dedekorkut1
Doçent
YARATILIŞ MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Evrimciler hayatın oluşumunu açıklarken güya maddenin aşama aşama evrimleşerek atom parçacıkları elementlere, elementler evrimleşerek kimyasal bileşik polimerlere, oradan ise sırasıyla basit canlı hücrelere, kurtçuklara, balıklara, kurbağalara, sürüngenlere, memelilere ve derken insana dönüştüğünü ileri sürerler. Üstelikte bu iddialarını herhangi bir bilimsel verilere dayandırılmaksızın sürdürürler habire. Oysa kâinat kanunları iyi analiz edildiğinde Yaratıcı gücün yarattığı biyolojik nizamın başlangıçta orijinal haliyle sakınım ve korunma kanunları eşliğinde korunduğunu, yaratılış sonrasında ise tabiatta büyük çapta olağan üstü afetler ve birtakım fiziki değişmeler eşliğinde yerini mükemmeliyetten bozucu yöne ilerleyen bir dağılma ve bozulma kanunlarına bıraktığı görülecektir. Bilindiği üzere Termodinamiğin birinci kanunu sakınma ve korunmaya yönelik bir kanun, ikincisi de malum bozulmaya yönelik bir kanundur. Yani başlangıçta orijinal olarak yaratılan canlı cansız her varlık bir yandan enerjinin koruma kanunu çerçevesinde korunmaya alınırken sonrasında ise hayatın akışı içerisinde korunmaya alınan her maddenin bozulmaya doğru yüz tutup bir daha orijinal haline geri dönmeyecek şekilde halden hale değişerekten yok olmadan ilerlemekte olduğudur. İlginçtir her nedense bu noktada evrimciler özellikle termodinamiğin ikinci kanunundan pek bahsetmezler. Hatta öyle ki her defasında köşeye sıkıştıklarında termodinamiğin ikinci kanunu karşısında suspus bir halde işi kotarmaya çalışırlar. Baksanıza Evrimci biyokimyacı Dr. Harold Blum bile bu durum karşısında ‘Termodinamik prensiplerini mağlup edecek bir delil bulamamaktayız’ diye hayıflanmaktan kendini alamamıştır. Çünkü ikinci kanun kâinatın başlangıç yaratılış formundan git gide nizamsızlığa doğru bir bozulma eğilimine girdiğini haykırmaktadır adeta. Gerçekten de bu noktada yüzyıllara meydan okuyan tarihi eserlerin hal vaziyetine baktığımızda bu söz konusu bozunumdan üzerine düşen payını aldığı bilinen bir gerçekliktir zaten. Ama gel gör ki bilinen bu gerçekliklere rağmen bir takım çevrelerce halen canlı cansız her varlığın basitten karmaşığa doğru evrimleşme denen bir mekanizmayla güya mükemmel bir yapıya dönüşecek bir şekilde yol aldığı iddiasında bulunulabiliyorlar. Bilmem bu tür iddialar hangi akla izana ve mantığa sığar doğrusu şaşmamak elde değil. Hem de üstüne üstük ortada mevcut fosil kayıtların varlığına rağmen inadım inat hiçbir dayanağı olmayan içi boş teorilerini savunmaya devam etmekteler halen. Nitekim iddia ettikleri evrimleşme hadisesi ne jeolojik devirlere ait fosillerde, ne de yakın geçmişe ait verilerde, ne de bugünün teknolojik imkânlarıyla elde edilen veri kayıtlarında rastlanılmış değildir. Kaldı ki, ellerinde herhangi canlı ve cansız varlıkların ata fosilleri arasında geçişi gösterecek her hangi bir ara form veya ara fosil türü bir delilleri de yoktur. Tabii ortada delil olmayınca da kendilerince uydurdukları evrimleşmenin olabilmesi için güya ya üzerinden milyar rakamlarla ifade edilecek bir zaman diliminin geçmesi gerektiğini ileri sürerler ya da jeolojik devirlerin şartlarıyla bugünün şartlarının bir olmadığı bahanesinin arkasına sığınırlar hep.
