslâmî bir vasat inşa edilebildiği zaman, hayata geçirilebilirdi ve (buraya dikkat!) işte Medresetü’z-Zehrâ da, bu asalet sahibi (epistemolojik olarak özgün ve özgürleşmiş, semantik intiharı / çağ körleşmesini aşmış) insanlar ve bu insanların tekevvün ettikleri bir mekân / İslâmî vasat inşası projeksiyonu, tasavvuru, tahayyülü anlamında bir varoluş “proje”siydi.

Burada fark edilmesi gereken en temel mesele ve buraya kadar geliştirdiğim argümanlardan sonra gelinmesi gereken en temel nokta şu: Medresetü’z-Zehrâ, Bediüzzaman’ın İslâm dünyasının yaşadığı bu ikinci büyük medeniyet buhranının hem epistemolojik / zihnî arınma, hem fenomenolojik / İslâmî vasatın inşası, hem de ontolojik / hakikatin bihakkın hayat bulması, hayat olması ve herkese hayat sunması süreçlerinin nasıl hayata geçirilebileceğinin yol haritasını bilkuvve sunan ama bunun müşahhas timsalini temsil eden bir “proje”dir.
Özlü bir şekilde ifade etmek gerekirse, şunu demek istiyorum: Medresetü’z-Zehrâ, Risale-i Nûr’un, Müslümanların yaşadığı medeniyet buhranını nasıl aşabileceklerini gösteren üç aşamalı yol haritasının programıdır.

Yol Haritasının Anahtarı: Ümmîleşmek

Tam bu noktada sorulması ve izi sürülmesi gereken hayatî soru şu: Biz, bu programı, nasıl hayata geçirebiliriz? Ya da şöyle sorayım: Bediüzzaman’ın bilkuvve hayata geçirdiğini söylediğim ve Medresetü’z-Zehrâ tasavvurunda tecessüm eden, ete kemiğe büründürülen bu programı, nasıl bilfiil hayata geçirerek gerçeğe dönüştürebiliriz?
Bu sorunun tek cevabı var: Tıpkı veraset-i risâleti üstlenen Bediüzzaman’ın yaptığı gibi, Ümmîleşerek. Yani?

Yani’si şu: Algı kapılarımızı kapatan, algılama / idrak biçimlerimizi tersyüz ederek bizi çağın ağlarına ve bağlarına, kavramlarına ve bağlamlarına mahkûm eden semantik intiharla (anlam, istikamet ve vasat’ın yitirilmesi’yle) sonuçlanan çağ körleşmesinin önce farkına vararak, sonra da zihnimizi çağın ağlarından ve bağlarından arındıracak çok yönlü, çok katmanlı bir biliş, bir oluş, bir varoluş yolculuğuna soyunarak. Tıpkı Efendimiz’in sünnet-i seniyye’siyle (biliş / ilme’l-yakîn, oluş / aynel-yakîn ve varoluş / hakka’l-yakîn süreçleriyle) yaptığı, hayata geçirdiği gibi, hakikati bütün boyutlarıyla hayata geçirerek.

İşte Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehrâ projeksiyonu, bize, çağımızda tam da bunun nasıl hayata ve harekete geçirileceğinin -bugüne kadar geliştirilmiş- en mükemmel, en emniyetli ama en zorlu programını sunuyor.
Bediüzzaman’ı çağının diğer bütün âlimlerinden, mütefekkirlerinden ayıran, ayrıksı bir yere yerleştirmemize imkân tanıyan püf nokta burada gizli. Yazının başında sorduğum iki sorudan ilkinin (yani, Bediüzzaman’ın “ne zaman, hangi zaman aralığında, nasıl bir zamanda yaşadığından gerçekten emin miyiz?” şeklinde sorduğum sorunun) cevabını da bu “püf nokta”yı açıklığa kavuşturduğumuz zaman cevaplandırma imkânına kavuşabiliriz.
Bu püf nokta’yı şöyle vuzuha kavuşturabileceğimizi düşünüyorum.

Çağ Körleşmesini Aşmadan Kur’ân’dan İlham Alınabilir mi?

Bediüzzaman, daha önce de dikkat çektiğim gibi, hem çağının çocuğu bir mütefekkirdir; hem de çağ aşan ve çağ açacak nev-i şahsına münhasır tek mütefekkirdir çağımızda. O yüzden, izlenecek yolun, ümmîleşme olduğunun idrakindedir: “Kur’ân’dan alıp ilhamı, asrın idrakine İslâm’ı söyletme”nin asrın idrakini, Kur’ân’a söyletmek olacağını, Kur’ân’ı ancak asrın idrakiyle söyletmeye izin vereceğini; bunun, cinayetle sonuçlanabileceğini -deyim yerindeyse- iliklerine, hücrelerine kadar bihakkın idrak etmiş yegâne mütefekkirdir.

