Selahaddin E. Çakırgil -İslam Adına Hareket Etmek İddiası, Asıl Problem Bu...

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Selahaddin E. Çakırgil -İslam Adına Hareket Etmek İddiası, Asıl Problem Bu...

Miladî- 2011 Ocak ayının ilk haftasında Tunus’ta başlayıp Gen. Zeyn-el’Âbidin bin Ali’nin 24 yıllık ve Mısır’da da 10 Şubat günü Gen. Husnî Mubarek’in 30 yıllık iktidarlarını sona erdiren halk patlamalarının Libya’da da benzer sonuçlar verebileceğini düşünenler, durumun hiç de öyle kolay olmadığını gördüler..


’Halk patlamaları’ diyoruz, çünkü, bu hareketlerin her üç ülkedeki görüntüsünde de, belli bir teşkilatın, güç odağının, siyasî grubun özel yönlendirmeleriyle ortaya çıkmış organize bir durum sözkonusu değildi.. Belki, ağır baskılar karşısında bir patlama meydana gelivermişti.. Gerçi, İkhvan-ul’Muslimiyn (Müslüman Kardeşler) Teşkilatıgibi örgütlerin bağlıları da bu gösterilerin içinde yer alıyorlardı; ama, onların bu katılımı, bir emir emri gereği olmayıp, sadece, ağır baskılara nihayet ’Hayır!’ diyebilen kitlelerinde içinde olmaları hasebiyleydi..
Ama, Libya’daki durumun Mısır ve Tunus’daki gibi kolay atlatılamayıp bir içsavaş merhalesine gelmesi diğer arab diyarlarındaki direnişlerin de, istenilen semereyi kolayca vermiyeceğinin işaretlerini oluşturdu..
Nitekim, Yemen ve Bahreyn ’halk patlamaları’ karşısında, bu diyarlardaki rejimler, Mısır ve Tunus’daki benzerlerinin başvurduğu iktidarlarını terketmek şeklindeki çözümü takib etmek yerine, Libya’daki 42 yıllık diktatörün, Gaddafî’nin yolunu izlemeyi tercih ettiklerini gösterdiler.. Halk kitlelerinin protestoları derinleşip yaygınlaştıkça, onların makamlarına, iktidarlarını sağlayan baskı güçlerine, silahlı güçlerine daha çok başvurmak şeklindeki eğilimleri daha bir arttı..
Yemen’deki 32 yıllık ’tek adam’ / Ali Abdullah Salih yönetimi, ayağının altındaki halının kaymakta olduğunu ihssettikçe, daha bir direniyor ve iktidarını korumak için, ülkenin yüce menfaatlerini korumak gibi yaldızlı laflara sığınarak yeni entrikalara tutunmaya çalışıyor..
Bahreyn Sultanı’nın kendi halkını bastırmakta yetersiz kalınca, kendi benzerleri olan komşularından yardım taleb etmesi ve Suûd ve Qatar gibi diktatörlük rejimlerinin silahlı güçlerinin gelip, Bahreyn halkını kanlı bir şekilde bastırması; Gaddafî’nin iktidarını korumak için, kendi halkına karşı savaş açmak çılgınlığını sergilemesinden ilham almış olsa gerek..
Çünkü, o rejimler de tıpkı Gaddafî ve ailesinin ve de kabilesinin tasallutundaki Libya’da olduğu gibi, bir iktidar değişikliği ihtimalini kendi iktidarlarının değil, ülkenin de yok olması mânâsında anladıklarından/ gösterdiklerinden ’ülkeyi, vatanı korumak’ adına her zorbalığa başvurmayı ve sahneden çekilmek gerekecekse, bu sonuca vuruşa-vuruşa varmayı göze alan bir yolu tercih ettiler..
Buna rağmen, bu ülkelerdeki arab halkları, Libya’daki direnişçilerin silahlı mücadele yolunu izlemediler.. Bu önemli bir fark.. Çünkü, Libya’da halk kitleleri, başkent Trablus / Tripoli dışındaki hemen bütün yerleşim merkezlerinde yönetime karşı ’patladığı’ anda, organize bir karar odağının olmaması yüzünden, kimin ne yaptığı belli olmadı ve bu itirazcı halk kitlelerinin, o şehirlerdeki askerî birliklerden, kışlalardan, depolardan ele geçirdikleri silahlara güvenerek, gösterilerini kısa zamanda silahlı mücadele şekline dönüştürmeleri gibi bir yol izlendi, Libya’da.. Gaddafî de bu duruma karşı elindeki güçlerce kan akıtmaya başlayınca, bir halk patlaması şeklinde başlamış olan hareket, yine de sivil bir protesto ve direniş seviyesinde kalabilecekken, bir iş-savaş merhalesine geçmiş oldu ve bu durum da, emperyalist güç odaklarına, bu iç-savaş’a, BM. Güvenlik Konseyi adına müdahalede bulunmak fırsatını sundu.. Ve, Gaddafî’nin kendi halkına, sivil insanlara, silahla karşılık vermesinin kabul edilemezliği anlayışına dayanarak, emperyalistler, zâhiren hayırhah bir karar ile, devreye girmenin uluslararası hukuk açısından yolunu açtı.. Libya’da bugün her iki taraf da şaşkınlık ve çaresizlik içinde çırpınıp birbirlerinin kanını dökerken, emperyalist odaklar da, kıyasıya çarpışan bu tarafları ayırmak adına, Libya’yı baştan başa tam bir yıkıma uğratmaktalar..

’BEŞŞAR, ÜLKENİ ESİR TUTTUĞUN HALK İLE Mİ KURTARACAKSIN; HÜR BİR HALKLA MI? VE HALKIN BABANI KORKU VE NEFRETLE ANARKEN, SANA NİYE SEVGİ BESLİYOR, DÜŞÜNDÜN MÜ?’

Bu gelişmeler olurken, Suriye’de de gerçekleşen ve yüzlerce insanın hayatını kaybetmesiyle gelişen ve buna rağmen, halk kitlelerinin rejim güçleri karşısında silaha sarılmak gibi bir yola başvurmadığı ’halk patlaması’ karşısında, Suriye rejiminin, Beşşar Esed rejiminin nasıl bir yol izleyeceği merakla bekleniyordu..
Merakla beklenmesi, 1970 yılından beri Esed Ailesinin ve ülke nüfusunun yüzde 10’unu teşkil eden Nusayrî azlığının elindeki iktidarın başında, son 11 yıldır bulunan Beşşar Esed’in, babası Hâfız Esed gibi kanlı bir hükûmet etme anlayışının olmadığı şeklindeki genel kanaat yüzündendi..
Bu beklentide, Beşşar Esed’in kendisiyle çok sıcak ilişkiler kurduğu Tayyîb Erdoğan’ın tavsiyelerinin de etkili olacağı tahmin ediliyordu.. Esasen, Tayyîb Erdoğan da, Beşşar Esed’e, halkının taleblerine kulak vermesi ve yapması gereken reformlar için tavsiyelerde bulunduğunu gizlemiyordu.. Hattâ, Beşşar Esed adına sözcülerince yapılan açıklamaların yeterli olmadığını, bizzat kendisinin halkına hitab etmesi yolunda tavsiyelerde bulunduğunu bile açıkça beyan ediyordu Erdoğan..
Ve bu şartlar altında, Beşşar Esed’in 31 Mart günü bir konuşma yapacağı açıklanınca..
Hem Suriye, hem arab ve hem de dünya kamuoyunca büyük beklentiler oluştu..
Ama, o gün gelip de Beşşar Esed, Baas Partisi’nin elinde bulunan Suriye Meclisi’nde konuşma yapınca.. Dağ fare doğurdu.. Beşşar’ın beklenenen konuşması, beklenmeyen şekildeydi..
Çünkü, o kadar yüksek beklentilerin hemen herbirisine karşı Beşşar Esed, olabildiğince bir mülayemet içinde, ama, ’gerekirse, savaş da dahil, her türlü sert kakarşılıkların de verilebileceği’nin, babasının izlediği yolu devam ettirilebileceğinin işaretlerini veriyordu.
Gerçi, kabul etmek gerekir ki, Beşşar Esed, kendi rejimi açısından normal olanı söyledi.. Anormal olan, beklentilerdi.. Ama, yine de, akl-ı selim içinde hareket edebileceği, halkına sopa göstermiyeceği umulabilirdi..
Lakin, böyle olmadı ve bu ülkenin yönetiminde 48 yıldır var olan sıkıyönetim uygulamasının kaldırılabileceğine dair hiç bir işaret bile vermedi, Beşşar..
Beşşar Esed, Suriye'nin "büyük bir komplo" ile karşı karşıya olduğunu söylüyor ve "Bu, birliğimizi sınamak için istisnaî bir andır" ifadesini kullanıyordu; zaman zaman hamâsî bir dil de kullanarak..
Elbette, siyonist İsrail rejimi ile, barış andlaşması yapmamış, kendisinin buğday ve su ambarı durumundaki Golan Tepeleri’ni Haziran-1967’deki ’6 Gün Savaşı’ndan beri işgali altında bulunduran bu rejimle her an yeniden patlayabilecek bir savaşın beklentisinde olan ve başkenti Şam / Dimeşq/ Damascus’un, ’düşman İsrail’in sınırlarından sadece 50 km. kadar uzakta olduğu Suriye gibi bir ülke için, bu son karışıklıklar içinde bir ’uluslararası komplo’nun olmadığını söylemek yanlış olur..
Ama, böyle bir ihtimali ve korkutucu unsuru göstererek, bir halkı‚ ’seni ve ülkemizi düşmandan koruyorum’gibi bir gerekçeyle, ’demir kafes’ içinde, esir tutmanın ve bir mantığı yoktur..
Konuşmasında "Üç konuyu, toplumdaki farklılıkları, reformu ve halkın günlük ihtiyaçlarını birbirine karıştırdılar" diyen Esed, devlet kurumlarına sabotajlarda bulunulmasıyla reform talebleri arasında bir bağlantı kuramadıklarını kaydederken de, "Uydu kanalları komploya katılıyor" derken de, haksız sayılmazdı..
Kezâ, ’Hedefin İsrail'in hedefine uygun olarak Suriye'yi bölmek, bir ulus olarak devamına son vermek olduğunu’ belirtirken de haklıydı, Esed..
"Bana danışmanlarım, ayrıntıya girme dediler, ama, genel konuşmayıp, ayrıntılara da girmek istiyorum" diyen ve böylece muhatabı olan halkla daha yakın ve güven verici bir bağ kurabileceğini düşünen Esed’in, Dera şehri ve diğer yerlerde meydana gelen ve de onlarca insanın ölümüyle sonuçlanan karışıklıklarla ilgili olarak, ’uydu kanalları ve internette, gösterilerden önce bir hareket başladığı ve "tahrif edilmiş fotoğraflar kullanıldığı, mezhebler arası tahrike dönük SMS mesajlarına başvurulduğu" yönündeki sözleri de doğru olabilir..
Ama, bütün bunlar, bir halkı cendere içinde, demir kafesler içinde tutmak için bir bahane olabilir mi? Yanıbaşındaki bir düşmanın her türlü komplolarına karşı, bir küçük azlığın tek başına savunma tedbirleri aldığı bir yönetim mekanizması, bir baskıcı rejim yerine; kendi iradesinin ülkesinin yönetimine yansıdığını gören hür bir halkın iradesinin ve uyanıklığının mı, o düşman karşısındaki daha etkin bir savunma ve direnç oluşturacağı düşünülmeli değil miydi?
Evet, Suriye’yle ilgili yorumlar yaparken, diğer arab rejimlerinden çok daha temkinli olmak gerektiği açık.. Çünkü, siyonist İsrail rejimiyle, savaş durumunu henüz de bitirmemiş tek komşu-arab rejimi durumundadır, Suriye..
Ve amma, Beşşar Esed, babasından tevarüs etmiş olabileceği baskıcı yöntemlerin işe yaramıyacağını, unutmamalıdır.. Unutmamalıdır ki, bugün Suriye halkı son 10 yıldır Beşşar’a, babası Hâfız Esed’e olduğu gibi korkuyla, nefretle değil, muhabbetle, sevgiyle yaklaşıyorsa; bu, onun, babasının sert, katı diktatörlük yönteminden uzak bir görünüm vermesi yüzündendir..
Beşşar Esed ise, bu noktada, sadece, "Reformlar konusunda geciktik" itirafında bulunarak durumu geçiştirmeye çalışıyor ve bu gecikmeyi de, ’ülkede kaos çıkarılmaya çalışılması’yla izah etmeye kalkışıyor..
Beşşar Esed, 2005 yılında karar verilen reformların hayata geçirilmesi konusunda geç kalındığını, ancak önceliklerin değiştiğini dile getirdiği konuşmasında, "Devlet reform vaadinde bulundu, ama evet yerine getiremedi. 11 Eylûl 2001 Hadisesi’nden sonra müslümanlara, arablara, Suriye'ye yönelik suçlamalar vardı. Afganistan'ın, Irak'ın işgali, komplolar... Bunlara ekonomimizi zora sokan 4 yıllık kuraklık da eklendi. Bu süreçte önceliklerimiz değişti, reformları ertelemek zorunda kaldık. Önce yapmamız gerekenleri yaptık, önceliğimiz istikrardır. İkinci önceliğimiz, gündelik hayatı daha iyi hale getirmektir. Reformların sonuçları daha geç bir merhalede ortaya çıkacaktır, hemen sonuç alamayabiliriz..’ derken, yanlış şeyler söylüyor denilemez...
Bunlar doğru olabilir, ama, Beşşar Esed bilmelidir ki, eğer Tayyîb Erdoğan yerine bir yönetici olsaydı, Türkiye’de, son 8 sene içinde, başta terör olmak ve komşularla ilişkiler konusunda karşılaşılan, ortaya çıkan gerilimlerin, ülke içinde bir kaosa dönüştürülmesi ihtimali ile, nice sıkıyönetim uygulamaları ve diğer sert yöntemler denenip durulurdu.. Ama, bugün yakın dostu Erdoğan, ona tavsiyelerde bulunurken, Türkiye’de de benzer sıkıntıların olduğunu bilerek ve amma, o sert yöntemlerin işe yaramıyacağını da zımnen izah etmiş oluyordu..
Kaldı ki, geçmişte, Suriye’nin kuzeyinde, 400 yıl birlikte yaşamış ve birbirine kaynaşmış kardeş halklara sahib olmalarına rağmen, emperyalistlerin entrikaları ve her iki taraftaki türkçü-kemalist-laik veya arabçı- baasist rejimlerin bu emperyalist oltasına takılmaları yüzünden, 80 yıldır kocaman bir düşman durumunda olan Türkiye, bugün yanıbaşında, en yakın ve sıcak ilişkiler içinde olan bir ülke durumuna gelmiştir.. Esed, bu avantajı iyi kullanabilir, kullanmalıdır..
Yoksa, kendi iktidarını tehdid edebilecek muhtemel odaklar konusunda, Suriye gibi bir hassas konumu olan bir ülke ile ilgili olarak emperyalist-şeytanî odakların korkutma ve yanıltma çabaları ve entrikaları bitmez.. Nitekim, siyonist İsrail rejimi ve USA emperyalizmi, Suriye’deki gelişmeleri daha bir dikkatle izliyor ve hattâ, HAMAS ve Lübnan Hizbullahı ile sıkı bir dayanışma içinde olmasına rağmen, Beşşar Esed yönetiminin tercih edilebilir olduğuna dair görüşlere yayıyorlar.. Çünkü, Suriye’nin halkı içinden yükselmekte olan direniş, Libya’daki gibi tamamiyle organizesiz, örgütsüz değil.. Ve burada Mısır’dakine benzer, İkhvan-ul’Muslimîyn bağlısı veya sempatizanı olan, baskılar karşısında görünür bir faaliyeti yok sanılsa bile, gönül bağıyla sürdürülen güçlü bir manevî örgütlenme yapısına sahib büyük bir kitle vardır.. Ve amma, ne bu kitle, dünlerde olduğu gibi, sert yöntemlere başvurmayı düşünüyor ve ne de, özü itibariyle, kemalist-laikliğin arab versiyonu olan Baas ideolojisinin şekillendirdiği Baas Partisi tekelindeki Suriye rejimi, 1982’lerde Hama’da, Hâfız Esed’in çok kanlı bir şekilde gerçekleştirdiği korkunç yıkımı tekrarlaması halinde, netice alabilecektir..
Bu durumda, siyonist İsrail rejimi ve Amerikan emperyalizmi de, elbette öyle bir alternatifle karşılaşmaktansa, Beşşar Esed rejiminin sürmesini ister..
Libya Buhranı, müslüman halkların sadece bir takım iyiniyet söylemleriyle netice alamıyacaklarını ve emperyalistlerin binbir çeşit entrikalarının bütün müslüman coğrafyalarında tezgahlanabileceğini hepimize bir daha hatırlatmış olmalıdır..
Unutmayalım ki, Gaddafî’nin çılgın diktatörlüğüne karşı uluslararası hassasiyetleri de gözeterek bir siyaset takib etmek ihtiyacı duyan Tayyîb Erdoğan şimdi Bingazi halkının sevdiği bir lider değil artık.. Ve Bingazi’de kılınan Cuma namazı hutbelerinde suçlanıyor; namaz sonrasında onbinlerce insan, Erdoğan’ı, ellerinde Fransa bayrakları ve Sarkozy’ye teşekkür yazıları pankartlarla yollara dökülüp Erdoğan’ı suçlayabiliyorlar.. Onlara, karşı karşıya kalacakları katliâm korkusunun bunu yaptıracağını bir ay öncelerde söyleselerdi, kendileri bile inanmak istemezlerdi..
Bu bakımdan, hayalimizdeki bir takım ideal söylemlerimizi unutmadan, ama, ayağımızı da yerden kesmeden, dünyanın acı gerçekleriyle yüzleşmeyi hesaba katarak hareket etmek zorundayız..

 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
FİLDİŞİ SAHİLİ, DÜŞÜNCE UFKUMUZUN GÖRÜŞ ALANINA NE ZAMAN GİRECEK?

Bu arada bir diğer konuya, Fildişi Sahili’ndeki kritik duruma da değinelim..
Fildişi Sahili, Orta Batı Afrika’nın Atlas Okyanusuna’na doğru uzanan büyük gövdesinin güneyinde, 325 bin km. karelik, oldukça zengin bir ülke.. Dünya kakao üretiminin yüzde 60’ndan fazlasını elinde bulunduruyor..
Siyasî başkenti olan Yamooussoukro’dan daha çok, ticarî başkenti Abidjan’la tanınıyor.. Eski bir fransız sömürgesi.. Resmî dili de fransızca..
Nüfusunun 18-20 milyon kadar ve halkın yüzde 65’inden fazlasının da müslüman olduğu tahmin ediliyor.. Ama, ülkenin yönetimi bağımsızlık yıllarından beri hep hristiyanların elindeydi....
Ancaak, 28 Kasım 2010’da yapılan Başkanlık seçimlerinde, daha fakir kesimlerin, (müslümanların) adayı olan Alasaane Outtara yüzde 60’ı bulan bir ekseriyetle kazandı.. Ama, bu neticeyi, 8 yıldır Başkan olan (hristiyan) Laurent Gbagbo ve ona bağlı olan ordu tanımadı.. Gbagbo, Başkanlık Sarayı’nı terketmedi ve aylardır devam eden çatışmalardan korunabilmek için, yüzbinlerce insan komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldı..
Afrika Birliği ve BM. Güvenlik Konseyi, Outtara’yı resmen Başkan tanıdığı halde, Gbagbo direnmeyi sürdürdü. Fransa bile, eski sömürgesi olan bu ülkedeki duruma yabancı kalmamak için, Outtara’nın yanında yer aldı..
Meydana gelen çatışmalarda binlerce kişi öldüğü bu buhran, yeni bir merhaleye ulaştı ve son günlerde ve Alassane Outtara'ya bağlı müslüman halk güçleri, başkent Yamoussoukro'nun kontrolünü ele geçirdi..
Asıl çatışmaların Gbagbo ve Outtara'ya bağlı güçler arasında, ülkenin ticarî merkezi Abidjan'da yaşanması bekleniyor.
Şimdi asıl üzerinde durmamız gereken konu ise, şu: İslam Konferansı Teşkilatı ve Gen. Sekr. Ekmeluddin İhsanoğlu, Fildişi Sahili’ndeki durumla ilgilenmiş midir veya ne kadar ilgilenmiştir?
Son yıllarda, dünyadaki hemen her gelişmeyle yakından ilgilenmeye başlayan Türkiye ve özellikle Ahmed Davudoğlu Hariciyesi, bu konuda bu zamana kadar ne yapmıştır? Keza, Tayyîb Erdoğan’ın geniş ufuklu dışsiyasetinde, Fildişi Sahili görüş alanı içine niçin girmemiştir? Dahası, geçen hafta Fildişi Sahili’nin doğu komşusu Gana’ya kadar giden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, orada Fildişi Sahili mes’elesiyle ve oraya sığınan yüzbinlerce sığınmacıyla ilgilenmiş midir? İlgilendiyse, bunlar niçin kamuoyuyla paylaşılmamıştır; ilgilenmediyse, niçin?

Selahaddin E. Çakırgil
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Başka Diktatörlüklere Ölüm Ama “Bizim Diktatörümüz” İyidir!


Bizimkine değil, başka diktatörlüklere ölüm! Ama, ’bizim diktatörümüz iyidir!’


font_01.gif
font_02.gif
font_03.gif
font_04.gif






Çevremizdeki diktatörlüklerden sözetmek, o diktatörlüklere karşı olanları alkışlamak ve diktatörler aleyhine konuşmak hoşumuza gidiyor.. Ama, kendi gerçeğimizle yüzyüze gelmeyi bir türlü istemiyoruz..


Kendi gözümüzdeki merteği göremeyip, el-âlemin gözündeki çapaklara takılıyoruz..


Söyleyebilir miyiz, etrafımızdaki hangi ülkede ve hattâ dünyada
, (bugün oğlu tarafından da sürdürülen ve yarınlar için de aynı iktidarı sürdürmek üzere torunu şimdiden belirleren) Kuzey Kore’deki Kim İl Sung’un isim, resim, büst ve heykelleri karşısında bütün bir milletin zorla boyun eğdirilmesini temel prensip kabul eden ve bunun bir resmî ideoloji halinde sistemleştirildiği örnek dışında, hem de ölümünün üzerinden üççeyrek yüzyıl geçtiği halde bir siyasî kişinin adına tesis olunan ve acaib bey’at törenleriyle, bağlılık yeminleriyle zorla sürdürülmeye çalışılan bir başka diktatörlük örneği?
*
İki ay sonra genel seçimler yapılacak ve yeni seçilecek 550 m.vekili, meclis kürsüsüne birer birer gelip, anayasada yazılı olan yemin metnini okumak ve bütün bir millet de, onların bu yeminlerini, tv. ekranlarından saatlerce dinlemek zorunda kalacaklar.. O metni okumadan, m.vekillikleri başlamış olmayacak.. (Merve Kavakçı Hanım’a 1999 Nisanı’nda bu yüzden, o yemin ettirilmeden engel olmuştu, Ecevit ve diğer kemalist-laikler..)
Ama, bu gibi görüntü ve gürültüler üzerine asıl konu gözlerden ırak kalıyor ve o yemini edenlerden veya etkili yerlerde bulunanlardan kimsecik de, ’Yahu, bu kişileri millet kendilerine vekil olsun diye seçti, ’gitsinler de üççeyrek yüzyıl önce ölmüş bir siyasetçinin fikirlerine bağlı kalmaları şartıyla m.vekilliği yapsınlar..’ diye seçmemişti..’ diyemiyor..
Mes’ele sadece oradaki yeminle bitmiyor ki..
Bütün madenî ve kağıt paralarda onun resmi, hattâ MİT’in ve TSK’nın amblemlerinde, onun kabartma resmi.. Bütün mahkemelerde, hâkimin arkasındaki duvarda, tapınılan bir nesne, bir ikon halinde bir kabartma resim..
Kamuda vazife alacak bütün kişiler halinde, aynı kişinin ismine, ilkelerine bağlı kalacaklarına dair yeminler ederek işbaşı yapabiliyorlar.. Üniversitelerden mezun olan bütün öğrenciler de, o noktaya gelinceye kadar bütün tahsil hayatları boyunca kendilerine okutulan devrim tarihi derslerini başarıyla geçmeleri yetmiyormuş gibi, bir de diplomalarını alabilmek için aynı yemini metinlerini okuyorlar..
80 yıla yakın bir zamandır, halkımızın çocukları, hattâ körpecik yavrucuklar, okul kapılarında, sabahın köründe, kavurucu sıcak veya soğuklarda, kar-yağmur, tipi altında bile, titreyerek, ne dediklerinin farkında bile olmayan yavrucuklara, ’Türk’üm, doğruyum, çalışkanım..’ gibi lafları sıraladıktan sonra, ’Ey yüce Atatürk..’ diye, 73 yıl öncelerde ölmüş bir kişiye seslendiriliyorlar, onun ideallerine bağlı kalacaklarına dair yemine, yani, zorla bey’at’ etmeye sürükleniyorlar.
Kemalist-laikler, müslümanları, ’bey’at / biat’ nesli diye hafife almayı pek severler.. Doğrudur, müslümanlar Allah ve Resulü’ne bey’at etmiş kimseler olmak açısından bey’at ehlidirler; ama, müslümanların temel niteliği, kula kulluğu kabullenmemektir.
*
BDP Gen. Başkanı Selahattin Demirtaş, oğlunun bu ’and’ı okumayacağını bildirmiş okul yönetimine.. Keşke, böyle bir kölelik anlayışını kabul etmiyeceğini düşünen herkes de Demirtaş gibi hareket etse..
Hemen ekleyelim ki, kemalist -türkçüler kendilerini kandıra-dursunlar; ama, kürd çocukları da zâten o metni okurken, ’türk’üm yerine, ’kürd’üm diyorlardır.. Ve herhalde, ’atatürk’ kelimesine de, kendilerine göre bir karşılık uydurmuşlardır..
Hatırlayalım ki, merhûm Erbakan, 1994’de Bingöl’de yaptığı bir konuşmada, ’Siz çocuklarımızın ağzından Besmele’yi ve Elhamdulillah Müslümanım’ı alıp, yerine ’türküm, doğruyum, çalışkanım..’ dedirttirirseniz, benim müslüman kürd kardeşim de ’ben de kürd’üm, doğruyum, ben de çalışkanım..’ demek hakkını elde eder..’ dediği için, bölücülük’le suçlanıp muhakeme edilmiş ve muhakemesinde de, ne yazık ki, çevresindeki hukukçularının yanıltmasıyla yanlış bir savunma yapmış, ’o sözler bizim görüşümüzdür, inancımızdır, ve bölücülük ne kelime, halkımızın birliğinin harcıdır..’ demek yerine; teknik bir takım tahriflere bağlanarak suç isnadını kırmaya çalışmış ve yine de mahkûm olmaktan kurtulamamıştı..
Bu arada bir diğer konuya daha değinelim.. 20 Mart günü de, BDP m. vekili Sırrı Sakık, Mersin’de binlerce kişiye hitaben yaptığı konuşmada, ’Çanakkal'de Türk-Kürd beraber savaştığını’ söylüyor, "Ancak sonra İttihad ve Terraki geleneği bu ruha ihanet etti" diyordu.
Sakık,
daha sonra, Mustafa Kemal ve İsmet Paşa başta olmak üzere, geçmiş birçok cumhurbaşkanı ve başbakanın ismini tek tek sayarak inkarcılıkla suçluyor ve kalabalık da, isimleri sayılan bütün bu isimleri yuhluyorlar ve medya da, haberi, ’Atatürk’ün yuhlatıldığı’ şeklinde yansıtıyordu, tabiatiyle.. Sakıksözkonusukonuşmasında, şunları da dile getirmişti: ’Kürdistan, 4 parçaya ayrılmıştır. Bunu sorumlusu kürdler değil, emperyalist güçlerdir. İttihad ve Terakki’ciler burayı fethedemedi. Şimdi de Erdoğan ve Fethullah Gülen kürd halkının İslamî duygularıyla oynayarak, halka müslümanlığı öğretmeye çalışıyor. Buraya gelen vali, kaymakam ve emniyet müdürleri tek kelime kürdçe bilmiyor. Bu sömürgeciliktir ve bunlar halkı yönetemezler. Sizi öldürerek yok edemediler. Cami, okul, kışlalarda asimile ederek de bitiremediler. Hepimiz dağa çıkamayız, zindanlara giremeyiz. Ama, onların asimilasyonlarına 'Evet' demek zorunda değiliz.."
Bu sözler üzerinde elbette bir takım karşı görüşler geliştirilebilir..
Ama, tamamını yanlış olarak bir kenara itmemek -atmamak gerekiyor.. Hele de o bölgedeki Vali, Kaymakam, Emniyet Müdürü, Kumandan gibi kamu vazifelilerinin kürdçe bilmemesi, mahallî halka hizmet edemiyeceğinin en açık delili.. Hatırlayalım ki, birkaç sene önce, bir kürd kadını, general rütbesindeki bir kumandandan kürdçe olarak yardım isteyince, o general, utanmadan, ‘Önce türkçe öğrensin, o zaman yardım yapılır..’ diyebilmişti.. Bu bakımdan, sözkonusu m.vekilinin, ‘.. Buraya gelen Vali, kaymakam, emniyete müdürleri tek kelime kürdçe bilmiyor. Bu sömürgeciliktir ve bunlar halkı yönetemezler..’ şeklindeki sözlerinin mânası üzerinde durulmalıdır.. Vatandaşlarından milyonlarcasının konuştuğu bir dili bilmeyen, onu 80 yıl kadar dil olarak bile kabul etmeyen bir devlet mekanizmasının bir takım buhranlarla karşılaşması tabiî değil midir?)
*
Dışdünyadaki diktatörlere bakarken, bir de aynaya baksak..
Evet, biz hepimiz diktatörlüklere karşı olduğumuzu söylemeyi pek seviyoruz, ama, kendi diktatörümüze gelince.. Onu hatırlamak bile istemiyoruz..Ve giderek, öyle bir diktatörümüzün olduğunu bile unutuyor ve neredeyse, onu cedleri, zorla, dârağaçları kurularak, kabul etmemişlercesine, o kabulleri kendi hür iradeleriyle belirttiklerini düşünüyorlar.. ’Bizim diktatörümüz iyidir..’ dercesine..
Birkaç ay önce, eski b.elçilerden İnal B.’nun kızı P. Batu, bir tv. proğramında, ’300 sene kadar sonralardaki insanlar gelip bizim bugünkü durumumuzu anlamak için arkeolojik kazılar yaptıklarında, herhalde, ’epeyce yakışıklı bir putları/ tanrıları varmış..’ diyeceklerdir..’ kabilinden ilginç sözler etmişti..
Sahi, bizim toplumumuzda istemiye -istemiye de olsa, kabullenilmiş gibi gözüken diktatör görüntüsünden çok farklı bir diktatörlük mü sözkonusu, bugün diktatörlükle suçlanan tiplerle kıyaslandıklarında..
Geçenlerde, Foreign Policy isimli ve 31 Mart tarihli bir Amerikan dergisi, bıyık ile diktatörler arasında bir ilgi kurarak T.C. rejiminin eşsiz diktatörünü de ’bıyıklı diktatör' ilan etmişti.. Stalin ve Hitler’i, II. Wilhelm’ı,Franco’yu, Saddam’ı ve sair benzerlerini de bıyıklı göstererek.. Adıgeçen dergi, M. Kemal’e ’The Kaiser / Kayzer’(Sultan) sıfatını da yakıştırmıştı.. (Bu biraz haksız olabilir, çünkü, ölümünden 70 küsur sene bile hükmünü icra ettiren hiçbir sultan veya kayzer örneği yok..)


Amerikan dergisindeki ilgili yazı şöyle idi:


"Modern Türkiye'nin babasıyla ilgili neredeyse her şeyin tarihi bir önemi vardır; buna üst dudağı da dahildir. Atatürk'ün genç bir subay olduğu dönemdeki (üstteki resim, yıl 1907) bıyığı Osmanlı döneminde popülerdi. Bu bıyık Kayser İkinci Wilhelm'den esinlenilmişti ve Türk entelijansiyasındaki Alman kültürünün etkisini yansıtıyordu. Ancak Atatürk 1923'te yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin otokratik lideri olarak koltuğa oturduğunda, bıyığı muhafazakar bir dikene dönüştü. Atatürk ilerleyen yıllarda Türkiye'nin ekonomik ve siyasi liberalleşme sürecinin liderliğini yaparken bıyığını da tamamen kesti. Bu da Türkiye'nin modern bir gelecek için Osmanlı geçmişini geride bırakmasının sembolik bir örneğiydi.

"Ancak Türk bıyığı o kadar kolay ortadan kaybolmadı; sonraki onyıllarda hem boyut hem de önem açısından gelişmeye ve dönüşmeye devam etti. 1970'lerde mors tarzı bıyıklar solcular arasında popüler bir aksesuara dönüştü. 1990'larda alt ve orta sınıfları, tıraşlı şehirli elitlerden ayıran bir sınıf sembolü haline geldi. 2002 yılında ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın popülist yaklaşımının bir jesti olarak dudağının üzerinde iktidara geri döndü."

Tabiî, Erdoğan’ın da bıyıklıoluşuyla bıyığın iktidara dönüşü arasında bir ilgi kurmak tutarlı değildir. Çünkü, İsmet Paşa da bıyıklı idi, Ecevit ve Erbakan da..


Amerikan dergisinin bu değerlendirmesine karşı hemen karşılık veren T.C.’nin Washington b.elçisi Namık Tan, ’modern Türkiye'nin kurucusu Mustafa Kemal’in Atatürk'ün Hitler, Stalin gibi isimlerle aynı yere konulmasını ve
"otokrat" olarak tanımlamanın "çok talihsiz, çirkin ve küstahça" bir davranış olduğunu belirtiyordu.
Ama, daha önemlisi, sözkonusu haber ve benzerlerinin altına yazılan sıradan okuyucu vatandaş yorumlarında, öyle ibareler yer alıyor ki, şaşırmamak elde değil.. Hele de kendi diktatörümüze sahib çıkmak sözkonusu olduğunda ortaya çıkan tablo, insanı şaşırtıyor..
Kendi atasını -dedesini kaale almayan veya bile unutmuş kimseler, söz T.C.’deki ’resmî ideoloji atası’na gelince feveran edebiliyorlar.. Geçenlerde, İslamî dikkatleri açısından daha bir gelişmiş oldukları kabul olunan bir yerde, Gaddafî’nin diktatörlüğünün M. Kemal’inki gibi olduğu dile getirilince..
Orada, misafir olarak bulunan bir yaşlıca zat, feveran etti, ’Lütfen biraz saygılı olun..’ diyerek.. Ve, ’M. Kemal hakkında böyle konuşulmasına asla gözyumamam’ gibi cümleleri de ekleyerek..
Neyse ki, oradaki konuyu tebessümle geçiştirdiler..
Hatırlıyor muyuz, bugünlerde devamlı gündemde olan bir cemaat lideri, 20 sene öncelerde, ’devletimizin başında olanlar her kim olursa olsun, onlara dil uzattırmam..’ diyerek, cemaati içinden o sözkonusu diktatöre karşı bazı itiraz cümlelerini dile getirenleri kesinlikle susturmuştu da, ’Devletin başındaki fir’avun olsa, o zaman da mı söz söyletmezdin?’ diye yazmak zorunda kalmıştık..

...
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
'ATATÜRK İLKELERİNİN VE CUMHURİYETİN BEKÇİSİ DEĞİLİM!'

Tabiî, bu arada ilginç gelişmeler de olmuyor değil..

M. Kemal
’in ve onun adına iktidarlarını onun adına devam ettiren kadroların ülkemize ve halkımıza dayattıkları diktatörce uygulamalar karşısında, büyük kitleler, istemiye –isitemiye de olsa baş eğmeyi kabullenmiş ve bu durumu da bir geleneke haline getirmişken..
Bizzat kemalist kadroların içinden de, kendi tuhaflıklarına, tutarsızlıklarına karşı daha yürekli çıkışlar sergilenebiliyor..
Nitekim, 28 Mart günü, N.Akman'ın TRT Haber'de sunduğu bir proğramda, konuşan CHP Gen. Başk. Yard. Sena Kaleli, başörtülü milletvekilleri konusunda ve yaklaşan seçimlerle ilgili ilginç açıklamalarda bulunuyor ve ’Birbirimizi dışlamamızı doğru bulmuyorum" diyen Kaleli, sözlerine "Hiçbir partinin bunu başarabileceğine inanmıyorum. Çünkü bu gerçek bir mesele değil. Dolayısıyla bu sorun olarak algılanmamalı" şeklinde devam ediyordu..
Akman’
ın ’hafta içinde şöyle çelişkili bir durum yaşadık. Gürsel Tekin önce dedi ki, bizim başörtülü adayımız olmayacak ama bir başka partinin olursa, ona Merve Kavakçı muamelesi yapmayız, sıra kapaklarına vurmayız. Demek ki içeriye başörtüsü ile girilebileceğini düşündü. Sonra ne oldu? Sayın Kılıçdaroğlu çıktı, böyle biri gelirse eskiden MHP'li Nesrin Ünal modeli var, genel kurula girdiğinde başını açar dedi. Bu tuhaf bir manzara yarattı. Bunu siz nasıl yorumluyorsunuz? İstenirse, karar verilirse sanki bu konu çok kolay çözülebilecekmiş gibi...’ şeklindeki sorusuna, Kaleli, ’Bu aslında CHP'nin sorunu değil. Bu tamamen AK Parti'nin istediği bir şeyse AK Parti'nin çözmesi gereken bir sorun. Burada insanların aş sorunu, istihdamı diye düşünmektense olayı türbana kilitlemenin çok doğru olmadığını düşünüyorum. Umarım bu konular zaman içerisinde aşılacaktır. Ama dediğim gibi önce kaygı ve korkularımızı aşabilmemiz gerekiyor.’ diye karşılık veriyordu..
Akman, bu arada, Kaleli'nin daha önce bir tv. kanalında da yayınlanan, "Atatürk ilkelerinin ve Cumhuriyetin bekçisi değilim, olmak da istemiyorum" şeklindeki sözlerinin arkasında durup durmadığını sordu. "Sözlerimin arkasında her zaman durdum. Bu defa da duruyorum" diyen Kaleli, sözlerini şöyle açıklıyordu: "Söylemek istediğim, aslında bizim bekçi değil, yönetici konumunda olmamız gerektiği. Artık sadece koruyan, muhafaza eden konumunda olmayalım, iktidarda ve yöneten konumunda olalım. Türkiye'nin gelişmesine, değişmesine katkı sunalım. Artık statükoyu veya birtakım değerleri savunurken, gelişmenin önündeki engelleri kaldıralım anlamında söylemiştim. Bunun da arkasındayım. Hiçbir şekilde de reddetmiyorum."
Bakalım, Dersim’li Kemal Kılıçdaroğlu da, Dersim’i yerle bir eden, adını bile değiştiren diktatöre ve diktatörlüğe karşı, bir tavır takınabilecek midir ve kendisinin yardımcısı özellikle parti içi eğitim konusunda Gen. Başk. Yard. olan Kaleli’den ne kadar etkilenecek?
’Kahırdan geberememiş atatürkçüler’


Bu gelişmeler olurken, Doğan Medya’nın amiral gemisi sayılan mâlûm cerideden bir yazıcı efendi ise, 31 Mart günlü yazısını ’kahırdan geberememiş atatürkçüler’ laflarıyla noktalıyordu. Bu laflarda anlatılanlar kimlerden önce anlatan kimdir diye baktım..


Yazıcısının ismi, internet adresinde yozdil diye yazılmış..


Sorgusuz-sualsiz tutuklamalardan yakınıyordu, bu kişi..

’.....Yapılmamış darbenin/ düşürülmemiş F16'nın/ bombalanmamış caminin/ varolmamış suikastın,,/ teşebbüs edilmemiş planın/ kurulmamış komplonun/
tanışmamış insanların / buluşulmamış toplantının/ bulunmamış delilin/ yazılmamış haberin/ basılmamış kitabın davasına...
Gazetecilik yaptığı için enselenen gazetecilerden sonra, (...)

Sıra geldi...
Düşünülmemiş fikir'e.
*
Bilahare?
Sıradan vatandaş olduğu için henüz bi kulp bulunup içeri tıkılamamış, bu yaşananlara rağmen hâlâ kahırdan geberememiş Atatürkçülere.
’’
Sahi, atatürkçülerin kahırdan gebermesini gerektirecek gelişmeler de oluyor mu, ülkede; onun değerlendirmesini, herkes kendi anlayış ve ölçüsüne göre düşünebilir..
*

Bütün bunlardan sonra, M. Kemal’le 1,5 sene kadar evli kalıp boşanan Latîfe Hanım’ın yeğeninin piyasaya çıkan kitabı, diktatörlük tablosuna birkaç fırçalık daha renk kattı..
Latîfe Hanım
’ın hatıratı, 2008 yılında, üzerindeki mahkeme yasağı kalktığında, yayınlanacakken, dönemin T. Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu, ’Ben bu hatırât’ı okudum, bu hatırât yayınlanamaz; yayınlanırsa, bütün T.C. tarihini baştan başa yeniden yazmak gerekir..’ demiş ve aldırılan yeni bir mahkeme kararıyla ve Latîfe Hanım’ın ailesinden geride kalanların isteği adına denilerek, bu hatırât’ın hiç bir zaman yayınlanmaması hükme bağlanmıştı..
Şimdi, o aileden bir kişi, ’teyze’sinin hayatını kaleme almış.. Özetinden anlaşıldığına göre, suya sabuna dokunmadan anlatılmaya çalışılmış bazı konular..
Ne güzel bir zencire vurulmuş bir özgürlük..
Yaşasın bizim diktatörümüz ve diktatörlüğümüz!. Çünkü, bizim diktatörümüz diğerlerinkinden farklıdır ve de bizler cellâdına âşık idâm mahkumları veya gönüllü köleleriz!



Selahaddin E. Çakırgil
 

fasulye

Üye
Katılım
1 Nis 2011
Mesajlar
43
Tepkime puanı
0
Puanları
0
............ki maelesef Türkiyemizin varlığı tek kişiye indirgenerek, her duruşuna saygı ve kabul görme zorbalığıyla bizler birer demokratik ülkede yaşıyor izlenimi kazandırılmış...

Dipnot: Sessizlik size özel bir mesajla maruzatımı beyan etmiştim sanırım dikkatlerden kaçınılmış..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Din istismarında; kemalist-laik rejimle kim yarışabilir?

Din istismarında; kemalist-laik rejimle kim yarışabilir?




Diyarbekir’de kemalist-laik rejimin vazifelendirmediği kimselerce kıldırılan bir Cum’a Namazı tartışılıyor.. En çok da din istismarından söz ediliyor.
Bu iddia yanlış da değildir. Çünkü, ortada ap-açık bir din istismarının olduğu, BDP/ PKK’nın, materyalist-laik-marksist bir ideolojik temel üzerinde oturduğu izahtan varestedir.
*
Konuya girmeden önce, istismar kelimesi üzerinde duralım biraz..
Evet, istismar nedir?
Aslı itibariyle doğru, iyi, güzel olan bir şeyin; eğri maksad ve niyetler için kullanılmasıdır, istismar..
Mesela, mazlumiyet istismarından sözedilebilir.. Ama, zulmün istismar edildiği gibi bir iddiada bulunulamaz..
İyiniyet istismarından sözedilebilir, ama, hilekârlığın istismarından sözedilemez.. Yardımseverliğin istismarından sözedilebilir; ama, sarhoşluğun istismarından sözedilemez..
Kaatilliğin, fuhşun, hırsızlığın, gaddarlığın, zorbalığın, rüşvetçiliğin, faiz yiyiciliğin, tefeciliğin istismarından da sözedilemez.. Çünkü bunların aslı kötüdür..
Aynı şekilde, bazılarının iddiasının tersine, atatürkçülüğün istismarından da sözedilemez..
Ama, din istismarından sözedilebilir.. Çünkü din, özü itibariyle haktır, doğru ve güzel bir manayı taşımaktadır.. Hele de din, İslam olursa..
Daha bir istismar edilecektir.. Çünkü, en sağlıklı olanın en çok taklidi olur ve de, çarpıtmak isteyeni..
Bu açıdan baktığımızda..
Din istismarında kemalist-laiklerle kim yarışabilir?
Çünkü, hele de ülkemizde, ’din istismarı’ndan en çok sözedenlerin, bizzat kendileri, kemalist-laikler olduklarını görürürüz.. Ve bu rejimin, taa ilk kuruluş ânından itibaren, halkın inancını kendi emellerini gerçekleştirmek için, bir oyuncak gibi kullandığı görülür..
Elbette müslüman halk arasında da, dini kötüye kullanmak, istismar etmek isteyenler olabilir ve vardır da; ama, İslam’a samimiyetle, sadâkatla inanıp ona göre bir hayat görüş ve çizgisi geliştirmeye çalışanlara istismar suçlaması yapılabilir mi?
Bu açıdan bakıldığında, acı gerçek şudur ki, kemalist-laikler, dinin ancak kendilerince istismar edilebileceğini söylemektedirler fiilen ve başkalarının istismarına izin vermemek dikkatindedirler.. Ve onlar, dinin başkalarınca istismarına karşı çıktıklarından daha çok, samimî olarak yaşanmak istenmesine kesinlikle karşıdırlar..
*
Elbette ki, temel ideolojisi itibariyle, İslam’a ancak bir sosyolojik vakıa ve bir yağdanlık rolü vermeyi düşünebilen her cereyan gibi; BDP/ PKK’nın da, bu yöndeki yaklaşımında bir samimiyet aranamıyacağı rahatlıkla söylenebilir.
Ama, asıl tehlikeli durum, uzuuun asırlar boyunca, (meşruiyyetinin olduğu düşünülen) Osmanlı ve (halkın ekseriyetinin iradesine göre şekillendiği ileri sürülen cumhuriyet iddiasını taşıyan) kemalist saltanat dönemleri boyunca, İslam’ın gerektiğinde devreye bir yağdanlık olarak sokulduğu da devamlı görülmüş değil midir?
Evet, tekrarlıyalım, kemalist-laikler, din istismarına karşı çıkarken, bu istismarı sadece kendilerinin yapabileceklerini 90 yıl boyunca, fiilen hep göstermişlerdir.
Şimdi, karşılarına bir rakib çıkıyor.. Esasen bu rakib, onyıllar öncesinden beri de vardı.. (T.C. rejimi güçlerinin aile efradına oldukça ağır ve ahlâksız bir saldırısına maruz kalmış olan Şeyh Ali namında bir hoca vardı.. Mâruz kaldığı o alçaklıktan sonra, bu laik rejime karşı o zamana kadar mücadele vermemiş olmasından pişman olarak, PKK saflarına katılmıştı. O sırada Suriye’de bulunan Öcalan’ın da kendisine, ‘Hocam, bu iş zâten sizin işinizdi, siz vazifenizi yapmadığınız için, biz harekete geçtik..’ gibi gönül avlayan sözler etmesi üzerine mest olmuş ve hemen, dağlarda, kamplarda olan gençlere hemen, itiqadî konularda ve de gusl abdesti, namaz vs. gibi hassas amelî- fıqhî konularda ders vermeye başlamıştı. Ancak kısa süre sonra dizginlenince, işin işten geçtiğini hüsranla anlamıştı..
Bir Hacc esnasında, Arafat’ta, PKK’nın İmamlar Kolu diye anılan bir kuruluşun açtığı bir bayrağın ardında yüzlerce insanın yürüyüş yaptığını görmüştüm..)