Ne diyelim evrimcilik bu ya, değil cansız maddeden canlı bir materyalin türetilmesi, herhangi bir hayvan üzerinden alınan biyolojik örneklerle yapılan çalışmalarla da farklı türden herhangi bir canlı varlık türetilememiştir. Velev ki sun’i yöntemlerle cansız bir maddeden canlı ya da basit bir canlıdan daha kompleks yapıda bir canlı yaratık türetilmiş olsa da, bu hiçbir zaman iddia ettikleri milyarlarca yıl bir zaman öncesinde güya tesadüfi gelişi güzel olağan üstü tabiat olaylar eşliğinde canlı cansız tüm varlıkların birbirlerinden türedikleri şeklinde ileri sürdürdükleri tezlerini doğrulamayacaktır. Kaldı ki ileri sürdükleri dayanağı olmayan içi boş tezlerle sun’i yaratıcılığa soyunup bir canlı yaratık türetileceği iddiasında bulunulacaksa da hem milyarlar yıl öncesine atıfta bulunmamayı gerektirir hem de şu an ki yaşadığımız dünya coğrafyasında nesli tükenmemiş her hangi bir canlının biyolojik doku örneklerinden örneklemeye muhtaç olmamayı gerektirir. Bu nasıl yaratıcılıksa muhtaç durumdalar. Oysaki yaratılan asla yaratıcı olamaz, çünkü Yaradan’a muhtaç haldedir. Öyle ya, mademki sun’i yaratıcılık iddiasıyla kolları sıvamış haldeler, o halde iddialarını destekleyecek malzeme için herhangi gibi bir biyolojik materyal üzerinden örnek alınımına tenezzül edip muhtaç olmamaları lazım gelir. Hatta tenezzül etme noktasında buna cansız materyallerde dâhildir. Şayet tenezzül edilip alınmaya kalkışılırsa cansız maddenin yoktan var edildiğini kabul etmek durumunda kalacaklardır. Peki ya, başlangıçta canlı cansız her ne varsa Yüce Yaratıcı güç tarafından her şeyin yoktan yaratıldığı gerçeğine rağmen kâinatta her daim işleyen sebep-netice kanunlarının dışına çıkıp canlı cansız varlıklar üzerinde örnek alma noktasında kendilerini muhtaç hissedip tenezzül edilirse? Malum tenezzül edildiğinde ise günün sonunda şu gerçeklerle yüzleşeceklerdir:
-Evet, geçmişte Stanley Miller ve diğer araştırıcılar yeryüzünün ilk oluşumundaki şartlara benzer bir düzenek geliştirerek bir iki amino asit oluşumu türetmeyi başarmışlar başarmasına ama elde ettikleri bir iki amino asit oluşumunun canlı türden olmadığı gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.
-Evet, Sidney Fox ve bir kısım araştırıcılarda ilkel devirlerde hiç rastlanılmamış ve adına ‘proteioinidler’ dedikleri amino asitleri birbirine bağlamayı başarmışlar başarmasına ama bunların canlıların temel organik bileşiğini teşkil eden protein yapısıyla uyum sağlamadığı, tam aksine bir takım leke oluşumları olduğu gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.
-Savero Ocha ve diğer bilim adamları bir virüs DNA’sını veya bir başka biyolojik fonksiyona sahip molekülleri sentezleyerek başlangıçtaki orijinal hallerine benzer DNA bir kopyası elde etmesine elde etmişler ama ancak bu kopyalama işleminde de görüyoruz ki ihtiyaç duyulan enzimler diğer canlı hücrelerden izole edilerek kopyalandığı gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.