Eğer Risalelere bir bütün olarak bakabilme düzlemine çıkabilirsek, bizatihî kendi ifadesiyle, “mihenge vurmasını” bilebilirsek, yani metni, semantik intiharın / çağ körleşmesinin mahkûmları olarak değil, çağ körleşmesinin farkına varan ve bu semantik intiharın nasıl aşılması gerektiği konusunda dikkate değer bir mesafe kateden kişiler katına yükselebilirsek, Bediüzzaman’ın yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılması (mektep / ilim), anlamlandırılması (medrese / irfan) ve aşılması (tekke / tasavvufî hikmet) sürecinde nasıl hayretâmiz ve harikulâde bir ümmîleşme programı uyguladığını da fark ve idrak edebiliriz.

Bunun için tıpkı Efendimiz’in (sav) yaptığı, tıpkı veraset-i risaleti bihakkın üstlenmek için her şeyini feda eden, her türlü bedeli ödemekten bir an için olsun çekinmeyen Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu gibi, önce firak ateşiyle yanmalıyız: Yani, Teşbîhî / beşerî düzlemin iliklerimize kadar yaşattığı firak ateşi her bir tarafımızı yakabilmeli, Tevhid / İlahî şuur vücud bulabilmeli (mektep / ayne’l-yakîn / akval-söz / biliş / Mekke süreci); sonra bu firak ateşinin tattırdığı hakikat nurunun tefrik meşalesini elimize alabilecek bir mertebeye / Tenzih mertebesine yükselebilmeyiz (medrese / ayne’l-yakîn / ef’al / oluş / Medine süreci) ve son olarak da, bizi hakikate eriştiren, hakikatle buluşturan ve hakikatle hemhâl, hemdost, hemdert kılan, biliş ve oluş süreçlerine hayatiyet kazandıran varoluş (tekke / hakka’l-yakîn / ahvâl / medeniyet yolculuğu) sürecine çıkabilelim ve fark olalım; hakikatin temin, tesis ve teşekkül ettirdiği fark’ın farkını, yani (vahiy sonrası süreçte, yalnızca teşbîhî düzlemde yaşamak zorunda kalan insanın, İlâhî Şuur’la / Tevhid’le donanan Nebevî Şuur’un kusursuz yansıması hâline gelen Teşbîhî / beşerî düzleme katıksız Tevhîdî bir boyut kazandıran) hakikat güneşini yansıtan bir ayna vazifesi gören, dolayısıyla hakikati insana ve bütün insanlığa sunabilecek bir kıvama / ahsen-i takvîm’e ulaşabilelim.
İşte bu uzun ve zor’lu cümlede özetlediğim -ve belki birkaç kez okunduğunda bihakkın anlaşılabilecek- Bediüzzaman’ın bir medeniyet projeksiyonu olarak Medresetü’z-Zehrâ tasavvuru bu çerçevede idrak edilebildiği zaman hakikaten anlaşılabilir ve hayata geçirilebilir.

Ulûm-u Diniyye ile Fünûn-u Medeniye’nin Mezcedilmesi Ne Demek?

Burada Bediüzzaman’ın, semantik intiharın kurbanı olmak şöyle dursun, bu semantik intiharı yerle bir eden çift yönlü işleyen muazzam bir dil kurduğunu görmemiz gerekiyor öncelikle.
Bir yandan, “ülûm-u diniye ile fünûn-u medeniyenin imtizacı”ndan sözediyor, bu imtizac’tan hakikatin doğacağını; ama öte yandan da, Medresetü’z-Zehrâ tasarısı’nın üç sütununu -sırasıyla- mektep, medrese ve tekke’nin oluşturacağını söylüyor.
Dikkatli bir gözle bakıldığında, burada, Bediüzzaman gibi bir mütefekkirde görülmeyecek, olmaması gereken ciddî bir çelişki olduğu görülecektir. Şöyle bir çelişki: Mektep’te ne öğretilecek? Akla dayalı “fünûn-u medeniye” veya “fünûn-u cedîde” yani “modern bilimler”. Medrese’de ne öğretilecek? Kalb’i eksene alan “Ulûm-u diniye”. Tekke’de ne öğretilecek? Vicdan’ın hâlleri.

Düz mantıkla ya da Bektaşî mantığıyla bakıldığında, böyle bir proje var karşımızda. Oysa böylesi bir proje, Bediüzzaman’ın kendi ifadesiyle “İslâm’a hizmet etmek” ya da “İslâm’ı canlandırmak” yerine; tam bir hezimetle sonuçlanacak, İslâm’ı tanınamaz hâle getirecek bir projedir.
O hâlde bugün kavramakta zorlandığımız çok hayatî bir mesele var burada: Bediüzzaman, görünüşte, “modern bilimler”le “İslâmî ilimler”in mezcedilmesinden sözediyor. Ama gerçekte, önerdiği şey, bu kadar sığ ve zihnimizi tarumâr edecek ve sığlaştıracak kadar basit bir proje olabilir mi?

