dedekorkut1
Doçent
SURİYE VE ŞAH-I HAZNE
SELİM GÜRBÜZER
Suriye tarihten bu güne nice badireler atlatmış, nice medeniyetlere beşiklik etmiş ve nice devletlerin hâkimiyeti altında idare edilmiş bir Bilad’üş-Şam Ortadoğu ülkesidir. Dolayısıyla bizim için Bağdat neyse, Halep neyse, İstanbul neyse, Mekke neyse, Medine neyse, Semerkand neyse Şam’da odur, hiç birini birbirinden ayrı gayri görmeyiz. İşte bu noktada, Şam’da elbette ki bu anlamda tüm İslam Âleminin kalbi ve başkentidir. Ancak köprülerin altında epey sular akıp bugüne geldiğimizde Şam’ın kalbi İslam âlemi için atmıyor artık, maalesef şuan egemen devletler yerli işbirlikçileri üzerinden kuşatılmış durumda. Sadece kuşatılan Şam mı? Hiç kuşkusuz ki, buna tüm Ortadoğu ülkeleri de dâhildir. Düşünebiliyor musunuz bir zamanlar tüm dünyaya ışık saçan Ortadoğu, değil ışık saçma artık ışığa hasret ve ışığa muhtaç hale gelmiş konumda. Kökü dışarıda emperyalist devletlerin güdümünde yöneticiler işbaşında olduğu müddetçe Ortadoğu daha çok ışığa hasret kalacak gibi. Hele ki, Bilad’üş-Şam Suriye, bir zaman Baba Esad tarafından, şimdi de Oğul Esad yönetiminde inim inim inlemekte olan ışığı karartılan hançer yaralı bir ülkedir.
Malumunuz bu topraklar ilk olarak Âdemoğullarından Kabil’in kardeşi Habil’i katletmesiyle kana boyanmıştır. Evet, yanlış duymadınız, ilk kardeşkanının akıtıldığı mekân Suriye coğrafyasının Kasiyum dağında vuku buldu. Kardeşkanı akıtıldı da ne oldu, çok kötü bir çığır açılmış oldu. Nitekim bunu Kabil’in açtığı bu yoldan Suriye’nin tarihi süreç içerisinde pek çok kereler el değiştirdiğinden anlıyoruz. Hiç kuşkusuz kimi el değiştirmelerde müsbet yönden tarihin şahitlik ettiği dönemlerde oldu. Örnek mi? İşte tarihin şahitlik ettiği en dikkat çeken müsbet dönem diyebileceğimiz hadise bu ülkenin ilk kez Hz. Ömer (r.a) döneminde İslam topraklarına dâhil edilmesiyle birlikte yeni bir çehreye kavuşur olmasıdır. Ve bu toprakların yeni bir çehre kazanmasında hiç kuşkusuz en büyük pay sahibi Saad bin Vakkas’tır. Şimdi gel de bu topraklara soluk aldıran böylesi bir sahabeyi yâd etmeden es geç, ne mümkün. Hem nasıl es geçebiliriz ki, düşünsenize o, hem Uhud’da göğsünü bizatihi Rasulullah (s.a.v)’e siper etmiş büyük bir kahraman abidemiz, hem de başta Hendek olmak üzere daha nice gazalarda seferden sefere koşturmuş başbuğ sahabedir o. Öyle ki, kendisi cenk esnasında Peygamber kavlince “Ya Sa’d! Anam, babam sana feda olsun, Ha gayret oklarını atıver” talimatıyla övgüye mazhar olmuş sahabe de. Elbette ki, Peygamber (s.a.v) övgüsüne mazhar olmuş böylesi alicenap bir sahabe Hz. Ömer (r.anh) dönemine gelindiğinde İran ordusunun başbuğu, Kadisiye zaferinin başkahramanı ve Kisra ülkelerinin fatihi olarak tarihe damga vurması gayet tabiidir. İlk damgasını vurduğu gaza ise malumunuz Irak fethidir. Dile kolay hem de karşısında konuşlanmış 40 fillik ve takriben 80 binlik orduya karşı kazanılan bir Fethi Mübin’dir bu. Şayet Mehmet Akif o dönemde yaşamış olsaydı o günün şartlarında hiç şüphe yoktur ki istiklal