SES MUCİZESİ

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
SES MUCİZESİ

SELİM GÜRBÜZER

İnsanoğlu daha dünyaya gelmeden önce anne karnında ilk beş ayında sesle tanışmaktadır. Fakat aldığı bu sesler doğduktan sonraki seslerden çok farklıdır. Çünkü embriyolojik gelişimin bu safhasında düşük frekansları süzen bir sıvının etki alanında bulunan cenin annesinin sesini yüksek frekansta almaktadır. Doğduktan sonra da bir yandan tedrici olarak düşük frekansları algılamaya başlarken diğer yandan da yüksek frekanslı sesleri elimine etmektedir. Derken insanoğlu dünyaya konuşabilecek donanıma sahip akordeon sistemiyle gönderilmektedir. Tabii, hayvanlarda dünyaya teşrif etmesine ediyorlar etmesine ama hiçbirisi konuşma kabiliyeti sergileyemiyorlar. Fakat insan öyle değil, daha doğar doğmaz ağlamaklı bir ses vererek dünyaya gelmekte. Dünyada altıncı ayına geldiğinde ise “baba” veya “anne” gibi kelimeleri dillendirmekte. Böylece kelimeler hız kazanıp ileriki yaşlarda konuşmanın yanı sıra kitap yazacak hale bile gelinebiliyor. Kelimenin tam anlamıyla konuşma Allah’ın kuluna has kıldığı büyük bir lütuftur.

Thomas A. Edison 1877 yılında sesleri kayıt altına alan fonografi cihazını keşfetmekle kim bilir ne kadar mutlu olmuştur. Öyle ki keşfedilen fonografi zamanla gelişip gelinen nokta itibariyle bilgisayarların manyetik disklerine kayıt edilebilir hale gelmiş bile. İnsanoğlu sesleri kayıt etmenin sevincini yaşaya dursun, oysa kâinat kurulduğu günden beri canlı cansız her varlığın ses kaydı hiçbir şekilde duraksamaksızın her salise kaydedilmekte zaten. Bu yüzden kâinat ritmi için çok yönlü bir senfoni orkestrası, biyolojik hayat için ise sesin şekillendiği musiki alanları dersek yeridir. Hem nasıl öyle demeyelim ki, düşünsenize en basitinden bir verici tarafından gönderilen elektro manyetik sinyaller iyonosferin en alt iki tabakasında (D ve E bölgeleri) telsiz uzun radyo dalga boyları şeklinde tekrar arza iletilerek bir radyo alıcısı tarafından sese dönüştürülebiliyor. Zira atmosferin elektromanyetik dalgaları yansıtacak donanımda iyonosfer, güneşin ultraviyole ışınlarının etkisiyle ayrılmış hava moleküllerinden meydana gelmiş bir tabaka olması hasebiyle bu tabakaya hem radyo dalgaları gönderilmekte hem de geri dönüşümü sağlanabilmekte. Nitekim uzun radyo dalgaları daha ilk tabakada yansıyıp geri dönmekte, orta dalga boylu olanlar E’de yansımakta, kısa dalgalı olanlar da E ve F’de çınlayarak sahne almaktadır. Ultra kısa dalgalar ise malum hiç yankılanmaz. Bu yüzden elektromanyetik yüklü iyonosfer tabakası, radyo dalgalarının gök kubbemizde yankılanan minare hüviyeti olma dolayısıyla ona çok şükran borçluyuz. İnsanoğlu her ne kadar gökyüzünde pırıl pırıl yansıyan iyonosfer veya devasa aynalarını (katmanları) geç keşfetmiş olsa da aslında evrende var olan canlı cansız hemen her şeyin kendi ölçüsünce ses donanımına haizdirler. Öyle ki kiminde bir tılsım, kiminde gürültü, kiminde konuşma, kiminde ise müzik şeklinde sahne almakta. Mesela bir çekirge iki kanadını birbirine çarpmakla havayı titreştirip eşini çağırabiliyor. Böylece bu titreşim sayesinde eşinden cevap bile alabilmektedir. Hakeza dişi kelebekte öyledir. Hatta dişi kelebek ne kadar uzakta olursa olsun saldığı koku sinyallerini erkek kelebek antenleri vasıtasıyla alıp karşılık verebilmekte. İşte karşılıklı telepati denilen olay budur.

