dedekorkut1
Doçent
TEKNOLOJİ VE İSLÂM
SELİM GÜRBÜZER
Teknoloji kavramı Latince bir kavramdır. Adı üzerinde kavram, sonuçta kökeni ne olursa olsun kavramlara farklı manalar yüklenebiliyor. Tabii bizi daha çok ilgilendiren husus tekniğin Allah’ın (c.c) Sânî sıfatına karşılık gelmesidir. Zira Allah’ın Sânî sıfatının lügat manası yaratan, ortaya sanat ve şaheser koyan demektir. Dolayısıyla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; ilk yaratılıştan bugüne gelmiş geçmiş tüm insan toplulukları Allah’ın Sâni sıfatının bir tecellisi olarak yaşadığı şartlara uygun teknoloji becerisi ortaya sergileyebilmişlerdir. Her ne kadar modernlik tanımı şu yaşadığımız çağa özgüymüşçesine yapılsa da kazın ayağı hiçte öyle değil, insan dünde moderndi bugün de. Sadece tek fark var, o da dünden bugüne gelen teknik donanım birikime ilave tekno donanım eklenmiş olmasıdır. Sonuçta teknolojiyi oluşturan her bir keşif unsur tıpkı bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı halka unsurlardır. Dolayısıyla her bir halkayı birbirinden ayırıp şu ilkeldir şu moderndir demek doğru olmaz. İşte görüyorsunuz dün at arabası süren insan bugün otomobil sürmekte, yani dün at arabası modern bir araçtı bugünse değişik türden otomobiller moderndir. Gerçek manada modernlik dünü bugüne bugünü yarına bağlayıp geleceğe taşımaktır. Kelimenin tam anlamıyla kökü mazide âtì olabilmektir. Zaten insanoğlu yaratılışında Allah’ın Sânî sıfatının tecellinin yüzü suyu hürmetine dünyaya adım attığı günden beri her adımına yeni keşifler yeni inkişaflar katarak bugünlere gelebilmiştir. O halde daha neyin davasını güdüyoruz ki. Hem kaldı ki insan yaratılışındaki fıtratına uygun olarak ömür boyu atacağı her adım kendisine bir önceki attığı adımın aynısı gibi gelir de. Çünkü teknik manada kökümüz Allah’ın Sâni sıfatının tecellisiyle kodlandığı için her bir keşif bize aynısı gelmesi gayet tabii bir durumdur. Tıpkı bu ilk çekildiğimiz fotoğrafımıza baktığımızda sanki yeni fotoğrafımız algılayışımızda olduğu gibi bir durumdur bu. Bir başka ifadeyle bugünkü halimiz tıpkı Âdem’in yaratılışında ilkinki gibi hem orijinal halimiz hem de ilk yaratılışımızda ki modern halimizi ifade eden fotoğraf karelerimizdir. Nitekim insanoğlu teknoloji de yakaladığı bugünkü seviyesini yaratılış kodlarındaki orijinal teknik donanımına borçludur. İşte bu gerçeklerden hareketle:
-Oswald Spengler; “Mekânda kıpırdamaya başlayan, her şey hayat kadar eskidir” der.
-Arnold Joseph Toynbee; “Tabiat insana ramiden hile” der.
-Gandhi ise; “Diş temizlemek için kullanılan kürdan bile bir teknik, bir makinedir’ der.
İşte her üç söylemden çıkaracağımız anlam şudur ki; teknik deyince sadece günümüzde kullanılan modern araçlar akla gelmemeli, geçmişte kullanılan alet adavet her ne araç varsa onlarda kendi çağının modern teknolojik araç ve gereçleriydi. Dolayısıyla bugüne kadar keşfedilmiş her ne varsa hepsini bir bütün olarak teknolojik keşif olarak addetmeli. Ne de olsa kök aynı, bu yüzden birini diğerinden ayırarak biri modern diğeri modern dışıdır diyemeyiz. Kaldı ki Kur’an-ı Muciz’ül Beyan geçmişte bazı kavimlerin sahip oldukları teknik donanımlarından bahsettiği gibi Allah’ın bahşettiği bu teknik donanımlara, yani maddi ve manevi nimetlere nankörlük ettiklerinde de o nimetlerin ellerinden alınıp helak olduklarını da beyan buyurur. Nitekim Ad ve Semud kavmin başına gelenler bunun en tipik misallerini teşkil eder. O halde bize düşen Kur’an’da mucizevî bir şekilde anlatılan her bir Peygamber kıssasından ders çıkarıp Allah’ın kullarına lütfu tüm maddi ve manevi nimetleri kendimizden bilmeyip Allah’tan bilip teknik donanımımıza donamım katmak olmalıdır. Zira Yüce Allah yarattığı tüm nimetleri kulunun üzerinde görmeyi diler.