dizeleri “Küffarın 40 fili ve 80 bin ordusu varsa bizimde Peygamber (s.a.v)’in övgüsüne mazhar olmuş göğsü iman dolu Sa’d bin Vakkas adında serhaddimiz ve fatihimiz vardır” demekten kendini alamayacaktı. İşte gerçek manada fütüvvet ruhu adını seve seve andığımız başbuğ sahabemizin iman dolu göğsünde gizlidir. Nitekim göğsünde saklı tuttuğu o iman nuru karşısına çıkan tam teçhizatlı küffar ordularını bir çırpıda ezip geçmesine yetmiştir. Gün gelir o iman abidemiz Irak fethiyle yetinmez de, göğsünde saklı tuttuğu o iman nuru kabına sığmaz olup dalgalandıkça bu kez Kadisiye de karşısına çıkan Fars ordusunu hezimete uğratacak gülle olur bile. Derken Median ve Kisra Sarayına ilk giren iman abidesi bir başbuğ sahabe olarak tarihe yeni bir not daha düşer. İşte not düştüğü bu fethin akabinde Kisra hükümdarı kızını Hz. Ömer (r.anh)’a vermek isteyecek derecede etki yapar da. Hz. Ömer (r.anh) ise Kisra hükümdarın bu jestini kendine değil Hz. Hüseyin (r.a)’a layık görerek taçlandıracaktır. Aslında böyle yapmakla hem nur neslinin devamını sağlayacak bir evliliğin gerçekleşmesine vesile olur. Hem de ehlibeyt ocağından Zeynel Abidin gibi takva sahibi nur topu dünyaya gelme şerefine nail olur
Madem öyle, bu şeref nereye kadar sürer birde ona bir bakalım. Hiç kuşkusuz Hz. Ömer dönemi sonrası işler pekiyi gitmeyecektir. Malumunuz, VIII. yüzyıla girdiğimizde Şam ilk etapta Emevilerin başkenti olurken, sonrasında Eyyûbîlerin idaresine geçer, akabinde de Memlüklerin hâkimiyeti altına girer. Memlukler bu sayede Hicaz Su Yollarına sahip olma avantajını elde edecek konumda bulurlar kendilerini. Üstelik hâkimiyeti altına geçirdikleri bu topraklar ticari yolların buluştuğu hat üzerinde de, yani bu hat gözlerden uzak konumda olması hasebiyle başkalarınca stratejik önemi fark edilene kadar Memlükler açısından en azından rahatça yaşayabileceği bir avantaj sayılır diyebiliriz. Ancak bu rahatlık uzun sürmeyebilir, hadi diyelim bu hattın stratejik önemi herkesin gözünden kaçsa, Yavuz Sultan Selim’in gözünden kaçmayacağı muhakkak. Nitekim Yavuz Sultan Osmanlının batıya doğru giden yönünü bir anda doğu yönüne çevirecek hamleyi başlatır da. Hiç kuşkusuz yerinde bir hamledir. Öyle ya, cihangir bir devlette olsan ardını sağlama almadan batıya yönelmişsin ne fayda, dolayısıyla sürekli batıya yönelik seferler üzerine sefer gerçekleştirmek anlamsız olurdu. İşte bu gerçeklerden hareketle Yavuz Sultan Selim’in öngörüsüyle kazanılan Mercidabık zaferiyle birlikte bir zamanlar Bilad’üş-Şam diye anılan Lübnan, Filistin ve Ürdün topraklarının bütününü kapsayan coğrafi alan, yani bugünkü adıyla Suriye’nin tamamı Osmanlı topraklarına dâhili de gerçekleşir. Böylece Memlükler ve Osmanlı arasında cereyan eden Hicaz Su Yolu çekişmesi de son bulmuş olur. Hatta tarihin akışını değiştirecek üst üste gelen stratejik hamlelerin akabinde neredeyse İslam dünyasının tamamı Osmanlı’nın koruma kanatlarının altına girme hadisesi de gerçekleşir. Ama yine de her şey güllük gülistanlık sayılmazdı, hiç