Allah-ü Teâlâ Kur’an’da ilahi sözleşmenin gereği olarak emaneti cansız denen cemadata yüklemeyi teklif etmiş fakat bu emaneti yüklenmekten çekinip üstlenmemişlerdir, insan ise tereddütsüz kabul etmiştir. Malum olduğu üzere cemadat cansız maddeler anlamında dağ, taş, toprak vs.dir. Yine de bakmayın siz öyle cemadatın cansız ve sessiz duruşuna, bakın Kur’an-ı Muciz’ül Beyan asırlarca öncesinden hareketsiz ve sessiz sandığımız dağların hareketli ve sesli olduğunu bize nasıl haber veriyor: “Sen dağları görürde onları camid (hareketsiz, cansız) sanırsın. Oysa onlar bulut gibi yürümektedirler. Bu herşeyi sapa sağlam yapan Allah’ın sanatıdır. O yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.” (Neml suresi ayet 88). Yine Rabbül Âlemin bu hususta; “Arzı yayıp düzenledik, oraya sabit dağlar yerleştirdik. Orada herşeyi ahenkli bir ölçüye göre bitirdik” (Hicr suresi ayet19) diye beyan buyurmakta. İşte ayet-i kerimelerin mana ve ruhundan da anlaşılan o ki; cansız sandığımız cemadat hareket etmekte, bu yüzden Yüce Allah (c.c) yarattığı kullarına yaratılış mucizelerine bakıp ilahi sözleşmenin gereği olarak tefekkür eylemeye davet ediyor. Bu noktada bilim adamların bir kısmı mesela dünyanın oluşumu üzerine kafa yorduklarında bu durumu büyük patlama denen Big Bang hadisesiyle izah etmekteler. Yani Big-bang teorisiyle dünya kabuğunun başlangıçta yekpare, yani bitişik olduğunu, konveksiyon akımları ile arz kabuğunda kırılmalar ve çatlaklar oluşarak birbirinden sertçe koparılıp ayrıldığını belirtiyorlar. İşte bu nedenledir ki kırılma ve çatlamayı da bir ses olarak nitelendirebiliriz pekâlâ. Böylece yapışık olan yeryüzü bu kırılma senfonisiyle kıtalar doğuruyor ve dünya haritamız son şeklini alıyor. Hatta bu günde yeryüzünün oluşumuyla yapılan çalışmalardan elde edilen verilere bakıldığında çatlakların izlerini pekâlâ görmek mümkün. Kaldı ki Kur’an’da “O çatlayışlı arza kasem olsun ki, o keskin bir hükümdür” (Tarık, 12) ayetiyle dünya haritasının oluşumuna doğrudan bir işaret durum söz konusu da.