Selahaddin E. Çakırgil
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
İslam’ı kullanmaya, istismara kalkışanların hepsine lanet!
Şimdi de, BDP’nin binlerce kişiyi kendi saflarında ‘imam’ olarak ‘kullandığı’ bildiriliyor..
Maşaallah, ’imam’larımız ve ulemâmız da asırlar boyunca ve büyük çapta, hep, şu veya
bu güç merkezlerinin, saltanat odaklarının emellerine, emirlerine, hedeflerine hizmet eder duruma getirilmeleri açısından, yığınla örnekleri sergelemiş değiller midir? Geçmiş asırlarda kapıkulu ulemâsı vardı da; bugün, laik bir rejimin verdiği makam ve mansıblarla, maaşlarla idame-i hayat eylemeyi kabullenen ve ’seçkin müslüman’ sayılan yığınla örnek yok mudur?
Geçmişteki nice ulemâ gibi, bugünkü nice ‘imam’ların da, hem, ‘tehdid ve korku’ ile, hem kalb ve beyinleri tamamen bomboş bırakılmış gençlerin İslam’la tanışmalarına yardımcı olabilecekleri umuduyla bu ’hizmet’i kabullendikleri ve hem de kemalist rejimin emrinde imamlıkyapmakla, PKK’nın emrinde imamlık yapmak arasında, -ikisinin de materyalist/ laik temeller üzerinde yükselmiş olmaları hasebiyle- bir fark olmadığı gibi görüşleri dile getirdikleri bildiriliyor..
Tamamen tutarsız mı bu yaklaşım?
*
Müslüman bir halkın başında, ona hükmeden bir hükûmetin, İslam’a göre meşru olması gerekir.. Aksi halde, o müslüman halkın, istiklal sahibi, bağımsız olduğu düşünülemez.
Aynı şekilde, dârağaçlarıyla, zindanlarla, sürgünlerle, mahkeme -mahkeme süründürülerek acılarla, gözyaşlarıyla, süngüucu dayatmasıyla kurulmuş bir kemalist- laik rejim uygulamasının durumu da hatırlanmalı değil mi?
Böyle olunca da, müslümanların ferdî veya toplu ibadetlerini nasıl yapacaklarından, laik bir rejime ne?
Efendim, BDP kaos çıkarmak ve sivil itaatsizlik sağlamak niyetiyle tertib ediyormuş, bu Cuma namazı eylemlerini.. Kemalist-laik rejim de kaos çıkmaması ve genel itaatin sağlanması için düzenlemiyor muydu, aynı ibadeti..
’Cuma Namazı sivil itaatsizliği’ eylemi münasebetiyle, BDP Gen. Başk. Demirtaş, geçen hafta, yaptığı açıklamada, "MGK'da bölgeye özel imamların gönderilmesi kararlaştırılmıştır ki bu durum bölgeye özel bir istihbaratçı göndermenin bir başka şekli... Dini, terörle mücadele aracı olarak kullanmak utanç verici bir durumdur. Devletin bu şekilde görevlendirdiği imamlar; özel tim, korucu ve JİTEM'den farklı amaç gütmüyor. İmamlar, bunların 2011 versiyonu..’ derken, haksız mıydı?
1923-50 arası 27 yıllık tek parti dönemi ve 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylûl 1980 ve 28 Şubat 1997 dönemlerindeki askerî müdaheleler sırasında, imamlardan, müftülerden ve sair diyanet elemanlarından, hattâ ilahiyatçılardan, müslüman kimlikli nice akademisyenlerinden nicelerinin bile istihbarat elemanı olarak kullanıldığı bilinmiyor mu?
*
Sahi, laikliğe bağlılık yemini eden ’İmam’lar, ne kadar bağımsız?​
Ama, bu konuda 8 Nisan tarihli bir haber yansıdı, medyaya..
Mardin, Diyarbakır, Siirt, Muş, Şanlıurfa, Bitlis, Bingöl, Van, Adıyaman, Hakkari, Şırnak ve Batman Diyanet Sen şube başkanları ortak bir açıklama yaparak, BDP Gen. Başk. Demirtaş'ın imamlarla ilgili sözlerine karşı yapıyor ve "Dinî hizmetleri ifa eden imamlar; ne bir partinin, ne de bir örgütün hizmetkarı değildir" diyorlardı..
Pekiy, bugün için, bir partinin emrinde olmadıklarını kabul edelim, ama, 27 yıllık tekparti döneminde CHP’nin emrinde değil miydiniz, ve bütün askerî darbe dönemlerinde, ferd olarak kalblerinizde istemeseniz bile, bağlı olduğunuz kurumlar itibariyle, darbecilerin paralelinde hareket etmek açısından, T.C.’nin en köklü fiilî partisi olan Silahlı Kuvetler ya da Kuvvetli Silahlar Partisi’nin emirlerine göre hareket etmek durumunda olmadığınızı kim iddia edebilir ve iddia ederseniz, buna safça kim inanabilir? Bugün de temelde, bir tekparti diktatörlüğü halinde tahakkümünü, fiilen bir parti gibi sürdüren ’kemalist-laik parti-rejim’in bünyesi içinde yerinizin neresi olduğunu düşünüyor musunuz?
*
Aksini iddia ediyorsanız, T.C. Anayasası ne diyor? Diyanet’inize, ’Genel İdare içinde yer alan ve kendisine kanunla verilen vazifeleri yerine getirir..’ diye bir rol verilmiyor mu?
Siz, ’Biz kimsenin adamı değiliz..’ deyip durunuz.. Maaşınızı kim veriyor? Makam ve mansıblarınızı, ünvanlarınızı kim veriyor? Ve bu durumda, İslam’ın yorumlamasını halk için mi yapıyorsunuz, size maaş verenlere ve sizi tayin eden, size makam ve mansıb verenlere göre mi?
’İmamlar hiçbir ırk, dil, cinsiyet ve bölge ayrımcılığına İslam'ın cevaz vermediğinin bilinci içinde tüm müminlere eşit mesafede hizmet eder. Tarih boyunca zalim idarecilerden, çetelerden, şakîlerden ve sıkıntılardan kaçan insanların sığınağı, ilim ve irfan sahibi ulemâ olmuştur.. (...) İmamlar yıkıcı, bölücü, ayrıştırıcı, çatıştırıcı, inkarcı, ırkçı ve ideolojik tartışmaların üzerinde ve dışındadır. Hiç kimse diyanet mensuplarını, kendi kısır tartışmalarının bir parçası haline getiremez. Hiç kimse, siyasi rant sağlamak için bu büyük ve nezih camiayı istismar malzemesi olarak gündeme getirme hakkına da haddine de sahip değildir. Şunu bir kere daha ve açıkça ifade ediyoruz: İmamlar ne şu, ya da bu partinin, ne de şu ya da bu örgütün payandası olarak görülür. 'Partilerin imamı' tabiri ne kadar yanlışsa, 'örgütün imamı' tabiri de o kadar yanlıştır. İslam, bölge, il, zaman ve şartlara göre ya da grup ve çevrelere göre eğilip bükülemez.’ gibi cümleleri kurduğunuz bildirinizin içinde yer alan iddiaları yazarken, kemalist-laik rejime bağlı kalacağınıza dair ve hattâ türk milliyetçiliğine bağlı kalacağınıza dair yeminler etmediğinizi de söyleyebilir misiniz?
*
Evet, siyaset ve din dediğimiz zaman.. Siyaset, kemalist-laik prensiplere mi belirleniyor, yoksa, İslam’a göre mi? Eğer, siyasetimiz dinimize, dinimizin temel prensiplerine göre şekillenecekse eyvallah.. Ama, öyle değilse, din, sosyal hayata egemen olan kemalist-laik rejimin temel çerçevesine şekillenmeye mecbur edilirse..
O zaman ne diyeceğiz?
*
Dahası, 20 sene öncelerde, bir cemaatin başındaki hocanın ağzından, ’Güneydoğu’daki imamlar vazifelerini yerlerine getirmediler, oralara batıdan imamlar göndermeliyiz..’ gibi laflar gazetelerinde yayınlanmıyor muydu? Keza, bölgeye T.C. bayrakları gönderilmesi kampanyası bile başlatılmamış mıydı?
Haa, bu noktada da, kimse, PKK’nın ellerinin kemalist-laik rejimden daha temiz olduğu zehabına kapılmamalıdır.. Müslüman kürd halkının içinden yetişmiş nice imamlar, hattâ ulemâ’dan sayılabilecek çapta seçkin kimseler PKK eliyle katledilmedi mi?
Ama, kemalist-laik rejimin ruhlarını, beyinlerini katlettiği milyonlar bir tarafa; fiziken yok ettiği imam’ların, ulemâ’nın sayısını net olarak bilmemiz mümkün mü?
O defterleri, sadece, ’aman, karışıklık olmasın, fitne uyanmasın..’ diye değil, aynı zamanda hemen bütün belgelerin, delillerin yok edilmesi yüzünden de bilemiyoruz..
Efendim, ’BDP /PKK’lılar o imamların ardında namaz kıldılar mı?’ sorusu soruluyor saf saf..
Bunu, kendilerinin aldatılıp aldatılmamakta olmalarını anlamak açısından müslümanların sormaları mümkündür..
Ama, kemalist-laik rejimin mâlûm kadroları yüzler halinde, hâlâ bile, camilerde, cenazeler geldiğinde, namaza durmaksızın, ölülerinin üzerine namaz kılınmasını temaşâ etmiyorlar mı?
Hem, Cuma Namazı ve hele de, laik bir rejimin emrinde bir Cuma Namazı, ne demek?
Cuma namazı , müslümanların bağımsızlığına, müstakilliğine işaret eder, esir olana farz değildir..
Esaret, bir müslüman için ne zaman sözkonusudur?
Esir insan, dış düşmanların eline düşmüş insan mıdır? İç düşmanlar eliyle zencire vurulan müslüman esir değil midir?
Bir anekdot: (Merhûm) Erbakan Hoca 1978’deki bir görüşmemizde, ’hem laik rejimin tebaı, hem de İslam’a tâbi olduğunu söyleyen insan, hür olmadığından, Cuma namazı kılmak hakkına bile sahib değildir, ama, müslümanların birliği tamamen dağılmasın diye, bir maslahata gereği, kılıyoruz’ demişti.. (Ki, onun bu görüşlerini bugün de hayatta olan bir çok dostlarımla paylaşmıştım, o zaman.. Kezâ, o bir dönem, nice müslümanların Cuma namazı kılmaktan kaçındığını ve Kenen Evren rejiminin, bazı seçkin müslüman kimseleri, Cuma namazı kılmadıkları için nezarete alıp sorguladığını, baskılar uyguladığını da hatırlayabiliriz..)
Bugün, dünyanın birçok yerindeki müslümanlar, inançlarının gereği olan şartlar mevcud mudur demeksizin, Cuma Namazı kılıyorlar..
Bu konudaki şer’î cevaz ve yetkiyi kimden mi alıyorlar?
Burası, çeşitli mezheblere göre, farklı ölçülere göre şekilleniyor..
İşte o zaman bir takım hokkabazlar bile çıkıp, kendilerini bir takım şer’î odaklara nisbet edebiliyorlar..
Afgan mücahid teşkilatlarının mensubları, de, komünistlere karşı cihad yıllarında, herbir cemaatini, hizbin elemanları olarak, yetkisini kendi örgütlerinin, hizblerinin liderinden aldıklarını söyleyerek Cuma namazı kılarlardı..
Yani, bütün müslüman coğrafyalarındaki durum da, Anadolu coğrafyasındakinden farklı değil..
Bir takım güç odakları kendi iktidar ve güçlerinin şer’î dayanağını isbatlamak için, Cuma namazları kıldırıyorlar..
Bu açıdana bakıldığında, PKK, ateist -marksist bir ideolojiye bağlı da, kemalist-laik rejim farklı mı?
PKK veya BDP’ye oy verenlerin hepsi de, o hareketin ideolojik temelini biliyor, anlıyor ve destekliyor denilecekse..
Bu, TC. halkının bütünüyle, laik /ateist bir temel üzerinde yükselen kemalist-laik- ırkçı düşünceleri kabul ediyor demek olur ki, bu, müslüman halkımıza zulüm olur..
Bu noktada, müslüman halkımıza, kendimize yapılacak bir eleştiri şudur ki, kendi zulüm düzenlerini, bizim inancımız ve hattâ kavimlerimiz adına kuran güç odakları karşısında itirazımızı zâlimlerin yollarını tıkayacak şekilde etkili olarak ortaya koyamadık; onların, bizim inancımızla 80 yıl boyunca alay etmelerine, kötüye kullanmalarına karşı bir tavır geliştiremedik.
*
Ve buyrunuz, ’cenaze namazı’na..
Bu vesileyle bir diğer noktaya da değinelim..
9-10 Nisan gecesi, ’Tarihin Arka Bahçesi’ isimli bir proğramda, M. Bardakçı, ısrarla, M. Kemal’in cenaze namazının kılındığını belirtiyor ve aksini iddia edenlere ’eşek’ mânasına gelen ’har’ kelimesiyle karşılık veriyordu, dolaylı olarak..
Halbuki, M. Kemal’in cenaze namazının kılındığını gösteren tek bir fotoğraf bile gösteremiyor; sadece, cenazı namazını Prof. Şerefeddin Yaltkaya’nın kıldırdığını ileri sürüyor ve cenaze namazını kılan bazı kişilerle bizzat görüştüğünü delil olarak zikrediyordu..
Aynı proğramda konuşan Vahdettin Keskin isimli bir tarih prof.’u ise, ’Atatürk müslüman bir insandı, müslüman bir ülkenin başkanı idi..’ diyerek, cenaze namazının kılınmamış olabileceği ihtimalini gidermeye çalışıyordu..
Halbuki, Prof. Mete Tunçay, ’M. Kemal’in daha 1913’de, Sofya’da ataşemiliter (askerî ataşe) iken, ateist olmuştu, inancını yitirmişti..’ demektedir..
M. Kemal’in cenaze törenini idare eden komutan olan em. Org. Fahrettin Altay ise, o sırada Başbakan olan Celal Bayar’ın, cenaze namazı kılınmasını istemediğini belirtmişti.. O Celal Bayar ki, ’Atatürk’ü sevmek bir ibadettir..’ diyordu.. Kendisine tapınılan bir, ibadet olunan bir kişinin cenaze namazının kılınması elbette o mantığa aykırı gelirdi..
Ve o Celal Bayar’ın nasıl bir kemalist-laik olduğunu göstermesi açısından hatırlayalım ki, Pakistan Devlet Başkanı Mareşal Eyyub Khan Türkiye’ye yaptığı gezilerden birinde, İstanbul’da; Cuma Namazı için, T.C.’nin 3. C.Başkanı Celal Bayar’la birlikte Sultanahmed Câmii’ne gitmişti de; Celal Bayar, içeri girmeyip, kapıda kendisine verilen bir sandalyede oturarak beklemiş ve Mareşal Eyyub Khan’ın ona bunun sebebini sorması üzerine, ’Biz laikiz..’ diye karşılık vermişti.. Çünkü, o ibadetini kendi döneminin bir siyasî liderine tapınarak yapıyordu..
Evet, sadece namaz ibadeti etrafında bile biraz dikkatlice durursak, karşımıza ne dehşetli zorbalıklar, totaliter anlayışlar, hokkabazlıklar çıkmaktadır..



Selahaddin E. Çakırgil
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
İhtirassız iktidar ve de siyaset olmuyor, yazık ki..

font_01.gif
font_02.gif
font_03.gif
font_04.gif




Bir İslam büyüğünden, çok hikmetli bir söz nakledilir..
’Öyle kimseleri başınıza getiriniz ki; aranızdayken başınızda gibi olsun, başınızdayken de aranızda gibi..’ şeklinde..

Günümüzdeki siyasetçilerden kim bu ölçüye biraz yakındır, diye sorulsa, herhalde, bu konuda çok fazla örnekler bulunamaz.. Sadece oy zamanlarında değil, hayatın her ânında, halkın en fukara kesimlerinin arasına girip, onların yaşayış tarzlarına yabancılık çekmeden kaynaşabilen, hayata bakış açı ve değerleriyle zıdlaşmayan kaç lider vardır? Bu siyasetçilerin çoğu, aristokrat bir hayatın, eşrafiyat anlayışının esiri olmamış mıdır?.

Genel seçimlere iki aydan az bir zaman kaldı.. Yeni m.vekilleri seçilecek.. ’Nasılsanız, öyle idare olunursunuz..’ meâlindeki hadis-i nebevî rivayetini buraya da tatbik edebiliriz. Halkın seçtiği, yöneldiği kimseler elbette ki, onların yönetiminde etkili olacaktır..
Ve m.vekillerinin çoğu da, o sıfatı, hizmet için değil, gösteriş, makam veya menfaatler için, güç sahibi olmak için kullanılır hale getirmişlerdir..
*
Eskiden, m.vekili denilmezdi.. Sonralarda, Batı dillerinden alınan parlamenter kelimesi de yerleşti, dilimizde.. Çocukluğumuzda, bizim köylerde mebbus denilirdi.. Sonra anladık ki, kelimenin aslı‚ ’meb’ûs’dur, yani, seçilmiş, vazifelendirilmiş kimse..
Resul-i Ekrem (S)’in de ’meb’us-u ilahî’ olduğunu, Allah tarafından Peygamberlik için seçilmişliğini, vazifelendirilmişliğini anlatmak üzere, bazı müslüman toplumlarda Bî’set Bayramı kutlamaları yapılır, bizdeki Regaib Kandili’ne denk gelen günlerde..
*
Yeni dönem m.vekillikleri için, partiler kendi namzedlerini kanûnî sınır olan 12 Nisan akşamına kadar belirledi, seçime bağımsız olarak girmek isteyenler de başvurularını yaptılar..
Listelerde yer alamayanların, veya listelerde seçilecek sıralarda yer bulamıyanların hayal kırıklıkları ve suçlamaları, kendileri gibi kabiliyetli, sevilen kişilere yer verilmemesinden dolayı seçimin kaybsedilebileceğini veya beklenen oy seviyesine ulaşımıyacağını söyleyenlerin sayısı, tabiatiyle yüksek.. Çünkü, seçilmek için çırpınanların onda biri bile listelerde yer bulamadılar..
*
Yüzde 10 seçim barajını aşması aşma ihtimali olan partilerin liderlerinin, Meclis’e gitmek için çırpınan adaylar arasından bir sıralama yapmalarının ne kadar çetin bir iş olduğunu son günlerdeki gelişmeler ortaya bir daha net olarak koydu..
Özellikle, CHP’de olanlar..
Bir sene önce bugünlerde, üstelik kendi partisinden bir kadın m.vekiliyle bir müstehcen video görüntüsü internetlere düşen eski Genel Başkan’ın yerine, beklemediği bir anda Genel Başkanlığa gelen K. Kılıçdaroğlu, eline geçen bu fırsatı değerlendirmek için, beklenmedik manevralar çevirdi ve onyıllardır CHP’nin merkez kadrosunu olan isimlerin hemen tamamını silip süpürdü.. Manisa CHP m.vekili Şahin Mengü gibi isimler şimdi şimdi, Kılıçdaroğlu’nun alevî olduğunu hatırlıyor ve onu, CHP’yi bir alevî yapılanmasının odağı haline getirmeye çalışmakla suçluyor.. (İlginçtir, AK Parti ve MHP, en azından resmî beyanlarında Kılıçdaroğlu’nun bu tarafını asla sözkonusu etmiyorlar ve iyi de yapıyorlar..) Ancak şunu da hatırlamak gerekir ki, CHP’nin böyle bir fonksiyon ifa etmesi yeni olmayıp, M. Kemal zamanından beri, gizlice bu mahiyete kavuşturulmuştu ve kemalist-laik rejimin en aşırı savunucuları da, genelde alevî diye nitelenen kesimler arasından çıkmıştı.. Ve onlar da Osmanlı zamanında, sünnîlik adına yapılıyormuş gibi gösterilen resmî din anlayışıyla kendilerine yapılan baskılardan kurtulmak umuduyla, laikliğe destek veren bir çizgiye getirilmişler ve M. Kemal de, kendi devrimlerini gerçekleştirirken, sırtını dayayacak büyük birhalk kitlesi olarak, arkasında alevîleri bulmuştu..

Siyaset ana-baba tanımaz; hele de Ergenekon devrede olursa..

Bu arada, Ergenekon Yargılaması’nda iki yıldan fazla zamandır, ağır suçlamalarla tutuklu bulunan ve tahliye talebleri defalarca reddedilen M. Balbay ve M. Haberal gibi isimleri de seçilecek yerlerden aday gösterdi..
*
Hele de bu isimlerden Prof. M. Haberal, meslekdaşları olan doktorlar aracılığıyla, yargıya karşı, ’Yerinden oynatılırsa ölebilir. Ağıır derecede hasta..’ şeklindeki hileli raporlar gönderterek hastahanelerden çıkarılamamışken; şimdi Meclis’e gönderilme yolunun aralanmaya çalışılması ilginç.. Şimdi, bu kişi dip-diri, kanlı-canlı.. Demek ki, bu kişinin ’ölümcül’ denilen hastalığından kurtulması (!) için m.vekilliğiyle noktalanacak olan yola koyulması gerekiyormuş..
’Ağır hastalık’ raporlarıyla iki yıl mahkemeyi yanıltıp, tutukluluğunu hastane odalarında kendisin için hazırlanan özel mekanlarda geçirebilen böyle birisinin ısrarla aday gösterilmesi, nicelerinin, ’Bu işin arkasında bir takım güç odaklarının dayatması mı vardı?’ sualini zihinlere getiriyor, kaçınılmaz olarak..
Üstelik, Kılıçdaroğlu Ecevit’i kendi lideri olarak görmekteyken..
Ve de Haberal’ın, Ecevit’in Başbakanlığı günlerinde, ona, ’vazife yapamıyacak derecede ağır hasta’ raporu verip başbakanlıktan düşürülmesi gibi bir komplonun içinde olduğuna dair haberler tevatür halindeyken.. Ve bu iddialar da Ergenekon Yargılaması’nın içinde yer alırken..
Dahası, Haberal, bu gibi ithamlarla suçlanırken, siyasî açıdan Ecevit’in kalesi olarak bilinen Zonguldak’tan aday gösterilmiş bulunuyor..
Ve Ecevit’in ideolojik yönlendiricisi olarak bilinen eşi (87 yaşındaki) Rahşan Hanım bu durumu bildiği halde, ’Şimdi o konuyu konuşmak istemiyorum.. Beğensek de beğenmesek de CHP’ye oy vermeliyiz’ deyip Haberal’ı sîneye çekmeye mecbur olduklarını hissettiriyor..
Meşhur deyimle, siyaset, ana-baba bile tanımaz..
(Süleyman Demirel, ilginç bir örnek vermişti bu konuda.. Van’ın etkili isimlerinden ve gedikli m.vekillerinden Kinyas Kartal, bir seçim öncesinde, senli /benli konuşabildiği Demirel’e telefon eder, 1977’lerde.. ’Süleyman Bey, der; ben artık 90’ıma merdiven dayadım.. Benim yerime, listeye 45 yaşında ve hukukçu olan oğlumu yaz!..’
’Siyaset’ binasının kapısında ’Girilir’ yazısı bulunan bir levha vardır; ancak ’Çıkılır’ levhası yoktur, çıkış ancak tâbutla olur..’ gibi ilginç sözleriyle de meşhur olan Demirel, ’Kinyas Ağa.. Bilirsin ki, sen nasıl dilersen, öyle olur..’ der..
Ama, sabahın köründe Kinyas Ağa tekrar telefon eder, Demirel’e.. ’Süleyman Bey, der, ben akşam öyle dedim, ama, sabaha kadar düşündüm, taşındım.. O henüz çocuktur.. Sen listeye yine de beni yaz..’
Kinyas Ağa’nın Van’daki siyasî gücünü bilen Demirel, ’Kinyas Ağa, der; sen istersin de, olmaz mı?’
Buna benzer, kendi elinde yetişmiş ve 50-60 yaşına gelmiş kimseleri bile hep çocuk yerine koyan ve kendisinden başkasının siyaset bilmediğini, devlet yönetimine kalkışamıyacağını zanneden daha başka nice örnekler de yok mudur?
Yeller eser şimdi onların yerinde..)

Emanetleri ehline vermek sözü doğrudur da, iş, onun yorumlanmasına gelince..

AK Parti’nin bu seçimlerde de tek başına iktidara geleceği hesabları güçlü olduğundan, bu partiden m.vekili olmak için başvuranların sayısının 6 bin kişiyi bulması ise, Tayyîb Erdoğan’ın işini oldukça ağırlaştırmıştı..
Çünkü, listelerde, ancak, 550 kişi yer alabilecekti.. Yani, her on kişiden birisi tercih edilecekti.. Ama, AK Parti’nin, en iyimser rakamlarla şimdiki m.vekili sayısı (330) civarında m. vekili çıkarabileceği ve mevcud m. vekillerinin de yarısının yine aday gösterileceği tahmin edildiğine göre, 6 bin başvuru arasından tercih edilecek olanların sayısı, nihayet, 170-180’i geçmiyecekti.. Yani, 6 bin kişi arasından, her otuz kişiden sadece birisi, listelerde seçilebilecek yerlerde, kendisine yer bulabilecekti..
Bu da, ister istemez, herkesin kendisini en lâyık görmesi hasebiyle, listelerde yer almayanlar açısından büyük kırgınlık ve kızgınlıklara vesile olacağı açıktı.. Nitekim, yeniden aday gösterilmeyen bazı Urfa m.vekilleri derhal bağımsız aday olmak için kolları sıvayıp, Meclis’e aşiretlerinin gücüyle tekrar dönmenin yollarını zorlamaya başlayacaklarının işaretlerini verdiler bile..
*
’Emanetleri ehline vermek gerekliliği’ lafı hemen hepimizin dilinde pelesenk olmuştur, ama, bu sözün geçmişte bazı müslüman cemaatler tarafından, hattâ ’saati, en iyi kim tamir ediyorsa, ona verirsin, tamircinin dinine, inancına bakmazsın..’ diyerek, nice laik, ikonperest, mason kişilere sahib çıkmakta kullanıldığını da görmüşüzdür..
Ayrıca, külfete katlanmakta değil de, ni’metlere konmak sözkonusu olunca, kendisini emanetin verilmesi gereken ehil kimselerden görmeyen kim vardır?
30 yıl öncelerde Meclis’te m.vekili olarak bulunan birisi vardı.. Bu kişinin, kendi yöresinde ağa olmaktan öteye hiç bir özelliği yoktu..
Kendisinin seçilmesinin de, emanet’in ehline verilmesi demek olduğunu ısrarla savunurdu..
Birgün bu hususta daha geniş bir izahta bulunmuştu: ’Bir hukukçu, bir doktor, bir mühendis, vs.. olsanız, siz, liderin istediği her konuya gözü kapalı oy verebilir misiniz? Veremezsiniz.. ama, ben veririm.. Hocamın eline bakarım, o elini kaldırırsa ben de kaldırırım.. Ben nereden bilebilirim, o kanunların ne olduğunu veya olmadığını.. O halde, benim m.vekili yapıllam, emanetin ehline verilmesidir.. orada ehliyet, liderin istediği şekilde hareket edebilmek kabiliyetidir.. Çokları ise, bu hususta ehil olmak ne kelime, bir de pürüzler çıkarır..’
Evet, siyasetin bazen de işte böyle, ’Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım..’ mantığıyla hareket eden kimseleri görmek istemesinin bu gibi ironik ve amma, acı gerçeği de yansıtan tarafları da vardır..
*
Bu kadar parlamenter ne işe yarar, Allah aşkına?

Mevcud sistemin mahiyeti ortada.. Baştan bozuk olan, zamanla düzelmez.. Ancak, onun yükü ister istemez bizim halkımızın sırtına vurulduğundan, bu yüklerin hafifletilmesine bir zerrecik de olsa katkısı olabileceği umuduyla, birkaç noktaya değinmekte fayda olabilir..
Fuzûlî, ’Zâyi olmaz, gül temennasiyle vermek, hâr (diken)’e, su.. diye fuzulî yere dememiş..
İlk temas olunması gereken husus; 75 milyonluk ülke için, 550 m.vekili sayısının çok yüksek bir rakam olması...
Bu kadar m.vekili, ne yapar Allah aşkına?
Müteveffâ İsmet İnönü, sıkıntılı, buhranlı durumlar olduğunda, uzuuun görüşmeler yapar ve görüşünü soran medya mensublarına ise, ’oy alıyorum’ derdi.. Bu, ’herkesin görüşünü alıyorum..’ mânasında oy almak mânasına geldiği gibi, oyalamak manasına gelen ’oyalıyorum’ şeklinde de anlamak mümkündü.. Gerçekte ise, millet oyalanıyor.. Çünkü, asıl olan milletin değil, kemalist-laik rejimin ayakta durmasıdır.
Esasen, bütün bu kişiler, seçilmekle değil; ancak resmî ideolojinin ikonlaştırılmış isminin ilke ve devrimlerine bağlı kalacaklarına dair yemin etmek sûretiyle m.vekilliği sıfatını kazanıyor değiller mi? (O yemin metni, sadece ülkenin bütünlüğünü ve halkın birliğini korumaya ve temel insan hak ve özgürlüklerine saygıyı esas alacak şekilde çalışacağıma..’ şekline dönüştürülebilir, elbette..)
İki ay sonra da, seçimler yapılacak, ve millete hizmet aşkıyla tutuşmak adına Meclis’e gelen 550 isim, yeminlerini yaptıktan, bağlılık/ itaat/ bey’at yeminlerini yerine getirdikten sonra, teşrî’ / kanun koyma faaliyetlerini başlatacaklar..
Ancak, bu kadar insana milletin cebinden ödenen o kadar yüksek paralar, onlar tarafından verildiği ileri sürülen hizmete değer mi?
(Bunu sistemin -başta, TSK ve Yargı olmak üzere- başka kurumları için de söylemek mümkün elbette..)
O kadar maaş ve harcırah/ yolluklar.. O kadar lojman paraları, o kadar iç hizmetler veya dışarda sağlanan özel hizmetler ve imkanlar.. Em. yüksek yargıçların ve generallerin emekli maaşları bile, 5 bin liranın üzerinde..
300 milyonluk Amerika’da, toplam Kongre (Senato ve Temsilciler Meclisi) üyelerinin sayısı, 850 civarında..
Türkiye ile aynı nüfus mikdarına sahib olan İran’da 290 m.vekili bulunmakta..
Turgut Özal’dan önce, 450 m.vekili idi; o geldi, 550 yaptı bu sayıyı.. (Gerçi, 80 öncesinde de, 450 m.vekilinden ayrı olarak, bir de 165 kişilik bir senato vardı..)
Tayyîb Erdoğan, 450 m.vekilinden ayrı olarak, bir de 100 kişilik bir ülke m.vekilliği lafı etmişti, ama, sonra bir kenara koydu onu.. Halbuki, doğru bir yaklaşımdı..
Çünkü, mevcud sistemle 450 m.vekili seçilip, geride kalan 100 m.vekilliği de, seçime giren bütün partiler arasında, aldıkları oylara göre dağılacaktı.. Böyle olunca da, yüzde 1 oy alan bir parti bile, tek bir m.vekilliği ile olsa da, Meclis’de temsil edilecekti..
*
AK Parti, geçen 8 yıl boyunca, pek çok temel konuya el atmakla birlikte; anayasada yer alan o ilke ve devrimlere bey’at yeminlerine de, Meclis İçtüzüğü’ne de el atmadı-atamadı..
(Gerçi, mevzuu, konusu meşru’ olmayan bir konuda, zorla yaptırılan bir yeminin bağlayıcılığı da yoktur..)
Öte yandan, Ufuk Uras isimli BDP m.vekili, 4 yıl sonra olsa bile, geçenlerde, İçtüzük zorlamalarını protesto etmek için, kravatını çıkarıp kürsüye asınca, AK Parti m.vekillerince bile protesto edildi.. Halbuki, m.vekillerinin Meclis’e hangi kılık-kıyafetle geleceğine dair kanunî sınırlamaları, ’milletin ahlâk anlayışına aykırı olmamak şartıyle, m. vekilleri, Meclis’e diledikleri kıyafetle girebilirler..’ diye bir İçtüzük değişikliğiyle kaldırabilirlerdi..
M.vekili seçilip, İslamî tesettüre riayet ederek Meclis’e girmek isteyen hanımların karşısındaki engel de böyle bir düzenleme kaldırılabilirdi, o da yapılamamış ve müteveffâ B. Ecevit’in 12 yıl öncelerde, Nisan-1999’da, Merve Kavakçı Hanım’a karşı, ’Burası devlete meydan okuma yeri değildir.. Bu hanımı buradan çıkarın..’ diye köpürerek yükselttiği çarpık nârânın o çatı altında yankılanmasının sürmesine zemin hazırlamışlardır..
Müslüman halkımızın değerlerine meydan okumak mânasındaki o saygısız feryadın izleri de silinebilmeliydi..

Tüyü bitmemiş yetimlerin haklarını çar-çur etmemek dikkati..

Bir diğer konu..
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün refikası hanımefendi geçenlerde bir büyük kaza geçirecek olmuş.. Arabayı kullanan şoför baygınlık geçirmiş, araba kaza yapmak üzereyken, o durumu farkeden koruma ekibi kendi hayatlarını tehlikeye atarak, kazaya engel olmuşlar..
Ve bunun karşılığı olarak, o 6 kişilik koruma ekibi, 24 maaş ile ödüllendirilmiş..
Haberde açıklık olmadığı için, korumaların herbirisine 24 maaşlık bir özel ikramiye verildiği anlaşılıyor.. ancak, haberin içindeyse, ikramiyenin ferd başına 3-4 bin lira civarında olduğu bilgisi vardı. Anlaşılıyordu ki, hepsine birden 24 maaş ikramiye verilmiş..
O zaman buna 24 maaş değil, 4 maaş denilmesi gerekirdi.. Ve, o bile yüksektir ve amma, bu bile tartışılmalıdır..Haydi, yarım veya bir maaş ikramiye, teamüle uygundur diyelim.. ama, 4 maaş ikramiye, başka nice çarpık teamüller için dayanak ve örnek oluşturmayacak mıdır?
Eğer, Gül Ailesi, o polislerin fedakârlıklarına şükran borçlu ise, bunu kendi ceplerinden ödemelilerdi..
Bu vesileyle, belirtelim ki, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, anayasada cumhurbaşkanlarına tanınan dokunulmazlıkların kaldırılmasını bizzat kendisi istemelidir.. Ayrıca, aylık 15 bin lirayı bulan maaşının azaltılmısını da bizzat istemelidir..
Keza, Cumhurbaşkanlarının yetkilerinin azlığı-çokluğu bir yana; C.Başkanlığı makamından ayrılanların, dünya kadar devlet malını beraberlerinde götürmek hakları da olmamalıdır..
A. Necdet Sezer’in ve öncekilerin, giderken beğendiği en lüks otomobillerden kaç tanesini, kaç hizmetçi ve şoförü, aşcıyı, doktoru, kadro maaşlarıyla birlikte beraberinde götürdüğü millete açıklanmalı ve Abdullah Gül gibi, İslamî bir terbiye ile büyüyen kimselerin o yağma mantığına bir ibtal çizgisi çektiği görülmelidir..
Onlar o makamlara, başkalarına benzesinler diye değil, o makamları kendi değerlerine göre şekillendirsinler diye gönderilmişlerdi..
Geçmişte yapılanları tekrar edeceklerse, o zaman, âkıbetleri de, millet nezdindeki itibarları da geçmiştekiler kadar olur..
Bu sözler, geçmiş bütün başbakanlara tanınan özel imkanlar için de geçerlidir...
Hakezâ, em. generallere verilen özel imkanlar, lojmanlar, korumalar, arabalar.. Orduevlerinden neredeyse beleş sayılabilecek bir takım hizmetler.. Fiilen emireri olarak hizmet gördürülen ve posta eri diye taltif (!) olunan askerler..
Bu ayrıcalıklar, modern dünyada, devlet yöneticileri arasında görülmeyen durumlar..
Kendilerini halkın içinden ayıranlar, o halkın fiilen ve fikren işgalcileri durumuna düşerler..
Hele eskiden, on yıllar öncesinde Bakanlık yapanlara bile, tv. ekranlarında hâlâ da, ’Sayın Bakanım..’ diye hitab edilmesine ne demeli? Bu, komikliğin ötesinde, bir sosyal hastalığın yansıması değil mi?.
Midhat Cemal’in mısraları ne kadar manidârdır:

Elbette put olur, öpülen o eller ve etekler,
Elbette öpen oldukça bulunur öptürecekler..

Selahaddin E. Çakırgil
haksözhaber
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Müslüman coğrafyaları kalb ve beyin sancıları çekerken, evleviyyetleri belirlemek...

font_01.gif
font_02.gif
font_03.gif
font_04.gif



Ortadoğu, dünya siyasetinin en hassas mıntıkalarından birisi..
Çünkü, en köklü dinlerin medeniyet ve kültürler bu mıntıkada şekillendi, asırlardır.. Bunun için de, insanlık tarihinin en hassas jeo-politik konumunda olan bir bölge, bu yerler..
Ve müslüman toplumlar da en çok bu topraklarda ve çevresinde meskûn vaziyette..

Tabiatiyle, İslam’dan önceki kültür ve medeniyetlerin ve dinlerin bağlıları da, müslümanlarla ister istemez sürekli bir mücadele içinde oldular..
Evet, bu topraklar genel hatlarıyla, müslüman coğrafyaları..
(Müslüman coğrafyası diyoruz, ama, İslam coğrafyası demiyoruz.. Çünkü, müslümanlar genel olarak bu coğrafyalarda oturuyor; ama, İslam belli bir coğrafyaya, belli bir zaman ve mekana mahsus değildir.)
Bu bölgelerde, büyük çapta, Osmanlılar, 400 yıla yakın bir süre hükmetti..
Bu çok büyük bir zaman dilimidir.. Ama, bu 400 yılın hele de ilk üç asrı, (sık sık tekrarlayan Yemen İsyanları’nı bir kenara bırakırsak) neredeyse tam bir sessizlik içinde geçti..
Daha doğrusu, nasıl geçtiğinden ne o diyarlarda yaşayan halkların bir haberi vardı, ne de Osmanlı memalikindeki öteki halkların..
Ama, biliyoruz ki, Osmanlı’nın son yüzyılı, özellikle 1800’lerden sonra, yani Fransız İhtilali’nden hemen sonraki dönemde bütün Avrupa’ya yayılan kavmiyetçilik virusu, ulus-devlet oluşturma arzuları müslüman toplumlara -ve tabiatiyle arab toplumlarına da- sirayet etmekte gecikmedi..
Osmanlı’nın genel yönetimi, türkçe konuşan veya bu dili resmî dil olarak kabullenen kadroların elinde olduğu için, bu dilden konuşmayan öteki müslüman kavimler (en başta da, arabça konuşan kavimler) arasında bile yavaş yavaş bir kavmiyetçilik fikri filizlendi(rildi).
*
Ve Avrupa’nın yaşadığı büyük sanayi devriminin gözalıcı gelişme sahneleri karşısında, maddî ve teknolojik alandaki geri kalmışlığın müslüman toplumlardaki arayış ve yansımalarının neticesi olarak yüzyıl kadar süren bir fikrî cereyanlar ve sonunda da sosyo-politik arayış ve mücadeleler sonunda Osmanlı, iç zaafları ve dış darbelerle tarih sahnesinden silinince, en başta da, arab halklar başı boş kaldıklarında, emperyalist-şeytanî odaklar tarafından onlara atılan en etkili çengel, arab kavmiyetçiliği çengeli idi.
I. Dünya Savaşı sonrasında emperyalist güçler, Osmanlı’yı tarih sahnesinden dışarı atarken, o büyük devletin diğer bütün parçaları gibi, arab diyarları da parça parça edildi ve her bir parçanın başına da bir kukla dikildi.. ’Ulus-devletler’le bile yetinilmemiş, kabile devletleri oluşturulmuştu.. Bugün, sadece Arab Birliği’nin bile 25 üyesi olup, bu ülke ve rejimlerin hemen tamamı, Osmanlı’nın hâkimiyetinde idi..
Ve her birisine de, kutsal bayraklar, kutsal sınırlar, kutsal ordular, kutsal ulusal marşlar, ulusal başkentler dikte edilmişti.. Ve bu halkların son 90 yılı, tepelerindeki emperyalist kuklalarının, zorbaların, tiranların, despotların tahakkümü altında geçti..
Son yüzyıl boyunca, bu ülkelerin pek çoğunda, 1952’lerdeki Mısır- Hür Subaylar Devrimi ve 60’lardaki Cezayir bağımsızlık savaşı ve Filistin’de yarım yüzyıldır süren kahramanca direniş hariç, herhangi bir hayatiyet emaresi görülmedi.. Bu coğrafyalardaki yoksul halk kitleleri veya zenginleştirilmiş olanları, birer zevk maymunları durumuna düşürülmüşlerdi..
*
TUNUS VE MISIR’DAKİ SOSYAL DEĞİŞİM TALEBLERİ, YAZIK Kİ, GADDAFÎ’NİN ZORBALIĞIYLA YÖN DEĞİŞTİRDİ..