Anlaşılan o ki, dünden bugüne keşfedilen her şeyin bir maddi boyutu var bir de manevi. Nitekim Hz. Nuh’un gemisi hem manevi boyutuyla inananlar için bir kurtuluş gemisi hem de maddi boyutuyla gemi teknolojimizdir. Keza Hz. Süleyman (a.s.)'ın Belkıs’ın tâ Yemen’deki tahtını adeta ışık hızına meydan okurcasına göz açıp kapayıncaya dek Kudüs’e getirtmesi yine inananlar için hem mucizevî hem de teknolojik bir hadisedir. Hakeza Hz. Musa (a.s)’ın asasını taşa vurmasıyla birlikte 12 ayrı pınardan su fışkırması da sondaj teknolojinin kaynağı bir mucizevî hadisedir. İşte görüyorsunuz her bir Peygamber mucizesi bize gösteriyor ki, geçmişteki kavimlerde teknolojiyle hemhaldılar. Kelimenin tam anlamıyla teknoloji bugüne has değil her devir için geçerli olgudur. İlla bir farktan söz edeceksek teknolojinin sadece biçim değiştirmiş olmasından ancak söz edebiliriz.
Peki, her şey iyi hoşta teknolojiyi sadece Peygamber kıssalarında mı görebiliyoruz? Ecdadımızın tarihinde de görebiliyoruz elbet. Mesela Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul’un fethi öncesinden hazırladığı topların bizatihi balistik muayenelerini kendisinin yapmış olması teknolojiyle hemhal olduğumuzun göstergesidir. Amma velâkin gün gelmiş bir bakıyorsun bilim ve teknoloji zihniyetinden uzak minareyi bidat sayan bir dönemimizde olmuş. Yetmemiş Resulullah (s.a.v)’ın “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” diye beyan buyurduğu hadis-i şerifini ticarete fesat karışacağı endişesiyle ticaretten uzak kalmayı kendimize reva görmüşüz. Düşünsenize Kanuni devrinde kısa bir süre Şeyhülislamlık yapmış Kınalızade Ali Efendi gibi bir zat bu şekilde beyanda bulunursa elbette ki o yükseliş çağımızdan düşüş çağımıza geçmemize şaşmamak gerekir. Ki, minareyi bidat sayan zihniyet ileri ki çağlarımızda fabrika bacalarının yükselişine de aynı gözle bakacaktır. Keza ticaretten uzak durmayı öğütleyen zihniyet tarihin ileri ki evrelerinde ekonominin dümenini bir avuç azınlığın eline teslim etmekten imtina etmez de. Neyse ki geçmişten bir nebze olsun ders alınmış olsa gerek ki artık eskisi kadar minareye bidat sayan bir zihniyet, ticareti hor görüp boşlayan bir zümrede pek kalmadı gibi.. Geçte olsa geldiğimiz noktada sanayi, ekonomi ve bilginin gücünü idrak eder hale geldik diyebiliriz. Nasıl idrak eder hale gelmeyelim ki, Özal’ın 12 Eylül sonrası başlattığı kapalı ekonomiden dışa açık serbest piyasa ekonomisine geçiş hamlesiyle birlikte topyekûn milletimizin gözünün ve ufkunun açılmasına yetmiştir. Gerçekten Özal’ın başlattığı reformlar Türkiye’ye ufuk açmıştır. Eski kalıplaşmış anlayışların yerini köklerinden ilham alan ve geleceğe de kanat çırpan yeni anlayış hâkim olmuştur. Artık İstanbul’da finans kurma girişimleri meyve verip uluslar arası boyuta taşındığı gibi Orta Asya’da, Afrika da, Avrupa'da ve dünyanın hemen her tarafında ihracat alanında rekorlar kırabiliyoruz da. İşte bu ve buna benzer tüm hamleleri sevindirici gelişme olarak telakki ediyoruz. Her şeyden daha mühim hadise Türkiye’nin üzerine karabasan gibi çöken statükocu zihniyetten kurtulup değişime yelken açıyor olmamızdır. Derken en nihayetinde Ankara’da makamında çivili kalaraktan oturmakla dış dünyadan bihaber anlayışla teknolojik hamleler gerçekleştirilemeyeceğini idrak etmiş olduk, bu bile bizim için kârdır elbet.