Peki, sessiz durur zannettiğimiz dağlar için ne demeli? Hiç kuşkusuz sessiz zannettiğimiz dağlar her daim hareket halinde kolon görevi yaparak dünyamızın ritim dengesini ayakta tutmakta. Öyle ki Yüce Allah (c.c) bu hususta “Gökleri görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükselten, sonra arşa istiva eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır; her biri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor; ayetleri de uzatan, onda sabit dağlar ve ırmaklar meydana getiren, orada meyvelerin her birinden çiter yaratan O’dur. Geceyi de gündüzün üzerine O bürüyüp örtüyor. Düşünen insanlar için şüphesiz bunlarda ibretler vardır” (Ra’d, 2-3) diye beyan buyurmak suretiyle tüm bu ritim dengesinin ilahi sözleşmeye uygun bir şekilde ezelden beri bir vakte kadar ayarlanmış olduğu bildirilmekte. Madem öyle, dünya gemisinde bizi denge içinde tutan Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Belli ki bu ritim dengesi ve uyumluluk sadece dağa, taşa özgü değil, genele şamil olduğunu yine Yüce Allah’ın Kur’an’da “Yedi göğü birbiriyle tam bir uygunluk içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yatışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk bulamadan bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk, 3-4) diye beyan buyurduğu şekliyle tecelli etmekte. Nitekim kâinatta her ne yaratılmışsa hepsinin kendine özgü bir ritmi söz konusudur. Bazen bunun tecellisini akan bir ırmağın hışıltısında, bazen bir kuşun ötmesinde, bazense esen rüzgârın dalgalanma sesinde hissederiz. Derken bu görüp hissetmeler eşliğinde gönül dünyamız müzik sesiyle dile gelmiş olur. İşte bu nedenledir ki müzik için insan daha konuşmaya başlamadan tutku gönlünün dile getirilmiş enstrümanın adıdır diye tanımlarız. Zira tutkular sese dönüşürken sözcük ya da notayla biçimlenmekte. Şu da var ki tutku gönlümüzü dile getirmede gerek sözcükler gerekse notalarda yetmeyebilir, bikere adı üzerinde tutku, sadece yaşayarak idrak edilebilecek bir duygu selidir bu. Ama ses öyle değil, ses işitilir olduğundan icabında tıpkı bir ressamın renklerle oynadığı gibi oynanabiliyor. Dahası ses için Kur’an tefsirlerinde çok yaygın olarak kullanılan “Vurunca ses veren kuru çamur” sırrınca somut her hangi bir şeyden yankılanma şeklinde yorumlanıp ifade edilirken müzik için ise daha çok gönlün dile gelmesi ya da işlenmiş soyut halidir şeklinde yorumlanıp ifade edilir. Kelimenin tam anlamıyla Kur’an’da geçen “salsal” ibarenin ses veren kuru çamur olduğu manasında bir çıkarımda hem fikir olunmuştur. Bu yüzden Hz. Mevlana musiki ve semayı ilahi aşka giden yolda gaye değil bir araç ya da bir binek taşı olarak görmüştür. Ki; müziğin müritleri vecde getirdiği bilinen bir gerçekliktir. Mevlana’nın müritleri cezbeye gelip raks eylemeleri izleyenleri mest eylediği gibi hafızlarımızın Kur’an tilavetleri de dinleyenleri mest eylemekte. Tüm bu anlatılanlardan öyle anlaşılıyor ki Mimar Sinan’ın elinde taş nasıl ki mana kazanmışsa camilerde hafızların, dergâhlarda ise sofilerin cezbe ve raksında (semazeninin de) musiki anlam kazanmıştır. Hakeza cenk meydanlarında askerlerin gaza ruhunu iri ve diri tutup anlam kazanmakta. Bir taş düşünün ki Mimar Sinan’ın elinde cami kubbesinde yankılanacak bir şahesere dönüşebiliyor. Şöyle ki; kubbeye yerleştirilen taşlar bir anda ses dalgalarını bir uçtan diğer uca taşıyacak tarzda donatılmış olup bu sayede kamet getiren bir müezzin, aşır okuyan bir imamın sesi hoş bir seda olarak kubbede yankı bulabiliyor. Hem nasıl yankı bulmasın ki, bizatihi Peygamberimiz (s.a.v)’in “Kur’an’ı güzel ses ve kaideye bağlı ahenkle okuyun” diye öğütlediği tecvit ve kıraat ilmi hem gönüllerde hem gök kubbede hoş bir seda olarak yankı bulmak için vardır. Hele bir sevda yürekli bir aşığın yüreğinde yankılanacak bir müzik türünü dinlediğinin düşünün, hiç kuşkusuz gönül ferman dinlemez misali inim inim inleyeceği muhakkak. İşte bu nedenledir ki gönül dağlayan müzik için sevda yüreklilerin gönül sesidir deriz hep. Hani kimi zaman iki de bir “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” atasözünü dillendiririz ya hep, aynen öylede sese aracılık yapan dil ve lisanda müzik gibi gönül dağlayıcı olarak ortaya çıkar. Peki, dilimiz sadece ses çıkarmak için mi vardır, elbette ki hayır. Yediğimiz gıdaların ekşi, tatlı, acı olup olmadığını ayırt etmek için de vardır. Nitekim dilimizin ön tarafı acıya, yan taraflar ekşiye, arka tarafı da tatlıya duyarlı olup görünürde ki dilimizin değişik bölgelere yerleştirilmiş damak tadını ayıracak reseptör (alıcı) hücrelerin varlığı söz konusudur. Dil’in bir de görünmeyen sübjektif yönü vardır ki, o da malum dil yarasıdır. Yani yılanı deliğinden çıkaran tatlı sözün tam aksine gönülleri kırma yarasıdır. Madem öyle, bize düşen gönül yıkmak değil gönül yapmak olmalıdır.