Kesinlikle hayır! Bediüzzaman’ın ilkin böyle bir dil kullanması; onun çağının sorunlarını derinlemesine kavrayan, çağının çocuğu olmasını sağlayan bir düşünür olmasının zorunlu bir sonucudur. Ama Bediüzzaman, yaşadığı çağın çocuğu değildir yalnızca. Eğer Bediüzzaman yalnızca yaşadığı çağın çocuğu olsaydı, çağ aşan ve çağ açacak bir düşünür olarak görülemez; sadece yaşadığı çağın ağlarına ve bağlarına takılıp kalan bir kişi olarak tarihteki yerini alırdı.
Yani Bediüzzaman, çağının içinden geçtiği, bütün insanlığın iliklerine kadar yaşadığı derin varoluşsal sorunları müdrik bir mütefekkir olarak bidayette böylesi bir beşerî dil kurmak ve çağının dilini kullanmak zorundaydı. Ama bu nihayete kadar böyle bir dil olabilir mi/ydi? Olamaz/dı tabiî ki.

Beşerî Dil’den Nebevî Dil’e…

O yüzden Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehrâ tasarısını açıkladığı yerde de, külliyatın başka yerlerinde de sadece çağının çocuğu olmakla kalmayıp, çağını aşan ve çağ açacak bir düşünür olduğunu gösteren bir ikinci dil daha kuruyor.
Bu ikinci dil, onun da bizim de hâlen iliklerimize kadar yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılmasını, anlamlandırılmasını ve aşılmasını mümkün kılacak nebevî bir dildir: Ümmîleşme dili.

O yüzden, bu üç sütundan oluşan tasarısını açıklarken, şöyle bir vuzûhiyet kazandırıyor diline: “Şu medrese, neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukûl yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir.” (s. 510).

Peki, mektebin eksenini oluşturacak “modern bilimler”in tahsiline vasıta olacak “akıl”, hangi akıldır? Bu akıl, seküler / modern akıl olabilir mi? Kesinlikle, hayır. Bunu, yukarıda alıntıladığım pasajda, bu mektebin “âlâ bir mektep” olacağını söyleyerek çok örtük bir şekilde ifade ediyor Bediüzzaman. Dikkat! “âlî / yüksek” değil, “âlâ / yüce” bir mektepten bahsediyor Bediüzzaman. Yine “ekmel bir medrese”den yani insan-ı kâmil hedefini gerçekleştirecek bir “medrese”den ve “en mukaddes bir zaviye”den yani, insan-ı kâmil hedefini münferit ve müşterek (ferdî, ictimâî ve kürevî) düzlemlerde gerçeğe dönüştürebilecek bir zaviye’den sözediyor, böylesi bir “zaviye”den bakıyor her şeye ve bu üç talim, terbiye ve tezkiye sürecinin gerçekleştirileceği “yer”in adının medrese olduğuna özellikle vurgu yapıyor bir kaç kez.
Demek ki, mektep’te ilim talim edilerek zihin arındırılacak; medresede irfan tahsil edilerek fert ve toplum terbiyesi gerçekleştirilecek; tekke’de ise tastamam bir nefs tasfiyesi ve tezkiyesi hayata geçirilecek.
Burada âyette belirtildiği üzere, âfâk’tan (dış dünyadan) enfüs’e (kendi dünyamıza) doğru gerçekleştirilecek bir biliş, oluş ve varoluş yolculuğuyla karşı karşıyayız. Başka bir ifadeyle, bir medeniyetin bütün varoluş menzillerini hayata geçirecek bir medeniyet projeksiyonu var karşımızda.

Bediüzzaman, Gazalî’nin Yaptığı İşi Yapıyor

Peki, nedir bu? Elbette ki, Müslümanların tarihte yaşadıkları birinci medeniyet buhranının aşılmasında anahtar rol üstelenen Gazalî’nin başlattığı bütün beşerî bilim tecrübelerinin ve birikimlerinin, vahyin filtresinden geçirilerek gayr-ı İslâmî niteliklerinden arındırılması ve İslâmî bir üst dille silbaştan yenilenmesi, hamlesinin, bu kez ikinci büyük medeniyet buhranının anlaşılması, anlamlandırılması ve aşılması sürecinde Bediüzzaman tarafından gerçekleştirilmesi girişimidir.

O yüzden, Bediüzzaman Hazretleri, Eski Said döneminde bütün beşerî b/ilimleri tahsil etmiş (“mektep menzili”ni takip etmiş); Yeni Said döneminde marifetin bütün katmanlarını idrak edebilmek için “medrese hücresi”ne kapanmış; Üçüncü Said döneminde ise “zaviye köşesine” çekilmiş; bütün bunların hakikat havuzuna (mecmaü’l-küll’e) akmasını sağlayacak koridorlarını (çeşmeleri) birer birer döşemiş; bir meclis-i şûrâ bina ederek “biri diğerinin noksanlarını tekmil edecek”, birbirlerini tenevvür edecek ve oradan hakikat nurunu etrafa / dünyaya / hayata yayacak bir hakikat sarayı (kasr-ı meşîd-i nûranî) inşa etmiş; böylelikle, Medresetü’z-Zehrâ’nın, yaşadığımız medeniyet buhranının ancak bu üç aşamanın eşzamanlı ve ardışık olarak hayata ve harekete geçirilmesi hâlinde aşılmasını sağlayabilecek bir yol haritası programı olduğunu sarih ve enfes bir şekilde, gören gözlerin önüne sermiştir.
Bu satırları yazdığımda, “daha esaslı cümleler kurmalıyım”, diyerek, kendimle mücadele ede ede odada dört duvar arasında mekik dokuyup duruyordum: Beynim zonkluyordu. Kütüphanemde, bir ânda, Emirdağ Lahikası gözüme ilişti. Elime alıp birkaç sayfa ileri geri çevirdikten sonra Bediüzzaman’ın mevcut idrak biçimlerini ve bilimleri nasıl esaslı bir semantik dönüşüme tabi tuttuğunu enfes ve veciz bir şekilde özetlediği 53. Mektup’taki şu satırları okuyunca, “çok şükür” dedim ve rahat nefes aldım:
“Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantîkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaika bir yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usûlü’d-din içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış, ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor; meydandadır.”

