Kaptan
Mecra Yazarı
BİZDEN OLMAYAN BİZİ ANLAYAMAZ!
Tasavvuf erbabı, kendilerine yöneltilen eleştirilere ya: “bizi bizden olmayan anlayamaz” diyerek kendilerini savunurlar. Ya da; apaçık sapıklık ve küfür olan sözleri için, “bu söylenen sözler, kimbilir hangi makamda söylenmiştir” derler. Hatta o zatları eleştirmek için onlar kadar büyük adam olmalısınız derler!
Bu kimseler, İbnül-Arabi’yi red ve inkâr edenlerin “rüsum uleması, fıkıh bilginleri” olduğunu, çok doğal olarak bu gibi kimselerin İbnü’l-Arabi’yi anlayamayacaklarını ileri sürerler. Zira onların farklı ıstılahları, ayrı lisanları varmış. Tasavvuf terminolojisini bilmeyenlerin tasavvuf bahsinde söz ve salahiyet sahibi olmalarına imkân yokmuş! Kısaca: “Bu ilim ve hikmetleri anlayamayanlar kusuru kendilerinde bulmalıdır.”
Celaleddin Rumî, “biz Kur’ân’ın özünü, ruhunu, içini ve cevherini aldık, posasını köpeklerin önüne attık” derken, “bizi herkes anlamaz” diyordu. Said-i Nursi’ye göre de Risale-i Nur’a itiraz edilemez, çünkü onlar Tanrısaldır. Hatta risalelere “Kutb-u Azam”dan itiraz gelse yine de dikkate alınmamalı! Çünkü Kutb-u Azam(!) yanılabilir, ama Said-i Nursi yanılmaz!
Şüphesiz Mevlana, İbnü’l-Arabî, Said Nursî kendi epistemolojileri bağlamında gayet haklıdır. Bu iddialar tasavvufun temel amentülerine gayet uygundur. Birileri, yazdığı şiirlerin, risalelerin, yaptığı tevillerin Allah tarafından kendisine vahyedildiğine, doğrudan Allah’tan geldiğine inanmışsa, kendileri bu işte yalnızca mütercim rolünde iseler, bunlara itiraz edilmesi söz konusu olamaz. Mütercimin bu işte bir kabahati olamayacağına göre, anlayamayanlar kabahati kendi noksan akıllarında aramalıdır!
Tasavvuf erbabının, “bunu ancak yaşayanlar anlar” tezleri tamamen bir manipülasyondur. Eğer ki, bir sözü anlamak için mutlaka o sözün ait olduğu yaşam tarzını tecrübe etmek gerekli olsaydı, hiç bir müşrik Müslüman olmazdan evvel vahyi anlamamış ve de anlayamaz olması gerekirdi! Hâlbuki her bir müşrik, anladığı için Müslüman olur yahut da yine anladığı için Müslüman olmaz!
En azından vahiy, ilkesel olarak “anlaşılır” niteliktedir. Ve anlaşılsın diye vahiy inzal edilir. Eğer vahiy anlaşılabiliyor da, kendilerine vahiy benzeri, ilham türü bir kutsal bilgi ile kitap yazanların felsefeleri anlaşılmıyorsa bu durum, anlamayanlarla ilgili bir sorun olmaktan ziyade, ilgili felsefelerin doğasıyla alakalıdır. Kısacası, bu felsefeler bir çelişkiler yumağı, hurafeler bütünü ve herhangi bir realiteye dayanmayan, abuk-sabuk söylemler olduğu için anlaşılmazdırlar.
Tasavvuf felsefesi, şeyhin lâyuhtî /hatasız, lâ-yüs’el /sorumsuz mutlak otoritesine kayıtsız şartsız teslim olmayı merkeze alan “kula kulluk esasına” dayandığı için, bu felsefeyi kabul edenler, anlıyor değiller, sadece körü körüne teslim oluyor, anlamış gibi yapıyorlar. Yani, “bunları sûfî olmayan anlamaz” tezi, “ itaatkâr kullar” edinmenin bir başka biçimidir. Bu “anlaşılmazlık” dayatmasını yutanlar, perdelerini indirip, dışa kapanıyorlar, akıl ve iz’an dışı söylemlerle akıllarını ipotek ettirip ruhsal dengelerini sarsıyorlar. Dolayısıyla tasavvuf akideleri anlamakla alakalı değildir. Tam aksine, aklı iptal edip, yeryüzünde Allah’ın mazharı, görünümü olarak addedilen bu kimselere mutlak teslim olmakla alakalıdır.
Bu bağlamda, “Akıl sahibi kimselerin”, tasavvufu “anlamamaları” kadar normal bir şey olamaz. Ve dahi “anlamamalıdırlar”...
Kendilerinden başka bütün insanları panteist felsefeleri anlamamakla suçlamak, tasavvuf ehlinin, sadece kendilerini akıllı, âlemi kör sanmak gibi bir megalomani belirtisidir.