SELİM GÜRBÜZER
Teknoloji kavramı Latince bir kavramdır. Adı üzerinde kavram, sonuçta kökeni ne olursa olsun kavramlara farklı manalar yüklenebiliyor. Tabii bizi daha çok ilgilendiren husus tekniğin Allah’ın (c.c) Sânî sıfatına karşılık gelmesidir. Zira Allah’ın Sânî sıfatının lügat manası yaratan, ortaya sanat ve şaheser koyan demektir. Dolayısıyla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; ilk yaratılıştan bugüne gelmiş geçmiş tüm insan toplulukları Allah’ın Sâni sıfatının bir tecellisi olarak yaşadığı şartlara uygun teknoloji becerisi ortaya sergileyebilmişlerdir. Her ne kadar modernlik tanımı şu yaşadığımız çağa özgüymüşçesine yapılsa da kazın ayağı hiçte öyle değil, insan dünde moderndi bugün de. Sadece tek fark var, o da dünden bugüne gelen teknik donanım birikime ilave tekno donanım eklenmiş olmasıdır. Sonuçta teknolojiyi oluşturan her bir keşif unsur tıpkı bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı halka unsurlardır. Dolayısıyla her bir halkayı birbirinden ayırıp şu ilkeldir şu moderndir demek doğru olmaz. İşte görüyorsunuz dün at arabası süren insan bugün otomobil sürmekte, yani dün at arabası modern bir araçtı bugünse değişik türden otomobiller moderndir. Gerçek manada modernlik dünü bugüne bugünü yarına bağlayıp geleceğe taşımaktır. Kelimenin tam anlamıyla kökü mazide âtì olabilmektir. Zaten insanoğlu yaratılışında Allah’ın Sânî sıfatının tecellinin yüzü suyu hürmetine dünyaya adım attığı günden beri her adımına yeni keşifler yeni inkişaflar katarak bugünlere gelebilmiştir. O halde daha neyin davasını güdüyoruz ki. Hem kaldı ki insan yaratılışındaki fıtratına uygun olarak ömür boyu atacağı her adım kendisine bir önceki attığı adımın aynısı gibi gelir de. Çünkü teknik manada kökümüz Allah’ın Sâni sıfatının tecellisiyle kodlandığı için her bir keşif bize aynısı gelmesi gayet tabii bir durumdur. Tıpkı bu ilk çekildiğimiz fotoğrafımıza baktığımızda sanki yeni fotoğrafımız algılayışımızda olduğu gibi bir durumdur bu. Bir başka ifadeyle bugünkü halimiz tıpkı Âdem’in yaratılışında ilkinki gibi hem orijinal halimiz hem de ilk yaratılışımızda ki modern halimizi ifade eden fotoğraf karelerimizdir. Nitekim insanoğlu teknoloji de yakaladığı bugünkü seviyesini yaratılış kodlarındaki orijinal teknik donanımına borçludur. İşte bu gerçeklerden hareketle:
-Oswald Spengler; “Mekânda kıpırdamaya başlayan, her şey hayat kadar eskidir” der.
-Arnold Joseph Toynbee; “Tabiat insana ramiden hile” der.
-Gandhi ise; “Diş temizlemek için kullanılan kürdan bile bir teknik, bir makinedir’ der.
İşte her üç söylemden çıkaracağımız anlam şudur ki; teknik deyince sadece günümüzde kullanılan modern araçlar akla gelmemeli, geçmişte kullanılan alet adavet her ne araç varsa onlarda kendi çağının modern teknolojik araç ve gereçleriydi. Dolayısıyla bugüne kadar keşfedilmiş her ne varsa hepsini bir bütün olarak teknolojik keşif olarak addetmeli. Ne de olsa kök aynı, bu yüzden birini diğerinden ayırarak biri modern diğeri modern dışıdır diyemeyiz. Kaldı ki Kur’an-ı Muciz’ül Beyan geçmişte bazı kavimlerin sahip oldukları teknik donanımlarından bahsettiği gibi Allah’ın bahşettiği bu teknik donanımlara, yani maddi ve manevi nimetlere nankörlük ettiklerinde de o nimetlerin ellerinden alınıp helak olduklarını da beyan buyurur. Nitekim Ad ve Semud kavmin başına gelenler bunun en tipik misallerini teşkil eder. O halde bize düşen Kur’an’da mucizevî bir şekilde anlatılan her bir Peygamber kıssasından ders çıkarıp Allah’ın kullarına lütfu tüm maddi ve manevi nimetleri kendimizden bilmeyip Allah’tan bilip teknik donanımımıza donamım katmak olmalıdır. Zira Yüce Allah yarattığı tüm nimetleri kulunun üzerinde görmeyi diler.