İşte çağımızın Gazalî’si Bediüzzaman’ın -burada kendi kalemiyle özetle aktardığı- yaptığı muazzam iş, ilimden irfan menziline, hikmetten ilim menziline geçilmesini mümkün kılacak, kendi deyimiyle, bütün medreseleri, dolayısıyla ilimleri Tevhid ilkesinin altında toplayarak birbirlerini ikmal etmek için sürekli olarak birbirleri arasında devr-i dâim ederek, birbirleri arasındaki irtibatı, alışverişi, geçişkenliği, akışkanlığı, besleyiciliği muhkemleştirmelerine imkân tanıyan muazzam bir koridor açıyor önümüze. Bediüzzaman’ın yaptığı bu iş, yaşadığımız medeniyet buhranının da, insanlığın yaşadığı küresel buhranın da nasıl aşılabileceğinin anahtarlarını sunuyor bize. Ama gören, görebilen gözlere elbette…
Böylesine muazzam bir işi, ancak Müslümanları çağ körleşmesinin eşiğine getirip bırakan semantik intiharı yerle bir edecek ölçüde beşerî / çağdaş dili aşarak ümmîleşme mertebesine ulaşabilen, çağ aşan ve çağ açacak nebevî bir dil kurabilen, yani bütün zamanları seferber edebilme, bütün zamanları kendi çocuğu kılabilme ve bütün zamanların çocuğu olabilme imkânlarını harekete geçirebilecek bir seyyaliyete ve seyyariyete kavuşarak verâset-i risâlet zeminine çıkabilen, aynı zamanda hem âlim, hem ârif, hem de hakîm olan bir mütefekkir yapabilirdi.

Zihin, İnsan ve Vasat İnşası…

Ezcümle… Medresetü’z-Zehrâ, önce, zihnî arınmamızı sağlayabilecek bir “medrese” / “üniversite” tasavvuru’dur; bu, epistemolojik sürecin / ilme’l-yakîn / biliş / Mekke sürecinin işletilmesi demektir.
İkinci olarak, Medresetü’z-Zehrâ, Müslüman bir şahsiyetin inşasını sağlayabilecek bir insan inşası projesidir; bu, fenomenolojik / ayne’l-yakîn / oluş sürecinin / Medine işletilmesi demektir.

Üçüncü olarak da, Medresetü’z-Zehrâ, Müslüman bir cemiyetin / ümmetin varolmasını sağlayabilecek İslâmî bir vasat’ın inşası projesidir; bu da, ontolojik / hakka’l-yakîn / varoluş / medeniyet sürecinin işletilmesi, hayata geçirilmesi demektir.
Ve en önemlisi de, RisaleHaber sitesinde yazdığı konuyla ilgili önemli bir yazıda Metin Karabaşoğlu kardeşimin, Barla Eğitim Modeli başlıklı zihin açıcı kitabında Ümit Şimşek Ağabey’in ve bu yazının yazılması sürecinde fikirlerinden istifade ettiğim Seyit Erkal kardeşimin vukûfiyetle ifade ettikleri (Bediüzzaman Hazretleri’nin de Risalelerin çeşitli yerlerinde örtük olarak telâffuz ettiği) gibi, Medresetü’z-Zehrâ programı, bizatihî Bediüzzaman tarafından hayata geçirilmişti zaten.

Bendeniz, bütün bunlara şunu ilâve ediyorum yalnızca: Medresetü’z-Zehrâ tasarısı, bilkuvve hayata geçirilmiştir ama bize, sözünü ettiğim üç süreci bilfiil harekete ve hayata geçirmemizi icbar eden bir medeniyet projeksiyonu sunuyor ve ancak bu projeksiyon ışığında yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılması, anlamlandırılması ve aşılmasının mümkün olabileceğini ihtar ediyor, diye düşünüyorum acizâne."
 