umulmadık bir anımızda “sinek küçük olsa bile mide bulandırır” diyebileceğimiz bir süreç yaşanacaktır. Tahmin etmişsinizdir, bu mide bulandıran hadise Osmanlı’ya karşı Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın başını çektiği neredeyse Suriye’nin elimizden çıkmasına neden olacak başkaldırı harekâtından başkası değildir. Neyse ki sular durulur da Mısır yeniden Osmanlı’nın tabiiyetine geçer. Ancak bu tabiiyet çok uzun sürmez Osmanlının yıkılış sürecinde yerle yeksan olacaktır. Takdir edersiniz ki bir devlet hasta yatağına düşmeye bir görsün daha toprağa defnedilmeden ardından bir sürü devletçiklerin türemesinin şartları oluşturulur da. Atalarımız belli ki boşa söylememişler; “su uyur düşman uyumaz” diye, kuşkusuz bir bildikleri vardı ki, çok öncesinden bu sözü söyleme ihtiyacı duymuşlar. Baksanıza Devlet-i Aliye tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte Ortadoğu’nun kalbi hükmünde Suriye’nin bir anda batılıların insafına terk edildiği bölük pörçük bir ülke hale gelmiş yüzüyle yüzlemek durumunda kaldık. Derken bundan böyle bu topraklar daha çok bir damla kan bir damla petrol ekseninde bir mücadeleye sahne olacaktır. İlginçtir Suriye’de petrol olmadığı halde, Ortadoğu’da en çok başı dertte ülkeler arasında gelmekte. Kendi kendimize bu ne iştir acaba dediğimizde biraz meselenin özüne indiğimizde Suriye’yi önemli kılan husus ortadoğu’nun giriş kapısı ve petrol bölge sahaları kapsam alanı içerisinde konumlanmış olmasıdır. Meğer Fransızların böylesi stratejik öneme haiz bu ülkeyi yaklaşık 25 yıl işgal altında tutması boşa değilmiş. Öyle ki, Suriye zar zor Fransız boyunduruğundan 1946’da bağımsızlığını elde ederek ancak kurtulabilmiştir. Tabii bağımsız olmakla her şey bitmiş sayılmazdı, geldiğimiz noktada hala iki yakası bir araya gelememiş, habire dış ve iç güçler tarafından ayar çekilen ülke konumundadır.
SELİM GÜRBÜZER
Suriye tarihten bu güne nice badireler atlatmış, nice medeniyetlere beşiklik etmiş ve nice devletlerin hâkimiyeti altında idare edilmiş bir Bilad’üş-Şam Ortadoğu ülkesidir. Dolayısıyla bizim için Bağdat neyse, Halep neyse, İstanbul neyse, Mekke neyse, Medine neyse, Semerkand neyse Şam’da odur, hiç birini birbirinden ayrı gayri görmeyiz. İşte bu noktada, Şam’da elbette ki bu anlamda tüm İslam Âleminin kalbi ve başkentidir. Ancak köprülerin altında epey sular akıp bugüne geldiğimizde Şam’ın kalbi İslam âlemi için atmıyor artık, maalesef şuan egemen devletler yerli işbirlikçileri üzerinden kuşatılmış durumda. Sadece kuşatılan Şam mı? Hiç kuşkusuz ki, buna tüm Ortadoğu ülkeleri de dâhildir. Düşünebiliyor musunuz bir zamanlar tüm dünyaya ışık saçan Ortadoğu, değil ışık saçma artık ışığa hasret ve ışığa muhtaç hale gelmiş konumda. Kökü dışarıda emperyalist devletlerin güdümünde yöneticiler işbaşında olduğu müddetçe Ortadoğu daha çok ışığa hasret kalacak gibi. Hele ki, Bilad’üş-Şam Suriye, bir zaman Baba Esad tarafından, şimdi de Oğul Esad yönetiminde inim inim inlemekte olan ışığı karartılan hançer yaralı bir ülkedir.