Ama, bu 100 yılı aşkın uykusundan, uyuşukluğundan uyanıyor gibi, hele de arab toplumları..
Sözde siyasî istiklallerine kavuşturulmuş bulunan ve böylesine uyuş(turul)muş Tunus ve hele de Mısır’da yüzbinler Ocak ve Şubat 201’de harekete geçip de, tepelerindeki emperyalist kuklalarını yarım asrı aşan iktidar makamlarından beklenmedik bir hız ve tarz ile tarihin çöplüğüne fırlatıp atınca..
Ortaya çıkan tablo, diğer arab toplumlarının heyecanlanmasına, cesaretlenmesine uyanmasına, davranmasına vesile oldu..
Amma..
Özellikle de Libya’nın modern zamanlar Neronu rolüne soyunan 42 yıllık liderinin, kendi ülkesinde de ayağa kalkan kitleler üzerine, ağır silahlarla ve vargücüyle saldırmasından sonra; ortaya çıkan durum, domino taşları teorisinin tekrarlanacağını ve diğer bütün arab rejimlerini de yıkacak bir sonuç vereceği beklentisinin tersine, mayalarında diktatörlük bulunan o rejimlerin herbirisine de Gaddafî gibi direnmeleri gerektiğini telkın etti..
Nitekim bugün, Yemen’de Ali Abdullah Salih yüzbinlerin sivil direnişi şeklindeki qıyâmına teslim olmamakta ve 32 yıllık iktidarını terketmemekte ısrar ediyor.. Bahreyn’de Âl-i Halîfe ailesinin elindeki saltanat rejimi, varlığını, Suûd rejimi ve İran Körfezi’nin güneyindeki öteki şeyhliklerin gönderdiği askerî birlikleri halkının üzerine salarak korumaya çalışıyor.. (Yazık ki, Yûsuf el’Qardavî gibi kendi sahasında otorite sayılan ve amma Qatar Emiri’ne onyıllar boyunca verdiği hizmetin rolüyle, kapıkulu ulemâlığı zihniyetinden uzaklaşamadığını tescil ettirmek istercesine, Bahreyn’de ayaklanan halkı mezhebçilik yapmakla ve fitnecilikle suçlaması son derece düşündürücü.. Onun yaptığı mezhebçilikle suçlaması, kendisini de aynı noktaya düşürüyor.. Dahası, Qardavî, Bahreyn’deki halk kitlelerinin qıyâmını mezhebçilikle suçlarken; Suriye’de ise, iktidarın halkın büyük kesiminin mezhebine mensub olmayanların elinde olmasının kabul edilemezliğini söylemektedir.)
Ancak bu halk ayaklanmalarının/ halk patlamalarının herbirisinde ortaya çıkan durum, Libya’dakinden çok farklı..
Libya’da ilk gösteri ânında, ülkenin başkent Trablus dışında, hemen bütün şehirlerinde kontrolü eline geçiriveren halk kitleleri, düzensiz, organizasyonsuz, eğitimsiz ve hedefsiz olduklarını düşünemeden, sadece Gaddafî’ye karşı olmakta birleşmişlikten ibaret bir duygu ile, silahlı mücadeleye giriverdiler; 1992’lerde bazı müslüman grupların da Cezayir’deki laik diktatörlere karşı silahlı mücadeleye girişmesi gibi..
Halbuki, bu kitleler, kışlalardan ele geçirilen, dağıtılan- yağmalanan silahları nasıl kullanacaklarını dahi bilmiyorlardı.. Bu yüzdendir ki, Gaddafî rejimi, ilk afallama dönemini atlattıktan sonra, bu şehirlerin herbirisinin üzerine saldırınca, muhalif güçlerin, direnişçilerin güçsüzlüğü ortaya daha bir çıkıverdi, 1991 Baharı’ndaki Irak- Amerika Savaşı sonrasında olduğu gibi.. (1991 Baharı’ndaki Irak- Amerika Savaşı sırasında Saddam güçleri çok ağır darbeler yedikten sonra çekilmek zorunda kalıp ateş-kes talebinde bulunurken, Kuzey Irak’daki bir çok yerleşim merkezinden de çekilmek zorunda kalkmıştı.. Bu yerleşim birimlerinin başında da Kerkük geliyordu. Saddam ordusu, 250’yi aşkın tankı şehirde bırakıp kaçarken, şehre yıllarca İran’da bulunan Saddam muhaliflerinin savaşçı güçlerinden oluşan Bedir Tugayları ile ’peşmerge’ler giriyordu.. Saddam askerleri, bu güçlerin tanklara binip, kendilerini çöllerde kovalayacaklarının korkusu içindeyken, korkulan olmamış, hiç bir tank harekete geçmemişti..
Çünkü, bu güçler, tankların nasıl kullanılacağını bilmiyorlardı.. Ve Saddam güçleri bunu farkedince, geri döndüler ve o tanklara binerek, dağlara doğru kaçan güçler ardından giderek onları o dağlarda imha ve mahvetmişlerdi..)
Bugün Libya’da Gaddafî karşıtı direnişçilerin durumu da böyle.. Silahları yok veya var olan silahları da nasıl kullanacaklarını da bilmiyorlar.. Böyle olunca da, emperyalist güç odaklarıyla dirsek temasına girerek silah talebinde bulunuyorlar.. Yani, Gaddafî’nin yabancı -paralı askerler eliyle yapmak istediklerinin benzerini yapmaya çalışıyorlar.
Bu direnişçilerin Gaddafî’nin şahsına-ailesine karşı olmaktan başka bir hedefleri ortaya konulabilmiş değil.. Nasıl bir yönetim oluşturabileceklerine dair elle tutulur bir proğramları yok.. Ve teşkilatları /örgütleri, liderleri yok.. En bilinen liderleri Abdulcelîl, Gaddafî rejiminin yıllarca Adalet Bakanlığı vazifesinde bulunmuş bir isim..
Bu açıdan bakıldığında, Libya’daki halk kitlelerinin niye isyan ettiği bile anlaşılamadı. Çünkü, bu ülkede halk, diğer arab rejimlerine göre, maddî açıdan son derece geniş imkanlara sahib idi. Ve Gaddafî yönetimi, halkını, belki ’aç hürler toplumu’ olmaktan kurtarmıştı, amma, ’tok esirler- köleler’ durumuna getirmişti..
Şimdi.. Belirli bir protesto kültürüne bile sahib olmayan böyle bir sosyal bünyede, birden bire silahlı mücadeleye girişilmiş olması, Libya’daki Gaddafî karşıtlarının en büyük dezavantajı..
Bu durum, Gaddafî’ye, sivil kitleler üzerine ateş açan bir diktatör değil; isyan edip silahlı mücadeleye girenlere karşı ülkesinin sosyal düzenini korumaya çalışan bir lider görüntüsüne bürünmek fırsatını verdi..
Kezâ, Gaddafî’nin en beklenmiyen anlarda, materyalist-kapitalist emperyalizmin şeflerine, ’Benim kadr’u kıymetimi bilin, ben olmasam bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika İslamcı cereyanların eline geçer.. Biz olmazsak, Akdeniz’de yeniden Barbaros Hayreddin’ler, Osmanlılar haraç keser..’ diyebilmesi, onun her renge girebileceğinin, emperyalistlerle yeni muameleler yapabileceğinin bir habercisi.. Nitekim, son gelişmeler emperyalist güçlerin Gaddafî ile bir muameleye girdiklerinin pis kokularını veriyor..
Libya Buhranı’nın yarınlarda nasıl bir yön alacağını kestirmek zor..
Ama, şurası kesin olan şurasıdır ki Gaddafî, kendi halkının büyük bir kesimini, dünyanın gözleri önünde ap-açık bir şekilde silah kullanarak sindirmiş, zorla tahakküm eden birisi olduğunun en açık delillerini ortaya koymuştur..
Ama, daha da önemlisi, Gaddafî’nin kendi halkına silah kullanmak ve binlerce insanın öldürülmesi pahasına da olsa, iktidara tutunmasının, diğer bazı arab ülkelerinde de, ’dövüşe dövüşe, gerekirse halkla savaşarak iktidardan uzaklaşmak’ gibi bir usûlün benimsenmesine yol açtığını ortaya koymaktadır.. Nitekim, Gaddafî’nin bu gaddarca direnişi, Yemen rejimini de yüreklendirdi, Bahreyn ve Suriye rejimlerini de..
*
SURİYE ELBETTE ÇOK FARKLI BİR KONUMDA.. AMA, BU, DİKTA REJİMİNE BOYUN EĞMEYİ KABULLENMEYİ Mİ GETİRMELİDİR, BERABERİNDE?

Evet, hele de Suriye olanlar, Ortadoğu dengelerini daha bir derinden etkileyebilecek çapta.. Bu ülkede, 1970-2001 arasında kanlı bir Baasçı diktatörlük sürdürmüş olan General Hâfız Esed’in ölümünden sonra, yerine geçen oğlu Beşşâr Esed, her ne kadar babasına nisbetle çok mülayim bir yönetim tarzı takib etmiş olsa bile, 30 yıllık Baas diktatörlüğünün genel yönetim mekanizmasını kıramadığı için, bu ülke de bugünlerde aynı şekilde, ülke halkının derinden derine kaynadığını gösteren ve giderek yaygınlık kazanan qıyâmlarla çalkalanıyor..
Bu gibi yaygın hadiselerde elbette ki dış tahriklerin, uluslararası ve emperyalist fitne odaklarının etkisi olabilir. Ama, dış güçleri suçlamak, en etkili yöntemlerden birisi olduğu için, ortada atılan iddiaların sadece dış etkenlerle izahı da inandırıcı olmaktan uzaktır.
Üstelik, Suriye rejiminin, en çok da, Hizbullah’la anlaşamadığı için Hükûmet’ten düşürülen Sa’d Harirî’yi ve Lübnan’daki diğer Suriye karşıtı güçleri bu karışıklıkları çıkaran âmillerin başında göstermesinin, Harirî’ye sahib olmadığı bir gücü vermekten başka bir neticesi de olmayabilir.. Halbuki, Ortadoğu denkleminde siyonist İsrail rejimiyle henüz barış andlaşması imzalamamış olan ve bundan hep kaçınan Suriye’yi güç duruma düşürmek için bu rahatsızlıkları en çok tahrik edecek fitne odaklarının başında, herhalde siyonist İsrail rejiminin düşünülmesi gerekirdi..
Çünkü, Suriye’deki gelişmeleri en yakından ve endişe ile takib edenlerin başında, siyonist İsrail rejimi geliyor.. Bu rejim de, Beşşar Yönetiminin iç çatışma ve çelişkilerin artmasını istiyor; ama, Mısır’da olduğu gibi Suriye’de de, güçlü bir sosyal organizasyona sahib olan İkhvan-ul’Muslimîyn (Müslüman Kardeşler) Teşkilatı’nın güçlenmesini ve hele iktidara gelmesini hiç istemiyor.. Yani, hedef, Beşşar ve benzeri laik tiplerin iyice yıpranarak işbaşında kalması ve amma, İslamcı güçlerin iktidara gelmemesi..
Bölgenin etkin ülkelerinden İran ise, son üç-dört aydır Tunus, Mısır, Bahreyn, Libya ve Yemen’de meydana gelen bütün halk hareketlerini ’inqılab’ olarak selamlarken; Suriye’de giderek yaygınlaşan halk gösterilerini ise, emperyalist güçlerinin tahrik ve fitneleri olarak suçlamakta.. Yani, her güç odağı, sadece kendi durumunu, hedeflerini, stratejilerini hesab ederek değerlendirme yapıyor..
Tabiatiyle, bu arada, Hizbullah Lideri Hasan Nasrullah da siyonist İsrail rejimine karşı verdikleri mücadelede kendilerine en büyük desteği sağlayan Beşşar Esed rejimini destekliyor.. HAMAS’ın tavrı da Hizbullah’dan çok farklı sayılmaz.. Çünkü, bu mücadele örgütleri, Suriye’nin güçsüzleşmesinin Filistin ve Lübnan’daki mukavemetin zayıflamasına vesile olacağını biliyorlar.. Ancak, bu doğrular, Beşşar Yönetiminin, halkının üzerine silahlı güçlerle saldırmasının gerekçesi ma’zereti olabilir mi?
Bu durumda, müslümanlar nasıl bir tavır takınmalılar, sahi?
Tabiatiyle, karşı olduğumuz bütün iktidarların, rejimlerin herbirisinin bertaraf olmasını isteyebiliriz, ama, ’Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak’ deyiminde ifadesini bulan, evleviyet/ önceliklerin belirlemesini yapmanın gerekliliğini asla unutmamak şartiyle.. Çünkü, bu karışıklıkların hele de Mısır, Suriye ve Lübnan gibi, siyonist İsrail rejiminin işgali altındaki Filistin’le sınırdaş olan ülkelerde cereyan etmesinin, ister istemez, bu ülkeleri ve halklarını tamamen güçsüz hale getirecek bir noktaya düşürmemesine de dikkat edilmesi gerekliliğini de ortaya koymaktadır.. Evet, hele de bu ülkelerde mevcud iktidarlar gider ve yerine daha sağlıklı ve halkın iradesini yansıtan rejimler gelemiyecek olursa, bu durumdan azâmî derecede faydalanmak için, emperyalist güçler ve onların koruması altındaki siyonist İsrail rejimi, bütün iştahıyla pusuda beklemektedir..
O halde, ’zorba rejimler nasıl giderse gitsin ve yerine kim gelirse gelsin.. Daha kötüsü olamaz..’ demek, çaresizlik içinde kalmış olanlara ilk planda sevimli bile gelebilir; ama, mücadelelerinde, ’evleviyet’leri / öncelikleri belirlemeden yapılan değerlendirmeler, sonunda hüsranla neticelenebilir..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Ortadoğu derin çalkantılar içindeyken; Suûdî, İran ve Türkiye rejimleri rahat mı?

Ortadoğu derin çalkantılar içindeyken; Suûdî, İran ve Türkiye rejimleri rahat mı?

font_01.gif
font_02.gif
font_03.gif
font_04.gif





Bütün Ortadoğu coğrafyası, sadece ümid değil, dehşet de veren çalkantılar içinde..
Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye’deki rejimlerin, Tunus ve Mısır’daki diktatörler gibi gitmeyi bir türlü kabul etmiyeceklerinin işaretlerini vermek istercesine; itirazcıları silah kullanarak yüzlerce, binlerce insanı öldürmek gözü karalığı içinde sindirmeye çalışmaları bu çalkantıları daha bir derinleştiriyor..
Sadece Libya’da Gaddafî rejiminin ağır kuşatmasına ve saldırılarına karşı 1,5 aydır direnen Misrata şehrinde direnen sivil halktan geçen hafta ölenlerin 1 500’ü geçtiği belirtiliyor.. (Farz edelim ki, Gaddafî, emperyalist güçlerle uzlaşmaya varıp iktidarını sürdürme imkanını elde etse bile, kendi halkına karşı bu kadar alçakça cinayetler işledikten sonra, o mazlum kanı ve cinayetler üzerinde nasıl hükmedebilecektir, bu da ayrı bir konu..)

Suriye’de, 48 yıldır süren Sıkıyönetim uygulamasına 21 Nisan günü son verildiği halde, 22 Nisan Cuma günü, gösterilerde öldürülenlerin sayısının 70’i geçtiği bildiriliyor.. Beşşar Esed, ya yönetimindeki Baas kalıntılarına hâkim olamıyor; ya da, mülayemet içinde, mütebessim bir Hâfız Esed olduğunu, babasının çizgisini sürdürmekteki kararlılığını isbatlamaya çalışıyor.
Bahreyn ise, artık daha bir kapalı kutu, nelerin olup bittiği bilinmiyor.. Yemen’de yüzbinlerin, milyonların direnişi sürüyor, can kayıbları da.. Ve Ali Abdullah Salih ve rejimi de ayak diremesini de sürdürüyor..

Bu durumda, dışardan bakılınca, bu coğrafyada en rahat sayılan ülkelerin başında Suudî, İran ve Türkiye rejimlerinin olduğu şeklindeki iddialar doğru gibi kabul edilebilir.. Ama, gerçek sahiden de böyle mi?
Bundan da önce, Ortadoğu’daki bu gelişmeler içinde, emperyalizmin bir takım entrikalarının, manipulasyonlarının ve hedeflerinin olduğu, malûmu ilâm kabilinden, bilinenin tekrarı bir abes durum olsa gerek.. Çünkü, emperyalist güç olmak, her hadiseyi istediği gibi yönlendirmeye yetmezse bile, her mes’elede kendi görüşünü hâkim kılacak planlara sahib olmayı ve o yönde siyasetler izlemeyi gerekli kılmaktadır..
Bu açıdan, Ortadoğu’daki son gelişmelerin her merhalesinde, ister istemez, emperyalist güçler de yerlerini almışlardır..

Bununla, her hareketin emperyalist güçlere hamledilmesi alışkanlığının sürdürülmek istendiği sanılmasın.. Sadece şu var ki, dünyanın her bir yanındaki gelişmeleri takib etmeselerdi, o ülkelerdeki gelişmelerin fiilî veya muhtemel gelişmelerine karşı nasıl bir tavır takınılacağına dair ellerinde planları olmasaydı, zâten o güçler emperyalist olamazlardı..
Yani, bu tesbiti yapmak, onları mâzur göstermek ve emperyalistlerden korkulmasını davet etmek için değil, realiteyi beyan bâbındadır..

Müslümanların devletleri güçlü olduğu zaman da benzeri bir durum sözkonusu idi..
Polonya’da seçilecek kralın, Osmanlı’dan, İstanbul’dan verilecek işaretlere göre gerçekleştiği vakıası, çok değil, henüz 500 sene öncelerde idi..
Esir düşen Fransa Kralı’nın Osmanlı’dan yardım istemesi de aynı dönemlere aiddir..
İsveç Kralı Demirbaş Şarl’ın, 1709’da Poltava’da Rusya karşısında yenilince Osmanlı’ya sığınmasının üzerinden de henüz 300 yıl geçmekte..
Macar Kralı II. Ferenc Rákóczi’nin Avusturya’ya yenilmesinden sonra, önce Fransa'ya ve orada kendisini güvende hissetmeyince, Osmanlı’ya sığınıp, 1687 -1735 yılları arasında, hayatının sonuna kadar Tekirdağ'da yaşaması da aynı kabil örneklerdendir..

Avrupa siyasî çalkantılar içinde olduğu son 200-250 yıl içinde bile, Osmanlı, hâlâ da bir sığınma merkezi idi.. Bugün İstanbul’un Polonezköy’ünde yaşayan Polonyalılar da oraya turistik bir hevesle yerleşmiş değillerdi.. Nâzım Hikmetin büyük dedesi Mahmûd Celaleddin Paşa da, gerçekte, hemen bütün Avrupa’yı derinden sarsan 1848- devrim çalkantıları içinde Polonya’da yenilgiye uğrayıp Osmanlı’ya sığınan gruptan Alexander Borjensky isimli bir yüzbaşı idi ve Osmanlı’ya sığındıktan sonra müslüman da olmuş ve paşalık rütbesine kadar yükselmişti..
Bunlar birkaç örnektir; yoksa, daha pek çoğu da zikredilebilir..
Ayrıca bu örnekler buraya, geçmişle kuru kuruya öğünmek için değil, dünya siyasetinde güç merkezi olmanın tabiî neticelerine işaret için dercedilmiştir..
Buradan elbette, Osmanlı’nın da emperyalist siyasetler izlediği söylenebilir..

Ancaak, bu iddia, hem geçmiş asırlardaki ve hem de günümüzdeki emperyalizm örnekleri gözönüne alındığında; Osmanlı’nın emperyalistliğinin, en azından, diğerleriyle mukayese edilemiyecek derecede zayıf, düzensiz ve de hâkimiyeti altındaki halkları mutedil, adâletli bir yöntemle yönetmeleri ve o halkların dinleri, dilleri ve kültürlerine müdahale etmeyişleri açısından, dünya tarihinde emsaline az rastlanır bir cihangirlik örneği oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir.

Nitekim, bugünlerde, Yunan devlet televizyonunda gösterilen ve ismini, Yunan istiklal/ bağımsızlık savaşının başlangıç noktası olarak kabul edilen tarihten alan ‘1821’ isimli bir tv. dizisinde, yunan tarihçileri bile, Osmanlı yönetimine övgüler dizmekte, hem uzuuun asırlar boyunca, müslümanların hristiyan yunanlılara baskı uygulamadığı ve hele de ilk iki yüzyıl, oldukça zengin ve rahat bir şekilde yaşadıkları; asırlar hükmettikleri halde, hristiyan halkın mâbedlerine, kiliselerine asla dokunmadıkları bile hatırlatılmakta..
1821- Bağımsızlık Savaşı sırasında da, sivil halk kitlelerine zulmetmek sözkonusu edilecekse; asıl zulmü isyancı yunan silahlı- milis gruplarının müslüman halklara karşı uyguladığına örnekler vermekte ve bunun üzerine, yunan nasyonalist çevrelerinden ağır eleştiriler ve tepkiler almaktalar.. Ama, o dizinin tarihî danışmanları olan yunanlı tarihçiler, ‘Gerçek budur, bunu gizlememizi herhalde kimse isteyemez bizden ’ diye görüşlerinde ısrar etmektedirler..
(Hatırlayalım ki, 1913 yılında Osmanlı’nın elinden fiilen çıkıp, Lozan Andlaşması’yla da tamamen Yunanistan’a bırakılan Selanik şehri, 450 yıl boyunca müslümanların elinde kalmışken, hiç bir kilise ve sinagoga dokunulmamıştı.. Ve de bu şehir ve çevresinde yüzlerce mescid / câmi bulunmaktaydı.. Bugün ise, bu şehir ve çevresinde hemen hiç bir müslüman mâbedi ayakta bırakılmamıştır..)


Bu hatırlatmaları bir kenara yazıp, emperyalist güç odaklarının, dünyanın her bir yanındaki gelişmeler üzerine ve hele de müslüman coğrafyaları üzerinde derin planlar, projeler yapmalarını, emperyalist ve de güç sahibi olmanın kaçınılmaz bir gereği olarak görüp, asıl konumuza geçebiliriz.. Şöyle düşünelim ki, mesela Avrupa ve B.Amerika, büyük buhranlar içine düşsünler ve oralardaki sosyal hayatı yeniden düzenlemek ve sivil halk kitlelerinin can güvenliğini korumak adına, mesela İslam Konferansı Örgütü veya Asya Ülkeleri Ortak Savunma Gücü gibi bir takım kuruluşlar bir karar alıp, oralara asker gönderiyorlar..
Böyle bir durum, o ülkeler için ve mensub oldukları kültür ve medeniyet için nasıl bir zül teşkil ediyorsa; bugün müslüman coğrafyaları üzerindeki emperyalist odaklı düzenleme çabaları da aynı mahiyettetir..
*
Evet, Ortadoğu müslüman coğrafyaları içten içe kaynarken.. Bu ülkelerin herbirisinin iç ve mıntıkaî denge hesabları elbette olacaktır. Ama, dahası; emperyalist güç odaklarının herbirisinin gizli veya açık proje ve planları, entrikaları da vardır.
Esasen, Amerikan diplomatlarının Washington’a gizlice geçtikleri yazışmaları içeren –ve her ne kadar sağlıklı kabul edilemeseler bile- son zamanlarda açıklanan WikiLeaks Belgelerinde, ortaya dökülen sırlar, bu coğrafyadaki rejimlerin iç mekanizmalarında Amerikan emperyalizminin ne kadar etkin olduğunu da göstermektedir..

Suûdî rejiminin sâkin gözükmesi,
en katı uygulamaları din adına yapmasındandır..

Bu cümlerden olmak üzere, Arabistan coğrafyasının büyük bir kısmına tahakküm eden Suûdî rejiminin kendi içinde derin sancılar içinde olduğu açık ise de, bu rejimin aldığı en sert tedbirlerin din adına yapılması ve kellelerin kılıçlarla din adına uçurulmasında hiçbir sınır bulunmaması yüzünden; muhalefetin şekillenmesinin zorluğu, ayrı bir izaha yer bırakmıyor.

Siyonist İsrail rejimiyle de uzun zamandır B. Amerika kanalıyla gizli irtibatı bilinen Suûdî rejiminin başında bulunan 85 yaşlarındaki Suûd rejimi kralı Abdullah’ın sağlık durumunun iyi olmadığı biliniyor.. Kral Abdullah, Amerika’dan uzun süren bir tedaviden sonra nisbeten iyileşme tablosu gösteriyorsa da, o yaştaki bir kişinin liderliğinin kırılganlığı açıktır.
Aynı şekilde, bu krallığın veliahdı olan 75’lik Sultan bin Abdulaziz Âl-i Suûd’un da ağır hasta olduğu ve kendisini ziyarete gelenleri tanımadığı bildirilmekte.. Onun, veliahdiliğini yerine getiremiyecek bir durum ortaya çıkması halinde, Suûd Khanedanı içinde, sayıları 11 bini bulan şehzâdeler arasında bir yeni iktidar kavgasının yaşanacağı tahmin ediliyor..
Ayrıca, Suûd rejimi, İran’ı en büyük korku kaynağı olarak gördüğünden, iktidarda bulunan Âl-i Khalife Khandanı’nın mezhebî yapı bakımından küçük bir azlığı temsil etmesinin sürdürülebilmesi ümidiyle Bahreyne müdahale ediyor, bu sultanlıktaki zâlim kuklalarının iktidarını tehdid eden itirazcı kitleleri bastırmak için, yüzlerce müslümanı katlediyor..
Suûd rejimi,kendi içinde, vehhabîlik cereyanına karşı olan değişik İslamî cereyan ve mezhebleri kendisi için içten bir tehdid olarak görürken, Yemen, Körfez ülkeleri, (son zamanlarda İran’ın etkisine daha çok girmesinden rahatsız olunan) Irak ve Lübnan’da da bir şiî hilâli ile kuşatmakta olduğu gibi bir evhamı kendisine telkın eden emperyalist güçlerin etkisiyle vargücüyle silahlanıp, kendisini İran tehlikesine (!) karşı arab dünyasının ve hattâ sünnîliğin vurucu gücü gibi göstermek umudunu taşıyor..

Bu gelişmeler içinde dikkati çeken bir diğer nokta ise, siyonist İsrail rejimi başbakanı Netanyahu’nun görüşlerinin, Le Figaro’nun 20 Nisan tarihli sayısında, ‘Ortadoğu’da halkların demokratik iradesine göre şekillenecek yönetimlerin işbaşına gelmesi; yani, İsrail’in yenilgisi demektir..’ şeklinde açıklanmasıydı..
Mısır’daki ve diger arab diyarlarındaki hareketlerin Hizbullah ve HAMAS’ı da güçlendirdiği genel olarak kabul ediliyor.. Geçen hafta da, Kahire’deki son sosyal gelişmelerin tezgahlandığı Tahrîr Meydanı’nda göstericiler, İsrail bayrağını yaktılar.. Benyamin Netanyahu dehşete kapılmakta haksız mı?
Şimdi de, Mısır, İran’la 32 yıl aradan sonra yeniden elçilik açıyor ve Yeni Mısır’ın yeni Dışişleri Bakanı, ‘İran’ı Mısır’ın düşmanı olarak görmediklerini’ söyleyebiliyor, artık..

Türkiye, emniyet subapları olan bir yüksek gerilim çemberinde..

Türkiye ise, seçime 50 gün kala.. Daha bir ateşli, buhranlı bir döneme giriyor..
Halbuki, daha geçen haftaya kadar, ülkede bir seçim atmosferi bile hissedilmiyordu..
Şimdi ise, henüz oluşmayan o seçim atmosferini zehirleme çabaları gem’i azıya almış durumda..
Bunun, ilk planda, AK Parti’nin karşısında iktidar şansı bulamayan partilerin ve diğer güç odaklarının, AK Parti’yi normal seçim mücadelesi dışındaki yöntemlerle köşeye sıkıştırma çabası olarak değerlendirilmesi mümkün..
Konu herhangi bir tasarruf yetkisi olmadığı halde, suçlamalar önce Hükûmet’e ve AK Parti’ye yönlendirildi.. Çünkü, hele de seçim atmosferinde, ne kadar vurabilirlerse o kadar kârlı olabilirlerdi.. Maksad, ‘bunlar ülkeyi idare edemiyorlar, galiba..’ havası yayabilmek..
Ve, Ortadoğu’da yükselen ateşin Türkiye’ye de sirayet etmesi ihtimalini güçlendirmek..

BDP’nin yüzde 10 barajını aşamıyacağını bildiği için, bağımsız adaylarla seçimlere girmek kararı alması üzerine, adaylarının 12’sinin müracaatını Yüksek Seçim Kurulu, kanunî şartlara uygun olmadıkları gerekçesiyle reddedince..
Bu karar, BDP’ye ve ona tarafdar olan kürdlere karşı bir tavır olarak gösterilmek istendi..
Halbuki, BDP’nin gösterdiği veya desteklediği adaylar için toptan bir redd ve veto sözkonusu değildi.. Sadece, haklarında geçmişte bir takım mahkumiyet hükümleri bulunan Leylâ Zana, Hatib Dicle, Gülten Kışanak, Sabahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü, Salih Yıldız gibi isimler veto edilmişti.. Bu veto listesi açıklanır açıklanmaz, meydana gelen hadiseler, neredeyse bir ayaklanma denemesine dönüştürüleverdi.. YSK’nın bu kararlarının hukukî dayanakları ne kadar geçerliydi?
Konunun bu tarafına bakmak yerine, derhal tepki vermek yeğlendi.. Hattâ konuyu bilmeyen nice çevrelerce de..
Halbuki, henüz 15 sene öncelerde, Tayyîb Erdoğan okuduğu bir şiirin suç sayılıp, İst. Belediye Başkanlığı’ndan alınmasını gerektiren bir mahkûmiyet alınca, şimdi SYK’nun kararlarına karşı onbinlerle birlikte itiraz gösterilerine katılan niceleri ve de ülkenin yüksek tirajlı gazeteleri, Artık muhtar bile olamıyacak..’ diye keyif çatıyorlar, sevinçli başlıkları atıyorlardı.
Erdoğan’ın hapse gönderilişine kızgın olan büyük kitleler ise, sosyal hayatı alt-üst edecek veya özel veya umumî emvalı tahribe vesile olacak gösterilere kalkışmıyorlardı.. Aynı şekilde, bütün eski siyasî partilerin çöktüğü ve 3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde de, aynı YSK, iktidara geleceği neredeyse kesin olan AK Parti’nin Gen. Başk. Erdoğanın adaylığını ibtal etmiş ve toplumda en küçük bir sosyal karışıklık meydana gelmemiş ve AK Parti seçimi kazandıktan sonra ise, Siirt’teki seçimleri ibtal olununca, yeni kanunî düzenlemeleri takibe, Erdoğan Siirt’ten aday olmuş ve Meclis’e ancak 5 ay sonra girebilmişti.

Şimdi ise, YSK’nun kararları karşısında, müthiş bir tepki ortaya konuluyor, İstanbul ve Diyarbekir başta olmak üzere, bir çok yerde sabotaj, yangın ve diğer tahribatla birlikte sergilenen protesto gösterileri sahneleniyordu..

Daha ilginç olanı ise, Yargıtay ve Danıştay’dan vazifelendirilen seçkin ‘yüksek hâkimler (!)’den oluşan YSK’nun, toplumdan kopukluğu ve kararlarının kesin oluşu ve herhangi bir itiraz merciinin olmayışı durumunu, ‘astığım astık-kestiğim kestik’ anlayışına dönüştüren bir gelenek haline getirmişken, şimdi, ortaya çıkan dev protesto gösterileri üzerine korkuya kapılıp, görüşlerini 24 saat sonra düzeltmesi idi.. Nitekim, isimleri veto edilen kişilerin herbirisi, derhal mahkemelere müracaat ederek, eski hukukî sabıka ve mahkûmiyetlerinin seçilmelerine engel teşkil etmediği gibi kararlar alıp YSK’ya başvurdular ve YSK da, o vetoları kaldırıverdi.
Yurt dışındaki seçmen vatandaşların, bulundukları ülkelerdeki TC. temsilciliklerinde oy kullanması yönünde, hükûmet, ilgili ülkelerin hükûmetleriyle de anlaştığı halde, aynı YSK’nun, yurt dışında oy kullanılmasına izin vermediğini ve aldığı kararlar kesin olduğu için, kimsenin onlara dokunamadığını da hatırlayalım..

Ama, buradan asıl çıkarılması gereken mâna herhalde şu olmalıdır ki, YSK’daki yüksek hâkimler, sadece ülkedeki kanunî değişikliklerden habersiz değiller; dahası, kişilerin hukukî durumlarını, ‘e-devlet projesi’nden istifade ederek, bilgisayar ve internet aracılığıyla derhal anlayabilecek bir cevvaliyet ve maharetten de mahrumlar..
YSK,’nun o veto’larının ardında, Ergenekon veya diğer Derin Devlet oyunları yok mudur?
Bunu isbatlamak, iddia etmek kadar kolay değil..

Ancak, YSK’nın kararının sosyo-politik hayatı alt-üst eden kontrolsüz protesto ve tahrib hadiselerine zemin hazırlaması üzerine, 24 saat sonra nasıl geri adım atılması ve bu arada meydana gelen korkunç tahrib hadiselerinde uğranılan zararları kim ödeyecek?
Siyasetçi bedel öder, halk seçmez, mahkemelere çekilirler..
Ama, yargı yanlış yaptığında ne olacak? Yargıya da yargı yolu etkili şekilde açılmalıdır. Yoksa, bu gibi güç gösterileri daha çok tekrarlanır.
Bu gibi küçücük müdahalelerin bile, ülkeyi allak-bullak edecek gelişmeleri ortaya çıkarması şunu göstermektedir ki, Türkiye de, Ortadoğu’daki bütün rejimlerin ortak kaderini paylaşıyor ve zannedildiğinden de hassas ve zayıf bir durumdadır..
Hele de sessiz büyük kitleler bir kez harekete geçerse, onların nasıl durdurulacağını kestirmek mümkün olmayabilir..


Gelelim, İran’daki son büyük buhranlı duruma..

İran, iki yıl önce, 12 Haziran 2009 günü yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerden sonra bir türlü kendisine gelemedi..
Bu konuda yapılan değerlendirmeleri, bazı fanatik kişiler bazı kişilere dostluk ve düşmanlıkla izah etmeye kalkıştılar..
Halbuki, mesele, şahsî dostluklar veya karşıtlıklar değil, hemen bütün müslüman toplumları için bir laboratuar mesabesinde olan bu uygulamadan nasıl bir ders çıkarabileceği konusudur.
Evet, o seçimlerden sonra ortaya çıkan ve inqılabçı saflar arasında derin çatlaklıklara ve kopmalara vesile olan olumsuzluklar ve kırgınlıklar, aradan geçen iki yıla rağmen, hâlâ da giderilememiştir. Ayrıca, son 30 yıl boyunca İslam İnqılabı’nın hizmetinde bulunmuş binlerce seçkin inqılabçı insan hâlâ da zindanlarda..
Başta Hâşimî Refsencanî, CevÎdî-i Âmulî, İbrahîm Eminî gibi ‘âyetullah’ unvanlı ünlü isimler olmak üzere, yığınla seçkin şahsiyetler, iki yıldan beri hattâ, İnqılab Rehberi’nin kıldıracağı açıklanan Cum’a namazlarına bile katılmıyorlar..
Cuma namazları ki, siyasî hâkimiyeti temsil ediyor.. Bu durum, o kadar basite alınacak bir durum değil..
*
Rahmetli İmam Khomeynî’nin Sovyetler Birliği lideri Gorbaçev’e gönderdiği ünlü mesajı götüren seçkin ulemâdan Cevadî-i Âmulî, bir internet sitesinde 19 Nisan günü yayınlanan konuşmasında, ‘Niçin ve nasıl oldu da, halkın itiraz etmiyeceği bir İslamî yönetim modeli geliştiremedik’ diyordu.. Bu söz, söyleyeninin kimliği açısından ele alındığında, sıradan bir söz olarak görülemez.. (Bu arada belirtelim ki, işbu Cevâdî-i Âmulî, 22 Nisan günü kendisini ziyaret edip, ülkelerindeki gelişmeler hakkında bilgi aktaran Bahreynli bir heyete hitaben, (Muhsin Rızaî’nin ‘tabnak.ir’ sitesinde yer alan habere göre) yaptığı konuşmada, Bahreyn Sultanlığı’nı elinde bulunduran Âl-i Khalife ve Hicaz’da, Suûd Khanedanı’nı elinde bulunduran Âl-i Suûd’un (Suûd oğulları’nın) ‘kafir’ olduklarını’ dile getiriyordu..
Herkes, tekfir mekanizmasını tek taraflı olarak çalıştırırsa; tekfir edilenlerin de kendilerine ters yönde fetvâlar verecek nice kapıkulu ulemâsını bulmakta zorlanmıyacağını unutmayalım. Bununla, o tekfir edilenleri temize çıkarmak istediğimiz sanılmasın; ancak, ulemânın hüküm ifade eden bu gibi fetvalarının tarihimizde, İslam tarihinde faydadan çok zarar getirdiğini hatırlayalım..
Hatırlayalım ki, Yûsuf el’Qardavî de benzer bir tavırla, Gaddafî’nin öldürülmesi için fetvâ veriyordu, geçenlerde.. Gaddafî ve onun kapıkulu ulemâsı da, kendisine karşı ayaklanan büyük halk kitlelerini İslam’ın dışına çıkmış âsî ve bagîler olarak nitelendiriyor ve toptan imha / yok edilmelerinin şer’î bir gereklilik olduğunu dile getiriyordu.)
*
Refsencanî ise, durumun normalleşmesi için, iki yıl önce dile getirdiği şartların henüz de geçerliği olduğunu belirtiyordu..
Ki, bugünkü yüksek gerilim, iki sene önceki C.Başkanlığı seçimlerinde üstelik de Refsencanî aday bile değilken, Mahmûd Ahmedînejad’ın, cumhurbaşkanlığının güçlü adaylarından ve İmam Khomeynî zamanında ve 8 yıl süren İran-Irak Savaşı sırasında, 9 yıla yakın bir süre başbakanlık yapmış olan Mîr Huseyn Mûsevî ile bir tv. proğramında tartışırken, Mûsevî yerine, Refsencanî’ye ağır eleştiriler ve hattâ yolsuzluk yaptığına dair iddialar üzerine meydana gelmişti..
Ahmedînejad’ın bu sözleri, 30 yıl boyunca kimsenin eleştirmeye cesaret edemediği Refsencanî’nin ağır şekilde suçlanması, sıradan halk üzerinde, ‘yiğit adam, yürekli adam..’ gibi bir görüntü sergilemesine zemin hazırlamıştı..
Refsencanî ise, kendisine televizyondan yapılan o saldırılara cevab hakkını kullanmak için Rehber’den izin isteyen bir açık mektubu yayınlamış ve amma, o izin de çıkmamıştı.. Sadece, İnqılab Rehberi, seçimlerden sonraki ilk Cum’a Namazı hutbesinde Refsencanî için yapılan yolsuzluk suçlamalarını kabul edilemezliğini belirtmişti.. Ama, ona bağlılık adına hareket edenlerin o iddialarından henüz de elçekmedikleri görülüyor..
Seçimden sonraki diğer gelişmeler ise, mâlûm.. Seçimlerde yolsuzluk yapıldığı iddiası üzerine ise, İnqılab Rehberi, seçim hile ve yolsuzluğunu baştan reddetmiş ve sonra da bu yönde şikayetleri olanlar varsa, Şûrâ’y-ı Nigehbân’ı itiraz mercii olarak göstermişti.. Üyeleri, İnqılab Rehberi tarafından belirlenen Şûrâ’y-ı Nigehbân (İslam Cumhûriyetini Gözetleme Şûrâsı) da, seçim yolsuzluğu olmadığı hükmüne varmıştı, tabiatiyle..
Ama, ülke büyük çapta karışmış, çok sayıda ölümler meydana gelmişti..
Meydana gelen karışıklıklar, iki yıldır sürüyor..
Üstelik, yıllarca İslam İnqılabı’nın hizmetinde bulunanlar dâhil olmak üzere, binlerce insan, hâlâ da zindanlarda..
Rehber ve Ahmedînejad’a tarafdar olduklarını söyleyenler, Mîr Huseyn Mûsevî ve Mehdi Kerrubî gibi, inqılabın ilk 30 yılında kimsenin suçlamadığı isimleri, artık fitnenin başı’ (seran-ı fitne) olarak suçlamaktalar.. Ama, seçim sonrasındaki karışıklıklar yüzünden binlerce insan zindanlarda tutulurken, ‘fitne başları’ olarak nitelenen bu kişiler hakkında ev hapsinden ileriye bir tedbire başvurulmaması da ayrı bir ilginç nokta..
Anlaşılıyor ki, bu mülayim durum, Rehber’in emriyle oluyor..
Ama, kızgın tarafdarlar Kerrubî, Mûsevî ve Muhammed Khâtemî’nin idâm edilmesi için, Meclis’de bile gösteriler yapan kızgın m.vekillerinin görüntüleri bütün dünyaya yaansıyordu. Ve hattâ, onlar, safını düzeltmemesi halinde Refsencanî’nin de aynı şekilde bertaraf edilmesi gerektiğini dile getiriyorlardı..
Tabiatiyle, iki sene sonra yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçiminde Mûsevî, Kerrubî, Khâtemî ve onların çizgilerindeki kişilerin Şûrâ’y-ı Nigehbân tarafından veto edileceğine dair rivayetler, tahmin ve temenniler halinde sözkonusu ediliyor..
*
Ancak, bu kızgın tarafgirlik ve gösteriler içerdeki problemleri halletmeye yetmiyordu, tabiatiyle.. Hep, dikkatleri dış tehlikelere çekerek de nihayet, bir yere kadar varılabiliyordu..
Nitekim, geçtiğimiz hafta, -deyim yerindeyse-, davul patladı..
Gerçi, önceden de bir takım belirtiler vardı, ama, işte geçen hafta, artık ipler koptu..

İki sene önce.. Seçimlerden sonra, Ahmedînejad, aynı zamanda dünürü de olan İsfendiyar Meşaî’yi (bizdeki Başbakanlığa denk makam olan) C. Başkanlığı Birinci Yardımcılığı’na getiriyordu.. Ama, bu geniş bir tepki alıyor ve Rehber de bu vazifelendirmeden vazgeçmesini istiyordu, Ahmedînejad’dan..
O zaman, Ahmedînejad bir hafta kadar süren bir suskunluk direnişinden sonra nihayet, Rehber’in emrine uyuyor ve Meşaî’yi C. Başkanlığı I. Yardımcılığı’ndan alıyor ve amma, onu bu kez de, Cumhurbaşkanlığı Müşteşarlığı denilebilecek bir makama getiriyordu, yine de.. Yani, birilerine âdetâ nanik yaparcasına..

Bu arada, 6 yıldır Dışışleri Bakanlığı yapan Menuçehr Muttekî, birgün Afrika ülkelerinden Senegal’de resmî gezideyken, oldukça istiskal edici bir şekilde azlediliyor ve Senegal Cumhurbaşkanı’nın huzuruna Dışişleri Bakanı olarak giren Muttekî, sıradan birisi olarak çıkıyordu.. Ve onun niçin dönmesinin beklenmediği gibi suallere kimse tatmin edici bir cevab veremedi..
Rehber’in bu durumdan da rahatsız olduğunu söyleniyordu, ama, problem olmaması için müdahale etmediği ileri sürüldü..

Ve nihayet geçen hafta da, İstihbarat Bakanı (Huccet-ul’İslam unvanlı) M. Muslihî, kendi bakanlığındaki yardımcılarından birisini, C.Başkanı Ahmedînejad’a danışmadan azlettiği için, azledildi.. Ama, istifa görüntüsü altında..
Bu haber derhal, İran’ın resmî haber ajansı İRNA başta olmak bütün resmî yayın organlarından kamuoyuna ve dünyaya duyuruldu.. Ve arkasından ise, İnqılab Rehberi, derhal, Muslihî’nin vazifesine devam etmesini emreden bir hüküm yayınladı..
Ancak, bu hüküm, 24 saate yakın bir süre, resmî ajans bültenlerinde yer almadı..
Ahmedînejad ise, suskunluğunu koruyordu..
Bu yazının yazıldığı 22 Nisan gününe kadar da Ahmedînejad’ın bu konuda geri adım attığına ve Muslihî’yi makamına iade eden resmî yazıyı yazdığına dair hiçbir işaret vermedi..
Bu arada, bazı çevrelerde, Rehber’in böyle bir müdahale hakkının olup olmadığı sorgulanmaya başlandı.. Ama, İİC denemesinde yeri henüz tam olarak belirlenememiş olan Rehberlik ve Veli-yy-i Faqihlik, anayasanın da üstünde kabul edilmektedir..
*
Bu anlatılanlar elbette çok büyütülecek hadiseler olmayabilir, ama, çok hafife alınacak hadiseler de değildir ve Rehberlik makamı ile Cumhurbaşkanlığı makamının arasında açıkça dile getirilmeyen bir mücadelenin sürdüğüne işarettir..
Ve dahası, Ahmedînejad’a tarafdar olanlardan bazıları ise, asıl, kendilerinin Ahmedînejad’ı değil, onu derinden etkileyen İsfendiyar Meşaî’yi desteklediklerini belirtmekteydiler.. Onun kendine özgü bir çizgisinin olduğunu söyleyenler de az değildi..
Acaba, öyle miydi?
12 Haziran 2009’daki seçimler esnası ve sonrasında Mîr Huseyn Mûsevî, Mehdî Kerrubî, Muhammed Khatemî ve hattâ Hâşimî Refsencanî çizgisini en ağır ve hattâ hakarete varacak sözlerle suçlayan ve Keyhan gazetesinin başında İnqılab Rehberi’nin temsilcisi sıfatıyla bulunan Huseyn Şeriatmedarî, 19 Nisan günü yayınlanan ‘Asıl kimler azledilmeli?’ başlıklı başyazısında, Meşaî’nin, ‘Benim açımdan İslamcılık geçmiştir.. İslam mektebinden, ekolünden ziyade İran mektebinden, ekolünden söz etmeliyiz.. İsrail halkı bizim dostluğumuza mustehakdır.. Benim bu görüşlerimi kabul etmeyenlerin benim hükûmetimde yeri yoktur.. Benim için kişiler hakkındaki ölçü, benim emirlerime harfiyyen riayet edip etmemektir.. Her ne zaman istersem, Amerika, İngiltere, İsrail veya diğer ülkelere giderim ve her dış makamla veya ülke dışına kaçmış olan İranlılarla görüşürüm... Ve mesela, İstihbarat Bakanlığı’ndan birisi buna karşı çıkacak olursa, hemen azlederim..’ gibi görüşleri dile getirdiğini açıkça yazmış ve böyle birisini, Cumhurbaşkanı Ahmedînejad’ın bütün bunlara rağmen, hâlâ nasıl olup da koruduğundan şaşkınlık duyduğunu dile getirmiştir..
Ama, mes’elenin daha da ilginç tarafı şudur:
Cumhurbaşkanı Mahmûd Ahmedînejad’ın üçüncü bir dönem için aday olması kanûnen mümkün olmadığından, yerine Meşaî’yi veya kendisine sadakatle bağlı kimseleri aday göstermek isteyeceği iddia ve tahmin edilmektedir.. Ve İstihbarat Bakanlığı’nı bu yolda kendi önündeki en büyük engel olarak görmektedir..
Şimdi, Cumhurbaşkanı tarafından azledilen İstihbarat Bakanı Muslihî, İnqılab Rehberi’nin emriyle yerinde tutulurken; bu emrin kanunî formalitesi, Cumhurbaşkanı tarafından henüz de yerine getirilmiş değildir..
İnqılab Muhafızları Ordusu’nun savaş yıllarındaki başkomutanı olan Muhsin Rızaî ise, şimdilerde, İstihbarat teşkilatının bir Bakanlık olmaktan çıkarılıp, tıpkı İİC Radyo-Televizyon Kurumu gibi, doğrudan doğruya İnqılab Rehberi’ne bağlı ve sadece ona hesab veren bir teşkilat haline getirilmesini teklif etmekte..
Ortaya çıkan bu durum, çok sıradan bir durum olmayıp, yarınlarda nasıl bir şekil alacağını,
hele de, gelecek cumuhurbaşkanlığı seçimlerinde, aday gösterileceği düşünülen Meşaî’nin veto edilip edilmeyeceğini şimdiden kestirmek epeyce çetindir..

Bir de ‘Mehdeviyet inancı’ ve
‘zuhûrun yakın olduğu’ iddiası varki..