rabbinsadikkulu

FETÖ nurcu değildir!
Katılım
10 Ocak 2012
Mesajlar
9,937
Tepkime puanı
131
Puanları
0
tartışmaya katılırsak;
Sadeleştirmeye "evet" diyorum. Ayrıca bu tahrifat değildir. Bunu yapacak olanlarında kimseden izin alması gerekmemektedir.
Manifestoya tüm yüreğimle katılıyorum.
Ayrıca tarikatçı arkadaşlarında konuya alaycı- balıklama dalmalarına da karşıyım: size ne?, Sizi ilgilendiren bir durum mu var?
Bunu cemaat tartışır ve halleder.
"sadeleşmesini bizde istiyoruz veya istemiyoruz" gibi birşeylerde diyebilirler.
Onun dişında onların müdahalelerini istemiyoruz.


insanları aşağılamayın lütfen. para ile imanın kimde olduğu bilinmez derler.

ayrıca üstadın ifadesi ile ; " Esâsen Risâle-i Nur ise, ona şâkirt olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir." (hizmet rehberi,271)

tarikatçı olmak bu daireye girmeye engel değildir. ayrıca üstadın tarikatçı kardeşlere bir övgüsünüde ifade etmek istiyorum.

"Şimdiye kadar ben yalnız İmân hakikatini düşünüp "Tarikat zamanı değil, bid'alar mâni oluyor" dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarikatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlûp olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakikî Nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid'atlara ve takvâyı kıran büyük günahlara girmemek gerektir. " (emirdağ lahikası, 217)

"sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. " diyor üstad. yani risalei nu dairesi on iki büyük tarikatın hulâsası dır.

efendi!!! risalei nurlar, ona şâkirt olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir.

insanları tarikatçı vb şekillerde tasnif edemezsiniz. bu açıklamanızla ayrımcılığa neden olduğunuz için sizi kınıyorum.

ben tarikatçı kardeşlerimi de seviyorum. onları da risalei nur dairesine davet ediyorum.



not: bu daireye girmeden önce, bir tarikata intisap varsa, bu intisaplarına engel değildir, devam edebilirler. üstadın ihtarı bu daireye girmeden önce bir intisabı olmadığı halde, girdikten sonra, daire dışından birini mürşid edinmemeleri konusu ile ilgilidir.
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
Sözler hakkında söz onundur, görelim o ne diyor diyerek Risale i Nur bu mesele hakkında ne diyor diye düşünen yokken nedir bu ki herkes kendi noksan kısır arızalı keyfiyatına göre Nurların asıl sahibinin defaatle ikaz ettiği bir mesele hakkında işkembe i kübralarından "bana göre" "bence" "nurcu değilim ama" vs gibi saçma ifadeler kullanarak fikir beyan ediyor anlayan beri gelsin.. Fethullah gülen bu mesele de Üstad dan ve nurlardan daha mı yetkili ki o ses çıkarmamış o vakit caiz dir misali savunmalara gidiliyor.. Daire içindeyim diyenler nurlardan delil getirsin değilim diyenler de vaktini başka yerlerde değerlendirsnler bence.. Biz sizin aile işlerinize müdahele ediyor muyuz..
 

redyellow

Kıdemli Üye
Katılım
20 Nis 2010
Mesajlar
2,262
Tepkime puanı
875
Puanları
113
Konum
ankara
Web sitesi
redyellow.besaba.com
efendi! efendi! said nursi hazretlerinin el yazılı reddiyesi var diyoruz hala ne mahzuru var ki diyorsun. inanmıyorsan link aşağıda okuyuver bi zahmet.


Said Nursi'nin el yazılı sadeleştirme reddiyesi
http://www.risalehaber.com/news_detail.php?id=135747


not: başka dillere çevirmekle, sadleştirme arasındaki farkı anlayamayan okumuş cahiller var ya ne diyeyim ben. malesef insanlar bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oluyorlar. Allah (cc) beni ıslah etsin. Amin.

Ya bu ne çirkin bir uslup ya?

Ben geldim insan gibi bir şey sordum, siz de insan gibi cevap veremez misiniz_?

la havle.

Asıl cahil sizin gibilerdir, sizin gibiler yüzünden bu forumda tartışma çıkıyor kavga çıkıyor. üstelik benimle aynı görüşü yazanlar varken sadece benim bu şekilde terbiyesizce hedef alınmam neyin nesi anlamadım, herhalde kişisel bir azgınlığınız var bana karşı.

Hem bu uslubu kullanıp cahil vs. deyip hem de bir sonraki yazınızda "insanları aşağılamayın lütfen" demeniz sizin ne kadar ALİM olduğunuzu gösteriyor!!

Eğer insan gibi yazmayı öğrenebilirseniz soracaklarım olacak.
 

redyellow

Kıdemli Üye
Katılım
20 Nis 2010
Mesajlar
2,262
Tepkime puanı
875
Puanları
113
Konum
ankara
Web sitesi
redyellow.besaba.com
Gülen risalelerin sadeleştirilmesi meselesine soğuk bakmıyor hatta merhum Necip Fazıl bu işe talip olduğunda keşke talebeleri buna izin verseydi diye de ifadeetmiştir çünkü Necip Fazıl'ın kendi üslunuyla da risalelerin sadeleştirilmesine ciddi katkı sağlayacağını düşünüyordu.
Nurlar onlarca dile çevrildi
İngilizceye İspanyolcaya Rusçaya ....