Malumunuz bu topraklar ilk olarak Âdemoğullarından Kabil’in kardeşi Habil’i katletmesiyle kana boyanmıştır. Evet, yanlış duymadınız, ilk kardeşkanının akıtıldığı mekân Suriye coğrafyasının Kasiyum dağında vuku buldu. Kardeşkanı akıtıldı da ne oldu, çok kötü bir çığır açılmış oldu. Nitekim bunu Kabil’in açtığı bu yoldan Suriye’nin tarihi süreç içerisinde pek çok kereler el değiştirdiğinden anlıyoruz. Hiç kuşkusuz kimi el değiştirmelerde müsbet yönden tarihin şahitlik ettiği dönemlerde oldu. Örnek mi? İşte tarihin şahitlik ettiği en dikkat çeken müsbet dönem diyebileceğimiz hadise bu ülkenin ilk kez Hz. Ömer (r.a) döneminde İslam topraklarına dâhil edilmesiyle birlikte yeni bir çehreye kavuşur olmasıdır. Ve bu toprakların yeni bir çehre kazanmasında hiç kuşkusuz en büyük pay sahibi Saad bin Vakkas’tır. Şimdi gel de bu topraklara soluk aldıran böylesi bir sahabeyi yâd etmeden es geç, ne mümkün. Hem nasıl es geçebiliriz ki, düşünsenize o, hem Uhud’da göğsünü bizatihi Rasulullah (s.a.v)’e siper etmiş büyük bir kahraman abidemiz, hem de başta Hendek olmak üzere daha nice gazalarda seferden sefere koşturmuş başbuğ sahabedir o. Öyle ki, kendisi cenk esnasında Peygamber kavlince “Ya Sa’d! Anam, babam sana feda olsun, Ha gayret oklarını atıver” talimatıyla övgüye mazhar olmuş sahabe de. Elbette ki, Peygamber (s.a.v) övgüsüne mazhar olmuş böylesi alicenap bir sahabe Hz. Ömer (r.anh) dönemine gelindiğinde İran ordusunun başbuğu, Kadisiye zaferinin başkahramanı ve Kisra ülkelerinin fatihi olarak tarihe damga vurması gayet tabiidir. İlk damgasını vurduğu gaza ise malumunuz Irak fethidir. Dile kolay hem de karşısında konuşlanmış 40 fillik ve takriben 80 binlik orduya karşı kazanılan bir Fethi Mübin’dir bu. Şayet Mehmet Akif o dönemde yaşamış olsaydı o günün şartlarında hiç şüphe yoktur ki istiklal dizeleri “Küffarın 40 fili ve 80 bin ordusu varsa bizimde Peygamber (s.a.v)’in övgüsüne mazhar olmuş göğsü iman dolu Sa’d bin Vakkas adında serhaddimiz ve fatihimiz vardır” demekten kendini alamayacaktı. İşte gerçek manada fütüvvet ruhu adını seve seve andığımız başbuğ sahabemizin iman dolu göğsünde gizlidir. Nitekim göğsünde saklı tuttuğu o iman nuru karşısına çıkan tam teçhizatlı küffar ordularını bir çırpıda ezip geçmesine yetmiştir. Gün gelir o iman abidemiz Irak fethiyle yetinmez de, göğsünde saklı tuttuğu o iman nuru kabına sığmaz olup dalgalandıkça bu kez Kadisiye de karşısına çıkan Fars ordusunu hezimete uğratacak gülle olur bile. Derken Median ve Kisra Sarayına ilk giren iman abidesi bir başbuğ sahabe olarak tarihe yeni bir not daha düşer. İşte not düştüğü bu fethin akabinde Kisra hükümdarı kızını Hz. Ömer (r.anh)’a vermek isteyecek derecede etki yapar da. Hz. Ömer (r.anh) ise Kisra hükümdarın bu jestini kendine değil Hz. Hüseyin (r.a)’a layık görerek taçlandıracaktır. Aslında böyle yapmakla hem nur neslinin devamını sağlayacak bir evliliğin gerçekleşmesine vesile olur. Hem de ehlibeyt ocağından Zeynel Abidin gibi takva sahibi nur topu dünyaya gelme şerefine nail olur