Anlaşılan o ki, dünden bugüne keşfedilen her şeyin bir maddi boyutu var bir de manevi. Nitekim Hz. Nuh’un gemisi hem manevi boyutuyla inananlar için bir kurtuluş gemisi hem de maddi boyutuyla gemi teknolojimizdir. Keza Hz. Süleyman (a.s.)'ın Belkıs’ın tâ Yemen’deki tahtını adeta ışık hızına meydan okurcasına göz açıp kapayıncaya dek Kudüs’e getirtmesi yine inananlar için hem mucizevî hem de teknolojik bir hadisedir. Hakeza Hz. Musa (a.s)’ın asasını taşa vurmasıyla birlikte 12 ayrı pınardan su fışkırması da sondaj teknolojinin kaynağı bir mucizevî hadisedir. İşte görüyorsunuz her bir Peygamber mucizesi bize gösteriyor ki, geçmişteki kavimlerde teknolojiyle hemhaldılar. Kelimenin tam anlamıyla teknoloji bugüne has değil her devir için geçerli olgudur. İlla bir farktan söz edeceksek teknolojinin sadece biçim değiştirmiş olmasından ancak söz edebiliriz.
Peki, her şey iyi hoşta teknolojiyi sadece Peygamber kıssalarında mı görebiliyoruz? Ecdadımızın tarihinde de görebiliyoruz elbet. Mesela Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul’un fethi öncesinden hazırladığı topların bizatihi balistik muayenelerini kendisinin yapmış olması teknolojiyle hemhal olduğumuzun göstergesidir. Amma velâkin gün gelmiş bir bakıyorsun bilim ve teknoloji zihniyetinden uzak minareyi bidat sayan bir dönemimizde olmuş. Yetmemiş Resulullah (s.a.v)’ın “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” diye beyan buyurduğu hadis-i şerifini ticarete fesat karışacağı endişesiyle ticaretten uzak kalmayı kendimize reva görmüşüz. Düşünsenize Kanuni devrinde kısa bir süre Şeyhülislamlık yapmış Kınalızade Ali Efendi gibi bir zat bu şekilde beyanda bulunursa elbette ki o yükseliş çağımızdan düşüş çağımıza geçmemize şaşmamak gerekir. Ki, minareyi bidat sayan zihniyet ileri ki çağlarımızda fabrika bacalarının yükselişine de aynı gözle bakacaktır. Keza ticaretten uzak durmayı öğütleyen zihniyet tarihin ileri ki evrelerinde ekonominin dümenini bir avuç azınlığın eline teslim etmekten imtina etmez de. Neyse ki geçmişten bir nebze olsun ders alınmış olsa gerek ki artık eskisi kadar minareye bidat sayan bir zihniyet, ticareti hor görüp boşlayan bir zümrede pek kalmadı gibi.. Geçte olsa geldiğimiz noktada sanayi, ekonomi ve bilginin gücünü idrak eder hale geldik diyebiliriz. Nasıl idrak eder hale gelmeyelim ki, Özal’ın 12 Eylül sonrası başlattığı kapalı ekonomiden dışa açık serbest piyasa ekonomisine geçiş hamlesiyle birlikte topyekûn milletimizin gözünün ve ufkunun açılmasına yetmiştir. Gerçekten Özal’ın başlattığı reformlar Türkiye’ye ufuk açmıştır. Eski kalıplaşmış anlayışların yerini köklerinden ilham alan ve geleceğe de kanat çırpan yeni anlayış hâkim olmuştur. Artık İstanbul’da finans kurma girişimleri meyve verip uluslar arası boyuta taşındığı gibi Orta Asya’da, Afrika da, Avrupa'da ve dünyanın hemen her tarafında ihracat alanında rekorlar kırabiliyoruz da. İşte bu ve buna benzer tüm hamleleri sevindirici gelişme olarak telakki ediyoruz. Her şeyden daha mühim hadise Türkiye’nin üzerine karabasan gibi çöken statükocu zihniyetten kurtulup değişime yelken açıyor olmamızdır. Derken en nihayetinde Ankara’da makamında çivili kalaraktan oturmakla dış dünyadan bihaber anlayışla teknolojik hamleler gerçekleştirilemeyeceğini idrak etmiş olduk, bu bile bizim için kârdır elbet.