İşte yukarıda sıraladığımız canlı oluşumuna yönelik tüm çabalar bize gösteriyor ki canlı cansız varlıklar üzerinden herhangi bir materyal alınmaksızın işler doğru dürüst yürütülemiyor. Oysaki biz biliyoruz ki; gözlenebilir her bir netice için Yaratıcı, en uygun ilk sebeptir, bu nedenledir ki bu noktada kâinatta gözlenebilir her bir netice asla kendi sebebi olamaz deriz. Her ne kadar hayatın sırrını öğrenmek adına girişilen bir takım sun’i denemeler bilimsellik yönden çok önem arz etmekle beraber, şu da bir gerçek; her türlü sun’i deneme yoktan var etmenin sadece Yaratıcıya mahsus bir sıfat olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Hakeza varı yok etmekte sadece O’na has bir sıfattır. Zaten beşer planında Enerjinin Korunumu kanunu gereği enerji bir şekilden diğerine dönüşebilir ancak yok edilemez şeklinde tezahür etmektedir. Yani bu demektir ki, yaratma ilk başlangıçta yoktan vücut bulmuş, şimdi ise vücut bulan her şey enerji olarak halden hale dönüşse de sonuçta yaratılan her bir varlık bir şekilde korunmaya alınmış durumdadır. Bilindiği üzere kompleks yapıda çok sayıda canlılar özelleşmiş hücrelerden halk olup, halk olan bu hücreler ise son derece planlanmış çok özel yapıdaki proteinlerden meydana gelmişlerdir. Malum her protein molekülü de tesadüfen veya rasgele oluşmayıp, tam aksine 20 çeşit amino asidin tamamen mühendislik hesaplamalarının üstünde farklı oranlarda ve ardı sıra belli bir tertip üzere dizilim sergilemeleriyle oluşmaktadır. Hakeza canlıların temel yapısını oluşturan nükleoproteinler de, nükleik asit ile bir veya birkaç proteinin birleşmesiyle vücut bulmuşlardır. Hiç kuşkusuz vücut bulan bu söz konusu proteinler 100 ila 3000 amino asitten meydana gelmiş organik moleküllerden başkası değildir. Öyle anlaşılıyor ki nükleoproteinler biyolojik hayatın olmazsa olmaz diyebileceğimiz en temel moleküllerinden olması hasebiyle tıpkı nükleik asitler gibi prostatik grup olarak biyolojik hayatın bir parçası olarak işlev görmekteler. Şöyle ki; nükleik asitler; proteinlerle birleşerek adına nükleoproteinler denen kromozomları oluştururlar. Ki; bir nükleoproteinin var oluş serüveni şu şekilde işlevsellik kazanarak seyreylemekte: Önce azot içeren bir baz, beş karbonlu pentoz denen bir şekerli monosakkarit ve bir fosforik asit grubu ile birleştiğinde nükleik asitlerin temel birimi denen “nükleotid” oluşumu gerçekleşir. Akabinde oluşa gelen bu nükleotidlerin nükleik asit proteinlerle birleşmesiyle de “nükleoprotein” meydana gelir.
SELİM GÜRBÜZER
Evrimciler hayatın oluşumunu açıklarken güya maddenin aşama aşama evrimleşerek atom parçacıkları elementlere, elementler evrimleşerek kimyasal bileşik polimerlere, oradan ise sırasıyla basit canlı hücrelere, kurtçuklara, balıklara, kurbağalara, sürüngenlere, memelilere ve derken insana dönüştüğünü ileri sürerler. Üstelikte bu iddialarını herhangi bir bilimsel verilere dayandırılmaksızın sürdürürler habire. Oysa kâinat kanunları iyi analiz edildiğinde Yaratıcı gücün yarattığı biyolojik nizamın başlangıçta orijinal haliyle sakınım ve korunma kanunları eşliğinde korunduğunu, yaratılış sonrasında ise tabiatta büyük çapta olağan üstü afetler ve birtakım fiziki değişmeler eşliğinde yerini mükemmeliyetten bozucu yöne ilerleyen bir dağılma ve bozulma kanunlarına bıraktığı görülecektir. Bilindiği üzere Termodinamiğin birinci kanunu sakınma ve korunmaya yönelik bir kanun, ikincisi de malum bozulmaya yönelik bir kanundur. Yani başlangıçta orijinal olarak yaratılan canlı cansız her varlık bir yandan enerjinin koruma kanunu çerçevesinde korunmaya alınırken sonrasında ise hayatın akışı içerisinde korunmaya alınan her maddenin bozulmaya doğru yüz tutup bir daha orijinal haline geri dönmeyecek şekilde halden hale değişerekten yok olmadan ilerlemekte olduğudur. İlginçtir her nedense bu noktada evrimciler özellikle termodinamiğin ikinci kanunundan pek bahsetmezler. Hatta öyle ki her defasında köşeye sıkıştıklarında termodinamiğin ikinci kanunu karşısında suspus bir halde işi kotarmaya