Bütün bunlara bir mehdeviyet inancının eklenmesi daha konuyu daha bir ilginç hale getirmiş bulunuyor.. ‘Mehdî’ beklentisi sadece İslam’ın hemen bütün mezheblerinde değil, ilahî kaynaklı önceki dinlerde ve hattâ hindulukda bile genel çerçevesiyle var olan bir inançtır..
Mehdi-y’i Muntezer/Beklenen Mehdi’ zuhûr edecek ve bütün müşküller hallolacak.. Ve hattâ, Mehdî’nin dünyayı hâlen de gaybûbet âleminden yönlendirdiğine de inanan mezhebler de vardır.
Ama, Mehdî inancının şiî müslümanlar arasındaki yeri daha bir ayrıdır.. Çünkü, İmamiye-i İsna- Aşeriyeyye /12 İmam- Caferiyye mezhebine göre, Mehdi, belirsiz bir kişi olmayıp, 12 asır öncelerde, 12. İmam olarak gelmiş belirli bir kişidir ve şimdi ise, ‘gaybubet-i kubrâ’ (büyük gaiblik) halindedir, yaşamaktadır ve zuhûr edecektir.
Ama, bu inancı kötüye kullanamak isteyen birçok kişi ve cereyanların varlığıyla da sık sık
karşılaşılmakta, kendisini İmam-ı Zaman (Mehdi) olarak niteleyen veya İmam-ı Zaman’ın naqibi, özel temsilcisi olarak niteleyen kimseler sık sık zuhûr etmekte ve İİC güvenlik güçleri, bunlarla bazen çok çetin mücadelelere girişmektedir..
Böyleyken, son zamanlarda hazırlanan ‘Zuhûr (yani, Mehdi’nin Zuhûru) yakındır..’ isimli bir filmin CD’leri İran’da ülke çapında milyonlar dağıtılmış bulunmakta ve avâm kesimi, Mehdi’nin zuhûrunun yaklaştığı iddiasıyla cezbedilmekte..
Bu konuda fısıltı gazetesi, o filmde sözkonusu edilen Şuayb bin Salih’in Ahmedînejad olduğunu yaymakta... Gerçi, Ahmedînejad,Ben ne zaman ve nerede Şuayb bin Salih benim dedim?’ diye bu iddiaları reddetmekteyse de, Ahmedînejad’ın, cumhurbaşkanı olarak, halk kitleleri karşısında sık sık Mehdi inancına sığındığı bilinen bir durum olup, hattâ geçtiğimiz aylarda, Tahran Cuma İmamlarından birisi, ‘Sn. Cumhurbaşkanı, meselelerin çözümünü Hz. Mehdi’ye havale etmeyi bırak da, mes’elelere şahsen çözüm üret..’ demek gereğini duymuştu.. Seçkin ulemâdan niceleri de, bu söylemleri, bir inancın, hurafelere kurban edilmesi olarak nitelemektedirler. Hattâ, Irak-Necef’deki büyük âyetullah Ali Sistanî bile bu konudaki rahatsızlığını resmen dile getirdi..
Halk kitleleri ise, geçmişteki hiçbir cumhurbaşkanının Mehdi inancını halk karşısında ve resmî sıfatıyla bu kadar güçlü olarak sözkonusu etmediğini söyleyerek, ona daha ayrı bir makam vermektedirler..
Ama, bu iddianın halk arasında bu derece güçlü sözkonusu edilmesinin, genç nesillerin İslam’dan uzaklaşmasına bile vesile olacağını ve Mehdi inancının günlük siyasî maksadlar için kullanılmasının tehlikelerine dair, seçkin ulemâdan da itirazlar gidereke yükseldikçe.. Filmin yapımcısı Ali Asgar Sicanî tutuklandı geçen hafta.. Ancak, bu filmi ülke çapında dağıtan gizli eller henüz de bulunamadı..
Ancak, bu dağıtımın hangi eller aracılığıyla yapıldığını bildiklerini söyleyenler de yok değil..

Selahaddin E. Çakırgil
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Suriye’deki hunharlığı anlamak kolay mı?

font_01.gif
font_02.gif
font_03.gif
font_04.gif




Önceki yazıda, Suriye’de, 48 yıldır süren Sıkıyönetim uygulamasına 21 Nisan günü son verildiği halde, 22 Nisan Cuma günü, gösterilerde öldürülenlerin sayısının 70’i geçtiği bildiriliyor.. Beşşar Esed, ya yönetimindeki Baas kalıntılarına hâkim olamıyor; ya da, mülayemet içinde, mütebessim bir Hâfız Esed olduğunu, babasının çizgisini sürdürmekteki kararlılığını isbatlamaya çalışıyor.’ denilerek durum anlatılmaya çalışılmıştı..
Bu cümlelerin içinden, insana, ilk planda, ‘kişi hem ülkenin güçlü cumhurbaşkanı olacak, hem de, emrindeki yönetim mekanizmasına söz geçiremiyecek, olacak şey mi?’ dedirtebilecek biraz zorlamalı bir izah şekli de çıkıyor gibiydi..
Ama, sözgelimi, Türkiye’de siyasî iktidarı 8 yıldır elinde bulunduran Tayyîb Erdoğan, başta yargı ve TSK olmak üzere, devletin birçok kurumlarının karşısında eli-kolu bağlı hale düşürülmüyor mu? Ergenekon ve benzeri yargılamalar için hazırlanan onbinlerce sahifelik iddianamelerde dile getirilenler de bu gizli mücadeleyi, Derin Devlet güçlerinin mücadelesini göstermiyor mu? Son olarak da Yüksek Seçim Kurulu’nun kararında olduğu üzere..
Suriye için de bu durum sözkonusu.. Orada 48 yıldır varolan sıkıyönetim ve de 40 yılı aşkın bir Baas diktatörlüğünün yönetim mekanizması, bütün tecrübesi, acımasızlığı ve entrikacılığıyla, henüz de işbaşında..
Bazı kanunları değiştirmekle, bu yapı değiştirilemiyor..
Unutmayalım ki, (arab kavmiyetçiliği + iştirakiyyun /sosyalizm) prensipleri üzerinde yükselen Baas (diriliş, rönesans) ideolojisi, hele 1968’lerden itibaren, hem Irak’ı ve hem Suriye’yi sadece ideolojik ve sosyal planda değil, politik ve askerî açıdan da derinden etkilemiş ve bu ülkelerin sosyo-politik bünyeleri, Baas partileri aracılığıyla, sindirme metodunu esas alan bir ‘korku imparatorluğu’ halinde örgütlenmişti.. Bu reim ve devlet örgütlenmelerini öyle bir kaç hamlede bertaraf etmek kolay değildir, hele de kanun düzenlerinde..
Diktatörlüklerdeyse, nisbeten kolaydır. Çünkü, her karşı çıkanı bertaraf edersin, olur-biter.
*
Bu yönteme, hele de Ortadoğu’daki toplumlarımız yabancı değillerdir... Çünkü, asırlarca Osmanlı saltanatının hâkimiyetinde yaşamışlardı. Saltanatın nasıl işlediği zâten mâlûm..
Osmanlı’nın hele de son çeyrek yüzyılında çok etkili olan İttihad-Terakkî hareketi ve ideolojisi ise, saltanatın da dışında bir diktatörlük uygulaması olup, daha sonra kemalist-laik T.C.’nin uygulamalarına da temel teşkil etmiştir..
Irak ve Suriye toplumlarındaki partileşme ve örgütlenme açısından ilginç bir model oluşturmuştu..
1950’li yılların ortasında Mişel Eflak, Ekrem Houranî ve Salâh Bitar gibi (sadece bu sonuncusu müslüman bir aileden gelen ve diğer ikisi ise, aile kökleri itibariyle de gayrimuslim olan) mütefekkirlerin, ideologların elinde şekillenen Baas ideolojisi ve partileri de, bu açıdan tipik bir diktatörlük örneğini oluşturmaktadır.
*
Saddam, dayısı General Hasan el’Bekr’in liderliğinde 1968’de yapılan Baas İhtilali’nin hemen ardından, Devrim Komuta Konseyi Başkanlığı’nı ve Irak’ın fiilî liderliğini; 1978’den itibaren ise, Irak Cumhurbaşkanlığı’nı da uhdesine alarak hukûken de ele geçirmişti..
Ancak, Irak ve Suriye arasında, Baas ideolojisi ve partisinin liderliği konusunda çok derin bir rekabet ve dahası, iki ülkenin hükûmetleri arasında bundan dolayı büyük bir düşmanlık vücuda gelmişti..
Irak’daki Saddam Huseyn ile Şam’daki General Hâfız Esed’den her ikisi de, liderliği karşı tarafa bırakmak istemiyordu..
İran’da İslam İnqılabı’nın gerçekleşmesi Saddam’a böyle bir fırsatı sunabilirdi. Hattâ, sadece Baas liderliğini değil, arab dünyasının liderliğini bile..
Çünkü, Kuzey Irak’daki Molla Mustafa Barzanî güçleri ve ona kısmen destek sağlayan İran karşısında 1972-73’lerde ’lerde oldukça güç duruma düşen ve 1975- Cezayir Andlaşması’nı imzalamak zorunda kalan Saddam, İslam İnqılabı yüzünden sosyal bünyesi ve askerî gücü alt-üst olmuş bir yeni İran’ı, kendisini toparlamaya fırsat bulamadan yere çalabileceği hayaline kapılmış, savaş planlarını yapmaya başlamıştı..
Böyle bir savaşta, kısa zamanda zafer elde edeceğini uman Saddam, 22 Eylûl 1980 günü savaşı başlattığında, İran yapa-yalnızdı..
Ancak, işte o demde, Saddam’ın arab dünyası liderliğine de oynadığını hisseden Hâfız Esed, bir anda İran’ın yanında yer alıverdi..
Belki de, Saddam’ın hiç beklemediği bir durum idi, bu..
Ve savaşın sonuna kadar da, Hâfız Esed, İran’ın yanından uzaklaşmadı.. Herhalde savaşın bu kadar uzun süreceğini ve o savaşın çıkmaza saplanmasıyla, aynı zamanda Baas ideolojisinin de çıkmaza saplanacağını Esed de düşünmemişti. Yoksa, temelde aynı ideolojiyi benimsediği ideolojisini korumak için, başka türlü de davranabilir, Saddam’a o kadar karşı çıkmayabilirdi..
İran İslam Cumhûriyeti ise, Esed’in o savaş sırasında, İran’ın yanında yer almak şeklindeki tercihiyle, Suriye aracılığıyla, Akdeniz’de bir çıkış kapısına kavuşuyor, uluslararası denizlerle irtibat kurmak imkanını elde ediyordu.
Bu kapı açılmasaydı, İİC herhalde çok daha sıkıntılı bir durumda olabilirdi.. Çünkü, İran Körfezi’nin güneyindeki rejimler, (Umman Sultanlığı ve o zaman henüz varolan Güney Yemen hariç) Suûdî ve diğer bütün emirlikler, şeyhliklerden ayrı olarak, Ürdün ve Mısır da Saddam’ın yanında alıyordu.. Hattâ, sadece diplomatik destek olarak değil, bizzat para desteği, askerî destek olarak da.. Bizzat Ürdün’ün o zamanki kralı Huseyn ile, Mısır lideri Husnî Mubarek’in, Saddam’la birlikte, İran-Irak Savaşı cebhelerine kadar gelip, İran tarafına yönelik topları bizzat ateşledikleri haber filmlerini hatırlayabiliriz.. Hattâ, İslam İnqılabı’nın başından itibaren kendisine büyük krediler açtığı FKÖ lideri Yâsir Arafat da, onların safında yer tutmaktaydı..
İşte öyle bir Ortadoğu’da, Hâfız Esed’in Saddam’la olan liderlik yarışından İran İslam Cumhuriyeti’nin faydalanması o şartlarda küçümsenmiyecek bir avantajdı.. Çünkü, Gaddafî de, bazen İran’ın yanında yer alıyordu, bazen de Saddam’ın yanında..
Elbette Hâfız Esed Suriyesi, İran’a yakın durmasının karşılığını da başta ucuz veya beleş petrol olmak üzere, büyük malî yardımlar ve destekler şeklinde de gördü.. Esasen, Esed’in o zamanlar Ortadoğu’da, poker masasına elleri boş ve en elverişsiz şartlarla oturan ve masadan hep kazançlı çıkan bir oyuncu olarak nitelendiğini de hatırlayalım..
(Bu arada, Esed’in ülkesinde nasıl korkunç bir diktatörlük kurduğu bilinmeyen bir şey değildi..
Bu vesileyle, 1980 Şubatında, henüz İran-Irak Savaşı başlamamışken bile, İran İslam İnqılabı’nın birinci yıldönümü kutlamalarına katılmak üzere, 8-10 kişilik bir davetli hey’etiyle birlikte gittiğimizde, Tahran’da, Meclis binasında yapılan bir toplantıda, Suriye Vakıflar Nâzırı (Bakanı), Esed’i yere göğe sığdıramayan bir övgü konuşması yaptığında, bu satırların sahibinin, ‘Esad’a ölüm!’ cümlesini arabca olarak yükseltmesiyle, o Bakan konuşmasını yapamaz hale geldiğini; sonra da, Suriye Başmüftüsü Şeyh Keftarû’nun yanımıza gelip, yarım türkçesiyle, Hâfız Esed’i yanlış tanıdığımız konusunda bizim grubu irşada, aydınlatmaya çalışmasını hatırlatmalıyım..)
Hâfız Esed’in, İran’a düşmanca duygular besleyen bir Saddam’ın karşısında, İİC’ne yakın durmasını, onun Suriye’de yüzde 10 kadarlık bir halk tabanı olan Nusayrî alevîliğine mensub olmasıyla izah edenler de daima olmuştur.. Halbuki, ne Saddam sünnî bir toplum içinden gelse bile sünnî idi; ne de Hâfız Esed, alevî.. Bu iki lider de, Baas ideolojisi içinde öylesine erimişlerdi ki, gözleri başka bir şey görmüyordu.. Yani, Hâfız Esed’in o günkü şartlarda İran’ı desteklemesi de, anlatmaya çalıştığımız üzere, stratejik zarûretlerden kaynaklanıyordu..

‘Hama Faciası’ bugün bütün Suriye’de tekrarlanırken..

Bu arada, İran İslam İnqılabı’nın gerçekleşmesiyle, birçok müslüman toplumunda olduğu gibi, Filistin ve Lübnan’da, siyonist İsrail’e karşı verilen mücadelenin daha bir İslamlaşmasına ve bu mücadelelerin ancak İslamî temeller üzerinde verilirse semereli olabileceğine dair kanaatleri daha bir pekiştirmişti.. Bu kanaatle, Lübnan ve Filistin’deki İslamî grupların mücadelesi daha bir yükseliyordu. Lübnan’da başlangıçta Emel, sonra İslamî Emel ve daha sonra Hizbullah olarak örgütlenen İslamî direnişin de, İslamî İran’la direkt irtibat kurması ve Ortadoğu’da yeni bir güç merkezi olarak yükselmesi de aynı gelişmenin bir diğer tarafı idi..
Hâfız Esed’in de, yıllarca süren istikrarsızlık döneminden sonra, disiplinli bir yönetim kurmasıyla, başta Suriye’nin buğday ve su anbarı olarak bilinen ve 1967 Haziranı’ndaki 6 Gün Savaşı’ndan beri siyonist İsrail rejiminin işgalinde bulunan Golan Tepeleri’ni kurtarmaya kenetlenmesi bekleniyordu, halk tarafından.. Bölgedeki gelişmeler, ülkesinin işgal altında bulunan topraklarını kurtarmakta ona yardımcı olabilirdi..
Ama, Baas ideolojisine bağlılığın gereği olarak, Hâfız Esed ise, kendi ülkesindeki en küçük kıpırdanmaları ezmek için teyakkuz halinde bulunuyor ve bu da içte, kendi rejimine karşı tepkileri de şiddetlendiriyordu.. Nitekim, İran’da İslam İnqılabı’nın gerçekleşmesinden 6 ay kadar sonra, Haziran-1979’da, Haleb Topçu Okulu’na yapılan bir kanlı baskında, çoğu Hâfız Esed’in taifesine mensub olduğu söylenen 60 kadar öğrenci ve subay öldürülmüştü.. Bu baskını yapanlar, kendilerini ’İkhvan-ul’Muslimiyn / Müslüman Kardeşler’e yakın bir çizgideki kimseler olarak niteliyorlardı.. Her ne kadar, İkhvan, genel çizgi olarak, böyle kanlı mücadelelere uzak duruyor idiyse de.. Ancak, Suriye İkhvanı içindeki Said Havva Grubu, bu gibi silahlı mücadelelere de çok karşı gözükmüyordu.. Haleb Topçu Okulu’na yapılan o baskından sonra, Hâfız Esed, daha bir korkuya kapılmış ve her küçük kıpırdanışı bile kanlı bir şekilde bastırmayı bir siyaset ve hükûmet etme metodu olarak benimsemiş ve
ülke çapında bir ’müslüman avı’nı başlatmıştı, artık..
Bu mücadele, tabiatiyle, mukabil direnişi de ortaya çıkarıyor, özellikle İkhvan-ul’Muslimîyn / Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın Suriye kolu’nun gizli öncülüğünde şekillenen bir derin muhalefet gelişiyordu..
Nitekim, 1982 yılının Şubat ayı başında, Hama şehri, büyük bir ayaklanmaya sahne oluyordu.. Hama, Haleb’den 120 km. kadar güneyde, Humus’un da 80 km. kadar kuzeyinde, halkları mütedeyyin olan bu iki şehrin arasında yer alıyordu..
Bu şehirdeki İslamî grupların, T.C.’deki kemalist -laisizmin ceberrutluğunu hatırlatan Baas rejimine besledikleri husûmet tabiatiyle zirvedeydi..
Ancak, Hama’da, bir gece sabaha karşı halkı minarelerden cihada çağıranlar kimlerdi?
Bu husus, bugüne kadar da net olarak ortaya çıkarılamamıştır..
Beyinlerinden ziyade, duygularıyla hareket eden bir kısım taşkın heyecanlı ve saf kimseler mi girişmişlerdi bu işe? Yoksa, orada mevcud bir gerilimi, hazırlıksız olunan bir anda ortaya çıkartıp, etkisizleştirmek taktiği mi devreye sokulmuştu?
Ayrıca, bu ayaklanma teşebbüsünden ne Haleb’in haberi olmuştu, ne de Humus’un..
Ve sonunda, Hama, Hâfız Esed’in kardeşi Rif’at Esed komutasındaki bir ordu tarafından kuşatılmıştı.. Her türlü ulaşım imkanı ve yolu kapalı idi..
Dünya sessiz kalmıştı..
Dışarıya doğru dürüst bir haber sızmamıştı.. Günlerce de irtibat kurulamayıp, sonrasında ise, harabeye dönmüş bir şehir ve binlerce -bazı rakamlara göre, 20 bin kadar- insanın öldürüldüğü bir korkunç katliâm tablosu çıkmıştı..
Bu cinayetin üzerine çok şeyler söylendi..
Özellikle de, İslamî İran çok suçlandı, ’Esed’le niçin işbirliği yapıyor?’ diye..
Caferiliğin, Nusayrîliği şia içinde kabul etmediği bilindiği halde, İİC’nin Hama konosunda sessiz kalmasını bir ’şiî dayanışması’ olarak gösterenler bile oldu..
Ki, ünlü Said Havva da bunlardan birisiydi ve 1984’de Bağdad’da Saddam rejimi tarafından tertiblenen bir konferans’da da Saddam’a hitaben yaptığı övücü konuşmada, Saddam’ın İslam’ın geleceği için bir büyük ümid olduğunu bile telaffuz etmiş ve İmam Khomeynî’yi ağır şekilde suçlamıştı.. Ve hattâ, Said Havva, İran’a heyetler gönderen Sultan Abdulhamid’i bile, ’şiîleri adam yerine koyduğu için’ suçlamıştı, o konuşmasında..
Ve amma, Hama Ayaklanması’nı, İkhvan Umumî Murşidliği’nden habersiz ve izinsiz tertibleyip yönlendirdiği gerekçesiyle, Said Havva, daha sonra İkhvan’dan tard olunacak, atılacaktı. Ama, o tard da, sadece o kadarla kalmış ve iç hesablaşma daha derine götürülmemiş ve Hama’lı 20 bin kadar müslüman insan katledilmekle kalmıştı..
İran’dan ise, konuyu bu satırların sahibinin bizzat müzakere ettiği isimlerden bazıları (bu inqılab mahkemelerinin başyargıcı merhûm Sâdıq Khalhalî gibiler) ise, Hama’daki ayaklanmayı gerçekleştirenleri Amerikan emperyalizminin oyunu ve, İslamî İran’la Hâfız Esed’i birbirinden uzaklaştırarak, Saddam’ın elini daha da güçlendirmeye yönelik bir taktik olarak değerlendiriyorlardı.
Bu görüşler konuya İran tarafından bakmıyanlar için pek doyurucu bulunmuyordu, ama, Saddam ordusunun İran sınırlarından yüzlerce km. içerlerde olduğu, o korkunç savaş açısından bakılınca, tablo ortaya daha başka türlü çıkıyordu..
*
Ama, hatırlayalım ki, Hama Faciası’ndan 5 ay kadar sonra, siyonist İsrail rejimi güçleri Beyrut’a kadar ilerliyor ve bu arada Sabra ve Şetila isimli Filistin kamplarında, siyonist İsrail gözcülüğünde, hristiyan falanjistlerince gerçekleştirilen ve binlerce Filistinlinin katledildiği büyük katliâm ise, evet, her bir müslümanın yüreğini dağlıyordu. Ama, müslüman kamuoyunun ilgisi, Hama Faciası için hiç de aynı çapta olmuyordu.. Hattâ, nicelerince yok sayılıyordu.. Bu durum, bugün de tekrarlanıyor..
Müslüman toplumlardaki son kıpırdanışlar sırasında yüzlerce, binlerce sivil müslüman insan, kadın, çocuk, savunmasız ihtiyar katlediliyor, amma, ciddî bir ses yükselmiyor.. Halbuki, İsrail rejimi müslümanlara saldırdığı zaman büyük tepkiler hiç değilse sesli olarak yükseliyor. Âdetâ, ’Biz birbirimizi öldürebiliriz, kimse karışamaz..’ mesajı verircesine..
Maksadımız, ’Bu hassasiyet de olmasın..’ değil, elbette..
Ama, savunmasız müslüman halklar, bizzat kendi başlarındaki ve kendi içlerindeki zâlimler ve kaatiller tarafından öldürülürken sessiz kalmak, bir bakıma, iç düşmanların ve kaatillerin kabulü mânasına da gelmekte değil midir?
Oğul Beşşar Esed, sırf ’babasının oğlu’ olduğu için suçlanamaz elbette; ama, ya, maskesini çıkarıp, ’Ben de oyum!..’ derse..

1970-2001 yılları arasında, 30 yılı aşkın bir süre Suriye’ye tahakküm eden ve kan kusturan Hâfız Esed ölmeden, yerine oğlunu hazırlıyordu.. Ama, oğlu bir kazada ölüverince, o zamana kadar siyasetle pek ilgilenmeyen ve İngiltere’de tıb okuyup göz doktorluğu yapan küçük oğul Beşşar Esed, Baas Partisi’nin elindeki göstermelik Suriye Meclisi’nce, babasının yerine getirildi..
Baba Esed zamanında Türkiye’yle ilişkileri hep soğuk cereyan etmiş ve hattâ, Öcalan’ın ve diğer PKK lider kardosunun Suriye’de saklandığının kesinlik kazanmasından sonra, neredeyse iki iki ülkenin savaşın eşiğine bile geldiği 1998’lerdeki hava, Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve Hâfız Esed’in ölümüyle dağılmış ve yeni bir dönem başlamıştı.. Özellikle, Beşşar Esed ile Tayyîb Erdoğan arasındaki şahsî dostluk, bu münasebetlerin gelişmesinde çok etlili oldu ve iki ülke arasındaki vize uygulamasının kalkmasıyla, 400 yıl birlikte yaşayan ve 80 yıldır birbirinden koparılan-kopan iki halk yeniden kaynaştı..
Bunlar güzel gelişmelerdi..
Ve bu arada, arab dünyasında son 4 aydır devam eden sosyal yangınların Suriye’ye bulaşmıyabileceği de sanılıyordu.. Ama, bir ay kadar önce, Suriye’nin Ürdün sınırındaki Der’a kasabasında başlayan hadiseler, kısa sürede bütün ülkeyi bir yangın yerine çevirmiş bulunuyor..
Ama, Türkiye ile Suriye arasında oldukça yakın ilişkiler kuruldu.. Hele Erdoğan ve Beşşar Esed’in arasınadki şahsî dostluğun da bunda ayrı bir rolü vardı..
*
Ve amma, bugün, Suriye’de öyle korkunç kanlı hadiseler oluyor ki, doğrusu bu kadarı beklenmiyordu..
Üstelik, Libya’da olduğu gibi, Suriye’de de, güvenlik güçleriyle silahlı çatışmalara girilmesi, işi çığırından çıkarmışa benziyor.. Halbuki, Tunus, Mısır ve (şu âna kadar da ) Yemen’de, güvenlik güçleri silah kullanmış olsa bile, direnişçiler, güvenlik güçleriyle, silahlı mücadeleye girmediler ve büyük çapta başarı elde ettiler..
Silahlı mücadeleye girilen yerlerde ise, egemen rejim güçlerinin, düzenli orduların müdahalesi tabloyu çok kanlı hale getiriyor ve üstelik, bu gibi durumlardan istifade etmek isteyen karanlık güçlerin manipulasyonları da kolay oluyor..
Bu açıdan bakıldığında,
Suriye’deki kanlı iç-savaşı anlamanın o kadar kolay olmadığı ortada..
Der’a denilen kasaba, Ürdün sınırında..
O yörede, Ürdün veya Suûdî kaynaklı ve kendilerini selefî olarak niteleyen vehhabî eğilimli ve silahlı mücadeleye hevesli kimselerin varlığı biliniyor.. Ve orada da, tıpkı 1982’deki Hama Faciası’nda olduğu üzere, minarelerden ahaliye cihad çağrıları yapılması ve kimlerin açtığının bilinmediği ateşler ve halktan ve askerlerden yığınla insanların ölmesi, gerçekten de kimin işi?
Rejimin, Baba Esed’den kalma kanlı sindirme metodu mu hortladı, yoksa...
Yoksa..
Geçmişteki korkunç cinayetlerin intikamını almak hıncı içinde olanların tahrik ve tertibleri mi sözkonusu..
Ya da, Suriye’yi terörist devlet olarak niteleyen emperyalist çevrelerin baş eğdirme zorlaması mı ve ayrıca, kendisiyle barış andlaşması imzalamayan siyonist İsral rejiminin ajanları mı, devrede?
Ya da, bölgedeki diğer rejimlerin, hele de birbirleriyle devamlı ihtilaf halinde olmalarıyla meşhur olan arab rejimlerinin etkileri mi?
Hele bir de, İsrail rejimine karşı mücadele veren Hizbullah ve HAMAS gibi etkili mücadele teşkilatlarının da, Suriye’deki Beşşar Esed iktidarının değişikliğini istemediği biliniyor..
Ayrıca, bir İkhvan’ın güçlenmesi sözkonusu olacaksa, bunu İsrail rejiminin de istemiyeceği, bir ayrı konu..
Nitekim, Suûdî ulemâsından birisi, Şeyh Salih el’Lahidân’ın 24 Nisan günü yayınladığı bir bildiri ile, Suriye rejimi aleyhinde çok ağır ifadeler kullanıp, bu rejimin çökertilmesini istediği bildiriliyor.. İİC’de muteber internet sitelerinden ’tabnak.ir’in ’El’Âlem’ isimli ajanstan aktardığına göre, bu kişi, ’Bir toplumun fitnelerden kurtarılıp sağlıklı bir yapıya kavuşturulması için, Mâlikî mezhebine göre, gerekirse, toplumun üçte biri bile fedâ edilebilir. Umarız ki, Suriye halkı, üçte birinin öldürülürmesini de gerektirmeden, bu rejimden kurtulur..’ denilmekteydi..
Ki, arab rejimlerinin birbiriyle dostlukları, bir karikatür gibidir, hemen daima..Arab liderleri sağ elleriyle ve mütebessim çehprelerle birbirleriyle samimî şekilde tokalaşırken, arkalarında tuttukları sol ellerinde ise, birbirlerine saplamak üzere hançerleri hazırda tutulmaktadır..
İnsan, yine de hayret ediyor..
Babasının o gaddar çizgisinden sonra, 10 yılı aşkın zamandır, ülkesini güler yüzle ve yumuşaklıkla yönetmiş olan Beşşar Esed’in, son bir ay içinde ortaya çıkan karışıklar üzerine, kanlı bir bastırma yöntemini tercih etmesiyle ’babasının oğlu’ olduğunu gösterdiği kanaati, onun ve Suriye’nin hayrına mı olacaktır? Diyelim ki, bu kanlı iç-savaş, mevcud rejimin devamı gibi bir netice verse bile; kendi halkını o kadar acımasızca katleden bir rejimin başındaki kişi olarak, o ülkeyi ve o halkı bundan sonra nasıl yönetebilecektir?
Şu anda gözüken o ki, halkın taleblerine kulak verecek bir tip olarak gözüken Beşşar’ı dinlemeyen bir Suriye ordusu ve de Baas Partisi’nin diktacı milis güçleri ve tasfiye olmamak için her entrikayı tezgahlayabilecek olan kemikleşmiş yönetici, bürokratik kadroları ve Suriye Derin Devleti, bu iç-savaşı daha da tırmandırmak isteyecektir..
Bu konuda, Türkiye Başbakanı Tayyîb Erdoğan da sıkıntılı bir duruma düşmüş bulunmakta.. Çünkü, hem halkın taleblerinin yanında, ve hem de Beşşar’a güveniyor..
İran makamları ve medyası ise, diğer bütün arab ülkelerindeki sosyal hareketleri ’inqılab hareketleri’ olarak selamlarken; Suriye’deki direnişçileri, Amerikan emperyalizminin ve siyonizmin kuklaları olarak niteliyor.. Ki, bu tesbit, bütün halk için söylenemese bile, o gibi şeytanî güçlerin de devrede olabileceğini ayrıca söylemeye bile gerek bile yok..
Öte yandan, Amerikan yönetiminden, Suriye’de halka karşı silahla sindirme yöntemlerine başvurulması üzerine, müdahale planları yapmakta olduğuna dair haberler geliyor ki, bu da durumun ne kadar karmaşık olduğunu daha bir ortaya koyuyor..
Tekrar edelim ki, ya, Beşşar, babası Hâfız Esed’in hunharlığını, onun oğlu olarak devam ettirmek kararlılığıyla, yüzündeki maskeyi çıkarıp, asıl çehresini ortaya koyuyor.. Ya da, Türkiye’de Erdoğan Hükûmeti’nin bütün çabalarına rağmen, TSK, Yargı ve diğer bazı Derin Devlet kurumlarınına, bürokratik oligarşiye hâkim olmakta henüz de tam başarı sağlayamamış olması misali, bir durum sözkonusu.. Ki, 40 yıllık Baas rejiminin, bizdeki kemalist-laik rejimin despotik reflekslerinden uzak olmadığını da en başta gözönünde bulundurmak gerekiyor..

’Arab Baharı’nın Tunus’da nasıl başladığını biliyor muyuz?

Bu sosyal hadiselerin nasıl şekillendiğini ve nasıl bir seyir takib ettiğini anlamak için, ’arab baharı’nın başlangıcı sayılan Tunus’daki ayaklanmanın son ipuçlarına bakmakta fayda var..
Ortadoğu'yu hâlâ da kasıp kavuran halk hareketlerinin, sosyal yangınların fitili, hatırlanacağı üzere, 17 Aralık 2010'da, kendisini niçin yaktığı tam olarak anlaşılamıyan ve Muhammed Buazizî isimli bir seyyar meyva satıcısının, 17 Aralık 2010’da, Sidi Buizid (Seyyid Bayezid) isimli küçük bir kasabada, bir kadınn zabıta memuru tarafından pazarda, halkın içinde tokatlanmayı gururuna yediremediği için yaktığı ileri sürülmesi ve sonra da ölmesi üzerine ateşlenmişti..
İddiaya göre, polisler, zabıta memurları Pazar ehlinden devamlı rüşvet ve meyva vs. alıyorlar ve karşı çıkanlar da baskı görüyorlardı. Muhammed Buazizî de bunlardan birisiydi..
Babaları olmayan sekiz kişilik bir ailenin geçimini sağlayan 26 yaşındaki Buazizî, Fadiye Hamdi isimli kadın zabıta memuru tarafından pazar ortasında dövülmüş, aşağılanmıştı..
Buazizî ağlamış ve şikayet etmek için bir yetkili bulamayınca, protesto kabilinden kendisini yakacağını etrafına söylemişti.. 4 Ocak 2011 günü vefat eden Buazizî’nin kızkardeşi de fakirlik ve ihtiyaçdan dolayı değil; gururu kırıldığı için, o durumu protesto etmek için öyle yaptığını söylemekte esasen..
Sidi Buzid' kasabasında meydana gelen o protesto eylemi ve Buazizî’nin binlerce kişinin katılımıyla yapılan cenaze törenine aid viedo görüntüleri internetlere düşünce, zabıta memuru Fadiye Hamdi tutuklandı, ama, artık cin şişeden çıkmıştı..
Evet, meselenin özü buydu..
Ve Muhammed’in bedenini yakan alevler, sonra bütün arab dünyanını ateşe attı..
*
Ama, şaşırtıcı bir gelişme oldu ve üstelik de Zeyn-el’Âbidîn bin Ali’nin rejiminin çökmesinden sonra, Fadiye Hamdi bu yeni rejimde yapılan bir muhakemesi sonunda, geçen hafta beraet etti ve 4 ay kaldığı zindan tahliye edildi.. Fadiye Hamdi, "Bir günah keçisi haline getirildim. Ona (Bouazizî’ye) hiç vurmadım. Bu imkansız çünkü ben bir kadınım. Öncelikle, kadınların erkeklere vurmasının yasak olduğu bir arab toplumunda yaşıyorum. Sadece tezgahındaki birkaç muz ve biberi almıştım..’ diyor..
Ne dersiniz?
Bazen, çok büyük sosyal hadiseler bile, bir küçük kıvılcımla ateşlenmiş olabiliyor..
Çok fazla şişirilen bir balonun bir iğne ucuyla patlayıvermesi gibi, arab toplumlarındaki diktatörlük rejimleri de birer -ikişer patlıyor veya derin iç- savaşlara dönüşüyor..
Temenni ediyoruz ki, zulüm düzenleri ve zâlimler bertaraf olsunlar ve mazlum ve mustaz’af kitleler bu hadiseleri en az zararla atlatsınlar..
Ama, ödenen bedeller ne kadar ağır olursa, elde edilen neticelerin kıymeti de o kadar artıyor..
*
OHA!.. (çok affedersiniz..)

25 Nisan günü , CHP lideri Kılıçdaroğlu Zonguldak’ta seçim konuşması yaparken, her zaman söyleyegeldiği, ’Adam mısın, adamsan çık karşıma..’ gibi Tophane ağzı laflar arasında, kontrolünü yitirmiş; Tayyîb Erdoğan için, ağıza alınmayacak en ağır hakaretlerden, birisini onun annesine hakaretle bitecek şekilde söylemek üzereyken, cümlenin yarısından sonrasını kesmiş ve ’Gerisini söylemiyeyim, siz anlayın..’ diyerek sırıtmıştır..
İnsan, bir seviye bile ifade etmiyen bu kadar çukur beyanlar karşısında ne diyeceğini şaşırıyor.. Erdoğan’ın, kendisine, ’Anamı ağlattın..’ diyen bir kişiye, (yanlış bir tepki verip) ’Ananı da al git..’ demesini yıllardır unutmayan medyanın, bugün, Kılıçdaroğlu’nun bu sözü karşısında büyük çapta sessiz kalmasını nasıl anlamalıyız?
80 öncesi anarşi yıllarında, duvarlara yazılan CHP yazıları, muhalifler tarafından OHA şekline dönüştürülürdü..
O yazıları hatırladım, nedense..

Selahaddin E. Çakırgil
 

ıtri

Üye
Katılım
30 Ağu 2009
Mesajlar
1,235
Tepkime puanı
153
Puanları
0
Yaş
37
Konum
Ankara
Elmadan armut düşecek hali yok.
Esat gibi diktatörden böyle bir oğul olur.
Halka yabancı yönetim..
"halka hizmetkar" değilde "baas partisi bağlılarına" hizmetkar.
Ama inşaallah devrilecek.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
“Usâme bin Laden öldü mü / Acun (âlem) ıssız kaldı mı?”

“Usâme bin Laden öldü mü / Acun (âlem) ıssız kaldı mı?” Kişiler ölür, zihniyetleri devam eder
font_01.gif
font_02.gif
font_03.gif
font_04.gif





Eski türk masallarından birinin kahramanı olan Alp Er Tunga üzerine yazılmış bir destan, ne olduğunu pek anlamadığımız halde bize okutulurdu, ortamekteb sıralarında..
’Alp Er Tunga öldü mü, / Acun ıssız kaldı mı, / Felek öcün aldı mı, / Şimdi yürek yırtulur..
Felek fırsat gözetti, / Gizli tuzak uzattı, / Beğler beğin azıttı, / Kaçsa nasıl kurtulur..’
*
Usâme bin Laden’in öldürüldüğü haberi ulaşınca, aklıma hemen Alp Er Tunga Destanı’nın mısraları geliverdi.. (Hemen ekleyelim, bütün yabancı metinlerde, bu isim, ’Usâme bin Laden’ şeklinde geçtiği ve başta durumlarda yabancı kelimeler ingilizce yazılışa göre aktarıldığı halde, hattâ İslamî dikkatleri olduğu kabul edilen yayınlarda bile, yersiz bir manipulasyonla hemen, ’Bin Ladin’ şekline dönüştürülüyor.. Halbuki, ikisi arasındaki fark, çok derin.. Laden, çam cinsi bir ağaç iken, Ladin denildiğinde ise, zihinlerde dini yok, din karşıtı gibi bir mânayı da çağrıştırabiliyor.. O halde, tekrarlayalım; ’Bin Ladin’ değil, Bin Laden..)
*
Zihinlerimiz bu günlerde, genelde Ortadoğu’yu kasıp kavuran ’Arab Baharı’nın gelişmeleriyle meşguldü..
4 ay önce başlayıp, Tunus ve Mısır’daki 25-30 yıllık diktatörlük rejimlerinin devrilmesiyle sonuçlanan; Yemen’de de yüzbinlerin 32 yıllık Ali Abdullah Salih rejimini derinden derine sarstığı, Cezayir’de de kitlelerin ayaklanmasının elinin kulakta olmasına vesile olduğu bu ’bahar’ın; sonunda Libya, Bahreyn ve Suriye’de nasıl korkunç bir kan dökücülüğe ve iç savaş boğuşmasına dönüştüğünün ızdırabını yaşarken..
Ve Gaddafî’nin kendi halkına karşı dinmek bilmeyen cinayetleri binleri yutarken, sonunda, kendi oğlunun da NATO saldırıları sırasında ölüm haberi geliyordu..
Halbuki, o saldırıdan birkaç saat önce, Gaddafî, NATO’ya, pazarlık kapılarını açmaya çalışıyor ve kendisi iktidarda kalmak şartıyle, herşeyi müzakere edebileceğini ve Libya petrolü üzerinde de gerekli düzenlemeler yapabileceğini bildiriyordu..
Suriye’de ise, başta güneydeki Der’a şehri olmak üzere, hemen heryerdeki protestoculara, göstericilere tankla, topla, keskin nişancılarca saldırıp, yüzlerce insanı katlediliyor ve Beşşar Esed’in, babasından genlerine intikal eden kaniçiciliğin sevkıyle hareket ettiğini göstermek istercesine, Baas rejiminin Derin Devleti eliyle, Suriye halkına kan kusturuyorken..
*
Evet, zihnimiz bu konularla meşgulken, Amerikan Başkanı Barack Hussein Obama’nın 2 Mayıs sabahı yaptığı açıklamayla dünya gündemi değişiverdi, bir anda..
Çünkü, Obama’nın söylediğine göre, Usâme bin Laden öldürülmüştü..
Obama, son aylarda gerçekleştirilen istihbarat çalışmaları sonucunda Usâme bin Laden'in yerinin nokta olarak belirlendiğini ve kendisinin talimâtıyla gerçekleştirilen bir operasyon sonucu Pakistan'da ölü olarak ele geçirildiğini, "Adalet yerini buldu" diyerek açıklıyor ve onun cesedinin de ellerinde olduğunu belirtiyordu.
Obama, ayrıca, ’B. Amerika, İslam’la savaş halinde değil ve asla da olmayacak..’ da diyordu.
İnanalım mı?
Bu söz hiç inandırıcı gelmiyor..
Çünkü, Obama, Bir kere daha söylüyorum. Bizim problemimiz İslam’la değil.. Başkan Bush’un dediği gibi, bizim mücadelemiz İslam’a karşı değil, teröre karşı.. Bin Laden İslamî bir lider değil!.’ derken sözünün temelini selefi olan USA başkanı’na, Bush’a dayandırıyordu..
Evet, G. W. Bush da gerçi öyle sözler söylemişti, ama, kendi saldırılarının yeni bir Haçlı Savaşı olduğunu da açıkça beyan etmişti; 11 Eylûl 2001’in devrisi günlerde.. ‘Haçlı Seferleri’nin ise, 1095-1270 yılları arasında, 900 yıl öncelerde, müslüman coğrafyasının kalbini nasıl virâneye çevirdiğini tekrara gerek yok.. Ve şimdi tekrarlanan da, gerçekten oydu.
Unutalım mı?
*
ÖLDÜRÜLDÜ MÜ, YOKSA BU DA BİR BAŞKA KURGU MU?

Evet, Usâme bin Laden’in artık öldürüldüğü bildiriliyor, emperyalist dünya sevince garkoluyordu.. Ama, Pakistan resmî makamları da Usâme Bin Laden’in öldürüldüğünü teyid ederken; Pakistan Talibânı ise, Amerika’nın iddiasını yalanlıyor ve Bin Laden’in hayatta olduğunu iddia ediyordu..
Verilen haberlere inanmak açısından Talibân’ı Obama’ya tercih ederdim, amma, iddianın yalan çıkması halinde, sadece önümüzdeki seçimlerde bu gelişmelerden istifade edeceği tahmin olunan Obama’nın değil, bütünüyle Amerikan emperyalizminin ne duruma düşeceği düşünüldüğünde, o öldürülme haberinin doğru olmaması ihtimali, büyük bir risk taşıyacağından, zayıf bir ihtimal olsa gerek..
Gerçi, fotoğraflar üzerinde oynama yapıldığı iddiaları da ilgi çekici.. Çünkü, Bin Laden’e aid olduğu söylenen ve alnından vurulmuş kafa ve yüz fotoğrafı, bu ihtimali güçlendiriyor.. Çünkü, 10 yıl önceki fotoğraflarında siyah olan sakal, daha sonra ağarmış iken, dünyaya yayınlanan bu resimlerde, sakalının siyah olması ilginçti.. (Sakalın boyanmış olması ihtimali de mevcud elbette..)

DNA testiyle cesedin Bin Laden’e aid olduğunun belirlenmesi mümkün.. Ancak, o laboratuar bulgularının sıhhatinin bile şüphe götürür tarafı daima olacaktır..
Öte yandan, bazı Amerikan makamları Bin Laden’in cesedinin ellerinde olduğunu söylerken, diğer bazı Amerikan makamları da, cesedin Suûdî rejimince kabul edilmemesi üzerine, İslamî usûllere riayet edilerek denizin dibine gömüldüğünden haber veriyor..
Amerikalıların da böyle bir ’kemalist’ yöntemi takib etmesi, ilginç..
Evet, şaşırmayalım.. Bu, ilginç bir ve korkunç bir kemalist metoddur..
1925 Şubatı’nda Diyarbekir ve çevresinde meydana gelen büyük qıyâm esnâsında yakalanıp idâm terimi kullanılarak kanun adına diye öldürülen Şeyh Said’in mezarının gizlenmesi ve keza 1937’de, Dersim’de Seyyid Rıza liderliğindeki isyanın onbinlerce sivil insanın da katledilerek bastırılmasını takiben, Seyyid Rıza ve oğlu da yine idâm denilerek, kanun adına öldürülmekle kalmamış ve cesedleri yakılarak yokedilmiş ve geride bir mezar bile bırakılmamıştı..
Bu kemalist yöntemin, Said-i Nursî’nin 24 Mart 1960’da ölümünden iki ay sonralarda, ona da uygulandığını; cesedinin, 27 Mayıs darbecilerince Urfa’da kısa sürede bir ziyaretgâha dönüşen mezarından çıkarılıp uçakla bilinmeyen bilinmeyen bir yere, -bir iddiaya göre Tuz Gölü’ne ve bir diğer iddiaya göre de Akdeniz’e-atılmış olduğunu (ve o cinayeti işletenlerin başında bulunan Alpaslan Türkeş’in de bu sırrı ifşa etmeden dünyadan ayrıldığını) hatırlayalım..
1950-60 arası 10 yıl iktidarda kalan Başvekil Adnan Menderes ile Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdî Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın, 1961’de İmralı Adası’nda yine hukuk adına öldürülmelerinden sonra, cenazelerinin ailelerine verilmeyip, kemiklerinin bile ancak 30 yıl sonra izin verilmesi de yine aynı kemalist mütegallibe zihniyetinin yansıması idi..

Emperyalistlerin, hele de müslüman coğrafyalarındaki ziyaretgâh haline gelen mezarların fonksiyonunun gücünü kestirmekte kemalist metodlardan ders aldıkları görülmektedir.. Ki, ayrıca, Amerikan emperyalizminin Irak’ı işgalinden sonraki yıllar boyunca çekilen korkunç cinayet ve acılar, Saddam Huseyn’in bile yüzünü ağartacak bir dereceye geldiğinden, onun doğum yeri olan Tikrit’teki mezarının da bugün bir ziyaretgâha dönüştürüldüğü biliniyor..
Şimdi de; Usâme bin Laden’in mezarının bir ziyaret ve manevî güç yüklemesi yapılan bir yer haline gelmesini önlemek için, geride bir iz bırakılmamaya çalışılıyor..
*
BÜTÜN BU KORKUNÇ EYLEMLERİ SAHİDEN DE BİN LADEN Mİ YAPTIRMIŞTI?