Bir ingiliz dahi Risaleleri bir Türk'den daha iyi anlıyor
Onlar tahrifat olmuyor ama türkçesini günümüz türkçesi ile ifade etmek mi tahrifat oluyor ben anlamış değilim
Nurlar kimsenin tekelinde değil.Üstadın talebelerinin elbette ciddi bir hatırı vardır ancak bu konuda ihtiyaç ne ise ona binaen davranılmalıdır.
Orjinalini okumak isteyenler için zaten sorun yok.
Ben sadeleştirme işinin çok isabetli olmasa da anlaşılır olduğunu düşünüyorum

Ben de arkadaşa katılıyorum.

Bu düşünceye sahip olanlara veya destekleyenlere insan gibi cevap verecek olanlar varsa buyursunlar. yok sadece saldırmak sadece aşağılamak, hakaret etmek isteyenler olursa (denizbaker gibi) onların yazılarının hiç bir değerinin olmadığını anlasınlar.
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
Ben de arkadaşa katılıyorum.

Bu düşünceye sahip olanlara veya destekleyenlere insan gibi cevap verecek olanlar varsa buyursunlar. yok sadece saldırmak sadece aşağılamak, hakaret etmek isteyenler olursa (denizbaker gibi) onların yazılarının hiç bir değerinin olmadığını anlasınlar.

Bediuzzamanın bizzat kendisinin karşı çıkmış olması akıl sahipleri için yeterli bir sened değil midir sizce ki kendi fikirlerinizi fütursuzca dillendiriyor sunuz ?
 
Katılım
14 May 2008
Mesajlar
2,994
Tepkime puanı
93
Puanları
0
İslam Alimlerinden nakil edilmeyen kendi kafasından yazılanlar velevki doğru olsa bile kıymetsizdir.zararlıdır.
 

rabbinsadikkulu

FETÖ nurcu değildir!
Katılım
10 Ocak 2012
Mesajlar
9,937
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Ya bu ne çirkin bir uslup ya?

Ben geldim insan gibi bir şey sordum, siz de insan gibi cevap veremez misiniz_?

la havle.

Asıl cahil sizin gibilerdir, sizin gibiler yüzünden bu forumda tartışma çıkıyor kavga çıkıyor. üstelik benimle aynı görüşü yazanlar varken sadece benim bu şekilde terbiyesizce hedef alınmam neyin nesi anlamadım, herhalde kişisel bir azgınlığınız var bana karşı.

Hem bu uslubu kullanıp cahil vs. deyip hem de bir sonraki yazınızda "insanları aşağılamayın lütfen" demeniz sizin ne kadar ALİM olduğunuzu gösteriyor!!

Eğer insan gibi yazmayı öğrenebilirseniz soracaklarım olacak.

evvela, bana "alim" yakıştırmanızla ilgili, lütfen aşağıdaki imzamızı okuyun (sözlükten anlamlarına bakabilirsiniz). evet ben "cahil" olduğumu peşinen kabul ediyorum. ama ben "insan" ım ve elhamdülillah "müslüman" ım. beni ciddiye almayabilirsiniz.

saniyen; "başka dillere çevirmekle, sadleştirme arasındaki farkı anlayamayan okumuş cahiller var ya ne diyeyim ben" sözünde aşağılama yoktur. bilmiyorsanız kelam etmeyin efendi.

salisen; "sadeleştirilme yapılmasın - diyenleri anlamıyorum, ne mahzuru var sadeleştirmenin?" sorunuza üstadın elyazısı ile reddiyesini (Said Nursi'nin el yazılı sadeleştirme reddiyesi http://www.risalehaber.com/news_detail.php?id=135747) aktarıyoruz. cevap veremiyorsunuz.

rabian, "terbiyesiz" sözünüzü aynen size iade eddiyorum

selam ve dua ile.


not: mesele ağır olduğu için cevabımız da ağır olmuş olabilir. kalbinizi kırmak istemem. böyle bir amacım olmadığını beyan ederim. sizi de seviyoruz.
 

rabbinsadikkulu

FETÖ nurcu değildir!
Katılım
10 Ocak 2012
Mesajlar
9,937
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Mektupta sadeleştirilme çalışmalarının durdurulması istendi

haberin linki
http://www.risalehaber.com/news_detail.php?id=139205

Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi ile ilgili daha önce kamuoyuna açıklama yapan Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri konuyla ilgili Fethullah Gülen’e de bir mektup gönderdi.
Mektupta sadeleştirilme çalışmalarının durdurulması istendi.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin vâris, nâşir ve talebesi olan altı kişinin imzasıyla yapılan açıklama ve Fethullah Gülen’e hitaben yazılan mektup şöyle:

Risale-i Nur’ların ‘sadeleştirme’ adı altında tahrif edilerek neşredilmeye başlaması üzerine, Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hizmetinde bulunmuş olan talebe ve vârisleri olarak, bu mevzudaki görüşlerimizi kamuoyuna açıklamıştık.