Tasavvufta bilgilenmenin kaynağını rüya, keşif İlham, doğrudan Allah’tan vahiy alma gibi temalar oluşturur. Tasavvufta bilgiler, doğrudan gayb âleminden alınmaktadır. Bu da sonuçta Allah tarafından (vahy ile) bilgilendirilme anlamına gelmektedir. Ve mistik filozof ve şairler, gaipten aldıklarını iddia ettikleri bu bilgilerini doğrulayabilme, akli ölçütlerle izah etme, nedenini-niçinini açıklama gibi bir kaygıyı asla taşımıyorlar. Kendilerinin sadece mütercim olduklarını, bu bilgilerin onlara Allah tarafından verildiğini öne sürüyorlar.
Ortaya konan ürünler ise din adına sunulmakta ve bu ürünler dinin kaynağı olan Kur’ân’la, onun pratiği olan sünnetle uyuşmamakta, hatta çatışmaktadır. Adeta, Kur’ân’a alternatif yeni Kur’ân’lar; dine alternatif yeni dinler ve peygambere alternatif yeni peygamberler ortaya çıkmaktadır. Bunun İslâmî literatürdeki adı malumdur.
Tek tek insanların müşrik olanını, mümin olanını belirlemek gibi bir görevimiz yok. Fakat şirk olan bütün düşünce, ideoloji ve zihniyetleri tanıyabiliriz.
Rüyalarla, mitoslarla, “gaybtan geldi” gibi uyduruk referanslarla din anlayışı olamaz. Sadece İbnü’l-Arabî, Celalettin Rumi, Said Nursî, vs. rüya görmediğine göre! Aksi halde; her rüya sahibi kadar din ortaya çıkar. Dolayısıyla din adına söz söyleyen, iş yapan herkes, sözünü ve işini Kur’ân’ın tanıdığı meşruiyyet zemini üzerinde söylemek ve yapmak zorundadır.
Tamamen idare-i maslahatçı bir anlayışla tasavvuf ehlinin hep hayra yorulduğu, en akla ziyan tevillerle aklandığı, onların İslam’ın bir başka boyutunu oluşturduğu şeklindeki yorumların kesinlikle ciddiye alınır bir tarafı yoktur. Zira, İslam akidelerine tamamen ters akideler geliştiren bir öğretinin, “bir başka boyutla” v.s. alakası yoktur.
Belki “bir başka dinle" alakası vardır.
Alıntıdır.
Tasavvuf erbabı, kendilerine yöneltilen eleştirilere ya: “bizi bizden olmayan anlayamaz” diyerek kendilerini savunurlar. Ya da; apaçık sapıklık ve küfür olan sözleri için, “bu söylenen sözler, kimbilir hangi makamda söylenmiştir” derler. Hatta o zatları eleştirmek için onlar kadar büyük adam olmalısınız derler!
Bu kimseler, İbnül-Arabi’yi red ve inkâr edenlerin “rüsum uleması, fıkıh bilginleri” olduğunu, çok doğal olarak bu gibi kimselerin İbnü’l-Arabi’yi anlayamayacaklarını ileri sürerler. Zira onların farklı ıstılahları, ayrı lisanları varmış. Tasavvuf terminolojisini bilmeyenlerin tasavvuf bahsinde söz ve salahiyet sahibi olmalarına imkân yokmuş! Kısaca: “Bu ilim ve hikmetleri anlayamayanlar kusuru kendilerinde bulmalıdır.”
Celaleddin Rumî, “biz Kur’ân’ın özünü, ruhunu, içini ve cevherini aldık, posasını köpeklerin önüne attık” derken, “bizi herkes anlamaz” diyordu. Said-i Nursi’ye göre de Risale-i Nur’a itiraz edilemez, çünkü onlar Tanrısaldır. Hatta risalelere “Kutb-u Azam”dan itiraz gelse yine de dikkate alınmamalı! Çünkü Kutb-u Azam(!) yanılabilir, ama Said-i Nursi yanılmaz!
Şüphesiz Mevlana, İbnü’l-Arabî, Said Nursî kendi epistemolojileri bağlamında gayet haklıdır. Bu iddialar tasavvufun temel amentülerine gayet uygundur. Birileri, yazdığı şiirlerin, risalelerin, yaptığı tevillerin Allah tarafından kendisine vahyedildiğine, doğrudan Allah’tan geldiğine inanmışsa, kendileri bu işte yalnızca mütercim rolünde iseler, bunlara itiraz edilmesi söz konusu olamaz. Mütercimin bu işte bir kabahati olamayacağına göre, anlayamayanlar kabahati kendi noksan akıllarında aramalıdır!