Usâme bin Laden, gerçekten de kendisine yöneltilen o korkunç 11 Eylûl 2001 ile, ondan öncesi ve sonrasındaki nice kanlı eylemleri gerçekten de yaptıran kişi midir?
Usame bin Laden, İslam’ı temsil etmediği gibi, elbette ki bir bütün olarak müslümanları da temsil etmiyordu... Ama, müslümanların kahramanlığını benimsediğimiz gibi, yanlışlarını da kabullenmemiz ve sorumluluğumuzu düşünmemiz gerekir.. Çünkü, bir kişi, kendisini İslam’a ve müslümanlara nisbet ediyorsa, onun olumlu-olumsuz herşeyi bizim de hânemize yazılır..
*
Ama, 11 Eylûl 2001 tarihinde, New York’daki İkiz Kuleler denilen Dünya Ticaret Merkezi’ne, yani kapitalist emperyalizmin en büyük sembolüne ve Washington’daki Pentagon’a (USA Sav. Bakanlığı ve Genelkurmay -Ortak Kurmay- Başkanlığı’na), yani Amerikan militarizminin, askerî gücünün en büyük sembolü olan bir mekâna yapılan saldırıların aslî faili olarak gösterilen Usâme’nin o saldırı ile direkt bağı ve bağlantısı kesin olarak ortaya konulamamış olsa bile, o eylem ona ve örgütüne nisbet olundu..
O korkunç saldırılarda 3 binden fazla sivil insan alevler içinde kavrulmuştu.
Onun İslam adına kabullenilebilecek bir tarafının olup olmadığının cevabını her müslüman vicdanında rahatlıkla verebilir..
Amerikan emperyalizmi, o saldırı ile hiçbir ilgisini ortaya koyamadığı halde, bütün bir Afganistan’ı hedef aldı ve işgal etti ve Sovyet Rusya İmparatorluğu’nun 14 yıl süren işgalinde zâten daha bir harabeye dönmüş olan fakir Afganistan’ı cezalandırmaya kalkıştı, ’ölüyü bir daha öldürdük’ dercesine..
Amerika ve NATO, 11 Eylûl 2001 Saldırıları’nın hayalî bir suçlusu olan Usâme’yi cezalandırmak adına bütün Afgan halkını eziyor, 10 yıldır her türlü mel’aneti işliyor..
Onunla da yetinmeyip, Saddam Irakı’nı da, hem kitlesel imha silahı ürettiği ve hem de El’Qaide ile işbirliği yaptığı gerekçesiyle işgal etti ve iki milyona yakın sivil insan bu korkunç işgal sırasında öldürüldü ve hâlen de öldürülüyor..
Bütün bu korkunç cinayetler ve insanlık suçları ’misilleme’ diye gösterilerek işlenmişti..
Halbuki, misilleme, adı üstünde, bir saldırıya, aynı cinsten , aynı seviyede karşılık vermektir..
Ama, burada, saldıran taraf belli değil diye, ’asimetrik bir savaş’ var diye, o saldırganı sakladığı varsayılan bütün bir ülke ve onmilyanlarca sivil insan da cezalandırılıyor ve böyle bir misilleme anlayışı da ’asimetrik savaş’ın sonucu olarak gösteriliyordu..

O acaib ve mantıken çarpık olan misillemeleri yapan Amerikan emperyalizmi ve müttefikleri, şimdi, Bin Laden’in öldürülmesi üzerine, Bin Laden’in lideri olduğu kabul edilen ’El’Qaide’nin de benzer bir misillemede bulunacağından korkuyor..

Böyle bir mukabil saldırı olur mu, olmaz mı; kestirmek zor..
Çünkü, geçmişte, faili mechul, bilinmeyen birçok büyük eylemler de ’El’Qaide’ye mal edildi..
Bunların belli-başlılarını şöyle bir hatırlayacak olursak...

1993: Somali’nin başkenti Mogadişu’da 18 Amerikan askeri öldürüldü.
Kasım 1995: Suûdî rejiminin başkenti Riyad’da 5 Amerikan askerinin ölümüne yol açan kamyonla bombalama...
Kasım 1995: Pakistan’daki Mısır Büyükelçiliği bombalandı, 17 kişinin öldü.
Haziran 1996: Suûdî Arabistan’ın Hobar kentinde 19 Amerikan askerinin ölümüne yol açan patlama..
7 Ağustos 1998: Amerikan askerlerinin, 1991’deki Irak-Amerika Savaşı’nda, Amerikan askerlerinin müslüman coğrafyalarına girişinin sekizinci yıldönümünde Kenya’nın başkenti Nairobi ve Tanzanya’nın başkenti Dâr-us’Selâm’daki Amerikan elçilik binaları aynı günde havaya uçuruldu, toplam 260 kişi öldü, binlerce kişi de yaralandı..
20 Ağustos 1998: Amerikan emperyalizmi, o saldırılara karşılık olmak üzere, Sudan’da kimyasal silahlar üretildiği iddia olunan ve amma, sadece sıradan bir ilaç fabrikası olduğu anlaşılan bir tesisi ve Afganistan’daki El’Qaide eğitim kamplarını bombaladı. Usâme bin Laden’in yakalanması için 5 milyon dolar ödül kondu.
El’Qaide örgütünün isminin dünyaca daha bir tanınmasına vesile olan asıl büyük eylem ise, 11 Eylûl 2001 Saldırıları idi.. Ki, yukarıda işaret olundu...
15 Kasım 2003’de İstanbul’da, 60’a, 7 Temmuz 2005’de Londra’da yine 60’a yakın, 11 Mart 2004’de Madrid’de 200’e yakın insanın ölümüyle sonuçlanan büyük terör eylemleri de ’El’Qaide’ye mal edildi..
Bunlar gerçekten de ’El’Qaide’ tarafından mı gerçekleştirildi, yoksa, bu kadar büyük bir yaygın ve herkes hemen her eylem fraksiyonunun kendisini nisbet etmesi açısından bu kadar yaygın bir teşkilat olduğu için mi, ’El’Qaide suçlandı; bunları kestirmek zor..
Şimdi, Usâme bin Laden’in öldürüldüğü iddia olunduğuna göre, o örgüt çökertilmiş olacak mıdır?
Yoksa, daha geniş misillemelerde mi bulunacaktır?
Ve esasen, Bin Laden’in yardımcısı olan Mısır’lı Dr. Eymen ez’Zevahirî’nin de Bin Laden’den geri kalır tarafı yoktu.. Ve bunca yıllar boyunca, bu örgütte daha pek çok beyinler yetişmiş olmalı..
Çünkü bu örgütün ve imkanlarının , daha doğrusu Bin Laden’in milyarlarca dolar olarak ifade edilen malvarlığının bu çalışmaları yürütmeye yeteceği tahmin edilmekte..

’EL BEBEK- GÜL BEBEK’ BİR GENÇLİK DÖNEMİ..

Dünya kamuoyunun daha çok, elindeki kalaşnikofu ve diğer magazin boyutuyla tanıdığı Bin Laden, 1957de Suûdî rejiminin başkenti Riyad’da Filistin kökenli bir ailenin çocuğu olarak doğmuştu.. Babası Muhammed bin Laden, Ortadoğu’nun en büyük müteahhidlerinden biri olmuştu. Ve Bush Ailesi’yle de büyü milyarlık yatırımları vardı..
Usâme bin Laden, bütün kardeşleri gibi, hep Suûdî prensleriyle birlikte büyüdü, aynı okullarda okudu.
Bin Laden, zengin ailesinin kanatları altında, Avrupa ve Amerika’da yıllarca okuyup yaşadıktan sonra, ideallerini gerçekleştirecek yeni bir dünya aramaya başladı ve Afganistan’da komünist işgale karşı verilen ’cihad’a katıldı.. Elinde bol imkanlar vardı.. Esasen, kapitalist ve komünist emperyalizmleri arasındaki Soğuk Savaş yıllarında, Sovyetler’in tökezletilmesi için, Afgan mücahidlerine olabildiğince yardım yapan Amerika, her istediği silah karşılığını hemen ödeyen ve yardım dilenmeyen bir Bin Laden’le tanışmıştı..
Ve dikkatleri çekmişti..
Ama, Bin Laden henüz çok genç ve tecrübesiz idi.. Filistin’li Abdullah Azzâm, Afgan cihadında organize edici bir şahsiyet olarak en göze batan isimdi ve cihad teşkilatları arasındaki ihtilafları gidermek için çırpınırken.. Dişliler arasında kaldı ve sonra..
Bin Laden, ondan sonra daha başına buyruk kaldı ve kendi grubunu oluşturdu ve cihad teşkilatları arasındaki savaşlar şiddetlenince, Talibân’la işbirliğine girişti.. Talibân’ın lideri Molla Ömer’le akrabalık kurdu, onun kızını alarak.. Ve Bin Laden’in, 300 milyon dolarla 5 milyar dolar arasında değişen servetinin her ikisi de, Afganistan için oldukça büyük bir kaynak teşkil ediyordu..
Usâme, Arab ülkeleri ve Afganistan’ı ’lidersiz ülkeler’ ve kendisini de ’ülkesiz bir lider’ olarak görüyor ve mücadelesiyle, bütün bu ülkelerin liderliğine oynuyor gibi bir görüntü veriyordu..
Usâme Bin Laden, Afganistan’da binlerce ’mücahid’e komuta ettiği o dönemi, "İki yılda cephede yaşadıklarımı, başka yerde 100 yılda yaşayamazdım" diye anlatır. Hatırlayalım ki, kapitalist emperyalizmin emrindeki dünya medyası, bütün Afgan mücahidleri gibi Bin Laden’i de o zamanlar "özgürlük savaşçısı" olarak adlandırıyordu.
Ve, Bin Laden gibi binlercesi de , 1979'dan itibaren Afgan Savaşı sırasında, Sovyetler’e ve Afganistan’daki yerli / kukla komünist rejimin güçlerine karşı savaşırken, Amerikan istihbaratınca da, "Afganistan'daki en iyi savaşçılar" olarak övülüyordu.
Daha sonra ise, Bin Laden, kontrol edilemez bir duruma gelip namluyu Amerikan emperyalizmine de çevirince, terörist ilan ediliverecekti, tabiatiyle..

"İNANCIMI KORUMAK TERÖRİSTLİKSE, BUNDAN ONUR DUYARIM!"

1980-88 arasında İran İslam Cumhuriyeti’ni yere sermek için, hemen bütün arab rejimleri ve, Amerika ve Sovyet Rusya dahil, bütün emperyalist güçlerin, tam desteğine sahib olan Irak lideri Saddam, Ağustos-1990 başında da Kuveyt’i işgal ve ilhak edince, artık düşman olarak görülmeye başlanmıştı ve Suûdî rejimi, Saddam’ın kendisine de saldırabileceğinin korkusuyla sınırlarının korunmasını Amerika’dan istemeye hazırlanıyordu.. Usâme bin Laden, o zaman, bu vazifenin kendisine verilmesini istedi. Kral Fahd bu çağrıya kulak asmadı ve Amerikan askerlerini çağırdı.
Usâme bin Laden’le Suûdî arasındaki ipler böylece tamamiyle koptu.. Ve Afganistan'a döndü.. Bir ara, Sudan’a da gitti, büyük yatırımlara girişti.. Bu arada, müslüman coğrafyalarındaki kukla rejimlere ve onların perde arkasındaki efendilerine karşı mücadeleyi de sürdürmeye çalışıyordu..

Nitekim, Londra'da arabça yayınlanan El’Quds-el’Arabî gazetesinde 23 Şubat 1998'de, Şeyh Usâme bin Muhammed Bin Laden, Mısır Cihad örgütü lideri Eymen ez’ Zevahirî, Mısır İslamî Cihad örgütü lideri Ebu Yâsir Rifaî, Pakistan Cemiyet-ul’Ulemâ yöneticisi Şeyh Mîr Hamza ve Bangladeş Cihad Hareketi lideri Fazl’ur’Rahman’ın, ’Dünya İslam Cephesi’ adı altında ortaklaşa yazdıkları bir fetva yayınlandı. Fetvada, "Mescid-i Aqsâ ve Mekke’yi işgalden kurtarmak ve ordularını İslam topraklarından söküp atmak için, Amerikalıları ve onların müttefiklerini, hangi ülkede mümkünse orada öldürmek, her Müslüman için farzdır." deniliyordu.
Böylece, Mekke’yi de ’işgal altında’ nitelemek sûretiyle, Suûdî rejimi de, Amerikan emperyalizmi gibi, hedefe oturtulmuştu.. Ama, adı artık, mücahidlikden teröristliğe kaymıştı..
Bin Laden, 1996'da bir röportajında, "İnancımı korumak teröristlikse, bundan onur duyarım" demiş ve eklemişti "Asıl yüzbinlerce Iraklı çocuğun ölümü, Filistinlilere yapılanlardır, terörizm".
Bin Laden'in, mücadalesine tahsis ettiği ve yüzmilyonlarca, hattâ milyarlaca doları bulduğu söylenen serveti ve radikal İslamî gruplar ile bağlantısını daha da güçlendirmiş olabilir..




YAKÎNEN BİLİNMEYEN BİR KİMSEDEN, EMPERYALİSTLERİN HATIRI İÇİN
NEFRET ETMEK VE ONUN KATLİNE SEVİNMEK, BİR MÜSLÜMANA YAKIŞIR MI?

Tekrar edelim, Usâme bin Laden’in öldürülmüş olması mümkündür..
Her yaptığını tasvib etmesek bile, sırf emperyalistler söyle istiyor diye veya onların hoşuna gidecek şekilde, Bin Laden’i suçlamanın hiç bir müslümana şeref kazandırmayacağı açıktır.
Onun niyeti doğru olabilir, ama, çaresizlik içinde başka çıkar yol bulamadığı için, mecburî tek istikametli bir yolu tercih etmiş olabilir.. Ya da, geçmişte, her türlü silahlı mücadele tecrübesine sahib bir güç odağını bertaraf etmek isteyen emperyalist karar mekanizmalarının cenderesine düşmemek için, böyle bir mücadele yolu da seçilmiş olabilir..
Ancak, bu gibi kişilerin yaptıkları elbette ki İslam’ı bağlamaz. Ama, biz müslümanları bağlar.. Çünkü, kahramanlığını sahiblenebileceğimiz kimselerin hataları varsa, müslümanlar olarak onları da sahiblenmeli ve aynı hataların tekrarlanmaması için iyi tahliller yapabilmeliyiz..
Bu vesileyle belirtmeliyim ki, Fethullah Hoca, geçmişte, ’Dünyada en nefret ettiğim kişi Usâme bin Laden’dir..’ demişti ve onu, bu sözlerinden dolayı o zamanlar ayıplamıştım.. ’Amerika’nın himayesinde olduğu için, böyle bir söz söylemiştir..’ diyenlere de, bu gibi mazeretlerin o kişiyi ancak küçülteceğini hatırlatarak.. Çünkü, ’bulunduğumuz sosyal çevredeki başkaları lanetliyor’ diyerek, oradaki egemen güç odaklarını memnun etmek için, bizim de koroya katılmamız, bir müslümana yakışmaz.. En azından susulabilirdi, susulmalıydı..
Şimdi de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Avusturya’yı resmen ziyaret için yola çıkarken, 2 Mayıs sabahı, yaptığı ilk açıklamada, bu haberden dolayı memnuniyetini belirtti..
Bu gibi sözlerin diplomasi gereği diye te’vil edilecek tarafı yoktur ve ona da yakışmamıştır..
Susmak da diplomatik bir çözüm yoludur..

Şunu da hatırdan çıkarmamalıyız ki, kişiler önünde-sonunda öleceklerdir, ama, zihniyetler, kişilere nisbetle çok daha uzun ömürlüdür..
Nemrud ve Fir’avunlar, Ebu Cehl ve Ebû Leheb’ler ve Yezid’ler, M. Kemal’ler, Churchill’ler, Hitler ve Stalin’ler, Mao’lar, Şah’lar, Saddam’lar, Pol Pot’lar, vs. hepsi öldü.. Kimisinin ölümü üzerinden onlarca, kimisi üzerinden yüzlerce ve binlerce yıl geçti..
Ama, onların zihniyetleri yaşıyor..
Aynı şekilde, Hz. Musa da, Hz. İbrahîm de, Hz. İsâ da, Hz. Resul-i Ekrem (S) de, bu dünyadan çekileli asırlar geçti; ama, onların has ve hâlis takibçileri de yollarında devam ediyor..
Bu bakımdan, bugün Usâme bin Laden’i öldürdük diye veya onun öldürülmüş olmasına sevinenler, yarınlarda, o’nun ve benzerlerinin zihniyetlerinin devam ettiği gerçeğiyle karşılaşabilirler.. Esasen, bu gerçeği onlar da bildiğinden, Bin Laden’in takibçileri adına yapılabilecek misillemelerden korkuyorlar.. Şurası açıktır ki, Amerikan emperyalizmi gibi bir güç oldukça, Usâme bin Laden etrafında şekillendirilen efsane de gerçek ise, o veya benzerleri de yine zuhûr edecektir.. Çünkü her güç odağının bir karşı da mutlaka zuhûr eder, tabiatta boşluk olmaz..
Bu anlayış için,de, Usâme bin Laden eğer dünyamızdan ayrıldıysa; Allah’u Teâlâ’nın, kulları hakkındaki her türlü tasarrufunun rahmet olduğunu da unutmayarak, rahmet-i ilahî’nin onu da kuşatacağı gerçeğini hatırlamak yerinde olacaktır..

Selahaddin E. Çakırgil
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
‘Usâme bin Laden’ ve ‘11 Eylûl Saldırısı’nın gerçek mahiyetini, herhalde gelecek nesiller öğrenecek




Önce, Usâme bir Laden’in katledildiğinin haberi emperyalist güç odaklarınca büyük bir zafer havası içinde dünyaya verildiğinde.. Haberin sıcağı sıcağına yazdığım 2 Mayıs tarihli yazı dolayısiyle gerek bu yazının yayınlandığı internet sitelerinde, gerekse ‘e-mail’ adresime gönderilen birçok yorum ve mesaj üzerine, (haksoz.net)’in yorum bölümünde verdiğim cevabî mahiyetteki birkaç notu, biraz daha açarak burada tekrarlamak istiyorum:
1- Bir yorumcu arkadaş, o yazımda iddia olunduğunun tersine, Usâme bin Laden'in Filistinli olmadığını belirtiyor..
Nereli olduğu, o kadar önemli mi? Usâme, 1947'de siyonist İsrail rejimi kurulurken Filistin'den Yemen'e göçmek zorunda kalan bir ailenin çocuğudur. Ve Bin Laden Ailesi, bugün başta Suûdî rejimi olmak üzere, hemen bütün arab dünyasındaki en büyük nişaat şirketlerini elinde bulundurmaktadır.. Onun Filistin asıllı olduğunu belirtmekten maksadım, onun ruh dünyasının anlaşılması içindir..
Yoksa, kişilerin filan mekandan olmasının ne önemi vardır? Arabcada, 'şeref-ul'mekan b-il'mekîn.. /Bir mekanın şerefi, orada bulunandan gelir.' diye bir söz vardır.
2- Bir yorumcu arkadaş, Fethullah Hoca'dan aktardığım sözü te'vil etmeye çalışmış.. Bazı sözler vardır ki, te’vil kaldırmaz.
Şeyh Ahmed Yâsin'in siyonist İsrail rejimi tarafından katledildiği günlerde, Filistinliler için 'Ne şehidi, onlar terörist.. Terörist olanlar müslüman değildir..' diyenler kimdi? Emperyalist odaklar ’terörist’ dedi diye birilerine teröristdenilemiyeceğini düşünemeden..
Kaldı ki, Usâme, 25-30 yıl önce Afganistan'da komünistlere karşı savaşırken, kapitalist/ emperyalistlerin diliyle de 'mojaheed' idi; sonra bir gecede terörist oluverdi. Yâsir Arafat, yıllarca terörist ilan edilmişken, emperyalist iradeye boyun eğince, Nobel Barış Ödülü ile ödüllendirilmesinin tersi bir durum..
Ayrıca, bu arkadaş, Usâme'nin ölümünden dolayı üzülmediğini veya sevinmediğini de belirtiyor. Halbuki, bir insanın ölümü/ öldürülmesi üzerine, iki taraflı üzülmeliyiz.
Ya, hizmetinden mahrum kaldığımız; ya da, yüksek insanî hasletlere kavuşamadan hayatı bittiği için.. Ayrıca, insanların ölmesinden dolayı sevinenler, ölen insanların zihniyetlerinin, o ölümle sona ermediğini hatırlamalılar..
3- Yazıda Usâme'ye niçin 'şehîd' denilmediğine gelince.. O yüce makama erişmek bizim bir temennimiz olabilir, ama her şeyin gerçeğini en iyi bilen, Allah'u Tealâ'dır. Ve şahsen bu gibi nitelemelerden olabildiğince kaçınırım ve sadece temennim vardır, onu da inşaallah diye belirtirim..
4- ’11 Eylûl 2001 Saldırısı'nın nesi kötü?’ diyen arkadaşa da, binlerce sivil mâsûmun katlinin İslam adına alkışlanamıyacağını hatırlatırım. Kaldı ki, o saldırının kim tarafından yapıldığı henüz de bilinmiyor. Ayrıca, ’tek bir insanı bile haksız yere öldüren, bütün beşeriyeti öldürmüş gibidir(Maide-32) der Kitabullah..
5- Bir yorumcu arkadaş vardı ki, savunmasız, sivil kişilerin ‘Onlar bizim mâsumlarımızı öldürüyorsa, biz de onların mâsumlarını öldürebiliriz..’ diyordu, özetle; Kur’an-ı Kerîm’in açık hükümlerini hatırlamaksızın ve öyle bir durumda, müslüman olmakla olmamak arasında bir farkın kalıp kalmıyacağını gözönüne getirmeksizin.. Bu, dehşetli bir yaklaşımdır.. Eğer, öyle olacaksa, tam bir ilkel boğuşma için, herkes, kendisine ileride potansiyel düşman olması ihtimali bulunanları da boğazlayabilir..
Olması istenen, bu mudur?
Böyle bir anlayışı, müslüman insanların dile getirememesi gerekir.. İleride muhtemel düşman olacağı veya düşmanlarımızı saklıyabileceği veya onlara destek olabileceği ihtimaliyle, henüz suça açıkça bulaşmamış olanları, hele sivil insanları toptan suçlu bilmek ve onların yokedilebileceğini düşünmek, kabul edilebilecek bir yaklaşım değildir.
Evet, bir canavar bizi ısırsa, biz de onu mu ısırırız?
*
Evet, bu notlardan sonra..
Gelelim, Usâme bin Laden etrafındaki günlerdir daha bir yapılan ateşli tartışma ve iddialara..

*Amerikan sisteminin en gizli şifrelerine girebilen bir güç odağı sözkonusu ise..

Önce bir hatırlatma.. Bu satırların sahibi, 11 Eylûl 2001 Saldırıları’nın Amerikan iç güvenlik birimlerine sızmadan, onların özel şifre sistemlerini ve diğer güvenlik sırlarını bilmeden gerçekleştirilmesinin mümkün olamıyacağını, o facianın daha ilk günlerinde defalarca yazmıştı.. Düşünelim ki, meşhur İkiz Kuleler’e ve Pentagon’a yapılan saldırılardan sonra, o sırada Texas’da bulunan dönemin Amerikan Başkanı G. W. Bush, (Air Force One /Hava Kuvvetleri’nin 1 no.lu uçağı olarak bilinen) Başkanlık Uçağı ile Nebraska’daki bir sığınağa kaçırılırken, bu super güvenlikli uçağın şifre sistemine de girilebiliyor ve pilotun önündeki kameraya, ‘Sıra Sende...’ yazısı bile yazılıyordu.
Amerikan iç sistemini bu kadar derinden bilen bir mücadele odağında, Afganistan’daki bir takım savaşçıların olması, son derece zayıf bir ihtimaldi.. Eğer, o bilgi ve güç gerçekten de mevcud olsaydı; 11 Eylûl Saldırıları’nı bahane ederek Afganistan ve Irak’ı işgal eden ve yüzbinlerce ve hattâ milyonlarca sivil insanı katleden emperyalizme karşı, işlenen bunca cinayetlerden sonra da benzer saldırılar tekrarlanabilirdi..
İşin gerçeği ise, herhalde başka türlüydü..
Şöyle ki.. Amerikan - kapitalist emperyalizminin, komünist emperyalizm dünyasıyla giriştiği Soğuk Savaş’ın, -komünist blokun çökmesini takiben-, sona ermesinden sonra, enerjisini boşaltacak bir yerler lâzımdı ve bu enerji dışarıya kanalize edilemezse, içsürtüşmelerle kaybolmayı gerektirecekti..
Nitekim, 19 Nisan 1995’de Oklahoma City’deki eyalet binası, 170 insanın ölümüne vesile olan ve o zamana kadar Amerika’nın gördüğü en büyük terör hadisesi olarak bilinen korkunç patlamayla havaya uçuyordu..
Önce, Amerika’yı içten vurmak isteyebileceğinden korkularak İran suçlanmıştı..
Daha sonra ise, Amerikan makamları bu patlamanın failinin Timothy McVeigh isimli bir kişi olduğunu belirledi..
Bu kişi, Davidian Tarikatı denilen ve David Cyrus isimli bir kişinin liderliğinde faaliyet gösteren bir hristiyan tarikatının mensubu idi.. Ve bu tarikatın lider kadrosu, Texas’daki bir yazlıkta toplantı yaparken, binada elektrik kontağından çıktığı ileri sürülen bir yangın meydana gelmiş ve içerdeki 90 insanın tamamı, dışardan yardım ulaşamadan toptan yanmıştı. Ama, daha sonra, bu yangının, bir elektrik kontağından çıkmadığı, yangının kasden çıkarıldığı ve içerden kimse kaçamasın diye, binanın dışardan kilitlendiği de anlaşılmıştı..
Yani, korkunç bir komplo sözkonusu idi..
Bu cinayeti Amerikan içgüvenliğinin en temel istihbarat kuruluşu olarak kabul edilen FBİ (Federal Soruşturma Bürosu) soruşturmak istediğinde ise, dönemin Amerikan Başkanı Clinton, Amerikan Anayasası’nın başkanlara verdiği bir yetkiye dayanarak, bu dosyayı bir daha asla açılmamak üzere kapattırmıştı..
Çünkü, konunun Amerikan iç bünyesinde yeni rahatsızlıklara vesile olmaması hedeflenmişti..
Timothy McVeigh, işte o facianın intikamını almak için, Oklahoma Eyalet Valiliği binasını havaya uçurduklarını itirfa etmişti..
Bu kişi, uzun bir yargılamayı takiben verilen idâm hükmü gereğince, 16 Haziran 2001 tarihinde, damarından zehir verilerek idâm olundu.. Yani, 11 Eylûl’den sadece 85 gün önce.. Ve o kişi, idâm olunmak üzere, gaz odasına giderken, kendi eyleminin kurbanlarının yakınlarından özür diliyor ve ‘hedef onlar değil, bir Şeytan İmparatortuluğu olan Amerikan Devleti idi ve bizim bu şeytanî düzenle savaşımız sürecek..’ diyordu..
Ve..
Timothy’nin idâmı üzerinden 85 gün geçmekteyken, 11 Eylûl Saldırıları yaşanıyor, New York’daki İkiz Kuleler’e iki uçak çarpıyor ve şüphelenilen başka uçaklar ise, hedeflerine varmadan düşürülüyor ve Pentagon’a da bir başka saldırı yapıldığı bildiriliyordu..
Henüz neyin ne olduğu bilinmiyordu.. Tam bir dehşet ve dünya çapında panik yaşanırken.. Artık, Soğuk Savaş’ın olmadığı bir dönemde, Amerikan toplumunun çatışmalara indekslenmiş enerjisinin iç sürtüşmelerde harcanacağı korkusuyla, top taca atılıyor, kamuoyu dikkatinin dış dünyaya yansıtılması taktiğinden istifade ediliyor ve toplumları şoke eden bu gibi büyük tehlike ve facialarda, en geçerli yöntem olarak, dış tehlikeye dikkat çekiliyordu..
İşte o hengamede, saldırganlar ‘Islamic terorist’ler olarak açıklanıvermişti..
Yeni ‘Soğuk Savaş’ın karşı kutbuna ise, İslam ve müslüman dünyası oturtulmuştu, artık..
Evet, hatırlayalım ki, henüz neyin ne olduğu bilinmeden..
O saldırıların üzerinden 7-8 saat geçmekteyken ve henüz o kulelerin yıkılması bile tamamlanmamışken, suçlu bulunmuştu!!.
Ve dönemin Amerikan Başkanı G. W. Bush, ‘Haçlı Seferleri’ni başlattıklarını ilan ediyordu, dünyaya.. 1095- 1270 tarihleri arasında, 200 yıla yakın bir süre boyunca müslüman dünyasının kalbi olan Ortadoğu’ya Avrupa Hristiyan toplumlarının ordularınca defalarca yapılan saldırıların Haçlı Seferi olarak nitelendiği hatırlanınca, hedef açıktı..
Ve suçlanacak isim ve örgüt de hazırdı.. Usâme bin Laden ve ‘El’Qaide’ teşkilatı..

*’Katyn Ormanı Faciası’ ne zaman öğrenildi ve ‘Kennedy Suikasdi’ ne zaman öğrenilecek?

Gerçek neydi?
Bu gibi durumlarda, aksinin isbatı ilk planda kolay olmayacak iddialara sığınılması yeni değildir.. (Bizim ülkemizde, 1937’de Dersim (şimdiki ismiyle Tunceli)’de uygulanan korkunç sivil halk katliâmının, ancak, 70 sene, şimdilerde, o da yine, asıl suçlu olanın isminin bile kanunen korunması dolayısiyle, frenli olarak az-biraz konuşulabildiğini hatırlayalım..)
Bu hususta dünya tarihinde de yığınla örnekler vardır..
Hatırlayalım ki, II. Dünya Savaşı’nın son anlarında, (bugün Belarus’da bulunan) Katyn Ormanı’nda Stalin Sovyet Rusyası, kafalarına birer kurşun sıkılarak öldürülüp bir çukura doldurulmuş, Polonyalı 20 bin kadar asker, düşünür, sanatkâr vs.’nin mezarını bulduğunu dünyaya açıklıyor ve bunları Hitler’in yaptırdığını iddia ediyordu.. Hitler Almanyası ise, artık kesin yenilginin eşiğindeydi ve bu gibi cinayetlerin kendi birliklerince gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini bilmek durumunda bile değildi..
Hele de savaş, Almanya’nın kesin ve ağır yenilgisiyle sonuçlandıktan sonra..
‘Katyn Ormanı Faciası’nın kurbanları için, başta Polonya olmak üzere, Avrupa ve dünya halklarından yüzmilyonlar, o facianın kurbanları için yarım yüzyıla yakın bir süre gözyaşı döktü..
Ancak, 1985’de Sovyetler’in son demlerinde Sovyet Lideri Gorbaçev, Almanya Şansölyesi Helmut Kohl’le görüşürken, Kohl ona; ‘Mr. Gorbaçev, biz II. Dünya Savaşı’nda Katyn Ormanı bölgesinde, değil 20 bin insanı esir alıp kurşuna dizecek kadar, hattâ tek bir asker bile bulundurmamıştık..’ dediğinde..
Gorbaçev, o katliâmın Stalin’in emriyle Sovyetler’ce yapıldığını itiraf ediyordu!. Kohl de bunu dünyaya açıklamasını istiyordu Gorbaçev’den..
Gorbaçev de, Sovyet televizyonlarından o katliâmın nasıl planlandığının ve Stalin’in emirlerinin belgelerini dünyaya ilan etmişti.
Ama, aradan yarım asra yakın bir zaman geçtiği halde, yine de, bu açıklamanın Adolf Hitler’in mâsum gösterilmesine yardımcı olacağı düşünüldüğünden, emperyalist güç odaklarının egemenliği altında bulunan dünya medyasında bu konuya fazla değinilmedi.. Sadece, Gorbaçev, Kohl ve ogünkü Polonya liderlerinin katıldığı bir törenle, ‘Katyn Ormanı’nda bulunan ve Hitler’in suçlandığı dev mermer levha kaldırılmış, yerine o korkunç cinayetin Stalin Sovyetleri’nce yapıldığını bildiren yeni bir mermer levha yerleştirilmişti..
Evet, aradan 40 küsur yıl geçtikten ve yüzmilyonlarca insan aldatıldıktan sonra.. (Hatırlayalım, Polonya Cumhurbaşkanı Kachinsky, geçen yıl, Katyn Ormanı Faciası’nın 70. yıldönümü törenlerinde hazır bulunmak üzere o facia mahalline giderken uçağı düşmüş ve Kachinsky ve diğer yüksek dereceli çok sayıda devlet erkanı da o kazada can vermişti..)
Benzer bir gizli tarih oyunu..
Amerikan Başkanı John F. Kennedy’nin 22 Kasım 1963’de öldürülmesi üzerine nice teoriler, tezler, tahminler geliştirildi.. Ancak, kesini bilgiler, ancak, 2029’da açıklanacak.. Yani, üzerinden tam 66 yıl geçtikten sonra.. O zaman hayatta olanlar da, ‘hadiseyi bir varmış, bir yokmuş..’ dercesine değerlendirecekler.. Şu anda bütün belgelerin açıklanmamasının sebebi, bugünkü sosyo-politik yapıyı etkileyecek ve toplumu alt edecek gelişmelere zemin hazırlamamak.. (Hatırlayalım ki, ingiliz imparatorluğunun bazı gizli belgeleri 30 yıl sonra, ve çok daha gizli olanları ise, 50 yıl sonra kesin olarak açıklanırken.. Tarihçiler, bazı belgelerin izini sürmekte zorlandılar.. Çünkü, devlet arşivlerinde bazı belgeler yoktu.. İzellikle de, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yani Osmanlı’nın tarih sahnesinden safdışı edilmesinini takiben, hele de Ortadoğu’da takib olunan ingiliz siyaseti ve buralarda kurulan yeni rejimlerle ilgili gizli belgelerin açıklanmadığı anlaşılmıştı..
Konu gündeme gelince, İngiltere Hükûmeti, ‘çok hayatî ingiliz menfaatlerinin korunabilmesi için, 50 yıllık sınırın da ötesine geçilmesi gerekmiştir ve bazı belgeler, evet, açıklanmamıştır..’ açıklamasını yapıyordu.. Bu konuda TC rejiminin resmî ideolojisinin ikonlaştarılmış ismiyle ilgili olarak, o belgelerde nelerin olduğu henüz de bilinmemekte ve ancak hatırat türü yayınlardaki bilgi ve belgeler bize bazı ipuçlarını vermektedir)
*
Bütün bunlar ‘11 Eylûl 2001 Saldırıları’nın anlaşılmasının o kadar kolay olmadığını anlatmak isin tekrarlanıyor.. Amerikan emperyalizminin yeni bir savaş, ve hele de bir yeni ‘Soğuk Savaş’ başlatması ve yeni bir büyük düşman icad etmesi gerekiyordu.. Savaşsız, ve en azından ‘Soğuk Savaşsız bir Amerika, kendi içi problemleri içinde debelenmekten kurtulamıyabilirdi.. Çünkü, tüketime ve savaşmaya indekslenmiş çok muazzam bir maddî gücün sahibidiydi.. Bu enerjisini harcamak için dış dünyalara saldırmalıydı..
Nitekim, 11 Eylûl 2001 Saldırıları’yla ilgisi açıkça ortaya konulamamış ve amma Amerikan emperyalizminin bütün dünyayı kabule zorlayan, sindiren yoğun propaganda ve suçlamasıyla suçlu gösterilmiş olan Afganistan ve Irak ülkeleri işgal edilmişti.. Ve 10 yıla yakın zamandır da, bu işgal ve kandökücülük devam ediyor ve dünya hâlâ da korkutuluyor..
Hatırlayalım ki, Amerikan eski başkanlarından L. Johnson, Vietnam Savaşı üzerine Amerika içinde de protestolar yükselirken, 1967’de yaptığı bir konuşmada, ‘Vietnam Savaşı sâyesinde Amerikan ekonomisi yüzde 70’lik bir atâletten kurtulmuştur..’ demişti..
Ve yine hatırlayalım ki, henüz geçen sene Almanya Cumhurbaşkanı Hörst Köhler de ikiyizlülük yapmayıp, ‘Afganistan’da asker bulundurmamız, alman ekonomisinin büyük faydalar sağlıyor..’ gibi bir cümle kullanınca, kendisine yapılan eleştiriler üzerine makamından istifa etmek zorunda kalmıştı..
*
Bu aktarılanların ışığında bakıldığında, Usâme bin Laden de, bu konuda kullanılan bir yeni figur olmanın ötesinde, üzerinde kalın bir ibham perdesi bulunan bir kişidir..
Şimdi de, Usâme bin Laden’in ve neler yaptığı veya yapmadığı, meselenin özü, belki de birkaç nesil sonra, gelecek nesiller tarafından anlaşılacak.. Ve bugünkü nesiller, hayalet taşladıklarını bile farketmiyecekler ve gelecek nesiller, artık geçmişte kalmış olacak olan bugünkülerin karşı karşıya bırakıldığı bu aldatmacalara acı bir şekilde güleceklerdir, belki..

*'Bin Laden'in öldürülmesi, modern barbarlıktır..'

10 yıla yakın zamandır Amerikan emperyalizmi, Usâme bin Laden’i aradı, ama bir türlü bulamadı. Pakistan eski başbakanlarından Bînezîr Butto, ise, bir korkunç suikasdde hayatını kaybetmeden kısa süre önce yaptığı bir açıklamada, Usâme bin Laden’in öldüğünü iddia etmişti.. Keza, İran Cumhurbaşkanı Ahmedînejad da, iki sene kadar öncelerde, Bin Laden’in Amerika’da koruma altında yaşadığını bile iddia etmişti.. Ancak, El’Qaide’nin örgütünün, Usâme’nin öldürüldüğünü 6 Mayıs günü,kabul etmesiyle, bütün o komplo teorileri etkisini yitirdi denilebilir..
Ve amma, 2 Mayıs 2011 sabahı, öldürüldüğünü Amerikan Başkanı Obama’nın açıkladığı Usâme bin Laden’le ilgili hiç bir fotoğraf yayınlanmadı.. Obama, bunu, yayınlanması halinde, o fotoğrafların Amerikaya zarar verebileceği gerekçesine dayandırıyor.. (Başka ülkeler olsaydı, hemen feryad ederlerdi, halkın bilgi ve haber edinme hak ve özgürlüğü kısıtlanıyor diye..)
Evet, sadece kendi menfaatlerini kutsayan, oportunist bir emperyalist güç merkezi ile karşı karşıya bulunuyoruz..
Ve aradan geçen 10 yıla yakın bir zamana rağmen, 11 Eylûl Saldırıları’nın Usâme tarafından ve lideri olduğu El’Qaide tarafından yapıldığına dair hiçbir ciddî delil ortaya konulamadı..
Sadecee, yoğun bir suçlama var.. O kadar..
Ve, Kuba adasının bir köşesinde bulunan Amerikan Üssü’nde, Quantanamo’da, Afganistan’dan tutulup getirilen ve büyük ekseriyeti Afganlı ve suçları da, ülkelerini yabancılara karşı savunmak (!?) olan yüzlerce müslüman, en ağır şartlar altında, 9 yılı aşkın bir zamandır hâlâ da esir tutuluyorlar ve yargılanmıyorlar.. Onların sivil mahkemelerde yargılanacağını vaad eden Obama’nın bu isteği bile, geçen ay Amerikan Senatosu’ndan geri çevrildi, ‘sivil yargılama güvenliğinin sağlanmasının yükleyeceği ağır ek bütçe için para yok..’ gerekçesiyle..
Ve sonunda da, Usâme, yargılanmadan, kendisine savunma imkanı verilmeden suçlu imiş gibi, üstelik de silahlı bir direniş göstermediği için canlı olarak ele geçirilmesi mümkün iken,
katledildi.. Usâme’nin, 'silahsız olduğu halde Bin Laden'in nasıl çatışmaya girdiği ve direndiği’ne dair, Beyaz Saray Sözcüsü’nün, ikna edici bir izahta bulunamadığını da hatırlayalım..
Yoksa, ‘emperyalizmin hangi emellerine âlet edildiğini veya edilmek istendiğini itiraf etmesin..’ diye mi susturulmak istendi?
Ne kadar modern bir hukuk ve çağdaş bir insanlık anlayışı, değil mi?
Halbuki, Usâme’nin ağzından, ‘O İkiz Kuleler’in yıkılacağını tahmin etmemiştim..’ sözünden başka hiçbir ifade duyulmadı, bu zamana kadar.. Ve onun sadece bu sözleridir ki, bu işi onun planladığı şeklinde yorumlandı.. (Bu satırların sahibi de, o Kuleler’e yapılan saldırıları, o zaman, ekranlardan saatlerce izlediği halde, o kulelerin yıkılacağını tahmin etmemişti.. )
*
Bu arada değinilmesi gereken bir diğer nokta da şu:
Usâme’nin, çevresindeki evlere göre, öylesine gösterişli bir evde saklanmış olması gerçekten şaşırtıcı.. Çünkü, âdetâ, burada çok önemli birleri var dercesine..
Halbuki, o mağaralarda değil, ama, meselâ, Peşaver’in Fakirâbâd gibi bir semtinde herhalde yıllarca gizlenebilirdi.. Çünkü, o mıntıkada, onun kılık kıyafet ve tipine benzeyen yüzbinlerce insan yaşıyordu.. Ve oradaki evler binler halinde, küçücük ve yoksul idi..
Usâme de mutevâzî’ bir evde yaşabilecekken; etrafındaki evlere nisbetle bir şatoyu andıran bir mekanda, kendisini ihbar edercesine saklanmış olması, evet, gerçekten de şaşırtıcı..
Üstelik, yakalama operasyonu ânında Usâme’nin silahsız olduğunu da bizzat Amerikan makamları -nasıl olduysa- itiraf ettikleri halde.. Ve amma, bu kez de cenazesi gösterilmedi, fotoğrafları yayınlanmadı ve cesedi, üzerine bağlanan ağırlıklarla birlikte Hind Okyanusu’nun dibine gönderildi..
Obama, ’Bin Laden’in dünya üzerinde gezdiğini göremiyeceksiniz.. Onun fotoğraflarını elden ele bir zafer kupası gibi de dolaştırtmayacak ve Amerika aleyhinde propagandasının yapılmasına da fırsat vermiyeceğiz..’ diyor..
*
Usâme’nin öldürülmesine sevinenler ve üzülenler..
Usâme’nin öldürüldüğünün açıklanmasının hemen ardından, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu habere karşısında memnuniyetini dile getirmesini yadırgayarak, tekrar işaretleyelim..
Alman Şansölyesi Angela Merkel’in de memnuniyetini, "Bu açıkça iyi bir haber.. Bin Laden'in artık hiç bir insana zarar veremeyecek olmasının memnuniyet verici olduğu’ ifadesiyle dile getirmesi ve, ’Bin Laden'in tutuklanması yerine, öldürülmesinin tercih edildiği’ şeklindeki sözleri de yoğun tartışmalara vesile oldu..
Almanya Başbakanı Merkel'in, El’Qaide lideri Usame bin Laden'in öldürülmesi üzerine yaptığı açıklama, Merkel'in lideri olduğu (CDU) Hristiyan Demokrat Partili Federal Meclis Hukuk Kom. Başk. Siegfried Kauder tarafından "Ben böyle ifadeler kullanmazdım. Bunlar, beslenmemesi gereken intikam duygularının bir ifadesi. Bu Orta Çağ zihniyeti.." diye eleştiririliyor ve Almanya’nın eski şansölyelerinden Helmut Schmidt ise, “Bu, uluslararası yasaların ihlali. Operasyonun Arab dünyasında hesaplanamayan sonuçları da olabilir” diyordu. Ayrıca, Hamburg Savcılığı’nın da, Merkel hakkında, insanlığa karşı suç işlediği gerekçesiyle suç duyurusunda bulunduğu ve alman halkının yüzde 65’inin de, Usâme’nin öldürülmesinin sevinçle duyurulmasının tasvib etmediğinin anketlerle belgelendiği bildiriliyordu. Bu arada, Vatikan’ın bile, herhangi bir kimsenin ölümünden dolayı sevinilmesinin hristiyanlık ahlâkı açısından doğru olmadığını açıklamış olmasını da burada kaydedelim..
Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebarî ise, Frankfurter Allgemeine Zeitung’da yayınlanan mülakatında, 'Bin Laden bir semboldü, kötülüğün kişileşmiş haliydi. Ölümü teröristlerin moraline karşı ağır bir darbedir, psikolojik etkisi çok büyük olacaktır. Biz Iraklılar ve ben açıkça, Bin Laden'in öldürülmesinden memnun olduğumuzu söylüyoruz'' diyor, ''O bir teröristti ve lâyığını buldu'' ifadesini kullanıyordu..
ABD'nin 2003'teki işgalinden sonra Irak'ta bazı bölgelerin kontrolünü El’Qaide'nin ele geçirdiğini, ama artık bu ülkede zayıfladığını kaydeden Zebarî, ''Terör saldırılarını sürekli olarak düzenleyebilme yeteneğini kaybettiler. Teröristler artık 'kurtarılmış bölgeler’den saldırıya geçemiyor, artık bir saldırı hazırlamak için 1-2 aya ihtiyaç duyuyorlar'' şeklinde konuşuyordu..
HAMAS ise, Usâme’yi sahibleniyordu..
İran’da Genel Yayın Yönetmeni’ni bizzat İslam İnqılabı Rehberi Seyyid Ali Khameneî’nin tayin ettiği Keyhan gazetesi ise, 3 Mayıs tarihli baskısında, Usâme’nin öldürüldüğü haberini manşetten kocaman harflarla, ’Amerika, mezdûr-u khod ra kuşt (Amerika, kendi uşağını öldürdü..) şeklinde veriyordu..
Bazı dünya liderleri ise, Usame Bin Laden’in öldürüldüğü Amerikan operasyonunu alkışlarken; Avrupa’da B. Amerika’nın, “hem polis, hem yargıç, hem de infazcı” olarak hareket ettiği yönünde eleştiriler dile getirilmeye başlandı.
Bu arada, Pakistan'ın Abbudâbâd kentinde Amerikan güçlerinin düzenlediği operasyonda vurulduğu sırada, silahsız olduğu resmen kabul edilen Amerikan Adalet Bakanı Eric Holder, USA Senatosu’nda yaptığı konuşmada El’Qaide lideri Usâme bin Laden'in bir askerî hedef olarak belirlenip öldürülmesinin "ulusal müdafaa’ çerçevesinde legal / kanuna uygun bir savunma eylemi olduğunu; CIA Başkanı Leon Panetta da, ’bin Laden'in yerini tesbit ettikten sonra Pakistanlı yetkililere haber vermediklerini, çünkü bu bilginin ’bin Laden'e sızdırılmasından korktuklarını’ söylerken..
Pakistan Dışişleri Bakanı Selman Beşîr ise BBC'ye verdiği mülâkatta, CIA Başkanı Leon Panetta'nın Pakistan'a güven duymadıkları için operasyon bilgisini gizli tuttukları yönündeki açıklamasını ''tedirgin edici'' diye niteleyerek, Pakistan'ın terörle savaşta ''kilit rol üstlendiğini'' kaydediyor ve ’bundan sonra, Amerika’nın Pakistan’da operasyonlar yapmaya devam etmesine kesinlikle izin vermiyeceklerini’ iddia ediyordu..
Göreceğiz..
Hele de, Âsıf Ali Zerdarî gibi, uluslararası diplomasi çevrelerinde, karıştığı yolsuzluklarla şöhret bulan ve o yolsuzluk iddialarından dolayı 11 yıl zindanlarda yatan ve sadece, eşi Bînezir Butto’nun bir suikasdde öldürülmesinin hemen arkasından yapılan bir seçimde, toplumda meydana gelen duygu kırılmasıyla seçim kazanıp Cumhurbaşkanı olan bir kişinin yönetmindeki bir Pakistan’da.. (Sahi, Amerikalı yetkililer, bir başka hükûmetin, B. Amerika topraklarında benzer bir operasyon yapmaya kalkışması halinde nasıl bir tepki vereceklerini düşünürler mi?..)
Amerikalı yetkililer operasyonun “legal” olduğunu söylese de, İngiltere’nin insan hakları savunucularından avukat Geoffrey Robertson, “bu, adaletin saptırılması” diyordu.
Beyaz Saray Terörle Mücadele Danışmanı Jay Brennan ise, “Bin Laden’i sağ ele geçirme fırsatımız olsa oradaki kişiler bunu yapmaya hazırdı. Fakat operasyonu gerçekleştiren özel SEALS komandoları, bir kişinin tamamen silahsız olduğuna kanaat getirirse, ancak o zaman, teslim olmasını kabul ediyor. Bu durumda Bin Laden’in çırılçıplak olmuş olması gerekirdi. Çünkü elbisesinin altında intihar yeleği giymiş olduğundan şüpheleniliyordu” gibi tuhaf tevillere sığınıyordu..
Dünyanın en güçlü askerî güçlerinden birisinin, tek bir kişiye karşısında bu kadar büyük bir zafer kazanmış gibi davranması ve amma, ondan son ânına dek korkması, gerçekte, kendi gücünün altındaki güçsüzlüğünü ve komikliğini aczini gösteriyordu..