Birde meseleye biyolojik yönden baktığımızda konuşmayla doğrudan alakalı en gözde organımızın gırtlak olduğu görülür. Bu gerçeğe rağmen gırtlağımızın solunum yolu başlangıcında bulunması hasebiyle sanki bize çok ekstra özellikleri olmayan, sadece kıkırdak görünümünde basit bir organmış gözüyle bakarız. Oysaki basit sandığımız bu organımız son derece komplike bir organdır. Hiç kuşkusuz komplike organımızın işlevlik kazanması içinde havayı teneffüs etmesi de gerekir ki ses tellerinin titreşimi gerçekleşebilsin. Nitekim her nefes alıp vermemizde gırtlağımıza gelen havanın ses tellerini titreştirip sesli mesaja dönüştürmesi bu gözde organımızın bin bir türlü maharette bir organ olduğunun bariz göstergesidir zaten. Belli ki ses tellerinin nefes yoluna konuşlandırılması bu maksatladır. İyi ki de ses telleri gırtlak borusunun tam başlangıcına konuşlandırılmış, baksanıza bu sayede akciğerden atılan havanın gırtlakta ki telleri titreştirip ağızdan çıkacağı sırada konuşma diline dönüştürmekte. Derken solduğumuz havanın titreşim etkisiyle birlikte nefes borusundan her tonda ses melodileri gün yüzüne çıkabiliyor. Böylece dudak, ağız boşluğu dil, diş, çene, boğaz, akciğer hatta ve hatta kulak hep birlikte bir arada ortak bir senfoni orkestrası oluşturmuş olurlar. Hele bu komplike bütünlük bozulmaya bir görsün, mesela dişlerimiz dökük olsa her ağzımızdan çıkacak kelimelerin peltek haline dönüşmesi an meselesidir diyebiliriz.