Alenî olarak ve neşir yoluyla yürütülen bu faaliyete karşı bir taraftan Üstadımızın böyle bir tasarrufa asla müsaadesinin bulunmadığını umumî olarak açıklarken, bir taraftan da, bu teşebbüsü yürüten cemaatin Hocaefendi olarak tanıyıp hürmet ettiği muhterem M. Fethullah Gülen’e de ulaşmak ve görüşlerimizi yazılı olarak kendisine bildirmek istedik. Bu maksatla bir mektup kaleme aldık ve bir kardeşimizi elçi olarak tayin edip kendisiyle görüşmek ve mektubu takdim etmek üzere vazifelendirdik. Fakat bize ulaştırılan cevap, ‘Mektubu İstanbul’daki filân kişiye bırakın’ şeklinde oldu.
Bu durumda, biz de, bahis mevzuu mektubu, efkâr-ı umumiyeye tevdi ederek bu suretle kendilerine ulaştırmayı kararlaştırmış bulunuyoruz. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebe, hizmetkâr ve vârisleri olarak M. Fethullah Gülen’e hitaben kaleme aldığımız mektup aynen şöyledir:

Muhterem Fethullah Hoca Efendi,

Evvelâ; selam ile sıhhat ve afiyetinizi Cenab-ı Hak’tan niyaz ederiz.

Saniyen; Ufuk Yayınları namı altında Bediüzzaman Hazretlerinin Lem’alar Risalesi kelimeleri değiştirilerek güya sadeleştirme nâmı altında tahrib edilerek basılmıştır.
Bediüzzaman Hazretlerinin vâris, talebe ve naşirlerinden 6 kişinin imzası ile Lem’aların bu şekilde asliyeti bozularak neşredilmesinin karşısındayız. Kat’iyyen tasvib etmiyoruz. Risale-i Nurları tahriftir ve tahriptir diye beyanat verdiğimiz halde, bu beyanatımızı görüp okudukları halde, mezkûr yayınevi bu ikazımıza hiçbir değer vermeden neşriyatlarına devam etmekte ve reklamlarını her tarafta ilan etmektedirler. Onların bu tavrı Bediüzzaman Hazretlerinin vâris ve talebelerini ciddi bir surette rahatsız etmiştir. Kendi kitapları olmadığı, vâris ve naşirlerinden izin alınmadığı, ve şer’an da caiz olmadığı halde sırf kanunî boşluktan istifade ederek bu neşriyata madde ve nam için İslâmî hak ve hukuku çiğneyerek pervasızca devam etmeleri hayret ve ibretle takip edilmektedir.

Muhterem Hoca Efendi, Lem’aları tahrip ederek basan bu Ufuk Yayınlarının sizin camiaya dahil olduklarını duymaktayız. Sizin bu tahribattan haberdar olup olmadığınızı bilmiyoruz. Eğer haberdar değilseniz lütfen size haber veriyoruz. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin vâris, naşir ve talebeleri bu neşriyattan ciddi surette rahatsızdırlar. Derhal bunları durdurmanızı ve o şekil neşriyata son vermelerini rica ediyoruz. Bu hususta bizim bu mektubumuza da cevap vermenizi hemen rica ediyoruz.

Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram, Ahmed Aytimur, Salih Özcan, M. Said Özdemir

abiler bence bu mesaj da biraz da kinaye yapmışlar. baksanıza "cemaat" dememişler. "camia" demişler.

malum fethullah gülen grubu, kendilerinin "camia" olarak tanımlanmasını istemişti, yakın tarihte.
 
Katılım
14 May 2008
Mesajlar
2,994
Tepkime puanı
93
Puanları
0
Said Nursi diyorki, nasılki ''Kuran-ı Kerimin bir harfi değiştirilemez,aynen öylede risalelerinde bir harfi değiştirilemez.Çünkü bunlar Kuranın malıdır.''
Sözden anlaşılan bir harfinin değiştirilmesini dahi uygun bulmuyor.Sanki Kuranmış gibi sayıyor.
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
sadeleştirmenin ortaya çıkartacağı muhtemel çatlaklardan bir tanesine güzel bir örnek.. teşekkür ediyoruz..
 

rabbinsadikkulu

FETÖ nurcu değildir!
Katılım
10 Ocak 2012
Mesajlar
9,937
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Said Nursi diyorki, nasılki ''Kuran-ı Kerimin bir harfi değiştirilemez,aynen öylede risalelerinde bir harfi değiştirilemez.Çünkü bunlar Kuranın malıdır.''
Sözden anlaşılan bir harfinin değiştirilmesini dahi uygun bulmuyor.Sanki Kuranmış gibi sayıyor.


sağlıkçı rumuzlu üyenin mesajına bir bakalım;

"Said Nursi diyorki, nasılki ''Kuran-ı Kerimin bir harfi değiştirilemez,aynen öylede risalelerinde bir harfi değiştirilemez.Çünkü bunlar Kuranın malıdır.''
Sözden anlaşılan bir harfinin değiştirilmesini dahi uygun bulmuyor.Sanki Kuranmış gibi sayıyor."



diyor, sağlıkçı rumuzlu üye.