Asıl mühimi, ’asimetrik savaş’ın en net tabloyla ortaya çıkması..

Evet, 11 Eylûl Saldırıları’ndan sonra ortaya çıkan durumdan alınacak en ilginç derslerden birisi de, herhalde, ’asimetrik savaş’ın gücü olsa gerek..
Bir kişiye, bir örgüte karşı, askerî imkan, teknoloji ve maddî zenginlik bakımından bugünkü dünyanın en büyük gücü sayılan Amerikan emperyalizmi, 10 yıl boyunca çaresiz kaldı..
Bir tarafın elinde bütün imkanlar var, karşı tarafın elinde ise, hiç bir şey yok..
Sadece, bir takım güç odakları, Amerikan emperyalizmine zarar vermek istediğinde, Usâme’nin ve örgütü El’Qaide’nin ismine sığınarak eylem eyapıyor, ve USA emperyalizmi panikliyor ve kendi kültürü içinde geliştirilmiş bulunan bütün hukuk ve diplomasi kurallarını ve bütün değer ölçülerini bir kenara bırakıyor..
Ama, şurası da açık ki, bu sâyede, Amerikan emperyalizmi de, son 10 yıl boyunca, yeni bir düşman oluşturmayı ve yeni bir ’Soğuk Savaş’la İslam ve müslümanlar üzerine ağır suçlamalar yöneltmeyi başardı..
Ne var ki, İslam hakkında, ’Neymiş bu düşmanımız?’ diye merak sarıp, Kur’an veya İslam hakkında diğer kitabları okuyanların sayısında da, Batı dünyasında bir patlama meydana geldiği bir diğer gerçek.

Selahaddin E. Çakırgil



 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Müslüman coğrafyalarındaki sancılara, 'İslam Birliği'nden başka çare var mıdır?

’Arab Baharı’
ümidini daha bir canlandıran ve heyecanlandıran büyük sosyal çalkantılar, arab diyarlarındaki etkisini sürdürüyor.
Ancak, bu gelişmelerin belirli bir programının olmadığı ortada. En programlı olanların ise direnen arab rejimlerinin yönetici kadroları olduğu görülüyor.
Böylece de bu ’bahar’a beslenen ümidler, beklentiler, içerde korkunç iç savaş ve yıkımlara; dışarda ise zaferler uman, bekleyenler için de buruk acılara dönüşmeyi sürdürüyor.
Bu da müslüman toplumların adına uluslararası planda söz söylemek durumunda bulunan irade merkezlerinin pek çok olmasından kaynaklanıyor. Çünkü her irade merkezi, her güç odağı, her ülkenin başkentindeki hükûmet otoritesi en doğruyu kendisinin düşündüğünü sanıyor. Ve bunda da sadece farklı düşünüş tarzı değil, her güç odağının menfaat hesabları ve uluslararası güç merkezlerinin etkileme çabaları da etkili oluyor.
*
Müslümanların global mes’elelerinin konuşulduğu, ’dünyayı etkileyebilmeleri ve dünyadaki etkileme çabalarından çok derin etkilenmemeleri için tek bir karar merkezine, tek bir Hükûmet otoritesine sahib olmaları gerektiği’ üzerinde neredeyse görüş birliği sağlanmak üzere olduğu bir toplantıda, -iyi bir insan olduğunu öğrendiğim- bir İlahiyat prof.’u, ’Yahu, ben yıllardır İslam konusunda araştırmalar yapan birisi olarak, müslümanların tek bir devletinin olacağına dair tek bir kayda rastlamadım.’ deyivermişti.
Onun bu sözleri, şeklî ve düz mantıkla bakılırsa, ilk planda doğru gibiydi.
Ama sahiden de öyle miydi?
Nitekim, kendisine, “Üstad, bir bakıma haklı sayılabilirsiniz. Çünkü bazıları da müslümanlardan bir devlet olmalarının istendiğine dair, Kur’an’da bir hüküm yok!’ diyor. Siz hiç değilse, birçok devletin olabileceğini kabul ediyorsunuz.” denilmişti.
Evet, belki, Kur’an’da açık bir âyet yoktu.
Ama Kur’an akıl sahiblerine hitab ediyordu ve akıl sahibleri de inandıkları o Kitab’da öngörülen dünya nizamı için, aklî gereklerden istifa etmekle mükellef idiler. Ve toplum hayatını tanzim için oluşturulan bir sosyal üst yapı kurumu / organizasyonu mânasında anlaşılması gereken devlet veya hükûmet mekanizması olmasa; o zaman, başta ’hududullah’ olmak üzere Kur’an’da yerine getirilmesi gerekli birçok emirler nasıl yerine getirilirdi?
*
Şimdi, ’devlet-hükûmet olmak, İslamî bir gereklilik değil.’ diyenlerin sesleri biraz kısıldı. Ama yığınla devletlerin olmasını bir tabiî durum olarak gösterme gayretleri hâlâ da devam ediyor. Ve bunun, İslam’a aykırı nesinin olduğu, mâsumâne sualler şeklinde sunuluyor.
Konu çok basit değil. Çünkü halkının ekseriyetini müslümanların teşkil ettiği devletlerin sayısı bugün 50’yi buluyor. Ve bunlar bir türlü bir araya gelip ortak bir irade koyamıyorlar. Çünkü bunların her birisinin, hem kendi halklarının maslahatı hem de hükûmet otoritesini elinde tutan güç merkezi açısından, dünya mes’elelerine yaklaşımları her an başkalaşabiliyor.

Hâlbuki henüz sadece 100 sene öncelerde, belli başlı iki devleti vardı, müslümanların. İran ve Osmanlı. Biraz da Orta Asya’da Afganistan ve Türkistan gibi yörelerde, bağımsız olarak hükmetmeye çalışan hükûmetler var idiyse de onlar etkili değillerdi. Diğer bütün müslüman coğrafyaları ise emperyalistlerin, sömürgecilerin elindeydi.
Endonezya Hollanda’nın; Malezya ve (bugün Bangladeş, Pakistan, Hindistan, Keşmir’i içine alan) Hind alt-kıt’ası, Afrika’da Sudan ve kısmen Mısır İngiliz emperyalizminin elindeydi. Afrika’da Fas İspanya’nın, Cezayir Fransa’nın elindeydi.
Kafkasya, Kırım, Kazan ve Orta Asya Rusya’nın işgalindeydi.
Emperyalist güçlerce baskı altına alınmak istenseler bile, sadece İran ve Osmanlı müstakil durumdaydılar. Bu ülkelerdeki rejimler, her ne kadar İslam açısından sağlıklı rejimler olmasalar bile, yine de ıslah edilmeleri ihtimali vardı. (Nitekim, merhûm İmam Khomeynî de bir kitabında, ’Osmanlı’nın tarih sahnesinden bertaraf edilmiş olmasını, müslümanların elinde olan o büyük gücün, ıslah edilip müslümanlar için faydalı hale getirilmesi ihtimali varken, tarihe gömülmesini’ esefle karşılıyordu; birçok şiî müslümanın beklemediği şekilde.)

Evet, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı, tarih sahnesinden silindi ve savaşın galibi olan emperyalist güçlerce, Osmanlı ülkelerinde yığınla devletler-devletçikler oluşturuldu.
Ve o zamandan beri müslümanların iki yakası bir araya gelemedi. Yığınla devletçikler, her birisi kendisini en doğru karar vermek noktasında gördüğü için, diğerlerinin kendisinin reyine tâbi olmasını bekliyor, zımnen ve her birisi diğeri aleyhine tuzaklar kurup duruyor.
İşte, bugünkü duruma böyle gelindi... Sadece arab ülkelerinin sayısı, 25’i aşıyor. O kadar ayrı karar, güç ve menfaat merkezi. Tabiatiyle de birbirleriyle kolayca zıdlaşabiliyorlar.

Yoksa müslümanlar tek bir irade altında toplanabilselerdi… Elbette ki, bu gibi parça-bölük görünümler ve bu parçaların her birinin kendisini temel alması ve emperyalist güçlerin de bundan faydalanması ve onları birbirine karşı kullanması, kışkırtması ve onların her birinin bir diğeriyle zıdlaşan menfaatlerinin ve hâkimiyet arzularının ortaya çıkardığı, müdahaleye her an açık durum ortaya çıkmazdı.
Bunları söylerken, geçmiş asırlarda olduğu gibi, Osmanlı veya benzeri bir saltanat ailesinin hâkimiyetinin hayal edildiği sanılmamalıdır.
Burada tabiatiyle, karşımıza çıkan sual, kimin, hangi güç odağının ve nasıl hükmedeceğidir.

Bir defa, bu konuda müslümanlar, herhalde metezorî usûllerle, tarihî dayatmalarla, ’Ben bayrağı erken kaldırdım, sen benim bayrağımın altına gir.’ gibi oldu-bittilerle veya tarihteki birtakım meşruiyyet tartışmalarını bugüne temel yapmaya kalkışarak değil; müslüman halklar ve onların temsilcileri, hür iradeleriyle, bu kabul noktasına gelebilmelidirler.
Böyle bir durumda, bugünkü sosyal yapılanmaların toptan redd ve ilgası da gerekmeyebilir. Müslüman halklar, hattâ bugünkü coğrafi ve idarî bölünmüşlüklerini koruyarak, bu bölünmüş parçaların her birinin hür iradeleriyle, eyalet valilikleri halinde, bir federasyon potasında birleşebilirler ve hattâ, ilk planda, uluslararası hukuk açısından mevcud kimliklerini korumak isterlerse, bir konfederasyon halinde; yani, uluslararası hüviyetlerini koruyarak, ama, diplomasi, savunma ve mâli konularda tek bir irade altında, gönüllü olarak bir araya gelmek yolunu zorlamalıdırlar. Bazı parçaları zor kullanarak birliğe dâhil etmek değil, birlikte hareket edilmesi yoludur...
Bunun gerekliliği önce beyinlerde, kalblerde hissedilmelidir. Ve dünyada yaşananların her birisi de bu gerekliliği zorlayıcı mahiyettedir..
Bugünkü dünyada, müslümanların bu gerçeği görmeleri, düne göre daha kolay olsa gerek. Yeter ki, müslümanların birlikte hareket etmesi gerekliliğine, hiçbir ırkın, kavmin, etnisitenin, kabilenin, saltanatın, İslam içindeki hiçbir aqıdevî cereyanın diğerine öncelenmesi gibi şartları öne sürmeksizin yaklaşılsın konuya. Ve hiçbir etnik veya mezhebî özel isim bayraklaştırılmasın.
Ama bugün görmekteyiz ki, bu ihtimal şimdilik, nicelerimizin zihinlerinde bile şekillenmekte zorlanıyor ve bu açıdan epeyce uzakta gözüküyor.
Ama unutmayalım ki, tüm zorluklara rağmen, olmayacak bir hedef değil, bu.
Düşünelim ki, henüz Hicret’in 5. yılında meydana gelen Hendek Gazvesi sırasında, Müslümanlar Medine’yi bile ancak etrafına hendek kazmak sûretiyle savunmaya çalışıyorlardı. Ama, o tarihten 20 sene sonralarda müslümanlar, sadece Arabistan yarımadasına değil, Anadolu’nun doğu yarısına, Kafkasya’ya, Buhara ve (bugünkü Pakistan’ın asıl gövdesini teşkil eden) Pencab Vâdisi’ne ulaşıyorlardı.
*
Ve bu konuda kendi dışımızdaki dünyadan da bir örneği de zikredelim: Theodor Herzl, kurulmasını istediği hayal ettiği bir yahudi devleti, ’Judenstaaat’ için 1897’de İsviçre-Basel’de ilk siyonist kongreyi topladığında, 50 sene sonralarda o hayallerinin gerçekleşebileceğine herhalde hiç ihtimal vermiyordu.
Bugün de Müslümanların varlıklarını koruyabilmeleri için, uluslararası camiada/toplumda, bir tek irade olarak zuhûr etmeleri ve bunun için de bir yerden başlamaları gerekiyor.
Aksi halde, darmadağınık halimiz ileride daha büyük facialara, daha büyük esaretlere de dönüşebilir.
Hayal ve hedeflerimizi gerçekleştirmek için, mantıken ve kalbî değerlerimiz açısından olabilecek ve olması gereken bir yere doğru başka nasıl ilerleyebiliriz?
*
’Bir testiyi bir pınara koysalar; kırk yıl anda dursa, kendi dolası değil.’

Selahaddin E. Çakırgil
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Bunca kan ve gözyaşı, tahakküm hırsını tatmin için..



Önce bir başka konu:
Zincirlikuyu Mezarlığı’nın giriş kapısı üzerine, ’Bütün nefsler ölümü tadacaktır..’ meâlindeki ’Kull-i nefsin zâiqâ-t-ul’mevt..(Âl-i İmran, 185)âyetinin yazılması, bazılarını korkutuyormuş..
Hani, sizler değil miydiniz, Kur’an’ın mânasını bilmeden okuyor veya dinliyorlar diye yıllardır suçlamalar yapanlar..
Alınız size türkçe..
Ama, bu kez de rahatsız oluyorsunuz..
Geçmişte muhafazakârca tutumlarıyla bilinen ve şimdilerde ise, çoğunu şaşırtacak şekilde Kılıçdaroğlu’nun yanında yer alıp m.vekili adayı bile olan Binnaz Toprak isimli prof. hanım da, bu korkuya giriftar olanlardanmış; ’sinir bozucu’ buluyormuş, o ifadeyi..
Üstelik bu prof., o cümlenin özünün bir âyet olduğunu da bilmiyormuş..
O gibiler, ölümü ikide bir hatırlamak istemiyorlarmış.. Sekuler/laik, materyalist bir hayat anlayışına sahib olanlara karşı işlenen büyük bir zulüm imiş bu..
İşte, modern insan’ın çıkmazı..
(İngilizlerin ünlü yayın kuruluşu BBC’de 12 Mayıs gecesi yayınlanan ve 84 yaşındaki bir kanserli kişinin ölüm anlarını canlı olarak gösteren proğramdan ingiliz izleyiciler de yaman tırsmışlar, telefonlar kilitlenmiş, ’kişinin özel hayatını niye gösteriyorsunuz, kitleleri korkutuyor..’ diye..
Ölen kişi de, ölümünden önceki son cümlelerinde ise, ’Bir mucize olmadıkça, ölümden kurtulamıyacağım, ama korkmuyorum.. Hayatın bir film karesi gibi kesileceğine inanmıyor ve bir şekilde yine var olacağıma inanıyorum..’ demiş..
Bu kişi, hiç değilse, hayatın ölümden sonra da devam etmesi gerektiğini düşünmüş..)
Çocuk veya zekâ özürlü olanlar dışında, ölmeyeceğine inanacak kadar salak kimse pek olmasa gerek.. En katı materyalist-laik kişilerden olan bir ünlü siyasetçi bile, ’Benim nâçiz (kıymetsiz/ önemsiz) vücudum elbet birgün toprak olacaktır..’ dememiş miydi?
Ama, yine de baqî kalmak istiyorlar. Bunun içindir ki, Mehmed Âkif merhûm, mumyalanmış cesedler halinde veya heykellerde yaşamak isteyenlere bakıp‚ ’Elbet, bütün beşerin hakkıdır, beqa emeli, / Amma, bunu ne taştan, ne de leşten beklemeli..’ diyordu..
Evet, en katı materyalistler bile öleceklerini biliyorlar, ama, ’Ölümden korkmuyorum, ama, Azrail geldiğinde ben orada olmamalıyım..’ gibi bir mantıkla, ölümle karşılaşmak istemiyorlar.
Evet, modern çağın sekular/ laik insanları, hayatın mahiyeti ve ’niçin varolduğu’ üzerinde düşünmek bile istemiyorlar ve sadece‚ ’nasıl daha rahat yaşanabileceği’ üzerinde kafa yormayı tercih ediyorlar..
B. Amerika’da da, bugünlerde (21 Mayıs’ta) ’Dünyanın sonu gelecek, insanları uyarın, ölüme hazır olsunlar..’ diye kampanyalar yürüten dindar çevreler bulunuyor... Bizdeki laikler, bu Amerika’lıları görseler, çıldırırlar herhalde..
Halbuki, bu da bir dünya görüşüdür, hayata bir başka bakış tarzıdır..
Sonyüzyıldaki edebiyatçılarımız arasından Câhid S. Tarancı da‚ ’Eyvah öleceğiz..’ şeklinde bir korku kaynağı olan ölüm, Ziyâ Osman Sâba’nın hemen bütün şiirlerinde olabildiğince güzeldir.. O, ’Çok şükür öleceğiz, Rabbim..’ der; ölünce annesiyle karşılacağını, annesinin kendisini, ’Aaaa, oğlum.. Kocaman olmuş..’ diye sevinçle karşılayacağını anlatır..
Yahyâ Kemâl’in ’Kocamustâpaşa’ isimli ünlü ve çok düşündürücü, öğretici şiirinde de, ölüm ve hayat, âdetâ sarmaş-dolaştır.. O şiirde, bu semtin evleri ile mezarlıklar o kadar iç-içedir ki, birinden diğerine sanki bir adımla geçiliverecek gibi bir tasvir vardır.
Ölüm hakkında her ne denilirse denilsin, gerçekte, ölüm de hayat kadar, mükevvenatın, varlıklar âleminin en büyük gerçeğidir.. Hayat ve ölüm, birbirinin vazgeçilmez mutemmim cüzleridir, (tamamlacıcı parçalarıdır); birisi olmazsa, diğeri de olmaz ve korkunun ölüme bir faydası yoktur ve hayata bağlılık iddiası da, hayata bağlılığın sürekli bir garantisi teşkil etmez..
*
Şimdi asıl konumuza geçebiliriz:
Hemen her müslüman toplumunun bünyesinde olan yığınla acılar, problemler olduğu halde, özellikle Ortadoğu coğrafyasına bakalım..

* ’Usâme’nin intikamı’ diye meydana getirilen bunca ’kangölü’ne ne demeli?

Önce Pakistan ve Afganistan’dan ele alalım..
Usâme bin Laden’in Amerikalılar tarafından öldürüldüğünün iddia edilmesi veya açıklanmasından sonra.. Pakistan yöneticileri, ülkelerinde cereyan eden bu saldırı ve diğer olup bitenlerden haberlerinin bile olmamasını halklarına izah edemiyorlar..
Amerikalı yetkililer ise, operasyonunun Pakistan yetkililerine bildirilmesi halinde, haberin Pakistan yönetimi içindeki bazı unsurlar eliyle, ’El’Qaide’ye sızdırılabileceği endişesiyle bilgi vermediklerini ve operasyonu böylesi bir gizlilik içinde yaptıklarını belirtmekteler..
Amerikan Başkanı Obama, ayrıca, Pakistan içinde Usâme’yi yıllarca himaye etmiş unsurların olabileceğini ve bunların ortaya çıkarılmasını istiyor, Pakistan Hükûmeti’nden...
Gerek, C. Başkanı Âsıf Ali Zerdarî, gerek Başbakan Yûsuf Gilanî Amerikalılara temkinli bir lisanla eleştiriler yöneltmeye çalışıyorlar..
Darbe ile iktidara gelip 1999-2008 arasında Pakistan’ı 9 yıl askerî diktatörlükle yöneten General Perviz Muşerref de, şimdi, ülkenin hâkimiyet/ egemenlik hakkının ve toprak bütünlüğünün korunamadığından yakınıyor..
Ama, kendi zamanında, B. Amerika’yla Pakistan arasında yapılan bir anlaşma sırasında, ’Siz bize haber vermeden Pakistan’a müdahale edebilirsiniz, ama, sonra biz halkı yatıştırmak için, size karşı sert bir şekilde çıkışırız..’ denildiğinin belgeleri ortaya döküldü..
Bu iddiayı Amerikalılar açıklıyor, onun için onların verdiği haberi hemen kabul doğru kabul edememiyiz de; Muşerref de zâten bütün yönetim yıllarını, Amerikan izni ile sürdürmemiş miydi ve zaman zaman da Amerika’ya karşı sert sözler söylememiş miydi?
*
Usâme ile ilgili olarak, Tayyîb Erdoğan, 8 Mayıs akşamı, Kanal 7’de, bilinemiyen, muğlak birçok hususlar bulunduğunu, Zerdarî’nin kendisine, Usâme’yi Amerikalılara daha önce teslim ettiklerini söylediğini belirtiyordu..
İran C. Başkanı Ahmedînejad da Usâme’nin çok önceden beri Amerika’nın elinde olduğunu ve sonra öldürülmüş olabileceğini söylüyordu, 15 Mayıs günü.. Ahmedînejad tarafından geçenlerde azledilen ve ama İnqılab Lideri Khameneî’nin makamına iade ettiği ve bundan dolayı İran iç siyasetinin başını epeyce ağrıtan gelişmelerin yaşanmasında da ismi gündeme oturan İstihbarat Bakanı Haydar Muslihî ise, ’Usâme’nin aylarca önce vefat ettiğine dair ellerinde sor derece ciddî bilgiler olduğunu’ kesin bir dille iddia ediyordu..
Usâme’nin intikamının alınacağı şeklinde, El’Qaide ve Tâlibân tarafından yapılan açıklamaların da kenarından geçmemek gerek..
Nitekim, bu açıklamaların hemen arkasından, Talibân, 10 Mayıs günü, yüzlerce militanla gerçekleştirdikleri bir baskınla Qandehar şehrinin kontrolünü birkaç saatliğine de olsa, ele geçirmişlerdi.. Keza, 13 Mayıs günü de, Pakistan’da bir Güvenlik Akademisi’ne karşı girişilen bombalı saldırıda 82 kişi ölüyor ve yüzlerce kişi de yaralanıyor ve bu saldırıyı üstlenen El’Qaide ve Tâlibân, bu eylemin, Usâme’nin intikamının alınması yolundaki ilk eylemlerden birisi olduğunu açıklıyordu..
Burada düşünülmesi gereken şu: Pakistan’da korkunç bir saldırıya uğrayan o Güvenlik Akademisi’nde öldürülen ve hemen tamamı da müslüman olan 82 insanın, Pakistan Hükûmeti’ne ve Pakistan Hükûmeti de isteyerek / istemiyerek emperyalist güç odaklarına hizmet ettiği gibi zorlamalı bir yorumla hedef seçildiği ileri sürülebilir. Ama, böyle bir yorumla, hedef olmaktan kim kurtulabilir ki? Herkes, kendisi gibi düşünmeyen herkesi öldürmek cevazını bu mantıkla kendinde bulamaz mı?
Kaldı ki, direkt askerî mânada silahlı mücadele verenler dışındaki müslüman olmayan insanların, hasım rejimlere dolaylı hizmet verdikleri gerekçesiyle askerî hedef sayılması, ne kadar doğrudur?
Bugüne kadar, müslüman kişi veya gruplardan bazıları da, nicelerini ’kafir’ olarak niteleyip öldürdükleri halde, müslümanlara karşı asla silah kullanmadıklarını söylemediler mi?
Konuya bu açıdan bakılırsa, denilecek fazla bir söz kalmıyor..
*
*İran’daki iç gelişmeler akl-ı selîmle halledilebilecek mi?

Bu arada, İran da önemli gelişmelerin içinden geçmekte..
11 Mayıs günü, İran Körfezi’nin kuzey sahilindeki Bûşehr Nükleer Reaktörü çalıştırılmaya başlandı.. Bu yatırım, Şah zamanından beri yapımı devam eden 36-37 yıllık bir geçmişe sahib idi ve gerek İnqılab’ın ilk yıllarında ve gerekse ondan sonraki 8 yıllık İran-Irak Savaşı ve daha sonrasında da yine Amerikan baskıları sebebiyle tamamlanamamış, bu tesislerin yapımı Almanya, Japonya ve Sovyetler Birliği ve (sonra da onun yerini olan) Rusya arasında eldeğiştirip durmuştu..
Bu vesileyle hatırlayalım ki, siyonist İsrail rejiminin başbakanı Netanyahu, İran’in nükleer tesislerine saldırabilecekleri ve kendi gelecekleri için gelecekte tehlike arzeden bu tesislerin şimdiden bertaraf edilmesinin bir tedbir olarak düşünülmesi gerektiğine dair laflar etmekte, çoktandır.. Ama, bu konuda bu rejimin istihbarat kurumu MOSSAD’ın eski başkanı, 10 Mayıs günü yaptığı açıklamada, ’İran’a saldırı lafını duyduğu zaman, bunu en düşüncesizce söylenmiş bir söz diye nitelediğini’ belirtiyor ve ’nükleer teknolojinin İran’ın da hakkı olduğunu, çünkü bu çalışmaların Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu’nun kontrolünde yapıldığını ve İran’a saldırmanın uluslararası hukukun ihlali olacağını’ söylüyor ve devamında ise, daha da ileri giderek, ’İran’a saldırarak bir savaşı başlatabilirsiniz, ama onu nasıl durdurmanın o kadar kolay olmayabileceğini ve bunun baştan düşünülmesi gerektiğini’ hatırlatıyordu..
*
Amma, İran içinde yaşanan ve daha önce, 23 Nisan günlü yazımda değindiğim iç ihtilaflar, üç haftaya varan bir gerilimli bekleyişten sonra şimdilik atlatılmış gibi gözüküyor, ama, yine de derin problemlerin üzerinin küllendiği de anlaşılıyor..
Hatırlanacağı üzere, o yazıda, ’Zuhûr nezdik est..’ (Zuhûr Yakındır...) isimli bir film hazırlanıp, bu filmin CD’lere aktarılarak, İran geneline milyonlar halinde yayıldığını ve o filmde Mehdi’nin başyardımcı Şuayb bin Salih isimli kişinin de Ahmedînejad olduğunun imâlı bir şekilde anlatıldığı aktarılmıştı..
Bu film ve hele de CD’lerle ülke çapında sur’atle yayılarak geniş kitlelere ulaştırılması ülke çapında derin tartışmalar meydana getirdi.. Özellikle ulemâ çevresi, Mehdi’nin zuhûru için böylesine zaman belirlemelerinin haram ve tehlikeli olduğunu; ’zuhûr’ için zaman belirleyenlerin Deccal olduklarını ve bu gibi iddialarla özellikle gençlerin inançlarının sarsılabileceğine dair endişelerini dile getirdiler..
Nitekim, filmin yapımcısı ve CD’lerin ülke çapında tevzi’ olunmasının faillerinden pekçok kişi tutuklandı.. Ve, bunlardan 25 kadarı, Ahmedînejad’ın yakın çalışma çevresindendi..
Bu arada, medya organlarında, sözkonusu film ve CD’ler ve tutuklanan kişiler etrafında, bir itiqadî inhiraf / sapkınlık cereyanı’nın ortaya çıktığı da yoğun şekilde işleniyordu..
Üstelik, bu cereyanın arkasında, Ahmedînejad’ın dünürü olan ve Cumhurbaşkanlığı Müsteşarı denilebilecek bir vazifede bulunan ve Ahmedînejad üzerinde çok etkili olduğu ileri sürülen İsfendiyar Rahim Meşaî’nin bulunduğu da açıkça dillendiriliyordu..
Derken, tam da bu esnâda, en hassas bakanlıklardan olan İstihbarat’ı yürüten Bakan Haydar Muslihî, bir yardımcısını azlediverdi.. İstihbarat Bakan Yardımcısı’nın, İstihbarat Bakanı tarafından ve kendisine bilgi verilmeden azledilmesine Ahmedînejad’ın tepkisi de aynı oldu ve o da, Bakan’ı azletti.. Amma, bu azl, resmî açıklamalarda ’istifa’ gibi gösterildi..
Ve bu azl’in resmen açıklanmasından birkaç saat sonra da İnqılab Rehberi Seyyid Ali Khameneî, Muslihî’ye bir mesaj göndererek, verimli çalışmalarını aynı makam ve vazifede sürdürmesini istedi..
Bunun üzerine Muslihî, İstihbarat Bakanlığı’na döndü; ama, kendisini kanûnen Bakanlıkla yeniden vazifelendirmesi gereken Ahmedînejadın yeni bir hükmü ve o tâyinin Meclis tarafından yeni bir güvenoyu ile teyid edilmesi yoluna başvurulmaksızın..
Dahası, Muslihî’nin makamına Rehber tarafından döndürülmesi üzerine, bu kez de C. Başkanı Ahmedinejad ortalıktan kayboldu, 11 gün kadar gözükmedi..
Bu arada, Veli-yy-i Faqîh’e (İnqılab Rehberi’ne) itaatsizliğin, kişiyi Allah’ı inkara, şirk’e ve tâgûtperestliğe kadar götüreceğine dair sert mesajlar verildi, ülke çapındaki Âyetullah Cennetî başta olmak üzere, bir çok Cum’a İmamları tarafından ve (tv.’den de yayınlanan) Cuma namazları hutbelerinde.. (Cum’a İmamları, ülke çapında, Rehber tarafından ve ona bağlı bir merkez tarafından belirlenmektedir).
Ve, Rehber’e ve ’Velayet-i Faqih’lik makamının emirlerine itaat’in sadece ülke ve nizâmın bütünlüğü ve istikrarı için değil, şer’î- itiqadî açıdan da gerekli olduğu medya organlarında da ısrarla vurgulandı..
Ama, Ahmedînejad’dan hiç bir haber yoktu.. Ve Muslihî için yeni bir resmî vazifelendirme de yapmamıştı..
Sonunda, bir Bakanlar Kurulu toplantısı yapılacağı açıklandı.. Toplantıya Muslihî de katıldı.. Ama, o toplantıya Ahmedînejad katılmayıp, C. Başkanı 1. Yardımcısı’nın başkanlığında yapıldı o toplantı..
Nihayet, 8 Mayıs günü, Bakanlar Kurulu toplantısında Muslihî ve Ahmedînejad aynı Bakanlar Kurulu toplantısında bir araya geldiler, ama, Muslihî’nin, makamına iade edildiğine dair C. Başkanlığı hükmü henüz de yayınlanmadı ve Meclis’e de sunulmadı..
Bu arada, Ahmedinejad, Rehber’le ilişkisinin ’baba-oğul’ ilişkisi olduğunu söyleyince, ulemâdan bazıları, ’Aranızdaki ilişki ’baba-oğul’ ilişkisi olamaz, bunlar birbirlerine de karşı da olabilirler.. Sizin aranızdaki ilişki, ancak, ’İmam-me’mum/ İmam’ı takib eden/ cemaat’ ilişkisi olabilir..’ dediler, medyaya da yansıyan açıklamalarında..
Ayrıca, Ahmedînejad’ın ’güçlü, muktedir bir cumhurbaşkanı, Rehberliğin de güçlü olması demektir..’ şeklindeki sözü de yeni tartışmaları getirdi beraberinde, tabiatiyle.. Çünkü, ’C. Başkanı, gücünü Rehber’den değil de, Rehber gücünü muktedir bir C. Başkanı’ndan alıyor..’ gibi bir mâna vardı, bu sözde..
Ve şimdilik yatışmış gibi gözüken bu gelişmelere rağmen, medyada, ’bu gibi bir durumun bir daha tekrarlamaması gerekliliği’ medyada ve ilmiyye çevrelerinde bir ultimatom havasında sözkonusu ediliyor..
Ancak, Ahmedînejad’ın da kendi kararlarından ve kararlılığından kolayca vazgeçmiyeceği anlaşılıyor; her ne kadar, ’Veli-yy-i Faqih oldukça, çözülemiyecek hiç bir düğüm olmaz..’ dese de..
Bu arada, Ahmedînejad’ın, bazı Meclis üyelerine/ parlamenterlere, ’Benim oyum, seçimlerde aldığım 25 milyondan ibaret değildir.. Eğer, seçim öncesinde Velayet-i Faqih’lik makamına bağlılık konusunu ısrarla vurgulamasaydım, alacağım oy 35 milyon olurdu..’ kabilinden bir söz söylediği de, bazı m.vekillerince açıklanınca; bu da, beraberinde kaçınılmaz olarak Rehberlik makamına saygısızlık şeklindeki yeni tartışmaları da getiriyordu.
Bu tartışmalar devam ederken, Ahmedînejad, 12 Mayıs günü de, aldığı yeni bir kararla, ’üç bakanlığı, daha diğer bakanlıklara bağladığını’açıklayarak, 3 Bakan’ı daha Hükûmet’ten uzaklaştırıverdi.. (Ahmedînejad’ın bu gibi tuhaf sürprizleri sevdiği anlaşılıyor.. Çünkü, o, birkaç ay önce de, Dışişleri Bakanı Manuçehr Muttekî’yi, Senegal’e gönderdiğini ve Muttekî’nin tam da Senegal C. Başkanı’yla görüşmeye girdiği sırada, Bakanlık’tan azledildiğini ve Senegal C. Başkanı’nın da, diplomatik sıfatı buharlaşan Muttekî’yle yaptığı o görüşmeyi yarıda kesmek zorunda kaldığını hatırlayalım..)
Bu 3 Bakan’dan birisi de, Petrol Bakanı idi.. İran’ın, dünyanın en büyük petrol ülkelerinden birisi olduğu hatırlanırsa, bu safdışı bırakmanın önemi daha iyi anlaşılır.
Bu 3 Bakan’ın Bakanlar Kurulu dışına itilmesi de, Ahmedînejad’ın, ’hükûmet etmekte kararı ben veririm’ dercesine yeni bir güç gösterisi mahiyetindeydi.. Ama, İslamî Şûrâ Meclisi Başkanı Ali Laricanî, ’C. Başkanı’nın böyle bir yetkisinin olmadığını, Bakanlıkların kaldırılmasını veya başka Bakanlık’lara bağlanmasını Meclis’e sunmasını ve bu konuda ancak Meclis’in karar verebileceğini ve ayrıca, Meclis’in herbirine ayrı ayrı güvenoyu verdiği Bakan’ların C. Başkanı tarafından işten elçektirilemiyeceğini’ açıklıyordu.. Ahmedînejad ise, bu konunun kendi yetkisi altında olduğunu ve (İslam Cumhuriyeti’ni Gözetleme Kurumu olan) Şûrâ’y-ı Nigehbân’ın da bu yönde düşündüğünü’ belirtiyordu..
Ama, Şûrâ-y’ı Nigehbân Genel Sekreteri Âyetullah Cennetî, Meclis Başkanı Laricânî’ye gönderdiği yazıda, Cumhurbaşkanı’nın öyle bir yetkisinin olmadığını’ bildiriyordu..
Sonunda, Ahmedînejad ile Laricânî bir araya geldi ve Ahmedînejad, o Bakanlık’lardan ikisini geçici olarak, vekaleten yönetecek iki kişiyi tâyin ediyor ve Petrol Bakanlığı’nı ise, bizzat üstleniyordu..
Bu arada, Ahmedînejad’ın, uluslararası nükleer görüşmeleri yürüten Celilî’yi de değiştirmek istediği, ancak buna, ’İnqılab Rehberi’nin müsaade etmiyeceği İran medyasında vurgulanıyor.
Bununla, sıkıntılar atlatıldı denilebilir mi?
Bunu söylemek için, henüz erken..
*
Ancak, şurası açık ki, iki yıl sonra yapılacak C. Başkanlığı seçiminde 3. bir dönem için aday olması kanûnen mümkün olmayan Ahmedînejad’ın, C. Başkanlığı için aday göstermek istediği düşünülen İsfendiyar Meşaî için, yolun büyük çapta tıkandığı söylenebilir.. Çünkü o, ’itiqadî inhiraf’ın / sapkınlığın öncülerinden birisi olarak medyada açıkça suçlanıyor.
*
İran’da bu gerilimler yaşanırken, İslam İnqılabı Muhafızlar Ordusu / Pasdar’ların, İran- Irak Savaşı’nın son 7 yılında başkomutanlığını yapmış olan Serdar Muhsin Rızaî, kendisine aid olan Tabnak isimli ciddî internet sitesinde karşılaşılan bu durumları tahlil ederken, ilginç bir akıl yürütüyor ve ’Biz niçin yeni bir fitne ile karşılaştık?’ diye soruyor ve bunun cevabı olarak, ’Batı’da ideoloji ve siyasetin birbirinden ayrı oluşuna; İran’da ise, siyaseti fikir ve ideolojiden ayrı tutmanın mümkün olmadığını, olamıyacağını, siyaset, tefekkür ve ideolojinin birbiriyle yoğrulduğunu’ belirtiyordu..
Yani, o halde, bu fitneler devam edecek! (!!?)
Bu gerekçe, o sonucu mantıkî olarak ortaya çıkarmaz mı?
*
İran içinde bu gelişmeler olurken, İİC’nin dış dünya ile ilişkilerdindeki gelişmeler de tabiatiyle devam ediyordu..
Bu cümleden olmak üzere, İİC Dışişleri Bakanı Salihî’nin Suûdî rejimi başkenti Riyad’a gitmek istediği; ama, Bahreyn’deki saltanat rejimi aleyhinde ayaklanan müslüman halkın ezilmesinde Suûdî rejimi askerlerinin işlediği kanlı baskın ve cinayetlerdeki rolü üzerine, İran makamları ve medyasınca yapılan suçlamalar için, İİC’nin Suûdî rejiminden özür dilemedikçe, Suûdî’lerin bu geziye izin vermiyeceği İran medyasında sözkonusu edildi..
Ancak Salihî’nin, ’Suûdî gezisi diye bir proğramının olmadığını’ belirtmesi daha ilginçti.
Bu arada, Bahreyn’de müslüman halkın Âl-i Khalîfe saltanatınca kanlı şekilde bastırılması karşısındaki İran’ın suçlamaları haliyle devam ediyor. Çünkü, Bahreyn Sultanlığı zorbalığını sürdürüyor ve müslüman halkın direniş merkezi olarak kullandığını ileri sürdüğü câmileri, medreseleri bile yıkıyor..
Açıktır ki, Bahreyn veya İran Körfezi’ndeki diğer ’petro-dolar şeyhlikleri’, İran’a karşı dikleşip zıdlaşırken, arkalarında Suûdî rejiminin desteğine güveniyorlar..
Ve Suûdî rejimi de, Ortadoğu’daki her gelişmeden kendi temellerinin de sarsılacağını bildiği için, Bahreyn gibi, Yemen ve Suriye’deki gelişmeleri ve bu sosyal hadiselerin kendi istediği şekilde sonuçlanması için her türlü dikkati gösteriyor..
Nitekim, Yemen’de 33 yıldır hükûmet etmekte olan Ali Abdullah Sâlih, yüzbinlerin, milyonların aylardır sürdürdükleri silahsız, sivil direnişi karşısında, önce acımasızca kan dökmüş ve sonra da Başkanlık’tan ’çekilme’yi kabullenmek yönünde bir açıklama yapmışken, şimdi, o sözünden de vazgeçmiş görünüyor.. Çünkü, Suûdî rejimi, güneyindeki Yemen’de halkın istek ve iradesine göre bir yönetim kurulması halinde, bundan kendi temellerine de zarar geleceğinin endişesiyle, Sâlih diktatörlüğüne vargücüyle destek veriyor ve onun, halk karşısında eğilmemesini istiyor..
Sâlih de, esasen Gaddafî’nin Libya’da verdiği, diktatörlüğünü korumak için, halk kitlelerine karşı ne pahasına olursa olsun, direnme kararından da etkilenerek, diktatörlüğünü sürdürmekte kararlı gözüküyor..
Ama, Yemen halkı yüzlerce, binlerce kurban verdiği halde, silahlı mücadeleye başvurmadan, direnişini sürdürüyor.. Yani, Ali Abdullah Sâlih ve Gaddafî’den ve Suûdî’lerden akıl alarak diktatörlüğünü sürdürmeye direnirken; Yemen halkı da, hakkından ve haklılığından geri adım atmıyacağa benziyor..
*
*Ve, Suriye’deki Baas diktatörlüğü cinayetlerini sürdürürken..