Peki ya işitme organımız? Malum olduğu üzere işitme organımız ses titreşiminin kulak tarafından duyum algılanmasıdır. Şöyle ki; saniyede 1-15 kez oluşan bir ses ritmini titreşir halde hissederiz. Şayet bu titreşim saniye de 16-65 arası gerçekleşirse müzik notalarına dönüşecek bir ses ritmi olarak hissederiz, yok eğer titreşimler 16 ila 40 bin arası bir seviyelerde seyrederse bu durumda sadece ses olarak işitiriz. Malumunuz kırk binden milyon rakamlara kadar ki titreşimleri ise ne hissedebiliriz ne de işitebiliriz, çünkü böylesi ölçüm donanımda bir organımız yoktur. Dahası bu tür seslerin varlığını ancak elektronik sinyal olarak algılarız. Üç milyon üzeri olanları da gözümüze yansıyan bir ışık olarak algılarken milyar rakamlardakini ise ışığın harareti şeklinde algılarız. Anlaşılan o ki frekans değerlerine bağlı olarak gelen sinyallerin bir kısmı kulağımıza bir ses, bir kısmı gözümüzün önünde canlanan bir ışık, bir kısmı ise hararet olarak yansımakta. Bu arada sesin koptuğu alanda herhangi bir arıza nüksettiğinde dil tutukluğu denen pepelik baş gösterecektir. Hakeza boğazımız herhangi bir rahatsızlık nüksettiğinde ise sesimiz kısık çıkacaktır. Ses tellerimiz şayet gevşeyip 80 titreşim yaptığında ses ritmi kalınlaşırken, gerildiği anda ise 1000 titreşim yaparaktan ses ritmi incelmiş olacaktır. İşte frekansı küçük olan bas ve frekansı büyük olan tiz denilen akordeon düzeneği bu olsa gerektir. Zira etrafımızda on binlerce ses titreşimi varlığı söz konusudur, dolayısıyla insanda da bu düzeneğin olması gayet tabiidir. İnsanda tıpkı parmak izlerinde olduğu gibi ses tellerinin titreşim düzeneği de farklıdır. Yani iki ses hiçbir zaman birbirinin aynısı değildir. Belli ki farklı tonda ses çıkışları insanların birbirlerini tanımasını kolay kılmak için dil kodlaması bu şekilde biçimlendirilmiştir. Kaldı ki ses farklılıkları suçluların yakalanmasında önemli bir delil teşkil etmekte de.