Madem öyle, bu şeref nereye kadar sürer birde ona bir bakalım. Hiç kuşkusuz Hz. Ömer dönemi sonrası işler pekiyi gitmeyecektir. Malumunuz, VIII. yüzyıla girdiğimizde Şam ilk etapta Emevilerin başkenti olurken, sonrasında Eyyûbîlerin idaresine geçer, akabinde de Memlüklerin hâkimiyeti altına girer. Memlukler bu sayede Hicaz Su Yollarına sahip olma avantajını elde edecek konumda bulurlar kendilerini. Üstelik hâkimiyeti altına geçirdikleri bu topraklar ticari yolların buluştuğu hat üzerinde de, yani bu hat gözlerden uzak konumda olması hasebiyle başkalarınca stratejik önemi fark edilene kadar Memlükler açısından en azından rahatça yaşayabileceği bir avantaj sayılır diyebiliriz. Ancak bu rahatlık uzun sürmeyebilir, hadi diyelim bu hattın stratejik önemi herkesin gözünden kaçsa, Yavuz Sultan Selim’in gözünden kaçmayacağı muhakkak. Nitekim Yavuz Sultan Osmanlının batıya doğru giden yönünü bir anda doğu yönüne çevirecek hamleyi başlatır da. Hiç kuşkusuz yerinde bir hamledir. Öyle ya, cihangir bir devlette olsan ardını sağlama almadan batıya yönelmişsin ne fayda, dolayısıyla sürekli batıya yönelik seferler üzerine sefer gerçekleştirmek anlamsız olurdu. İşte bu gerçeklerden hareketle Yavuz Sultan Selim’in öngörüsüyle kazanılan Mercidabık zaferiyle birlikte bir zamanlar Bilad’üş-Şam diye anılan Lübnan, Filistin ve Ürdün topraklarının bütününü kapsayan coğrafi alan, yani bugünkü adıyla Suriye’nin tamamı Osmanlı topraklarına dâhili de gerçekleşir. Böylece Memlükler ve Osmanlı arasında cereyan eden Hicaz Su Yolu çekişmesi de son bulmuş olur. Hatta tarihin akışını değiştirecek üst üste gelen stratejik hamlelerin akabinde neredeyse İslam dünyasının tamamı Osmanlı’nın koruma kanatlarının altına girme hadisesi de gerçekleşir. Ama yine de her şey güllük gülistanlık sayılmazdı, hiç umulmadık bir anımızda “sinek küçük olsa bile mide bulandırır” diyebileceğimiz bir süreç yaşanacaktır. Tahmin etmişsinizdir, bu mide bulandıran hadise Osmanlı’ya karşı Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın başını çektiği neredeyse Suriye’nin elimizden çıkmasına neden olacak başkaldırı harekâtından başkası değildir. Neyse ki sular durulur da Mısır yeniden Osmanlı’nın tabiiyetine geçer. Ancak bu tabiiyet çok uzun sürmez Osmanlının yıkılış sürecinde yerle yeksan olacaktır. Takdir edersiniz ki bir devlet hasta yatağına düşmeye bir görsün daha toprağa defnedilmeden ardından bir sürü devletçiklerin türemesinin şartları oluşturulur da. Atalarımız belli ki boşa söylememişler; “su uyur düşman uyumaz” diye, kuşkusuz bir bildikleri vardı ki, çok öncesinden bu sözü söyleme ihtiyacı duymuşlar. Baksanıza Devlet-i Aliye tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte Ortadoğu’nun kalbi hükmünde Suriye’nin bir anda batılıların insafına terk edildiği bölük pörçük bir ülke hale gelmiş yüzüyle yüzlemek durumunda kaldık. Derken bundan böyle bu topraklar daha çok bir damla kan bir damla petrol ekseninde bir mücadeleye sahne olacaktır. İlginçtir Suriye’de petrol olmadığı halde, Ortadoğu’da en çok başı dertte ülkeler arasında gelmekte. Kendi kendimize bu ne iştir acaba dediğimizde biraz meselenin özüne indiğimizde Suriye’yi önemli kılan husus ortadoğu’nun giriş kapısı ve petrol bölge sahaları kapsam alanı içerisinde konumlanmış olmasıdır. Meğer Fransızların böylesi stratejik öneme haiz bu ülkeyi yaklaşık 25 yıl işgal altında tutması boşa değilmiş. Öyle ki, Suriye zar zor Fransız boyunduruğundan 1946’da bağımsızlığını elde ederek ancak kurtulabilmiştir. Tabii bağımsız olmakla her şey bitmiş sayılmazdı, geldiğimiz noktada hala iki yakası bir araya gelememiş, habire dış ve iç güçler tarafından ayar çekilen ülke konumundadır.