Suriye’de ise.. Der’a, Hama, Humus, Haleb, Qamişlu, Lazqiye ve (başkent Şam yakınındaki) Duma ve diğer şehirlerde, güvenlik güçlerinin şiddeti arttıkça güçlenen bir ayaklanma ve ayaklanma genişledikçe de şiddete başvurması daha bir artan bir güvenlik güçleri sarmalı içine dolanmış bulunmaktadır..
Son iki-üç ay içinde, onbinlerce insan zindanlara doldurulmuş bulunuyor; öldürülenlerin sayısı ise, yüzlerle-binlerle ifade ediliyor.. Beşşar Esed’in, ya, orduya ve Baas Partisi diktatörlüğünün milis güçlerine ve ’Derin Devlet’ odaklarına hâkim olamadığı; ya da, iktidarını korumak için her türlü canavarlığa karar verdiği gibi ikili ihtimalli bir görüntü karşımızda..
Ayrıca Esed, içerde kendi halkına karşı, ’Biz iktidardan gidersek, istikrarımızı yitiririz ve Suriye büyüz zaafa uğrar ve bundan İsrail faydalanır..’ söylemini geliştirirken, geçen hafta etkili bir Amerikan gazetesine verdiği röportajda söylediği gibi, ’Ben olmazsam, bundan İsrail zarar görür..’ diye, ikili bir oyun oynadığı görülüyor..
Hatırlayalım ki, Libya diktatörü Gaddafî de, böyle hareket etmiş ve halk ayaklanmasının başlangıcında, o halk kitlelerine silah kullanırken, Amerika’ya, ’Biz Libya’da El’Qaide’ye karşı, terörizme karşı silah kullanıyoruz..’ diyordu; ama, NATO bombardımanları başlayınca ise, aynı Gaddafî, ’Bu Haçlı Saldırısı’na karşı ben de El’Qaide ile işbirliği yaparım..’ tehdidine sarılmıştı..
Suriye’de de aynı mantık kurnazlığı sergilendi..
Ama, Esed rejimi olmazsa, yerine kimin geleceğinin bilinmemesi de bir ayrı konu..
Çünkü, Suriye’de sosyal yapı son derece karmaşık..
İnanç kitleleri olarak, yüzde 80’i bulan büyük kitle olan müslümanlardan ayrı olarak, hristiyanlar ve az da olsa yahudiler var, dürzîler var..
Etnisite olarak, arablar, kürdler, türkler, ermeniler, var..
Müslümanlar içinde de, sunnî ve şiî kitleler olduğu gibi, şiîlik içinde kabul edilmeyen ve nüfusun yüzde 10’unu bulan etkili bir alevî kitlesi olan Nusayrîler var..
Bundan ayrı olarak, müslüman kitlelerin sempatiyle baktığı ve amma, üyelerine bile hemen idâm cezaları verilen ve tarafdarlarına asla mülayemetle yaklaşılmayan bir ’İkhvan-ul’Muslimiyn/ Müslüman Kardeşler Teşkilatı’ var ki, her türlü sosyo-politik faaliyetlerden dışlanmışlar.. ’Hizb’ut-Tahrir’ grubu da aynı şekilde..
Ayrıca, vehhabî veya selefî diye anılan ve de kendileri gibi inanmayanları kolayca tekfir edebilen bir sertlikte olan gruplar da var..
Hristiyanların içinde de, ortodoks marunîler, katolikler, suryanîler var..
Keza, küçük ateist gruplar ve yezidîler vs. gibi şeytanperestler de var..
Şimdi, bütün bu farklı grupların büyük kısmı, ilk anda, Baas Partisi ve Esed Ailesi’nin 40 yıllık diktatörlüğüne karşı, birlik içinde hareket edeceklerini açıklasalar bile; mevcud siyasî yapı yıkılacak olursa, bu grupların herbirisinin birbirine karşı yeni bir iktidar savaşına gireceği tahmin edilebiliyor..
Hatırlayalım ki, 100 yıl öncelerde, Osmanlı’nın son döneminde, 1908’de, 2. Meşrutiyet ilan edildiğinde, hemen bütün dinlerin ve etnik grupların mensublar; papazlar, hocalar, hahamlar ve müslüman ve gayrimuslim gruplar ve keza, türkler, kürdler, arablar, rumlar, bulgarlar, ermeniler, sırblar, hep birlikte, ’hürriyet’ türküleri söylüyorlardı, kolkola..
Ama, bu beraberliğin üzerinden henüz bir yıl bile geçmeden, her grup kendi üstünlüğünü veya menfaatlerini gözetecek bir hassasiyetle hareket etti.. Hele, dünya siyasetinde meydana gelen büyük değişiklikler, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşının getirdiği felaketlerle, bütün bu gruplar büyük çapta buharlaştı ve müslüman halklar, diğer bütün unsurların kendi karşılarında tek cebhe olduklarını farkettiler; emperyalist dünyanın düzenlemeleriyle de..
Yalnız kalan müslüman kitleler de, daha sonra, şeytanî taktiklerle, kavmiyetçi cereyanlarla birbirinden birbirlerinden uzaklaştırıldılar..
Şimdi, Suriye’de de, kimse geleceği net olarak göremiyor ve ’Mevcud 40 yıllık diktatörlük düzeni çökerse, yerine kim gelebilir?’ sorusunun cevabını kolayaca veremiyor..
Hele, korkunç bir kaos ve boğuşma ortamı ortaya çıkar endişesi, herkesi daha bir temkine zorluyor..
Bu ihtimali reddetmek de o kadar kolay değil..
Ve öyle bir durumdan en büyük faydayı sağlıyacak olanın, İsrail rejimi ve onun arkasındaki emperyalist dünya olacağını söylemek de kehanet olmaz..
Bütün bu endişeler, Esed rejiminin gücünü oluşturuyor ve büyük kitlelerin, Yemen ve Mısır’da olduğu gibi, yüzbinler-milyonlar halinde protesto gösterileri geliştiremeyişlerinin bir sebebi de bu olsa gerek..
Aynı endişeyie bölge ülkeleri de taşıyorlar.. Bunun içindir ki, Türkiye de, Mısır da, Suûd rejimi de, İran da, Irak da, Lübnan da ve Ortadoğu siyasetinin önemli güç odaklarından olan HAMAS ve Hizbullah gibi teşkilatlar da, Esed ve Baas rejimini sevdiklerinden değil, ama, bu sistemin yıkılması halinde yerine neyin, nasıl geleceğini kestiremediklerinden, mevcud statükonun yanındaymış gibi bir tavır takınıyorlar..
Öte yandan, Amerika ve Batı dünyasının Esed rejiminin uygulamalarını bahane ederek, Libya’ya olduğu gibi, Suriye’ye de bir takım askerî yaptırımlar uygulamaya kalkışması halinde, tablonun daha bir içinden çıkılmaz hal alacağı da kesin..
Bu arada Rusya da Suriye rejimini destekliyor ve Suriye aleyhine, BM. Güvenlik Konseyi’nde Libya için alınan karar benzeri bir kararın çıkarılmasına seyirci kalmıyacağını açıklıyor..
Kezâ, İran da, petrolünün bir kısmını Suriye Lirası üzerinden satacağını açıklayarak, ekonomik açıdan, Suriye lirasının çökmemesi için önemli bir destek sağlıyor..
TC. Başbakanı Tayyîb Erdoğan’ın, Esed’i ikna edebilecek en yakın dostu olduğu görüşü de, Suriye’de Esed rejiminin kitleler üzerine kanlı bir şekilde saldırmasının yolunu kesemedi.. Esasen, bu konuda çok etkili olamadığını Erdoğan da açıkça beyan etmiş bulunuyor.. Her ne kadar, 48 yıldır devam eden Sıkıyönetim’in kaldırılması ve diğer birçok sosyal reformların hayata geçirilmesi yolunda Erdoğan’ın tavsiyeleri etkili olmuşa benziyorsa da, bu kararlar sonrasında daha bir artan silahlı mücadelelerin, inisiyatifi Beşşar’ın elinden aldığı ve Suriye Ergenekonu’nun, Suriye Derin Devleti’nin ve bir Mafia gibi çalışan Baas Partisi’nin kadrolarının ve milislerinin elini güçlendirdiği de tahmin edilebilir..
Tabiî, bunda, Suriye güvenlik güçlerinin de ağır kayıplar vermesinin de rolü olduğu tahmin ediliyor.. Esasen, Esed rejiminin ölen asker ve diğer güvenlik güçleri sayısını abarttığı ve ateş açmak zorunda kaldıkları kesimlerin de, gösteri yapanlar değil, güvenlik güçlerine karşı silah kullananlar olduğu şeklindeki haberlere öncelik vermesinin de, geniş kitleleri huzursuz bir bekleyişe sürüklediği anlaşılıyor..
*
Ama, her ne olursa olsun, daha bir kaç ay öncesine kadar halkı arasında sempati ile karşılanan Beşşar Esed’in, bundan sonra halkının karşısına nasıl çıkacağı ve merak etmeye değer.. Çünkü, kan ve binlerce cesed üzerinde oturarak varlığını sürdüren bir rejimin başıdır, o artık, tıpkı babası gibi..
Lakin, bazı siyasî gözlemcilerin belirttiği gibi, baba Hâfız Esed’in, Hama ve diğer şehirlerdeki şiddet uygulamalarının sorumluluğunu kardeşi Rif’at üzerine atıp, onu yakın çevresinden uzaklaştırdığı gibi; Beşşar Esed de, ordunun başında bulunan ve ülke çapındaki bütün gösterilerin üzerine şiddetle gidilmesinin sorumlusu olarak gösterilen kardeşi Mâhir Esed’i ve Esed Ailesi’nden ve diğer etkili isimleri etrafından ve mensub olduğu Nusayrî taifesini de yönetimdeki etkili mevkılerinden uzaklaştırarak, suçu onların üzerine atmak sûretiyle, halkın güvenini ve kendisinin olup bitenlerden çok sorumlu tutulmaması gerektiği kanaatini pekişterme taktiğine başvurabilir..
Yoksa, Beşşar da sırf tahakküm etmek için, bunca kan ve gözyaşını akıtmış bir diktatör olarak tarihteki yerini almaktan asla kurtulamıyacaktır.
Nice fir’avunlar var ki, tahakküm hırslarını tatmin için kan içmekten; kendi hayatlarını başkalarının kan ve canlarını üzerine bina etmekten meded umdular..
Amma, yeller eser şimdi yerlerinde..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Diktatörlüklerin hâmisi, şimdi de “özgürlük havarisi” rolünde..




Amerikan Başkanı Barack Hussein Obama, sadece Amerikan emperyalizminin değil, kendisinin müslüman toplumlardaki popularitesinin/ itibarının da giderek düştüğünü kamuoyu yoklamalarının veri ve raporlarından anlıyordu, herhalde..
Halbuki, dedeleri Afrika’dan zorla koparılıp zencirlere vurularak Amerika’ya götürülen ve orada, yüzyıllarca ’akıllı hayvanlar’ gibi çalıştırılan insanlar olan Obama’nın Amerikan Başkanlığı’na seçilebilmiş olması, ondan beklentilerin çıtasını bayağı yükseltmişti..
Üstelik, onun Kenya’daki cedlerinin ve bizzat kendi babasının da bir müslüman olduğunu bizzat Obama da gizlemiyor; babasının kendisine verdiği Hussein ismini de yüksek sesle dile getiriyor ve bu da, onun müslüman toplumlarda daha bir sempatiyle karşılanmasında ayrı bir etken oluşturuyordu..
Gerçi, 1965’lerden önce, derilerinin rengi siyah olan insanların beyaz derililerin gittiği lokantalara girmesine; kamuya aid ve beyaz derililerin bindiği otobüslere veya trenlerin beyazlara mahsus kompartmanlarına binmesine bile müsaade edilmediği bir toplumda; kabul etmek gerekir ki, Obama gibi birisinin, ’Amerikan Başkanı’ seçilmesi, sadece USA emperyalizminin zaafını gidermek için, onun gibilerden istifade etmek hesabıyla açıklanamaz ve bu durum, o toplumun değer yargılarında büyük bir değişim meydana geldiğinin işareti de sayılabilirdi, herhalde..
Ama, Obama, tarla faresi mi, ev faresi mi olacaktı; o ayrı bir değerlendirme ve deneme konusu idi.. Yine de, genel kanaat onun ev fareliği dışında bir rol oynamaya kalkışmasına onu kendisinin kaptan köşküne getiren emperyalist sistemin müsaade etmiyeceği yönündeydi.. Öyle de oldu..
Halbuki, Obama, Amerikan Başkanlığı’na gelir gelmez, Türkiye ve Mısır’a yaptığı gezilerdeki konuşmalarında başka bir profil oluşturmaya çalışmış, beklenti çıtasını yüksekte tutmuştu..
Buna rağmen, Obama, sadece Amerikan toplumunda değil, müslüman toplumlarda da niye bu kadar sevimsizleşti?
Denilebilir ki, o, bir taraftan dünkü kölelerin günümüzdeki uzantısı olduğunu unutmuyor ve genlerinde atalarından tevarüs ettiği duyguların ruhundaki yönlendirmelerinin etkisinde kalıyor; diğer taraftan da, başında / kaptan köşkünde bulunduğu emperyalist sistemin çarklarını kendisinden öncekilerden daha iyi çeviremediği takdirde, o çarkların dişlileri arasında ufalanıp gideceğini unutmuyordu..
Onun içindir ki, Amerikan emperyalizminin, Irak ve Afganistan’dakiler en açıkları olan bütün cinayetlerini sürdürdü ve Fılistin’de siyonist İsrail rejimine işlettiği cinayetlere uluslararası kılıflar bulmaktaki geleneksel Amerikan siyasetinden geri kalmadı..
Hele, komunizmi yenilgiye uğratmak için 1980-90’lı yıllarda, Afganistaan’da yıllarca işbirliği yaptıkları ve önceleri ‘mojaheed‘/ mucahiddiye isimlendirdikleri, sonra ise bir ‘uluslararası terorist‘ ve bir gulyabanî profili oluşturdukları Usâme bin Laden etrafında Amerikan emperyalizminin geliştirdiği söylemler, aklı başında hiçbir müslümanın kabul edemiyeceği hususlardır..
Böyleyken..
Obama’nın 19 Mayıs günü, özellikle de Ortadoğu’yla ilgili önemli bir konuşma yapacağı açıklandığında..
Biraz bilinen çerçevenin dışına çıkabileceği tahmin edilebiliyordu..
Ama, görüldü ki Obama, tereciye tere satmak gibi bir abesle iştigale devam ediyor ve Usâme bin Laden’in şehid olup olmadığına dair fetvayı başkasına bırakmak istemiyor ve ‘El‘Qaide’yle mücadelemizde çok büyük bir darbe vurduk ve Usâme bin Laden’i öldürdük. Bin Laden bir şehid değil, bir katliâmcıydı; demokrasiyi reddetti, Müslümanların temel haklarını reddetti.." diyordu.
Obama, bu iddialı fetvacılık tavrından sonra, Ortadoğu coğrafyasısnda son bir kaç aydır sürmekte olan ve ‘Arab Baharı‘ diye isimlendirilen büyük ve kanlı sosyal değişimlerin üzerine de kendi imzasını atmaya yelteniyordu.. Çünkü, Kasısm-2012’de yapılacak olan Başkanlık seçimlerine katılabilmek için bir takım atraksiyonlar yapması gerekiyordu.. Ve zaman daralıyordu..
Ayrıca siyonist İsrail rejiminin başbakanı Benjamin Netanyahu da Washington’a geliyordu.. Onun, hem Amerikan siyasetinde ve kamuoyunda etkin olan yahudi lobisi kanalıyla Amerikan iç siyasetini ve dışsiyasetini de etkileyecek çapta birisi olduğunu Obama da elbette iyi biliyordu.. Ve onun sınır tanımaz taleblerini ve bu talebleri yerine getirtmek için Amerikan iç siyasetindeki baskı gruplarının yaptırım gücünü de bilmiyor değildi Obama..
İşte böylesine hassas bir dönemde, Obama hem müslüman coğrafyalarındaki imajını düzeltmeye yarıyabileceği; hem Amerikan iç siyaset çevrelerine muktedir bir başkan profili çizebileceği ve hem de Netanyahu’nun Amerikan iç siyasetini de derinden etkileyen yahudi lobisinin baskılarından da güç alan taleblerine bir fren oluşturabileceği umuduyla, bu konuşmayı yapmaya karar verdiği söylenebilir..
*
Bu açıdan bakıldığında, Obama, elbette ki ve dış siyaset dengelerini de gözeterek yaptığı bu son konuşmasında, kimseyi memnun edemememiş gözükse bile, eğer söylediklerini uygulamaya geçirebilirse; yine de önemli şeyler dile getirmiş bulunmaktadır.
Obama‘nın sözlerinden en baaşta da, diyar-ı arab’daki diktatör rejimler memnun olmamışlardır..
Ama, ona açıktan itiraz edebilecek durumda da değillerdir.. Çünkü, bugüne kadar sürdürdükleri diktatörlüklerinin de asıl dayanağı yine Amerikan emperyalizmi idi.. Bugün artık, o ‘emperyalist efendileri‘, onlara, sosyal değişim taleblerini yoğun ve yaygın olarak dile getiren halklarının sesine kulak vermelerini, şimdi de bu yönde hareket edip öncülük yapmalarını, ya da yolu tıkamaya kalkışmayıp kenara çekilmelerini öğütlemektedir..
**​
Emperyalistler, ‘mucahid‘ dediklerine, ‘terorist‘; can-ciğer dostlarına da diktatör demekte tereddüd etmez..

Evet, Obama, Tunus’daki ayaklanmayla başlayıp Mısır’a ve oradan Yemen, Libya, Bahreyn ve Suriye’ye sıçrayan ve bütün diktatörlük rejimlerni korkulara salan halk hareketlerinin üzerine himaye kanadını açıyor ve düne kadar sıkı-fıkı işbirliği yaptıkları rejim ve liderleri ve onların 30 yıllık sembolü olan Husnî Mubarek’i bile şimdi diktator olarak niteleyip, yeni gelişmelerin de öncüsülüğüne ve özgürlük havarîliğine soyunuyor ve özetle şunları söylüyordu:
‘…Meydanlarda sokaklarda insanlar temel hakları için ayaklandı. Bu ülkeler bizden çok uzakta olsa da, ekonomi, güvenlik ve tarih açısından bakıldığında, bizim geleceğimizin Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesine bağlı olduğunu görüyoruz.. (…) Birçok yerde iktidar çok az kişinin elinde odaklanmıştı. İnsanların yargıya, bağımsız medyaya, eleştirel partilere ya da özgür ve âdil seçimlere dönme şansı yoktu. Halkların kendi kaderini tayin edememe durumu bölge ekonomisine de etki etti. Yeni bir nesil çıktı ve onların sesi bize “Değişim reddedilemez” dedi.
Kahire’de bir anne “İlk defa temiz hava alabiliyorum” dedi San‘a’da öğrenciler “Bu gece bitmeli” dedi. Şam’da genç adamların “İlk çığlıktan sonra kendinizi onurlu hissediyorsunuz” dediğini duyduk.
Şiddetsizliğin ahlâkî gücüyle halklar, teröristlerin on yıllardır yapamadığını 6 ayda yaptı.
Bu hikaye bitmeden, yıllar geçecek. İyi ve kötü günler olacak. Bazı yerler çok hızlı, bazı yerler kademeli olarak değişecek. Vahşi bir iktidar yarışı olacak. Bizim için soru şu: Bu hikayede Amerika ne rol oynayacak?
Bölgedeki temel çıkarlarımız: Terörizmle mücadele, nükleer silahların önlenmesi, İsrail’in güvenliğine destek, Arab-İsrail barışı. Biz çıkarlarımızın halkın umutlarına düşman değil, destekçi olduğuna inanıyoruz. Sadece bu çıkarların peşinde koşan bir strateji aç karınları doldurmaz, halkın aklındakini konuşmasına izin vermez. İnsanların Amerikan çıkarlarını bizim zararımıza olacak şekilde sürdürüyor anlayışını değiştirmemiz lâzım.
Bu yüzden Kahire’de 2 yıl önceki diyalog girişimimizi karşılıklı çıkar ve saygı üzerinden genişletmeye başladım. “Bireylerin kendi kaderini tayin etmesi.” Bu statükonun üzerine kurulu olduğu fay hatları eninde sonunda bizi yıkacaktır.
Dünyayı olduğu gibi kabul etmeden önce olması gerektiği gibi yapacak şansımız var ama bunu alçak gönüllülükle yapmalıyız.
İnsanları Tunus ve Mısır sokaklarına biz çıkarmadık. Her ülkede temsilî demokrasi olmayabilir, çıkarlarımız her zaman bölgedeki uzun vadeli vizyonla uyumlu da olabilir.
Ama, ABD bölge halkına şiddet kullanılmasına karşıdır. ABD bunlara inanır: Özgürce konuşma hakkı, özgür toplanma, din özgürlüğü kadın-erkek eşitliği, liderini seçme hakkı. Ekonomik ve siyasi reformları destekliyoruz. Desteğimiz ikincil bir çıkar değildir, birincil önceliktir ve somut faaliyetlerle ortaya konmalıdır.
Mısır ve Tunus’ta kaybedilecek çok şey var. O yüzden desteğimiz buradan başlayacak. Ama henüz buna başlamayanları da destekliyoruz.
Zaman zaman korkunç sonuçlar ortaya çıkıyor. Bunun örneği Libya.. Rejim değişikliği zorlarsan olmaz, biz bunu Irak’ta gördük. Ama, Libya’da bir katliâm vardı ve biz de Libya halkının yardım çağrısına karşılık verdik. Şimdi zaman Gaddafî’nin aleyhine işliyor. Ülkesini kontrol edemiyor. İktidardan ayrıldığında demokratik dönüşüm başlayacak.
Ancak sadece Libya yok. Son olarak Suriye rejimi de öldürme yolunu seçti. Dün açıkladığımız yaptırımlar dahil birçok önlem aldık. Suriye halkı demokrasi istediğini gösterdi. Esed, ya bu değişime liderlik eder, ya da yoldan çekilir.
Ciddî bir diyalog başlatılmalı, aksi takdirde Esed’in rejimi içeriden zorlanacak, dışarıdan yalnız bırakılacak.
Şimdiye kadar Tahran’ın desteğini aldı. Bu da Tahran’ın ikiyüzlülüğü. Hem göstericilere destek verdiğini söylüyor hem de kendi halkına baskı uyguluyor. Bu olaylar ilk nerede başladı? Tahran sokaklarında..
İran’ın tolerans eksikliğine ve nükleer programına muhalefetimiz biliniyor. Ama zaman zaman bölgedeki dostlarımızın da (Erdoğan Türkiyesi’ni kasdediyor) değişimin yanında olmadığı anlar oldu.
Yemen ve Bahreyn için de geçerli bu. Hükümet ve muhalefetin ileri gidebilmesinin tek yolu barışçı diyalog. Ama, muhalefetin yarısı hapisteyken nasıl diyalog olacak?
Mezheb farklılıkları illâ çatışmaya yol açmaz. Irak’ta çok mezhebli, çok etnik gruplu bir demokrasinin umutlarını gördük.
Özellikle din konusunda. Tahrir’de “Müslüman-Hristiyan hepimiz biriz” sloganlarını duyduk ve aralarında köprüler kuruldu. 3 dinin doğduğu yerde hoşgörüsüzlük sadece felakete yol açar.
Aynı şey kadınlar için de geçerli. Kadınlar güçlü oldu mu ülkeler daha refah içinde olur.
Duvarlar yıkılmalı. Yolsuzluk, bürokrasi ve patronaj ilişkilerine çözüm bulunmalı. Milletvekilleri ve aktivistlerle birlikte çalışarak bunun için yollar arayacağız.
Önümüzdeki bütün engellere rağmen umutlu olabiliriz. Şam’da, Bingazi’de insanların özgürlükleri barışçı şekilde kutladığını görüyoruz.
Demir yumruklar gevşeyecek.
Bizim ulusumuz da bir imparatorluk karşısında (Amerika’da, hemen tamamı ingilizlerden oluşan halkın, 1774‘de İngiliz lere karşı verdiği istiklal/ bağımsızlık savaşıhatırlatılıyor) verilen bir savaşla kuruldu, bir iç savaş yaşadı, eskiler şiddetsizliğe sarılmasaydı, barışçı protestolar yapmasaydı ben burada olamazdım. O sâyede “herkes eşit yaratılmıştır” ölçüsü gerçek oldu.‘
Evet, Obama’nın uzun konuşmasından bazı bölümleri, üzerinde durmak için buraya aktardık..
Burada bir nokta var..
Bazı kimseler, Amerikan emperyalizminin düne kadar bu rejimlerin çoğuyla işbirliği yaptığını, Suûdî rejimi gibi en katı diktatörlüklerle münasebetini de sürdürdüğünü unutup, emperyalizmin karşı çıktığı her şeye destek vermek ve onun destek verdiği her duruma da karşı çıkmak gibi bir yanlışa saplanıyorlar.. Sanki, diktatörlük rejimleri, emperyalizmin emellerine hizmet etmiyor ve de İslam’a uygun imiş gibi..
Halbuki, biz müslümanlar, emperyalistler destekledikleri veya karşı çıktıkları için değil, insanlık hak ve haysiyetimize karşı olan her güce ve güç odağına, rejimlere karşı çıkarız..
Bu gibi durumlarda mantıkî açmazlkara düşmekten kurulmak için, en güzel ölçü herhalde şu olmalıdır:
Önemli olan, Ebu Cehl’e düşman olmak değil: Resulullah‘a dost olabilmektir.
Çünkü, Ebu Cehl’e düşman olanların, Resulullah’a da düşman olmaları mümkündür.. Ama, Resulullah‘a dost olanlar ise, Ebu Cehl’e de otomatik olarak, kesinlikle düşman olur..
**​
Garb Cebhesi‘nde yeni bir şey yok..

Obama‘nın son konuşmasından, HAMAS ve Hizbullah gibi inkılabçı İslamî mücadele odakları da tabiatiyle memnun olmamışlardır.. Çünkü, Amerika’nın bu yaklaşımında Fılistin’in mazlûm ve mağdur halkı için yeni bir şey yok.. Obama’nın İsrail’e yaptığı 1967 Savaşı öncesi sınırlara çekilmesi yolundaki çağrılar da Filistin halkının aslî talebi olmadığı gibi, hem de o isteğin bile hayata geçirilmesi yolunda, tavsiye ötesinde bir şey yapılacağına kimse inanmamaktadır.. Özü itibariyle, 60 küsur yıldır tekrarlanıp durulan ve siyonist İsrail rejimini korumayı hedefliyen, onun işgal, gasb ve diğer cinayetlerinde daha bir teşvik eden sözler.. ‘Filistinlilerin İsraillilerin meşruiyetinin altını oymaya çalışarak kazanacağı bir şey yok. Eylûl ayında yapılacak Birleşmiş Milletler zirvesinde İsrail'i yalnız bırakma girişimleri, bağımsız bir Filistin devleti getirmeyecek.. İsrail’in varlık hakkını kabul etmeden Filistinlilerin devleti olamaz.‘ şeklindeki sözler de. Amerika tarafında değişen /değişecek bir şey olmadığını gösteriyor..
Çünkü, Obama’nın da derdi, siyonist İsrail rejimin güvenlik ve huzurunun sağlamak.. Bunu onun, ‘Onyıllar boyunca İsrailliler çocuklarının bir gün bir otobüsteki patlamaya kurban gidebileceği endişesiyle yaşadı..‘ şeklindeki sözlerinden de çıkarmak mümkün.. Ama, bunu hatırlatan Obama, Filistin halkının, kadın, çocuk, ihtiyar, savunmasız -silahsız sivil demeden, ve uluslararası kurallara göre kullanılması yasak olan napalm, salkım ve forfor bombalarının kullanıldığı bombardımanlar altında, binler halinde can verdiğini söyleyemedi..
Sadece, ‘iki yıldan fazladır bu problemi sona erdirmek için uğraşıyoruz. Ama beklentilerimiz bugüne kadar boşa çıktı..‘ demekle yetindi.. Obama, ‘Yerleşim inşaatları sürüyor, Filistinliler ise müzakere masasından kalktı. Açmazdan başka bir şey yere varamadık.‘ derken de, bizzat kendi hükümeti tarafından yapılan, işgal bölgelerinde yeni yerleşim birimleri kurulması yönündeki çalışmalara anlayışla yaklaşılan açıklamaları da hatırlamadı.. Ama, ‘Bizim İsrail’e bağlılığımız sarsılamaz. Her zaman dostumuzun yanında oluruz.,.‘ demeyi ihmal etmedi.. Obama’nın ‘Filistinliler için ise, işgalin ve kendi devletine sahib olamamanın verdiği utanç vardı.‘ gibi gönül alıcı cümleleri ise, bir diplomatik manevradan öteye bir mâna ifade etmiyordu..
Buna rağmen, Obama’nın sözleri, siyonist İsrail rejimi siyasi çevrelerini, yine de derinden öfkelendirmiş ve korkutmuştur.. Nitekim, sadece İsrail rejimi şemsiyesi altında olan çevreler değil, o şemsiyeyi bu rejim üzerinde tutan ve Amerika’da oldukça güçlü olan yahudi lobisi de, pratize edilmesi ihtimali hayli zayıf olsa bile bu sözlerden son derece rahatsız olmuşlardır; diplomatik sahada bir mevzi kaybettiklerini düşünerek..
Çünkü, Obama şunları da söylüyor: ‘Doğruyu söylemeliyiz. Filistinlilerin çoğu Ürdün Irmağı‘nın diğer tarafında (Batı Şeria’da) yaşıyor. Sadece birkaç kişiyle olmaz, barışın erişilebilir olduğuna milyonlar inanmalı.. Demokratik Yahudi devleti yerleşimlerle (yeni yerleşim bölgeleri tesis ederek) kurulamaz. (…) Görüşmelerin temeli çok net: Varlığını sürdürebilecek bir Filistin ve güvenliği sağlanmış bir İsrail.. Biz sınırların 1967 (Savaşı öncesi) sınırlarını temel almasını ve toprak alışverişi yapılmasını savunuyoruz. Güvenlik konusuna gelince, her halkın kendini koruma hakkı var. İsrail kendi kendini savunabilmeli. Etkili sınır güvenliğini sağlamalı. İsrail ordusunun çekilmesi süreci bağımsız silahsız Filistin'le birlikte koordine edilmeli. Filistinliler sınırlarını, İsrailliler de güvenlik kaygılarının karşılanacağını bilmeli..
Bu ikisinin sağlanmasının da problem çözemeyeceğini biliyorum. Çünkü ortada Kudüs'ün konumu ve mülteciler problemi de var. Ama, ilerlemek bu problemelerin de âdil bir biçimde çözülmesini sağlayacaktır.
Masaya dönmenin kolay olmayacağını ben de biliyorum.
Özellikle, El Fetih-HAMAS anlaşması İsrail için soru işareti oluşturuyor... Varlığınızı tanımayan bir tarafla nasıl müzakere yapabilirsiniz ki? Ama, çoğunluğun geçmişte hapsolmak yerine geleceğe bakmaya niyetli olduğuna inanıyorum.
Yapılması gereken seçim bu, sadece İsrail-Filistin için de değil. bölge genelinde: Nefret mi umut mu? Geçmişin zincirleri mi, geleceğin vaadleri mi?
Sürekli erteleme problemin çözümü olamaz. İsrail, yahudi devleti olacak, Filistin de Filistinlilerin devleti... Her iki devlet de birbirini tanıyacak.’
Evet, bu sözler, Fılistinliler açısından, en azından geçmişteki Amerikan Başkanlarının sözlerinden daha ağır değil.. Ama, siyonist İsrail açısından, bekleseler bile, işitmek istemedikleri çapta epeyce yeni..
Ama, bu laflar arasında, bir yeni teslimiyet de var.. Amerikan Başkanı da, tıpkı son zamanlarda Netanyahu’nun ısrarla vurguladığı üzere, sadece İsrail isimlendirmesiyle yetinmiyor ve Netanyahu’nun, ‘İsrail’in bir yahudi devleti olduğunun kabul edilmesi gerekir..’ şeklindeki dayatmasını benimsemiş gözüküyor..
Bu da, siyonist İsrail’in gasb ettiği topraklarda yaşayan ve o toprakların aslî sahibi olan Filistinlilerin yahudi olmadıkları müddetçe ikinci sınıf vatandaş olacaklarının önkabulünü gerekli hale getiriyor.. Halbuki, uluslararası hukukda ve özellikle hemen daima vurgu yapılan BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde, devletlerin, hukuk düzenlemeleri yaparken, ‘insanlar arasında ırk, dil, cinsiyet vs. yanında, din farkı da gözetilemiyeceği şeklinde ifade olunan temel prensip konusunda, İsrail sözkonusu olunca bir istisna getirilebileceğinin kapısı açılıyor. Halbuki, -Obama’nın deyişiyle- İsraillilerin ‘yahudi devleti’ kurmak hakkının tanınmasına karşı meselâ Fılistinlilerin de, kuracakları devletin bir ‘İslam Devleti’ olacağı şeklinde bir önşartları olsa, bunu en başta da Amerikan emperyalizminin kesinlikle kabul etmiyeceği açıktır..
Konuya bu açıdan bakıldığında, İslamî temeller üzerinde bir toplum inşa etmeye çalışan HAMAS’ın, laik hedefleri esas alan bir Mahmûd Abbas liderliğindeki El’Feth ile vardığı anlaşma da üzerinde ayrıca durulmayı gerektiriyor..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Filistin’de mes’elenin özü, ’diplomatik tanıma’ değil, psikolojik savaşı kaybetmeme çabası..

font_01.gif
font_02.gif
font_03.gif
font_04.gif





Muhakkak ki, son yüzyıllarda, uluslararası hukukun önemli kavram ve terimlerinden birisi, ’diplomatik tanıma’dır... Gerçi, bir ’devlet’in, Devletler Hukuku / diplomasiaçısından bir kimlik ve hükmî şahsiyet kazanabilmesi için, başka devletler tarafından tanınması şart değildir. Ama, yine de, ’tanıma’, yeni teşekkül eden bir devletin devletlerarası topluluğun diğer üyeleri tarafından da bir üye olarak kabul edildiği mânasına gelir. Ama, ’tanıma’ veya ’tanımama’nın getirdiği bir çok avantajlar veya dezavantajlar var, tabiatiyle..
Ve tanıma, uluslararası hukuk kurallara uygun şekilde (hukukî/ de jure) bir çerçevede olabileceği gibi, ’fiilî / de facto’ bir çerçeve içinde de gerçekleşebilir.. Veya sarih bir tanıma olabileceği gibi, zımnî bir tanıma da olabilir..
Sarih, net/ açık tanıma, resmî beyanlarla ve hukukî / diplomatik formlara uygun olarak yapılan işlemlerle gerçekleşir..
Zımnî tanıma ise, devletlerin yeni kurulan bir devleti açık bir hukukî/ diplomatik muamele olmaksızın, o yeni devletin uluslararası bir konferansa katılmasını kabullenilmesi, elçi veya temsilciler gönderilmesi gibi yollarla olur.. Tanıyan devlet, devlet olarak tanınan devletle ilişkisini eşitlik ilkesi çerçevesinde yürütmek durumunda kalacaktır. ’Tanıma’nın geriye alınması prensip olarak kabul edilmese bile, ’tanıma’dan sonra da diplomatik ilişkilerin hiç tanıma olmamış gibi kopması da mümkündür.. Şah İranı’nın siyonist İsrail rejimini yıllarca tanımasına rağmen, İslam İnqılabı’nın gerçekleşmesinden sonra, İİC’nin siyonist İsrail rejimiyle ilişkilerini bütünüyle koparmasında olduğu gibi..
Yani, tanıma, sadece psikolojik açıdan bir destek mahiyetinde olup, tanıyan devlete hukukî bir yükümlülük getirmez.. Ancak, o ’tanıma’dan zarar gören başka tarafların tepkileri oluşabilir, o kadar.. Ayrıca, uluslararası hukukun emredici kurallarına aykırı bir devlet oluşumun veya işlemin tanınmaması yükümlülüğü de vardır; bugünkü uluslararası hukuk açısından.. Meselâ, silah ve zor kullanılarak, işgal ve gasb yoluyla ele geçirilmiş topraklarda oluşturulmuş ve kendisini devlet olarak ilan etmiş bir uluslararası sosyal vakıanın kabul edilmemesi de, uluslararası hukukun yükümlülüklerinden birisi olarak gösterilir kağıt üzerinde.. Ama, bu da, yine, uluslararası hukuka yön ve şekil veren güç unsurunun çerçevesi içinde şekillenir..
Uluslararası veya Devletler Hukuku’nun kaynakları olarak, ’Uluslararası Adalet Divanı’ statüsünün 38. maddesi, 4 kaynaktan bahsetmektedir: Andlaşmalar, teamül (örf ve âdet), genel hukuk ilkeleri ve mahkeme kararları ile doktrin..
Bunlar da, Uluslararası teamül (örf ve âdet), Genel hukuk ilkeleri, Hakkaniyet ve Nısfet duygusu gibi yazılı olmayan kaynaklarla; Uluslararası andlaşmalar, Mahkeme ictihadları ve Doktrin gibi yazılı kaynaklardan oluşur..
Görülmektedir ki, uluslararası hukuk dediğimiz ve üzerine kutsallıklarla sarmalanmak istenilen kavramlar, güçlülerin yorumuna göre şekillenen muğlak laf yığınından başka bir şey değildir..
Daha da önemlisi ve acı olanı, bugün geçerli kabul edilen uluslararası hukukun tedvin olunmasında, şekillenmesinde, insanlığın en az dörtte birini oluşturan dünya müslümanlarının hiç bir iradesi, etkisi-katkısı olmamıştır..
Geçmiş asırlarda ise, devletlerin münasebetlerini tarafların anlaşmaları veya andlaşmaları oluştururdu.. Bu anlaşma veya andlaşmalarda verilen söze riayet etmek hususu ise, ’ahde vefâ’ gibi tamamiyle ahlâkî bir prensipten ibaret olup, bu da, İslam’ın uluslararası ilişkilere kazandırdığı önemli bir etkendir.
*
Bunları siyonist İsrail rejiminin tanınması-tanınmaması etrafında bugünlerde yeniden yükselen tartışmalar dolayısiyle tekrarlıyoruz..
Osmanlı’nın dağıtılmasından sonra, devletsiz ve silahsız savunmasız kalmış Filistin müslümanlarının topraklarını siyonist yahudilerin zorla, silah yoluyla işgal ve gasb ederek Mayıs- 1948’de İsrail adında yeni bir devlet olarak ilan etmesi, bugünkü uluslararası hukuka göre tanınmamayı diğer devletlere bir yükümlülük olarak getiriyordu..
Ama, İkinci Dünya Savaşı’nın galibi olan devletler, kendi kültürlerinin bir üstün kuralı olarak gösterdikleri uluslararası hukuka aldırmayarak, bu yeni oluşumu diplomatik açıdan ve alelacele tanıyıp, müslüman dünyasına dayatmış ve o yeni oluşumu, siyonist İsrail rejimini korumalarına alıp, onun bugünkü uluslararası hukuka göre kesinlikle kabul edilmemesi gereken ve Haziran-1967 Savaşı’ndan sonraki yeni işgal ve gasblarını da kabul etmişlerdir.
*
HAMAS’ın‚ ’tanımama’da direnmesine nasıl bakmalı?

Hatırlayalım ki, TC. rejimi, siyonist İsrail rejimini ilk günlerinde ve ilk tanıyanlar safında yer alırken, hemen bütün arab rejimleriyle Filistin’liler siyonist İsrail rejimini ilk 30 yıl ’tanıma’dılar.. Mart-1979’da Enver Sedat Mısırı, Camp David Andlaşması’nı imzalayıp, siyonist İsrail rejimini tanıyınca.. Bütün arab rejimleri, Enver Sedat’ı ve Mısır rejimini hıyanetle suçlamışlardı. Sedat ise, ’15 yılı geçmez, hepiniz benim yolumu takib edeceksiniz’ diyordu; uzak görüşlülükle değil, kalben teslim olmayı ve psikolojik yenilgiyi kabullenmişliğin bir göstergesi olarak..
Ve, BM Genel Kurulu tarafından Filistin halkının diplomatik açıdan tek hukukî temsilcisi olarak kabul edilen ve Yâsir Arafat’ın lideri olduğu ’El’Feth’ teşkilatı, ’İsrail rejiminin (Filistin topraklarından) yokedilmesini’ tüzüğünün birinci maddesinde temel kabul etmişken, (sürgündeki) Filistin Ulusal Meclisi’nin 1989 yılında Tunus’ta yaptığı toplantıda bir geri adım atarak, bu maddeyi tüzüğünden kaldırıyordu..
Daha sonra da, 1993-Oslo Andlaşması’yla, ’El’Feth’, lideri Arafat aracılığıyla, İsrail rejimini resmen tanıyordu..
Ama, Filistin Mes’elesi yine hallolmuyordu..
Üstelik, o tanıma ve andlaşmalara rağmen, daha sonra, siyonist İsrail rejimi tarafından, bizzat Arafat’ın başına bile ne büyük sıkıntılar getirildiği hatırlanmalıdır..
Hele de Arafat’ın ölümünden sonra, Mahmûd Abbas’ın liderliğindeki ’El’Feth’in takib ettiği uzlaşmacı çizginin ürünü de, HAMAS’ın (İslamî Mukavemet Hareketi’nin) yükselmesi oldu.. Ve Ocak-2006’da yapılan Filistin Özerk Bölgesi’nde bir seçim yapılınca.. HAMAS, oyların yüzde 65’ini, ’El’Feth’ ise, sadece yüzde 32’ini almıştı..
Bu beklenmiyordu..
O halde, Amerikan emperyalizmi, İsrail ve AB ülkeleri, HAMAS’ı, seçim kazandığı için suçlamalıydılar; öyle de yaptılar ve HAMAS’ı ’terörist’ bir teşkilat olarak ilan ettiler..
Ama, Mahmûd Abbas liderliğindeki ’El’Feth’ bu durumu kabul etmedi ve özerk yönetimi Filistin halkının iradesine uygun şekilde, yeni seçilenlere devretmekten, emperyalist –sionist çevrelerin de tam desteğiyle kaçındılar ve sonunda HAMAS, Gazze Şeridi’nde, ’El’Feth’ ise, Batı Şeria’da, ayrı yönetimler oluşturdular ve bu iki başlı yönetim tablosu üzerine, taraflar arasında yıllardır kanlı çatışmalar da meydana geldi.. Bu kanlı çatışmalar elbette ki, en başta da siyonist İsrail rejimini memnun ediyor ve İsrail rejiminin iradesine boyun eğen Mahmûd Abbas yönetiminin korunmasına olanca hassasiyet gösteriliyor ve Gazze’deki yönetimin güçlenmemesi için de, basit bahanelerle, Gazze üzerine en zâlimâne saldırıları, bombardımanlar düzenliyordu..
Amma, Mısır’daki 30 yıllık Husnî Mubarek rejimi çökünce..
Beklenmiyen bir gelişme oldu ve HAMAS ile El’Feth, Mayıs-2011 başında, aralarındaki düşmanlığa son verdiklerini ve yeni bir hükûmet oluşturulmasını hükme bağlayan bir anlaşma imzaladılar.. Bu anlaşmanın sağlanmasında Ahmed Davudoğlu’nun çalışmaları da etkili oldu muhakkak ki, ama, yeni Mısır yönetimi de tıpkı Mubarek rejimi gibi hareket etseydi, bu anlaşma imzalanamazdı, herhalde..
Tabiatiyle bu durumdan İsrail rejimi ve Amerikan emperyalizminin karar merkezleri oldukça rahatsız oldular..
Çünkü, HAMAS, İsrail’i bundan sonra da tanımayacağını ısrarla belirtiyordu..
Ama, burada bir çelişki de ortaya çıkıyordu.. Çünkü, ’El-Feth’ İsrail’i tanımıştı ve yığnıla anlaşmalar imzalamıştı, İsrail rejimiyle.. HAMAS işte böyle bir ’El’Feth’ ile işbirliği yapıyordu..
O zaman da, HAMAS, dolaylı olarak ’El’Feth’in kabulüne mi katılmış oluyordu; ya da, ’El’Feth’, dolaylı olarak, HAMAS’ın reddine mi katılmış oluyor ve İsrail rejimini tanımış olsa bile, yeni duruma göre, yeni bir tavır mı geliştirmek istediğini ortaya koyuyordu?
Her iki yorum da yapılabilir..
İsrail Başbakanı Netanyahu ise, bu anlaşma üzerine küplere biniyor ve ’İsrail’i tanımayan ve onu yok etmek istediklerini belirten bir HAMAS’la anlaşma yapan El’Feth’e de artık güveninin kalmadığını ve böyle bir Filistin Özerk Yönetimi’yle işbirliği yapmalarının beklenmemesi gerektiğini’ ifade ediyordu..
Üstelik, HAMAS’ın önde gelen liderlerinden Mahmûd Zahar da, İsrail’i, asla tanımayacaklarını açıklıyordu, 11 Mayıs günü..
İşte böyle bir hassas dönemde, Amerikan Başkanı Obama, 19 Mayıs günü yaptığı açıklamada, ’İsrail rejiminin, Haziran-1967 Savaşı öncesindeki sınırlara çekilmesinin, kalıcı ve âdil bir barış için şart olduğunu; Filistinlilerin de İsrail’i tanımasının gerekliliğini’ açıklıyor ve başta İsrail olmak üzere, dünyadaki bütün siyonist çevreleri ve onların yandaşlarını kızdırıyordu..
Gerçi, Mahmûd Zahar, 11 Mayıs günü Filistin’in mahallî ajanslarından Ma’an’a verdiği beyanatta, ’1967 Savaşı öncesi sınırın kabul edilebilir olduğunu, ama, bunun tanıma mânasına alınmaması ve belki ateş-kes olarak değerlendirilmesi gerektiğini’ belirtmişti.. Ama, Obama’nın bir hafta sonra yaptığı konuşmadaki ’1967 Savaşı öncesindeki sınırlara çekilmenin de kabul edilemiyeceği’ HAMAS çevrelerinde açıkça dile getiriliyor ve HAMAS Sözcüsü Dr. Sâmi Ebû Zuhrî de, ’Amerikan yönetimi daha önce de başarısızlığa uğradığı gibi, HAMAS'ı, siyonist işgal devletini tanımaya mecbur etme teşebbüsünde de yine başarısız olacak..’ diyordu..
*
Obama, bir ileri, iki geri; gelecek seçimleri düşündüğü belli..

Obama’nın 19 Mayıs günü yaptığı konuşma, sadece siyonist İsrail rejiminde değil, dünyada bütün siyonist mahfillerde tepki ile karşılaştı..
Nitekim, aldığı eleştiriler karşısında, Obama, o konuşmanın iki gün sonrasında, Amerikan Yahudileri kuruluşu olan AİPAC’da yaptığı konuşmada, ’1967 Savaşı sınırları’yla ilgili sözlerinin yanlış anlaşıldığını söyleyiverdi..
Amerika’nın en güçlü Yahudi örgütü olarak kabul edilen AIPAC’in toplantısında, 10 bin yahudi’ye hitap eden Obama, “Pozisyonum yanlış yorumlandığı için ‘anlaşmalı takas’a dayalı 1967 sınırları’nın ne anlama geldiğini bir kez daha açıklamama izin verin. Tanım gereği, İsrailliler ve Filistinliler 4 Haziran 1967’de var olan sınırlardan farklı bir sınırı müzakere edecekler. Bu, bir kuşaktır bu konuda çalışan herkesin çok iyi bildiği bir formüldür. Bu, son 44 yıldır o topraklarda oluşan yeni demografik gerçekler ve iki tarafın da ihtiyaçları dahil, taraflara değişimleri hesaba katma imkanı tanıyacaktır. Eğer tartışmalı bir konu varsa, bu içerikten kaynaklanmıyor. Benim perşembe günü yaptığım, uzun süredir kabul edilen bir durumu kamuoyu önünde söylemekti.” diyerek, kendisine manevra alanı açmaya çalışıyordu..
Alkışlarla kesilen konuşmasında, Obama, ayrıca, ’HAMAS ile El-Feth arasındaki anlaşmanın, barışın önünde büyük bir engel olduğunu, hiçbir ülkenin kendisini yok etmeye yemin etmiş bir örgütle müzakere masasına oturamıyacağını’ da söylüyordu, tıpkı Netanyahu gibi..
Obama, ayrıca, ’İsrail’in askerî üstünlüğüne destek vermeye devam edeceğiz’ de diyor; Eylûl’de Birleşmiş Milletler’de yapılması planlanan Filistin oylamasını veto edeceğini, ’İsrail’in meşruiyetini tehdid eden çabaların, ABD’nin sarsılmaz muhalefetiyle karşılaşacağını’ taahhüd ediyordu...
Ama, bu sözler, o sırada Washington’u ziyaret etmekte olan Netanyahu’yu tatmin etmeye yetmiyordu.. Nitekim, siyonist İsrail gazeteleri, Obama ve Netanyahu’nun ayrı gezegenlerde dolaştıklarını yazıyor ve Tel-Aviv’deki Amerikan B. Elçiliği önünde siyonist yahudiler protesto gösterileri düzenleyip, ’Bizi düşmanlarımızın önüne av olarak mı atıyorsunuz?’ şeklinde trajik çığlıklar atıyorlardı..
Daha da ilgi çekici olanı, Obama’nın AİPAC’daki konuşmasından hemen sonra Avrupa ülkelerine geziye çıkması ve bu geziye çıkarken, İsrail’in 1967 Savaşı öncesi sınırlara çekilmesinin kalıcı ve âdil bir barış için şart olduğu şeklindeki görüşlerinde bir değişiklik olmadığını’ tekrarlıyor ve bu duruma karşı Netanyahu da, Obama’yı Amerikan iç siyaset arenasında sıkıştırmak için temaslarını sürdürüyor ve Amerikan Kongresi’nde konuşuyor ve ’1967 Savaşı öncesi sınırlara çekilmek önerisi kabul edilecek olursa, o zaman İsrail’in savunmasız kalacağını’ ileri sürüyordu..
*
Açık olan şu ki, Obama, 2010 Kasımı’nda yapılacak olan Başkanlık seçiminde bir kez daha aday olup kazanabilmek için, her tarafa gülücükler yağdırmaya devam ediyor ve özellikle de B. Amerika’da çok güçlü olan yahudi lobisini kızdırmamak ve gönüllerini almak için, elinden gelen atraksiyonu yapıyor ise de; siyonist çevreler, Obama’nın kendilerine her an yeni durumlarda yeni tavırlar takınabileceğinin korkusundan kurtulabilmiş değiller..
Çünkü, Amerika’da, müslümanların da, üç milyona yaklaşan nüfuslarıyla, yahudilerden sonraki üçüncü büyük din grubunu oluşturduğu ve seçimlerde onların oylarının da hesaba katılması gerektiği hesab edilmek durumunda.. Ortadoğu’da, hele de Filistin’de müslümanların hukuku gözetmeyen bir siyaset, muhakkak ki, seçimlerde pahalıya mal olabilir.. Unutmayalım ki, G. W. Bush’un ilk dönemde Başkan seçilmesi, Florida eyaletindeki 3 bin kadar oy’un, seçimlerden iki ay kadar sonra mahkeme kararıyla Bush tarafına yazılması ve böylece Amerikan Kongresi’nde Cumhuriyetçilerin çoğunluğu sağlamasına yol açmasıyla gerçekleşebilmişti..
Bu durumu Obama da düşünmek zorundadır. Elbette o, İsrail için kalıcı barışı da esas alıyor, ama, seçimleri düşünmüyor da denilemez..
*
Netice olarak şu söylenebilir:
’Ne Barış, Ne Savaş’ durumu ilanihaye sürdürülemez.. Hele de Ortadoğu’da..
Müslüman topraklarını işgal ve gasb ederek kendilerine bir hayat alanı ve vatan oluşturmaya çalışan siyonist yahudilerin, böyle bir vatan için illâ da müslüman coğrafyalarında ısrarı karşısında, bir Barış Andlaşması’na itiraz edecek müslüman kitleler de daima olacaktır..
Mes’elenin, ’tanıma’ terimi etrafında kenetlenmiş gözükmesi, sürdürülmekte olan psikolojik savaş sebebiyledir.. Yoksa, son asırlarda ortaya çıkmış olan ’tanıma’ kavramının o kadar önemi yoktur ve hasmı ile savaşmak isteyen taraf, bir ’tanıma’ olsun veya olmasın, uluslararası hukukta kendi gücüne göre yorumlar yapabilir, ve hele de zafer kazanırsa, uluslararası hukuku istediği gibi yorumlayabilir..
Amerikan emperyalizminin yaptığı gibi..