Anlaşılan o ki soluduğumuz havayı oluşturan her molekül zerre ses tellerini titreştirdiğinde bazen konuşma, bazen müzik şeklinde kendini gösterebiliyor. Böylece her alıp verdiğimiz nefese hava cıva diyenler, sanırım soluduğumuz her nefesin sese dönüşürken havanın boş olmadığını anlayacaktır. Kaldı ki gökyüzünde moleküller rasgele konumlanmayıp tam aksine belli bir plan dâhilinde konumlanıp hareket etmekteler. Yapılan deneylerle ses dalgalarının yayılan dalgalar ve girişim yapan dalgalar denilen iki ana eksen üzerinde seyreden dalgalar olduğu belirlenmiştir. Hatta sesi yansıtan ikinci tabakanın hemen yakınımızda diyebileceğimiz birkaç kilometre yüksekte olduğu, üçüncü tabakanın uzun dalgalara asla geçit vermeyip orta boy diyebileceğimiz dalgalara ancak yarı geçirgenlik tanıdığı, kısa boydaki dalgalara muamelesi ise kontrole tabii tutmadan tamamen geçirdiği bilim adamlarımızın çalışmalarıyla aydınlığa kavuşturulmuştur. Dahası yapılan çalışmalarla nihayetinde iyonosferin tek başına bir anlam ifade etmediği, bünyesinde üç katmanla birlikte işlev gördüğü net bir şekilde ortaya konulmuştur. Kaldı ki gelinen noktada radyo dalgalarıyla yapılan analiz çalışmalarının neticesinde yıldızların yaşından tutunda, çapı dâhil birtakım nice bilmediğimiz bilgilere ulaşılması mümkün olabiliyor. Hatta bugün Sonografik alet sayesinde parmak izlerine benzer bir değişik ses spektrogram yöntemiyle ses izleri, ses baskıları ve ses birimleri belirlenebiliyor. Değim yerindeyse seslerini izini sürüp ses birimlerini ilk defa keşfeden Dr. Lawrence Kersta’dır. Şurası muhakkak Sonograf-Osilograf cihazlarını ilginç kılan ana etken unsur gelen ses dalgalarının şiddet, frekans ve yükseklik eğrilerini ölçüp, ekranda matematiksel görüntü almasıdır. Dolayısıyla günümüzde mahkeme kararları ile ses kayıtları dinlendiğinde analizi yapılan birtakım ölçümler suç delili olarak kabul görebiliyor. Çünkü her tür insanın ses grafik eğrileri, ses izleri ve ses baskıları birebir aynı değildir. Ancak bu iş için en az on kelimelik sözcük birimlerin tespit edilip söz konusu cihazlara yüklenmesi gerekir ki ses mukayeseleri yapılaraktan gerçek suçlu teşhis edilebilsin. Bu arada ses bantlarının işlevi ile ses spektrografisinin işlevini birbirine karıştırmamalı. Nitekim ses bandıyla sesin fonksiyonu değiştirilebiliyor, ama diğerinde bu pek mümkün gözükmüyor. Bu yüzden ses bantları mahkemece suç delili olarak çoğu kez kabul görmemektedir. Ses aynı zamanda fıtridir. Zira Yüce Yaradan’ımız kadına ince erkeğe kalın olacak şekilde ses baskısı halk eylemiş. Hakeza hayvanlar içinde farklı ses baskıları ses dalgaları ses radarları tanzim edilmiştir. Örnek mi? İşte yarasaların yüksek frekanslı radar cihazları vasıtasıyla yaydıkları ses dalgaları kabiliyetlerinden dolayı hem etrafındaki cisimlerin uzaklığını tespit edebiliyorlar, hem de harika uçuş örnekleri sergilemeleri bunun en bariz tipik örneğini teşkil eder. Nitekim yarasaların bu yaydıkları radara benzer ses dalgaları sayesinde karanlıkta kör uçuşları onlar için hiçte zor olmamaktadır. Belli ki uçakların uzaktan tanınması için icat edilen radarlar yarasalardan alınma bir sistemin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Hakeza çamurlu suda yaşayan bazı balık türlerinin etrafa saldıkları elektronik sinyallerde aynı işlevi görmektedir. Hatta sesi olmadığı zannettiğimiz birçok eşyanın da kendine özgü ses ritmi söz konusudur. Tabii bunun kriteri nedir derseniz, şimdilik eşyanın diliyle ilgili bir husus olduğunu söylemekle yetiniriz. Kaldı ki eşyanın diline vakıf olmak marifet ehlinin işi, zaten bu bizi aşan bir boyut dalgasıdır. Biz ancak görünür dünyada yansıyan her bir ses dalgasını şiddet, yükseklik, tını gibi fizyolojik özelliklerine bakarak ayırabiliyoruz sadece. Her şeyden öte ses âlemiyle birlikte kendi sesimizin bestekârlığına talip olduğumuzu ve ilahi bestenin de tercümanlığına adadığımızın farkına varırız. Baksanıza hayvanların bile kendine has bir takım ses melodileri varlığı söz konusudur. Mesela hayvanlar içerisinde en tanıdık ses “miyav ve mır-mır” sesidir ki; bu ses kediye özgü kılınmıştır. Öyle ki bu iki ses üst üste bulunup birincisi üstte, ikincisi ise alttan çıkmaktadır. Bilim adamlarını şaşkına döndüren bu ses tiplemesinin sırrı daha henüz aydınlanmamış olsa da belli ki kedi karnını doyurduktan sonra bir köşeye çekilip kendi hal lisanıyla mır-mır diyerek Allah’ı anmanın derdindedir. Dahası köpek zahiren sahibine bağlılığından dolayı bir an olsun Yaradan’ı unutmuş olabilir, ama kedi öyle değil, sahibi ister doyursun ister doyurmasın zahiren her halükarda bir an olsun gaflete dalmamakta. Zaten dinimizde köpek necis kabul edilmekle birlikte kedi, tavuk, inek gibi hayvanlar temiz hayvanlar olarak addedilmektedir. Böylece kedi sayesinde yegâna sadakat gösterilmesi gereken gerçek sahibimizin Allah olmalıdır mesajını almaktayız. Kuldan beklemekten ziyade Allah’tan beklemek en doğru yol olsa gerektir.