Tasavvuf erbabının, “bunu ancak yaşayanlar anlar” tezleri tamamen bir manipülasyondur. Eğer ki, bir sözü anlamak için mutlaka o sözün ait olduğu yaşam tarzını tecrübe etmek gerekli olsaydı, hiç bir müşrik Müslüman olmazdan evvel vahyi anlamamış ve de anlayamaz olması gerekirdi! Hâlbuki her bir müşrik, anladığı için Müslüman olur yahut da yine anladığı için Müslüman olmaz!
En azından vahiy, ilkesel olarak “anlaşılır” niteliktedir. Ve anlaşılsın diye vahiy inzal edilir. Eğer vahiy anlaşılabiliyor da, kendilerine vahiy benzeri, ilham türü bir kutsal bilgi ile kitap yazanların felsefeleri anlaşılmıyorsa bu durum, anlamayanlarla ilgili bir sorun olmaktan ziyade, ilgili felsefelerin doğasıyla alakalıdır. Kısacası, bu felsefeler bir çelişkiler yumağı, hurafeler bütünü ve herhangi bir realiteye dayanmayan, abuk-sabuk söylemler olduğu için anlaşılmazdırlar.
Tasavvuf felsefesi, şeyhin lâyuhtî /hatasız, lâ-yüs’el /sorumsuz mutlak otoritesine kayıtsız şartsız teslim olmayı merkeze alan “kula kulluk esasına” dayandığı için, bu felsefeyi kabul edenler, anlıyor değiller, sadece körü körüne teslim oluyor, anlamış gibi yapıyorlar. Yani, “bunları sûfî olmayan anlamaz” tezi, “ itaatkâr kullar” edinmenin bir başka biçimidir. Bu “anlaşılmazlık” dayatmasını yutanlar, perdelerini indirip, dışa kapanıyorlar, akıl ve iz’an dışı söylemlerle akıllarını ipotek ettirip ruhsal dengelerini sarsıyorlar. Dolayısıyla tasavvuf akideleri anlamakla alakalı değildir. Tam aksine, aklı iptal edip, yeryüzünde Allah’ın mazharı, görünümü olarak addedilen bu kimselere mutlak teslim olmakla alakalıdır.
Bu bağlamda, “Akıl sahibi kimselerin”, tasavvufu “anlamamaları” kadar normal bir şey olamaz. Ve dahi “anlamamalıdırlar”...
Kendilerinden başka bütün insanları panteist felsefeleri anlamamakla suçlamak, tasavvuf ehlinin, sadece kendilerini akıllı, âlemi kör sanmak gibi bir megalomani belirtisidir.
Tasavvufta bilgilenmenin kaynağını rüya, keşif İlham, doğrudan Allah’tan vahiy alma gibi temalar oluşturur. Tasavvufta bilgiler, doğrudan gayb âleminden alınmaktadır. Bu da sonuçta Allah tarafından (vahy ile) bilgilendirilme anlamına gelmektedir. Ve mistik filozof ve şairler, gaipten aldıklarını iddia ettikleri bu bilgilerini doğrulayabilme, akli ölçütlerle izah etme, nedenini-niçinini açıklama gibi bir kaygıyı asla taşımıyorlar. Kendilerinin sadece mütercim olduklarını, bu bilgilerin onlara Allah tarafından verildiğini öne sürüyorlar.
Ortaya konan ürünler ise din adına sunulmakta ve bu ürünler dinin kaynağı olan Kur’ân’la, onun pratiği olan sünnetle uyuşmamakta, hatta çatışmaktadır. Adeta, Kur’ân’a alternatif yeni Kur’ân’lar; dine alternatif yeni dinler ve peygambere alternatif yeni peygamberler ortaya çıkmaktadır. Bunun İslâmî literatürdeki adı malumdur.
Tek tek insanların müşrik olanını, mümin olanını belirlemek gibi bir görevimiz yok. Fakat şirk olan bütün düşünce, ideoloji ve zihniyetleri tanıyabiliriz.
Rüyalarla, mitoslarla, “gaybtan geldi” gibi uyduruk referanslarla din anlayışı olamaz. Sadece İbnü’l-Arabî, Celalettin Rumi, Said Nursî, vs. rüya görmediğine göre! Aksi halde; her rüya sahibi kadar din ortaya çıkar. Dolayısıyla din adına söz söyleyen, iş yapan herkes, sözünü ve işini Kur’ân’ın tanıdığı meşruiyyet zemini üzerinde söylemek ve yapmak zorundadır.
Tamamen idare-i maslahatçı bir anlayışla tasavvuf ehlinin hep hayra yorulduğu, en akla ziyan tevillerle aklandığı, onların İslam’ın bir başka boyutunu oluşturduğu şeklindeki yorumların kesinlikle ciddiye alınır bir tarafı yoktur. Zira, İslam akidelerine tamamen ters akideler geliştiren bir öğretinin, “bir başka boyutla” v.s. alakası yoktur.
Belki “bir başka dinle" alakası vardır.
Alıntıdır.