şimdi bir laf daha edeceğim, değerli bir kardeşim çıkacak yine "aşağılıyorsun" diyecek.

tamam bu konuda ben susuyorum. üstadın ifadesini aktarıyorum. üstad risalede ne demiş bakalım;

"Azîz, sıddîk kardeşlerim,
Hem bunu katiyen îlân ediyorum ki; Risâle-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım; tâ ki kusurlarım ona sirâyet etsin. Belki o Nurun kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherât dükkânının bir dellâlıyım. Benim karma karışık vaziyetim ona sirâyet edemez, ona dokunamaz. Zâten Risâle-i Nur’un bize verdiği ders de; hakîkat-i ihlâs ve terk-i enâniyet ve dâimâ kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini ehl-i îmâna gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene-fakat hakîkat olmak şartıyla-minnettar oluyoruz, "Allah râzı olsun" deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnuz oluruz; kusurumuzu-fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid’ alara ve dalâlete yardım etmemek kaydı ile-kabul edip minnettar oluyoruz. " (tarihçe-i hayat, 417)


haşa üstad sağlıkçı rumuzlu üyenin ifadesi gibi bir ifadesi yok. esasen bu, sadeleştirmenin ortaya çıkaracağı sorunlara, güzel de bir örnek oluyor.

sağlıkçı rumuzlu üyenin yukarıdaki sözünü en azından edepsizlik olarak değerlendiriyorum.

lütfen! lütfen! lütfen! ... üstada iftira atmayın.

el insaf, el insaf, el insaf...

not: dayanamadım tekrar yazacağım.................... la havle dedim yazamadım... (dua ettim, siz, ne anladı iseniz o, diyelim)
 

manifesto

Yasaklı
Katılım
23 Ara 2006
Mesajlar
0
Tepkime puanı
334
Puanları
0
Konum
Kocaeli
Said Nursi diyorki, nasılki ''Kuran-ı Kerimin bir harfi değiştirilemez,aynen öylede risalelerinde bir harfi değiştirilemez.Çünkü bunlar Kuranın malıdır.''
Sözden anlaşılan bir harfinin değiştirilmesini dahi uygun bulmuyor.Sanki Kuranmış gibi sayıyor.

@saglıkcı , üstad nerede söylemiş bu sözü?
Sadeleştirme meselesi günümüzün meselesi
Üstad'a ait bir mesele değil
Kendi yazıldığı dönemde dar çerçevede okunuyor ve günün lisanı yeterli geliyordu
Artık Nurları her kesimden insan okuyor ve istifade ediyor
Ben çok elzem olmamakla beraber sadeleştirmenin faydalı olacağına inanıyorum
Mühim olan sadeleştirmenin hakkını verebilmekte
Henüz okuma şansım olmadı ancak okuduğunda sadeleştirilmiş risale ile ilgili fikrimi de yazarım
 

agbi

Yasaklı
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
25
Tepkime puanı
382
Puanları
0
Konum
İzmir
KAREKTERİSTİK ÖZELLİĞİMİZ

Yorumlama farklılıkları

ve işte

NUR CEMEATİNİN 7,8 parçaya bölünmesi

Yorumlama farklılıkları

TARİKAT Liderlerin rabbine kavuşmasından sonra bölünen kollar.

BİZ BUYUZ YAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAA

FAZLA SÖZE GEREK YOK
 

bakış

Kıdemli Üye
Katılım
22 Kas 2009
Mesajlar
4,717
Tepkime puanı
251
Puanları
0
Konum
İstanbul-Pendik
KAREKTERİSTİK ÖZELLİĞİMİZ

Yorumlama farklılıkları

ve işte

NUR CEMEATİNİN 7,8 parçaya bölünmesi

Yorumlama farklılıkları

TARİKAT Liderlerin rabbine kavuşmasından sonra bölünen kollar.

BİZ BUYUZ YAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAA

FAZLA SÖZE GEREK YOK
Bölüne bölüne nereye gideceksiniz ağbi.Demek yolda bir yanlışlık var.:boxing:
 

el_aksa

Asistan
Katılım
5 May 2011
Mesajlar
312
Tepkime puanı
32
Puanları
0
Said Nursi diyorki, nasılki ''Kuran-ı Kerimin bir harfi değiştirilemez,aynen öylede risalelerinde bir harfi değiştirilemez.Çünkü bunlar Kuranın malıdır.''
Sözden anlaşılan bir harfinin değiştirilmesini dahi uygun bulmuyor.Sanki Kuranmış gibi sayıyor.
bu yazdıkların nerde geçiyor onu bir açıklasanız bayım?

derslere biraz katıla fırsatım olmuştu. bilmedigim kelimeleri o zaman ögrendim.
sadeleştirilse şimendiferin tiren oldugunu sittin sene ögrenemezdim bunun gibi nice kelimeler.
 
Üst