Cırcır böceklerini bilirsiniz. Özellikle yaz aylarında etraf karanlığı büründüğünde bağlarımız, bahçelerimiz cırcır ötüşleriyle şenlenir. Belli ki Yüce Allah (c.c) erkek cırcır böceklerinin kanatlarının alt kısmını keman gibi ses çıkartması için pürüzlü yaratmış, keman yayı görevi yapmak için de kanatlarının üstünü halk etmiştir. Bu yüzden onların ötüşlerine mest oluruz. Hatta onların ötüşleri hava tahminini kestirme de ve yürütmede bir işaret teşkil edebiliyor. Şayet cırcır böcekleri ötmüyorsa anlayın ki hava sıcaklığı 55 Fahrenhayt derecesinin altına düşmüş demektir. Tüm bu örnekler bize şunu gösteriyor ki bülbüle kuşdiliyle sevgisini nasıl dile getireceğini, kurbağaların “vak, vak” sesleriyle baharı birlikte nasıl karşılayacaklarını, aslanın tıpkı bir savaş meydanında olduğu gibi zafer eşliğinde nasıl nara atıp kükreyeceğini, filin hortumuyla zurna sesini andırır bir şekilde nasıl homurdanacağını öğreten Yüce Allah (c.c) , aynı zamanda insanoğluna bu tip örneklere bakıp müziğe ait tüm enstrümanları keşfet dercesine ilham almamızı öğütlemiştir. Her ne kadar bir kurbağanın “vak, vak” sesleri, bir kuzunun “me, me” diye melemesi, bir kuşun cıvıltı şeklinde “cık, cık” ötmesi ve yaz akşamlarında cırcır böceklerin kemanımsı sesler çıkarması sıradan bir ses gibi algılansa da aslında kendi aralarında iletişimi sağlayan son derece anlam yüklü sesler olduğunu anlıyoruz. Elbette ki bu hayvanların ağzından çıkan sesler kelime değil, adı üzerinde ses diyoruz. Kaldı ki kelime üretemeyen hayvanların hal lisanına vakıf Peygamberler ve Evliyaların var olduğu artık bir sır değil. Zira Hz. Süleyman(a.s) Sebe halkına dini tebliğ için yola koyulup Taif yakınlarında karınca vadisine vardıklarında bir anda önlerine rızık peşinde koşan karınca ordusuna denk gelmişlerdi. Orada Kraliçe karıncadan bir ses gelmişti. Bu sesleniş maiyetindeki karıncalara hitaben “Ey karıncalar! Yuvalarınıza dönün. Aksi takdirde Süleyman ve ordusu, farkına varmadan sizi çiğneyebilir” tarzında bir seslenişti. Tabii bu durum karşısında Hz. Süleyman (a.s) kendine yakışır bir vaziyette Allaha yönelip; “Ey Rabbim! Bana, anne ve babama lütfettiğin bu kadar nimetlerine şükretmemi ve geri kalan ahır ömrümde Senin razı olacağın iyi işler yapmamı bana ilham et. Rahmetinle beni de cennetinde iyi kulların arasına dâhil eyle” diye münacatta bulundu. İşte Hz. Süleyman (a.s) ile kraliçe karınca arasındaki iletişimine odaklandığımızda gerçekten de görünürde ortada ne alıcı sinyaller vardı ne de verici sinyaller. Dolayısıyla burada kraliçe karıncanın emri altındaki karıncalara hitabını nasıl işittiği ya da o lisana nasıl vakıf olabildiğini insanoğlu ancak telsiz telefonları ve radarları keşfettikten sonra ancak bir nebze olsun bu mucizevî iletişimin ne manaya geldiğini fark edebilmiştir.