Selahaddin E. Çakırgil
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
’Mâzi kalbimizde bir yaradır...’ Bir 27 Mayıs yazısı..




Elindeki silahı, korumakla vazifeli olduğu millete çevirenlerin hıyaneti..
’Bilmiyor gülmeyi, sâkinlerinin binde biri;
Bir vatan derdi birikmiş, bir avuçluk karada..
Kuşu hicran getirir, dalgası hüsran götürür;
Mavi bir gözde elem katresidir, Yassıada..’
Evet, 27 Mayıs Darbesi’nin yarım asır sonrasında, o darbeyi ve Yassıada’da yapılan sözde yargılamalarda hukuk adına işlenen cinayetleri en güzel anlatan bir dörtlük.. Bu dörtlük, kendisi de Demokrat Parti m.vekili olarak Yassıada’da bulunan ünlü şair Faruk Nâfiz Çamlıbel’e aid..
Yeni nesiller için fazla bir mâna ifade etmiyen o Yassıada ki, oradaki düzmece ve amma Yüksek Adâlet Divanı diye cafcaflı bir şekilde anılan kurulun başkanı olan Sâlim Başol isimli kukla hâkim, orada yargılamalar esnâsında, yapılan hukukî ve mantıkî itirazları, ’Ne yapayım, sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor..’ sözleriyle ayrı bir şöhret kazanmıştı; tıpkı o günden 15 sene öncelerdeki Tokyo ve Nürnberg muhakemelerindeki sözde hâkimler gibi..
(Evet, ilginçtir, İkinci Dünya Savaşı sonrasında galib devletlerce kurulan Savaş Suçu Mahkemeleri’nde, japon ve alman sorumlular, zafer kazanmış olanlarca muhakemeye çekiliyor de, aynen bu sözlerle susturuluyorlar ve başka zamanlarda, vatanlarını korumak için savaşta her türlü tedbiri aldıkları şeklinde anlayışla karşılanabilen kimseler, kurşuna dizme cezalarıyla cezalandırılıyorlardı..)
Bayar’ın, dış gezilerinde kendisine hediye edilen bazı at ve köpekleri At. Orman Çiftliği’ne tahminî bir fiyatla demirbaş envanterinde gösterilen bedellerinin C. Başkanlığı’na aktarıldığı, oradan da bazı köy ve kasabaların su tesisatı için gönderildiği anlaşılan paralar için ne yaygaralar çıkarılmıştı, ’Köpek Dâvası’ diye bilinen yargılamalar sırasında...
Hele o Yassıada yargılamalarının bir de ’Altay Ömer Egesel’ isimli ve canavar ruhlu bir başsavcısı vardı ki, iddianâmelerinde, düzinelerce kişi için idâm cezaları istemesiyle ve de, Menderes’in Başbakanlık makamındaki çekmecelerinde bulunduğunu iddia ettikleri ve karşı cinse aid, en mahrum iç çamaşırlarını sallamasıyla meşhurdu..
Bu yargılamalar sırasında, Menderes’le ilişkisi olduğu ileri sürülen Ayhan Aydan gibi tiyatrocu kadınlar da getirilir ve şahidliklerine başvurulur ve bu kadının, Menderes’ten olduğu ileri sürülen bebeğinin, düşük adı altında, Zeyneb-Kâmil Doğumevi’nin başhekimi Dr. Fahri Atabey aracılığıyla kasden öldürüldüğü iddiası üzerine oturtulan ’Bebek Dâvası’ rezaletleri.. (Ki, Fahri Atabey, daha sonra, Adalet Partisi’nden, İstanbul Belediye Başkanlığı’na seçilecekti..)
Bütün o iğrenç ve komik suçlamalardan maksad, Menderes ve arkadaşlarını halk nazarında küçük düşürmekti.. Bununla yetinilmiyor ve Menderes ve Demokrat Parti lehine tek bir övgü sözü dile getirenler bile, ’38 Sayılı Tedbirler Kanunu’ diye anılan bir zorbalık uygulamasıyla, en az 3 seneden başlayan mahkûmiyetlerle karşılaşıyordu.. (Hatırlıyorum, bir ayakkabı tamircisi bir kişi, eski ayakkabıları koyduğu rafın arkasındaki duvarın kirlenmemesi için duvara iliştirdiği eski gazetelerde, Adnan Menderes’in resmi olduğu gerekçesiyle CHP’li bir kişi tarafından ihbar edilmiş ve hemen, kısa süren bir yargılamayı takiben mahkûm edilirken, ’Tünelciler’ denilen bir grup da, ’İst. Yenikapı civarından Yassıada’ya tünel kazıp, Menderes’i kaçırmak planı yaptıkları’ gibi komik gerekçelerle mahkemelere sevkedilmişti..)
Evet, bütün o senaryoları, sadece -başlarında Alpaslan Türkeş’in de etkili şekilde bulunduğu- darbeci ve eşkıya subaylar ve onların finoluğunu yargı adına üstlenenler hazırlamamış; bütünüyle TSK yapmıştı.. Dahası, TSK, millete karşı girişilen bütün darbeler gibi, o darbelerin başı olan 27 Mayıs Darbesi’ni de, henüz de suçlamamıştır ve Gen. Kur. Başkanları bile hâlâ da, TSK’nın geçmişinde hata olmadığını ve hata yapmıyan bir kurum olduğunu iddia edebilmekte ve milletten özür dilememekte ve aralarındaki cinayetkârları temizlemek yoluna yaklaşmamaktadırlar.. Ve bu durumuyla, TSK, kendi ülkesini işgal etmiş, kendi halkını esir almış bir zorba güç odağı görünümüne bürünmekten kurtulamamaktadır.. Bu ise, bir ülke için en büyük tehlikedir.. Çünkü, bir halkın, kendi ülkesini, hayatını ve namusunu koruması için tedarik ettiği silahları, ’muhafız’ olarak verdiği kimselerin, o silahları o halka çevirmesi hıyanetinden başka bir mâna ifade etmemektedir.
TSK sorumluları, biraz ibret alsalardı, o cinayetkârların milletin nezdinde hiçbir itibarları yoktu ve hâlen de yoktur. Kezâ, kitleler, yarı asır geçmesine rağmen, Adnan Menderes deyince, hâfızâlarında, büyük zulümlere mâruz kalmış bir insanı hatırlamaktadırlar.
O zamanlar, ’küçük dağları ben yarattım..’ dercesine bir firavun edâsıyla arz-ı endâm eden o ihtilalciler ve hukuk adına onlara finoluk edenleri ise, millet büyük çapta, hatırlamıyor bile.. Aralarında, Türkeş’ten başka, isimleri kamuoyuna mal olan kim kaldı?
*
Adnan Menderes, bugün halkımızın genelde anladığı mânada İslamî eğilimleri olan birisi değildi.. Ama, Ankara’daki yeni rejimin, toplum mühendisliğine soyunan zorbalarının, kanlı diktatörlerinin, 1930’larda Sovyet Rusya’daki komünist uygulamalarla paralel yürütülen ’bezbojnik(tanrı’nın varlığını kabul etmeyen, ateist) hareketlerden ilham alan kemalist eğilimlerle müslüman halkımıza hele de inançlarından dolayı çektirdikleri korkunç zulümlere bakıldığında, Menderes yine de nisbeten daha ılımlı birisiydi..
Ama, tepesinde C. Başkanı olarak bulunan kişi, M. Kemal’in son başbakanı olan Mahmûd Celâl Bayar idi.. Ve o, (Osmanlı’nın son döneminde İttihad- Terakkî’nin İzmir Şube Başkanlığı uhdesine bırakılacak kadar da seçkin ve de) C.Başkanlığı döneminde, ’Atatürk seni sevmek bir ibadettir..’ diyecek kadar, ’kişiye tapma hastalığına mübtelâ bir sapkın idi..
Ve M. Kemal’i, ölümü üzerinden üççeyrek yüzyıl geçmekteyken bile kanunla koruyan ve aleyhinde söylenen her sözü yarım asırdan fazla zamandır ’hakaret’ kabul edip ağır şekilde cezalandıran o acaib kanunu Menderes’e çıkarttıran da Bayar idi..
*
B. Amerikanın etkili yayınlarından ’Time’ dergisinin arşivlerini karıştırırken, 27 Mayıs’la ilgili haber-yorumunda, namluları Sultan Ahmed Camii’ne çevrili olarak gösteren bir fotoğrafı görmüştüm, yıllarca sonra..
Menderes’in bugün anladığımız mânada derin inanç hassasiyetleri olan birisi olmadığını sanıyorum.. Ancak, onu devirenler, müdahale etmeselerdi, Menderes’in‚ ’Hılafet’i bile geri getirebileceği’ korkusuna; bu yüzden, ’atatürkçülüğü korumak ve irticaın önlenmesi’ yâvesine dayandırmıştılar.. Bunu Menderes’in, ’milletin iradesine zincir vurulamaz, millet hâkimiyet kayıdsız-şartsız milletin ise; millet isterse Hılafet’i bile getirebilir.’ gibi bir söz söylemesine dayandırıyorlardı..
Bu, onun İslamî bir yönetim istediği mânasını yansıtmıyordu, elbette.. Ama, hâkimiyet- egemenlik, millete aid bir hak idiyse, ona kimsenin bir takım sınırlamalar getiremiyeceği şeklindeki liberal bir yaklaşımı yansıtıyordu, o kadar..
*
CHP, zaman zaman darbelere karşı olduğunu söylese de, bilinmektedir ki, ’şartlar oluşunca askerî müdahale kaçınılmaz bir hak olur.’ diyen ve Menderes’e, ’Sizi ben de kurtaramam!’ diye tehdidler yağdıran İsmet İnönü, ihtilalden sonra, başbakanlığa gelmek için, ihtilalin lideri Cemal Gürsel’in deyimiyle ’gerdeğe girecek bir damad kadar heyecanlıydı’ ve 1938-50 arasındaki 12 yıllık Millî Şeflik ve kesin diktatörlük olan C. Başkanlığı’ndan üzerinden 11 sene geçerken; yeniden iktidara ulaşmak için, Başbakanlığı kabul ediyor, Menderes ve arkadaşlarının idâmına seyirci kalıyordu.. Ama, bunun sorumluluğunun kendisine ve partisine fatura edileceğini hissedince de, ’ihtilalle ilgilerinin olmadığını’ iddia etmeye çalışıyor ve amma, kendisinin en yakın çalışma arkadaşlarından olan ve tek parti döneminde CHP müfettişlerinden olan Avni Doğan’ın‚ ’Niye korkuyoruz? İhtilali biz teşvik etmedik mi?’ şeklindeki sualine cevab veremiyordu..
Evet, 27 Mayıs, 28 Şubat 1997 Zorbalığı’nın, eşqıyalığının mânası ne ise, odur..
28 Şubat zorbalığını sergileyenler de, ’1923’den beri hâkim olan anlayışa sahib olduklarını’ söylüyorlar, laikliğin, kemalizmin, gelecek bin yılda da hep hâkim olacağını ileri sürüyorlardı..
*
27 Mayıs 1960 ve sonrasında, 15 yaşın üstünde olup, bugün hayatta olanlardan ne kadarı, o günlerde söylenen yalanları, kesin bir gerçekmiş gibi kabul etmişlerdir veya etmemişlerdir, bunun hesabını yapmak zor.. 1960 İhtilali’nden sonra, onu deviren askerlere, vargücüyle destek veren CHP’nin o günden bu güne kadar milletin tek başına iktidar vermediğine bakılırsa.. Millet durumu büyük çapta hissetmiş, kavramıştır denilebilir..
Bu bakımdan, Mehmet Ali Birand’ın 19 Mayıs 2011 günü “...Evet, genlerimizde darbecilik vardı ...” başlığıyla Milliyet’te yazdığı makalede yaptığı tesbit ve hattâ gecikmeli de olsa, bir günah çıkarma mahiyetindeki itirafları bu hususta önemli mesajlar taşıyor. Bu bakımdan, MAB’ın bu konudaki iki yazısının genişçe bir özetine göz atmakta fayda var.
Şöyle diyordu, MAB:
Alper Görmüş koskoca iki cilt kitap yazmış. Okudukça yüzüm kızardı, zira yazdıklarının büyük bir bölümünde haklıydı. Sonra kendi kendime düşünmeye başladım, gerçekten “Merkez medya”da çalışan bizlerin içinde gizli bir darbecilik mi yatıyordu? Açıkça söylemesek dahi, Asker’in darbe yapmaya hakkı olduğuna inanmış mıydık?
Bu yazıyı uzun zamandır yazmayı planlıyordum.
İçimde bir ukte kalmıştı ve bir türlü çıkaramıyordum.
Sonunda, Alper Görmüş’ün “Ergenekon Gazeteciliği” (...) adlı iki kitabını (...) okuyunca, içimi dökmek ve bu konudaki görüşlerimi paylaşmak istedim.
Alper Görmüş, özetle “...Merkez medya darbeleri hep destekledi ve 28 Şubat’ın gerçekleşmesinde de anahtar rol oynadı... Adeta genlerindeki darbecilikle hareket ettiler...” diyor.
Görmüş’ün, benim de aralarında bulunduğum “Merkez medya”nın büyük bir kesimi hakkında yaptığı bu saptama son derece doğru. (...)
Bizim kuşak için devlet daima öncelikli ve haklıydı. Devleti de Asker temsil ederdi.
Politikacı, üç kağıtçı-yalancı- vatanını pek düşünmeyen- cebini dolduran bir insandı.
Asker ise, namuslu ve herşeyini vatana adamış, özveri dolu bir kahramandı. Üstelik Atamız bu ülkeyi ve laik-demokratik Cumhuriyeti koruyup kollama görevini ona bırakmıştı.
Askerin, politikacıyı denetlemeye hakkı vardı.
Politikacı işleri bozduğu zaman, Asker müdahale edebilirdi. Hatta, tereddütlü bir davranışla karşılaştığımızda “Komutan neredesiniz, devlet elden gidiyor...” diyen yazılar yazdık.
Bizim için, (yani, laik Merkez medya mensuplarının büyük bölümü için) öncelik demokrasi veya Parlamento değildi. Genelkurmay daha önemliydi.
Bundan daha normal birşey olmazdı ki...
Bizler böyle yetiştirildik.
Genlerimize, belki de farkına varmadan darbecilik işlendi.
Komutanların üstünlüğünü sorgusuz kabul ederdik. Üniformaların pırıltısını yarı hayranlık, yarı korkuyla izlerdik.
Bütün darbeleri anlayışla karşıladık.
Yardımcı olduk.
Son birkaç yıldır, genlerimizin kafası karıştı ve herşeye farklı bakar olduk..
İlk defa, demokrasi-Parlamento ile Genelkurmay arasındaki sıralama değişti.
Demokrasi bir adım öne çıktı.
Bakalım kalıcı olacak mı?
Şimdi tüm meslektaşlarıma soruyorum:
Yukarda anlattıklarıma itiraz edecek kimse var mı? (...)

NOKTA’YA GEREKEN DESTEĞİ VEREMEDİK...
İçimde diğer ukte kalan, Alper Görmüş’ün Genel Yayın Yönetmenliği sırasında NOKTA’nın yayınladığı DARBE GÜNLÜKLERİ’ni yeterince ciddiye almamamız ve dergiyi kapanma noktasına götüren baskınlara karşı çıkmadan seyretmemizdir.
Bu konuda ben dahil, “Merkez medya”nın önemli bölümü yeterli duyarlığı gösteremedi.
Kuşkuyla baktık.
Bir yandan, çok otantik ve doğrulanan bilgiler veriliyor, bir yandan da sürekli yalanlanıyordu. Bizde de kuşku vardı. Yıllardan 2007 idi. Özellikle Ak Parti’nin Asker’e ters baktığı, “Merkez medya”nın da Ak Parti’den uzaklaşmaya başladığı dönemdi.
“Böyle bir notu nasıl olur da bir Kuvvet Komutanı yazabilir?(...).” yaklaşımı yaygınlaştı. (...) Eğer Ak Parti iktidardan uzaklaştırılacak ise, bunu gerçekleştirebilecek tek güç yine TSK idi.
Genlerimizdeki darbecilik tümüyle kaybolmamıştı.
Günlükleri küçümsemek çoğumuzun işine geldi. (...)
Bizler onlara sahip çıkamadık.
Doğru dürüst sesimizi dahi yükseltemedik.
“Merkez medya”da birimize böyle bir baskın yapılsa yeri göğü birbirine sokar ve iktidarı yerden yere vururduk.
Görmezden geldik.
Bugün utanç duyuyorum.
**
(Birand, 24 Mayıs tarihli ikinci yazısında da özetle şunları söylüyordu)

ASKERİ HEP LAİK KESİM KIŞKIRTTI

(...) Bizim kuşak böyle büyütülmüştü.
Bizim için, askerin müdahale etmesi ve politikacının bozduğu keyfimizi tekrar yerine getirmesi, sistemde ayarlama yapması, çok doğaldı. (...).
Askeri darbeye iten, zorlayan daima laik kesim olmuştur.
Laik kesim ayırımı da şöyledir:
- Genelde CHP; sosyal demokrat politikacılar. İçlerinde normal seçimle hiçbir şey olamayacaklarını bilen, asker sayesinde kendine bir pozisyon sağlamak isteyenler.
- Orta ve büyük sermaye grupları.
- Emekli ve çalışan yargı bürokrasisi.
- Üniversite öğretim üyeleri.
- Emekli ve muvazzaf askerler.
- Medya.
Hepimizin de ortak bir hedefi vardı:
"Kendi kurduğumuz bir sistemi paylaşmamak..."

İki düşman vardı: Ticaniler ve Kürtler...
Atatürk'ün kurduğu ve askere emanet ettiği, Laik Türkiye Cumhuriyeti'nin yıllar boyunca iki düşmanı oldu.
- İRTİCA, en çok konuşulan ve en fazla üstüne gidilen düşman idi. Gazetelerde hep sakallı adamların resmi çıkar ve "İki ticani daha yakalandı", haberleri okunurdu. Siyah çarşaflı kadınlar, "Karafatma" diye adlandırılırdı. "Mümin"- "Dindar" kişilerle, "Dinciler" arasında bir fark gözetilmezdi. Bu kesim, bizlerin kurduğu sistemin en büyük düşmanı olarak görülürdü. Aramıza girmelerine tahammülümüz yoktu. Hiçbir şekilde onları anlamaya çalışmadık.
- KÜRT SORUNU ise, hiç konuşulmayan ancak çok korkulan diğer düşmandı. Kürtlerin her ayaklanması, "başkaldırı" ve "bağımsızlığa gidiş" olarak nitelendirildi. Gerçek nedenleri araştırılmadı. Fakirlikten, feodal yapıdan, bölgenin özellikleri veya Kürt diye bir etnik gurubun bulunabileceği düşünülmedi. Kürt sorunu dendiğinde, hemen Türkiye'nin bölünmesi akıllara geliyordu. Sürekli asimilasyon ve ret politikaları sürdürdük.

Hiç paylaşmadık, askerle susturacağımızı sandık...
Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren, bu iki geleneksel düşmana karşı sürekli aynı sert yaklaşımı gösterdik. Kendi sistemimizin mühendisliğini yaptık. Bu sistemi oluştururken de, bu ülkenin sadece bize ait olmadığını, dindar kesim ve Kürtlerle de paylaşmamız gerektiğini hiçbir zaman kabullenemedik. Düşünmedik dahi... Düşünenlerimizi de hapishanelere yolladık.
Ne Cumhuriyet'in siyasi sistemini, ne de laik kesimin egemen olduğu ekonomik pastayı paylaştık.
"Hep bana-hep bana..." dedik.
Böyle bir baskı altında kaldıkça, bu iki düşman da radikalleşti. Başka bir cephe oluşturdular ve siyasi- ekonomik pastayı paylaşmak ister oldular.
İşte o zaman da, hemen askere başvurduk.
Demokrasi adına, darbelerle ince ayar yaptırdık.
Askeri, laik kesim kışkırttı. Onlar da zaten manen hazırdılar. Verilen görevi yerine getirip 3 defa yönetime el koydular. 1950-1990 arasındaki uluslararası konjonktür de, bu tip darbelere öylesine müsaitti ki, asker, her zor duruma düştüğünde, ülkeyi kurtaran kahraman olarak alkışlandı.
Birgün, Türkiye'nin ve dünyanın değişebileceğini ve sürekli köşeye sıkıştırdığımız bu insanların güçleneceklerini ve bizleri azınlıkta bırakabileceklerini düşünemedik.
Bugünlere gelmemizin başlıca nedeni, şimdiye kadar hazırladığımız anayasaları hep, tek taraflı düşünmemiz ve kendimize göre ayarlamamızdır. (...)
*
(MAB, 26 Mayıs günlü yazısında da, konuya yine değiniyor, kendisine gelen tepkileri karşılamaya çalışırken, şöyle diyordu
*
’Neden bu kadar kızıyorsunuz?
Geçmiş darbelerde kimin, neden ve ne rolü olduğunu yazdığım için bir kıyamettir koptu. Nedendir, anlayamadım. Üstelik anlattıklarım, bilinmeyen şeyler de değil. Ayrıca, kendimi temize çıkarıp başkalarını suçlamaya da kalkmadım. Galiba bazı doğrular, hâlâ acıtıyor...

(...) Kızıl kıyametler koptu. İhanetle suçlandım, “yandaş” damgası yedim. Hiç umurumda değil.
Bildiğim, içinde yaşadığım doğruları yazıyorum.
Biliyorum, zira tüm darbelerin belgeselini yapmış, kitabını yazmış bir kişiyim. Üstelik, kimseyi de suçlamıyorum. “Böyle yetiştirildik” diyorum. Kendimi temize çıkarıp, başkalarını da töhmet altında bırakmıyorum.
Bir tesbitte bulunuyorum.
Bilinmeyen, ilk defa su yüzüne çıkmış bir büyük ifşaat de değil.
Hepimizin bildiği şeyleri yazdım...
Devletin her dediğine inanmamız... Genelkurmay’ı, demokrasinin, potikacının üstünde tutmamız... Değişmesini istediğimiz iktidarlara karşı “Paşam vatan elden gidiyor. Neredesiniz?” yazıları yazmamız, askerin servis ettiği kasetleri, fotoğraf ve haberleri, sorgusuz sualsiz ekrana veya manşetlere taşımamıza değindim...
Yalan mı bunlar?
Tek tek örneklememi ister misiniz?
İstemezsiniz tabii... İşinize gelmez...
O zaman, burun kıvıracağınıza, suçlayacağınıza, bari susun ve benim gibi “Evet, o gün böyle düşünüyordum, ancak artık hem Türkiye, hem de dünya koşulları değişti. Ben de değiştim” deyin, rahat edin...
Gerçeklerden, doğrulardan korkmayın...’
Evet, herkes, en azından MAB kadar, kendisini bir muhasebeye, bir iç hesablaşmaya tâbi tutabilse..
*
Bu yazılar yayınlanırken, 25 Mayıs tarihli Zaman da, Aksiyon’da yer alan ve 27 Mayıs Darbesi’nin Ege ayağını organize eden ihtilalci ve kendi deyimiyle, 27 Mayıs'ı 'cereyan ettiği anda ve zamanda yaşamış, bunların kimisinin içinde bizzat bulunmuş, kimisine de yön verenlerden' birisi olarak bilinen Kur. Alb. Ertuğrul Alatlı’nın notlarından bir kesit sunuyordu..
*
*Laikliğin temel siyasî örgütü olan CHP yönlendirmeli, ’Organize işler..’

CHP'nin darbeye nasıl ortam oluşturduğuna ilişkin çarpıcı ayrıntıların yer aldığı bu notlarda, 1960 darbesinin gizli saklı olmadığı, Genelkurmay'da planlandığı aktarılıyor. Öğrenci hareketlerinin ise 'organize iş' olduğu belirtiliyor.
Alatlı, vefatından 10 yıl önce yazmaya başladığı anılarında, 'masum öğrenci hareketleri' diye nitelenen olayların ve bazı ordu mensuplarının Demokrat Parti'ye tepkilerinin 'organize işler' olduğunu belgelerle ortaya koyuyor. İşte bazı bölümler: "27 Mayıs sürecinin iki başlangıcı var. Birincisi; İsmet Paşa'nın çok partili hayata geçileceği vurgusunu yaptığı 1 Kasım 1945 tarihli Meclis açılış konuşması; buna 27 Mayıs'ın 'uzun süreci'nin başlangıcıdır diyebiliriz. İkincisi; 27 Ekim 1957 genel seçiminin kesin sonuçlarının resmen açıklandığı 30 Ekim 1957 günü; bu da 27 Mayıs'ın 'kısa süreci'nin başlangıcıdır."
Ertuğrul Alatlı, CHP Gençlik Kolları kurucusu Dr. Suphi Baykam'ın Kızılay'daki ilk öğrenci eylemi ile ilgili itiraflarına dikkat çekiyor: "İnönü'nün Kızılay'a geleceğini öğrencilere önceden bildirdim. Spontane reaksiyon havası olsun diye İnönü'ye haber vermedim; sonra nümayiş yapılacağını anlatınca 'tamam' dedi. Polislerin 'aman arka kapıdan çıkalım bir şey olmasın' teklifini kabul etmedim. Kalabalık kıvamı bulunca bankadan çıkıp Kızılay'a kadar yürüdük. Ortalık yıkılıyordu."
(...) İsmet Paşa, 6 Haziran 1960'ta ABD'deki oğluna yazdığı mektupta, MBK için, 'Bunlar, bu adamları asacak' diyor! Anlaşılabileceği üzere, öyle bir özel mahkeme öngörüyor ki, ne yapacağı ve bunu kimlere yapacağı belli!"
*
Evet, 27 Mayıs 1960’da nükseden ’yeniçeri hastalığı’nın, eşqıyalığın 51. yıldönümünde, geçmişten belki ders alınması ümidiyle..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Siyaseti, ahlâkî ölçüleri ayaklar altına alarak mı yapmak?

font_01.gif
font_02.gif
font_03.gif
font_04.gif




Seçimler yaklaşırken, siyasette, geçmiştekinden çok farklı olmayan pespâyelikler ortaya çıktı yeniden..
Bunların en başında da, geçen yıl Deniz Baykal’ın CHP Gen. Başkanlığı’ndan ayrılmasıyla sonuçlanan gizli görüntülerin bu seçim döneminde de, bazı CHP m.vekillerinden ayrı olarak, MHP’nin en üst kademe yönetici kadrolarının hemen tamamiyle istifasına yol açan video görüntülerinin yayınlanması gelmektedir.
Geçen yıl, 10 Mayıs 2010 tarihinde, görüntüleri internetlere düşen D. Baykal’ın rezaletini takib eden günlerde, bu sütunda, konuya yaklaşmaktan kaçınılmış ve sadece, ortada bir komplo var ise; bu komplo, Baykal ile o kadın m.vekilinin bir evde buluşmaları değil; o buluşmanın gizli ellerce, gizli kameralarla tesbit edilmiş olması ve Baykal’ın bu yolla siyasî hayattan bertaraf edilmesi olduğu belirtilmişti. Çünkü, çirkinlikleri konuşmak da çirkindir.. Ayrıca, tevbe ederken bile, o günahların anlatılmasının, tavsifinin hoş karşılanmadığı, sadece işlenen günahlardan pişmanlığın ve bir daha işlememek azminin ifade edilmesinin yettiği hatırlanmalıdır..
Böyleyken, bazı müslüman cemaat önderlerinin Baykal’ı teselli etmek bâbında mesaj göndermeleri de bir tuhaf ilginçti.. Halbuki, Baykal bir kazaya uğramamış, bir felaketle karşılaşmamış, bizzat kendi nefsinin yönelişleriyle, toplumun genelinin kabul etmediği bir çirkinliği gizlice işlediği ortaya çıkmış ve istifa etmişti.. Bundan dolayı onun teselli edilecek bir tarafının olmaması gerekirdi..
O istifanın hemen arkasından, binlerce insanın, günlerce, CHP Genel Merkezi önünde, ’N’olur gitme Baykal..’ diye gözyaşı dökmeleri ise, o çirkinliklerin önemsenmemesi açısından, daha bir kaygı vericiydi.. Neyse ki, Baykal, CHP’nin büyük halk kitlesinin o bir avuç goygoycu gibi düşünmediğini olsun anlamış olmalıydı ki, o dön çağrılarına kanıp da dönmeye kalkışmadı..
Üstelik, o çirkinliğin üzerine kurulan komplonun, Baykal’ın CHP’nin başından uçurulmak için, parti içinden tezgahlandığı kanaati giderek daha bir güçleniyor.. Evet, bugünlerde ’Yeni CHP’ diye meydanlarda nutuk atan Kılıçdaroğlu’nun dillendirdiği yenilik özlemi için, CHP içinden gerçekleştirilmiş gibiydi o komplo.. Çünkü, Baykal’ın başka türlü CHP başından uzaklaştırılması mümkün değil gibiydi.. Ama, son ana kadar, ben lider olamam diyen ve aday değilim diyerek Baykal’la zıdlaşmamaya özel bir dikkat gösteren Kılıçdaroğlu, bir anda, dönüvermiş ve CHP’nin 20 yıla yakın zamandır Genel Sekreterliği’ni yapan Baykal’ın da yarım asırlık dostu Önder Sav’la işi kotarmış ve bir anda Genel Başkanlığa gelivermiş ve birkaç ay sonra da, Önder Sav ve ekibini tasfiye etmişti..
’Siyaset, ana -ata dinlemez..’ diye boşuna dememişler..

’Şehvet yüzünden düşen, kalkmamıştır..’

MHP liderlik kadrosunun başına gelenler de büyük ihtimalle, yine aynı şekilde o hareketin içinde tezgahlanmışlığı düşündürüyor insana..
Çünkü, o camianın vurdulu-kırdılı siyaset anlayışından gelenlerde var olan bir güç gösterisinin ve libidonhalar davranışlara kadar nasıl uzadığı, öteden beri tahmin ediliyordu, ama, bu kadarı yine de beklenmiyordu, herhalde...
Devlet Bahçeli’nin en yakınındaki Genel Başkan Yardımcılarından 7-8 kişi ve Genel Sekreter’le birlikte en önde gelen 10 MHP’linin böylesine çirkinliklere bulaşmış olacağına MHP’nin seçmeninin büyük kitlesini oluşturan orta kesimi, herhalde ihtimal vermiyordu..
Ama, bu kasetler, çirkin görüntülerin olduğu iddiasını, en çok da MHP içindeki iç iktidar kavgasında taraf olanların ortaya çıkardığı tahmin edilebilir..
Çünkü, Devlet Bahçeli, eski lider Alpaslan Türkeş’in ölümünden beri, kendi çizgisinde, kendi anlayışında yeni bir MHP oluşturma dikkatindeydi ve MHP içinde güç odakları oluşturdukları kabul olunan birçok ismi tasfiye etmişti.. Bundan dolayı da, ’ülkücüler’ denilen topluluk içinde tanınan nice eski isimler, hınçlarını uzun zamandır dile getiriyorlardı..
Ve o hareket ve parti içindeki bu tasfiyede, yenik düşen taraflar ve bu yeni seçim dönemine girilirken, biraz daha tasfiyeye uğrayanlar, artık alacak başka bir tedbirlerinin olmadığını görüp; parti yönetiminde kalan eski arkadaşlarını vurmak için, en çirkin silahı kullanmaktan kaçınmadılar.. Ama, açık olan şu ki, onlar da, o çirkinlikleri düne kadar biliyorlardı veya kendileri de o çirkinliklerin içindeydiler.. Ve o derin mücadelede, taraflar daha başka çarelerinin kalmadığını düşününce, son kurşunlarını harcamaya karar verdiler ve bazı üst kademe bir çok MHP’li yöneticilerin istifa etmezlerse, haklarındaki kasetleri yayınlayacakları tehdidini savurdular..
Bu tehdidler önce ciddîye alınmak istenmeyince.. İlk parti devreye sokuldu ve 4 tane büyükbaş devrilince.. Bunun devamının olduğu da söylendi ve amma, Bahçeli bu şantajlara teslim olmayacağı gibi tumturaklı laflar edince.. 6 büyükbaş hakkında daha kasetler yayınlanıverdi ve.. Onlar da gittiler..
Bu çirkinlikler CHP ve MHP’de değil de, mesela iktidar mücadelesinde en güçlü odak olarak bilinen AK Parti içinde sözkonusu olsaydı, medya için bulunmaz bir malzeme ve fırsat doğardı..
Ki, AK Parti içinde olmaz böyle şey denildiği sanılmasın.. Bu gibi çirkinliklere bulaşanlar her toplulukta olabilir.. Ama, bu parti içinde henüz, öteki partilerde olduğu gibi bir derin iç- çatışma sozkonusu olmadığı için, böyle bir rezillik ifşa edilemedi.. Ama, diğer partiler içindeki rezilliklerin su yüzüne çıkarılması, AK Parti’nin iktidarda olması yüzünden, AK Parti’nin üzerine yıkılıyor, ya da şimdilik de olsa ona destek veriyor gözüken bir cemaatin bu gibi kirli işleri siyasî oyun olarak kullanmakta olduğuna dair iddialar ileri sürülüyor.. Halbuki, bugünkü gelişen teknolojik imkanlar içinde, bu gibi rezilliklerin keşfi hiç de o kadar zor olmasa gerek.. Bunun için illâ da iktidarda olmak gerekmiyor..
Ama, bu çirkinliklere dolaylı birkaç işaretle değinilmesi karşısında bile, gayrimeşrû ve gayriahlâkî vâdilerde at koşturmalar mübah imiş gibi, ’Aaa, kişilerin özel hayatlarına karışılamaz, ayıptır..’ diyebilenler çıkıyor kamuoyunda.. Ki, dışarıya yansıyanlar o kişilerin özel hayatı değil, gizli hayatı olup, burada da komplo, meselenin aslı değildir.. Kimse, o kişileri o çirkinliklerin, gayrimeşru ilişkilerin işine zorlayarak, sürükleyerek götürmedi.. Mes’elenin aslı, o ahlâksızlıklardır ve o çirkinliklerin çeşitli hesab ve planlar gereği, kasete alınıp ortalığa saçılması ise, evet, o komplodur.. Ama, aynı suçlamalar veya kasetler AK Parti için sözkonusu olsaydı, ortalığı haklı olarak velveleye verecek olan laik medya, şimdi ise, ’Bu kaset savaşları, iddialar ve istifalar üzerine, MHP, erimek ne kelime, bir de güçlendi..’ diye MHP’ye gaz vermeye çalışıyor..
Gerçekten de böyle midir, 12 Haziran akşamı belli olacak.. Özellikle MHP’nin güçlü tarafdar kitlelerinin yoğunluklu olarak bulunduğu İç Anadolu yörelerinden gelecek olan reyler, bu konunun kenarından teğet geçilip geçilmediğini gösterecektir..
Ancak, şurası var ki, bu gibi iddialar, bırakınız bizim müslüman toplumumuzu; hertürlü başıboşluğun alabildiğince serbest olduğu Avrupa ve Amerika toplumlarında bile kitleler tarafından hoş karşılanmıyor, kişilerin siyasî hayatları sönüyor..
*
Umulur ki, ortaya dökülen bu çirkinlikler, hiç değilse bundan sonra, hele de siyasetle meşgul olanların veya kamuoyu önüne çıkanların daha dikkatli olmalarına vesile olur..
Bir tükenmez kalem ucunda bile gizli kamera ve gizli mikrofonun yerleştirilebildiği bir zaman diliminde, insanlar, kendilerine nisbet olunan bir iddiayı reddediyorlarsa, o redd gerçek olmalı; ya da hatalarını açıkça kabul etmeli veya kendi söz veya hareketlerini, fiiillerini, ’Benim inancın, kanaatim, düşüncem, tavrım, tarzım budur..’ diyebilmeliler..

Şeyh Edeb Âli’nin nasihatini, kendimize de yapabilmek..

Laik kişilerin, müslüman insanların ahlâkî kaygu ve ölçülerine yürekten katılmaları mümkün değildir.. Ama, taktik gereği saygılı gibi gözükebilirler..
Bu seçim atmosferinde de, çok ağır ithamlar, hakaretler sıralanıyor ve kitlelerin kandırılmasına çalışılıyor..
Kitleler ne kadar kanacaklardır?
Seçim sonrasında, bizim istediğimiz gibi bir tablo çıkmazsa kandırılmış; çıkarsa, kitleler kandırılmamışlar mı olacaktır?
Demokrasinin ve demokratik iktidar yarışının özünde kandırmaca daima vardır..
Çoğu Batı dünyası hayranları, ’Ahh, Batılılar bizim halkımız gibi câhil değil ki.. Onlar neye, niçin oy verdiklerini veya vermediklerini biliyorlar..’ deyip dururlar.. Halbuki, Batı’daki kitleler de günlük menfaatlerine veya medyanın yönlendirmelerine göre, kısa sürede bile yön değiştirebilmektedirler..
Yani, ekonomik açıdan gelişmiş ülkenin yüksek menfaatleri gibi laflar da, gerçekte, ferd ferd her oy sahibinin menfaatinin seçim sandığında bir ortak bileşke halinde yansımasıdır..
Ama, gerilimlerin, sosyal gerilimlerin , krizlerin, rahaatsızlıkların daha derinden hissedildiği toplumlarda, siyasî atışma ve çatışmalar daha bir sert olmaktadır..
Ülkemizde olan da budur..
Ve görülmektedir ki, hele de seçim meydanlarında, muhalefet liderleri daha bir ısırıcılıkla ve hemen hepsi de, hattâ yalan ve hakaretlere başvurarak, Tayyîb Erdoğan’a saldırmakta ve o da, bütün o saldırıları savmak adına, sert karşılıklar vermektedir..
Kendisini ’Yeni CHP lideri’ olarak takdim eden Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarının, iddialarının, suçlamalarının, vaadlerinin seviyesi, ciddîye alınmayacak derecede, ortada.. Çünkü, her an, bir başka şekle bürünebiliyor.. Seçimden, partisinin oyunu arttıran lider olarak çıkamazsa, sonunun geleceği korkusu içinde.. (Ki, oyunu da arttırabilir bir mikdar.. Çünkü, Sarıgül Hareketi söndü.. Ecevit’in DSP’si, Rahşan eliyle Kılıçdaroğlu’nun emrine tahsis olundu.. Diğer solcu gruplar da kerhen de olsa, ona vereceklerdir oylarını..)
Bahçeli de ondan geri kalır durumda değil..
Seçimlere BDP destekli bağımsız olarak girenlerin sözleri ise, daha bir ürpertici.. Türkçülerin ırkçılıklarından hiç de geri kalmayan korkunç bir kürdçülük sergileniyor.. Hattâ, geçmişte İslamî kimlikleriyle bilinen A.T. gibi isimler bile, o rüzgara kaptırmışlar kendilerini...
Bazı bağımsız adayların, doğrudan doğruya Başbakan’ın şahsına yönelik ağır hakaret sözlerini ise, tekrarlamak bile gönüle giran geliyor..
Bütün bunlar olurken..
Tayyîb Erdoğan’dan daha ölçülü ve muhaliflerinin seviyesine düşmeden söz söylemesi beklenir.. Ama, o da, nihayet, etten-kemikten.. Yine de, kendisini frenlemesi gerekir.. Çünkü, ’dilin âfetleri’ deyimini en fazla anlayabilecek olan, odur ve karşısındakilerin dilini kullanması, onu da onların seviyesine indirger.. Gerçi, o, ’saldırılara karşılık veriyorum’ diyor ve genel olarak da öyle yapıyor, ama, yine de karşısındakilerin bazı yalan isnadlarına karşı, ’Bunları isbatlayamazsanız namertsizin, alçaksınız’ gibi lafları edebilmesi, ona yakışmıyor.. Ve kezâ, Bahçeli ve Kılıçdaroğlu’nun onu sinirlendirmek için söyledikleri aşağıyalıyıcı laflara karşı, ’Siz kimsiniz’ gibi tekebbürlü lafları söylemesi, hiç hoş değil.. Çünkü, o, Tayyîb Erdoğan olarak, başbakan olduğu için değil, sahib olduğu değerler itibariyle, ötekilerin pek çoğundan çok farklı ve milletin büyük ekseriyetinin kalbinde yer eden bir ’değerler sistemi’ne nisbet edilenler içinde ayrı bir yere sahib.. Onun içindir ki, onun, diğerlerinin söylerdiklerini, yaptıklarını, velev ki, demokratik atraksiyonlar gerektirse bile, yapamaması gerekir..
’İyiliğe iyilik her kişinin işi, kötülüğe iyilik er kişinin işi..’ lafını unutmamak gerek..
Çünkü, onlar ne derse desin, Tayyîb Erdoğan, sorumluluk makamında olarak, yarınlarda, onlarla karşı karşıya gelecektir... O zaman, bu kadar çirkin sözlerden sonra, utanacak olanlar arasında kendisinin olmaması gerekir..
*
Hatırlayalım ki, Hz. Ali-Muaviye İhtilafı sırasında, Hz. Ali’ye bazıları gelip, ’Ey Ali, senin, siyaseti rakibin kadar bilmediğin söyleniyor..’ dediklerinde; Hz. Ali’nin de, ’Siyasetten maksad eğer hile, entrika, tuzak kurmak ise, Allah korkusu taşımasaydım; arab’ın içinde, benimle o konuda kimse yarışamazdı..’ dediği rivayet olunur, geçmişin tarih kitablarında..
Tayyîb Erdoğan da, bu anlayışa yabancı olmayan birisi olarak, kendisini daha fazla frenlemeli ve bazı sözlerinin halk içinde alıcısının olabileceği gibi basit demokratik menfaatlere ve atraksiyonlara sarılmaktan uzak durmalıdır.. Çünkü, ona yüklenen vazife ağır ve beklentiler onun tahmin edemiyeceği derecede büyüktür.. Nitekim, İİC’de yayınlanan Cumhurî-i İslamî gazetesi, 31 Mayıs günü, Haaretz isimli İsrail gazetesinde yayınlanan bir değerlendirmeyi esas alarak, ’Tayyîb Erdoğan’ın seçimlerden kesin bir zaferle çıkacağı ve sonra da, ve ’İkhvan’ul Muslimîyn, HAMAS, ve İran’la birlikte bölgede, Osmanlı gibi bir yeni güç odağı oluşturup, Amerika’nın Ortadoğu’daki etkisini kırmaya kalkışacağı korkusunu yansıttığını’ duyuruyordu, okuyucularına..
Bu açıdan, bu konuda, Şeyh Edeb Âli’nin Osman Gaziyi yaptığı varsayılan (ve 40-50 sene öncelerde Tarık Buğra tarafından kaleme alınan) bir nasihat metninin, hele de bu günlerde, takdir-i ilahî’nin kendisine yüklediği fonksiyonun Tayyîb Erdoğan tarafından daha bir hatırlanmasının faydalı olacağı umulur..
Evet, Şeyh Edeb Âli şöyle diyordu:
“Ey Oğul!
Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana…
Güceniklik bize; gönül almak sana..
Suçlamak bize; katlanmak sana..
Âcizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana..
Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adâlet sana..
Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana… (...)
Ey Oğul!
Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah’u Tealâ yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalb versin. (...)
Oğul!
Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelâmlısın. Ama, bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlub eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkâr ve iradene sahib olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. (...)
Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! (...) Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. (...)
En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. (...)


Selahaddin E. Çakırgil

http://www.ihvanforum.org/
 
Üst