Hem nasıl ki; beşeri münasebetlerde mukavele ne ise, Yaradan ile yaratılan arasında sözleşme de o dur. Ve bu sözleşme vardır ve haktır. Rabbül Âlemin ezeli ilmi ve takdiriyle insanı ruhlar âleminden âlemi bekaya (sonsuz âleme) doğru bir süreci işletecek bir şekilde yaratmış olması hasebiyle Dünya’yı da ezel ve ebed arasında köprü kılmıştır. Derken Dünya yaratılışından bu güne dönmeye devam ettiği gibi bu arada devran da dönmekte. İşte tüm deveranların seyri içerisinde dünyaya gelen canlardan Rabbimiz sözleşmenin gereğini yapanlara; “Melekler, canlarını hoşluk ve rahatlık içinde alırlar. Selam size, yaptıklarınıza karşılık girin cennete derler” (Nahl, 32) beyanıyla can yüreklere su serpilmiş olunur da. Bu demektir ki; birinci sözleşmemiz Bezm-i elest’e Allah’ın kıyamete kadar gelecek ruhlara hitaben;

-Ben sizin Rabbiniz değil miyim?

İşte bu İlahi hitabı karşısında ruhların cevaben;

-Evet, Rabbimizsin demesiyle gerçekleşmiştir. Ruhlar ne zaman ki toprakla buluştu, işte o günden bugüne Hz. Mevlana’nın “Topraktan geldik toprağa gideceğiz” sözünü hep söylenip dururuz da. Tabii söylenmek iyi hoşta, ancak cansız sandığımız toprak nasıl olurda ruhla birlikte canlılık kazanıp Allah Teâlâ’nın fermanına muhatap kıvamına geliyor tarzındaki soruların üzerinde her nedense pek kafa yormuyoruz. Kaf yormasak da şu bir gerçek kulun Rabbi ile ezelde yaptığı birinci sözleşme şifre niteliğinde mucizevî bir olaydır. Nitekim Mevla’mız, ana rahminde dokuz aylık embriyonik safhalarla kulunu kendisini tanıyacak şekilde yaratıp donataraktan adeta bunları sana lutfettim o halde gereğini yap beyanıyla ikinci akitleşmemiz gerçekleşmiştir. İşte insan embriyosunun geçirdiği safhalarının varlığını ortaya koyan şu ayette Yüce Yaradan bakın ne buyuruyor: “...Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır, İşte bu Rabbiniz olan Allah’tır” (Zümer, 6).

İşte ayet-i kerimelerin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere sessiz sandığımız her bir embriyonik safhaların halkasını bizatihi insanın kendisine yaratılış mucizesini hatırlatacak donanımda olduğunu dikkatimizi çekmektedir. Hakeza DNA üzerine yüklenilmiş öyle bir takım genler vardır ki hem bilgi içerikli değiller hem de kendisinden her hangi bir ürün elde edilememekte, bu nedenledir ki bu tip genlere Genetik bilim dalında Sessiz genler olarak isimlendirilir. Öyle de genler vardır ki Kur’an’da beyan buyrulan “…Şüphesiz, Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık” (Saffat, 11), “(Allah), insanı ateşte pişmiş kuru (olan) ses veren çamurdan yarattı” (Rahman, 14) ayetlerde geçen çamurun niteliklerinin DNA molekülüyle uyumluluk arz etmesi hasebiyle bunlarda Sesli genler olarak isimlendirilir. Ki, ses veren genler sessiz genlerin tam aksine hem bilgi içerikli hem de ürün oluşturabilen genlerdir. Dolayısıyla bir kısım bilim adamlarının ayette geçen “…insanı ateşte pişmiş kuru (olan) ses veren çamurdan yarattı” ifadesini sesli genler olarak yorumlamaları son derece akla yatkın mantıki yorumlamadır diyebiliriz. Kelimenin tam anlamıyla çamurla özdeş olabileceği düşünülen DNA’nın ses veren kısmından yaratılış mucizemizin vuku bulduğu anlaşılmaktadır.

Vesselam.
 
Üst