çalışırlar. Baksanıza Evrimci biyokimyacı Dr. Harold Blum bile bu durum karşısında ‘Termodinamik prensiplerini mağlup edecek bir delil bulamamaktayız’ diye hayıflanmaktan kendini alamamıştır. Çünkü ikinci kanun kâinatın başlangıç yaratılış formundan git gide nizamsızlığa doğru bir bozulma eğilimine girdiğini haykırmaktadır adeta. Gerçekten de bu noktada yüzyıllara meydan okuyan tarihi eserlerin hal vaziyetine baktığımızda bu söz konusu bozunumdan üzerine düşen payını aldığı bilinen bir gerçekliktir zaten. Ama gel gör ki bilinen bu gerçekliklere rağmen bir takım çevrelerce halen canlı cansız her varlığın basitten karmaşığa doğru evrimleşme denen bir mekanizmayla güya mükemmel bir yapıya dönüşecek bir şekilde yol aldığı iddiasında bulunulabiliyorlar. Bilmem bu tür iddialar hangi akla izana ve mantığa sığar doğrusu şaşmamak elde değil. Hem de üstüne üstük ortada mevcut fosil kayıtların varlığına rağmen inadım inat hiçbir dayanağı olmayan içi boş teorilerini savunmaya devam etmekteler halen. Nitekim iddia ettikleri evrimleşme hadisesi ne jeolojik devirlere ait fosillerde, ne de yakın geçmişe ait verilerde, ne de bugünün teknolojik imkânlarıyla elde edilen veri kayıtlarında rastlanılmış değildir. Kaldı ki, ellerinde herhangi canlı ve cansız varlıkların ata fosilleri arasında geçişi gösterecek her hangi bir ara form veya ara fosil türü bir delilleri de yoktur. Tabii ortada delil olmayınca da kendilerince uydurdukları evrimleşmenin olabilmesi için güya ya üzerinden milyar rakamlarla ifade edilecek bir zaman diliminin geçmesi gerektiğini ileri sürerler ya da jeolojik devirlerin şartlarıyla bugünün şartlarının bir olmadığı bahanesinin arkasına sığınırlar hep.
Ne diyelim evrimcilik bu ya, değil cansız maddeden canlı bir materyalin türetilmesi, herhangi bir hayvan üzerinden alınan biyolojik örneklerle yapılan çalışmalarla da farklı türden herhangi bir canlı varlık türetilememiştir. Velev ki sun’i yöntemlerle cansız bir maddeden canlı ya da basit bir canlıdan daha kompleks yapıda bir canlı yaratık türetilmiş olsa da, bu hiçbir zaman iddia ettikleri milyarlarca yıl bir zaman öncesinde güya tesadüfi gelişi güzel olağan üstü tabiat olaylar eşliğinde canlı cansız tüm varlıkların birbirlerinden türedikleri şeklinde ileri sürdürdükleri tezlerini doğrulamayacaktır. Kaldı ki ileri sürdükleri dayanağı olmayan içi boş tezlerle sun’i yaratıcılığa soyunup bir canlı yaratık türetileceği iddiasında bulunulacaksa da hem milyarlar yıl öncesine atıfta bulunmamayı gerektirir hem de şu an ki yaşadığımız dünya coğrafyasında nesli tükenmemiş her hangi bir canlının biyolojik doku örneklerinden örneklemeye muhtaç olmamayı gerektirir. Bu nasıl yaratıcılıksa muhtaç durumdalar. Oysaki yaratılan asla yaratıcı olamaz, çünkü Yaradan’a muhtaç haldedir. Öyle ya, mademki sun’i yaratıcılık iddiasıyla kolları sıvamış haldeler, o halde iddialarını destekleyecek malzeme için herhangi gibi bir biyolojik materyal üzerinden örnek alınımına tenezzül edip muhtaç olmamaları lazım gelir. Hatta tenezzül etme noktasında buna cansız materyallerde dâhildir. Şayet tenezzül edilip alınmaya kalkışılırsa cansız maddenin yoktan var edildiğini kabul etmek durumunda kalacaklardır. Peki ya, başlangıçta canlı cansız her ne varsa Yüce Yaratıcı güç tarafından her şeyin yoktan yaratıldığı gerçeğine rağmen kâinatta her daim işleyen sebep-netice kanunlarının dışına çıkıp canlı cansız varlıklar üzerinde örnek alma noktasında kendilerini muhtaç hissedip tenezzül edilirse? Malum tenezzül edildiğinde ise günün sonunda şu gerçeklerle yüzleşeceklerdir:
-Evet, geçmişte Stanley Miller ve diğer araştırıcılar yeryüzünün ilk oluşumundaki şartlara benzer bir düzenek geliştirerek bir iki amino asit oluşumu türetmeyi başarmışlar başarmasına ama elde ettikleri bir iki amino asit oluşumunun canlı türden olmadığı gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.
-Evet, Sidney Fox ve bir kısım araştırıcılarda ilkel devirlerde hiç rastlanılmamış ve adına ‘proteioinidler’ dedikleri amino asitleri birbirine bağlamayı başarmışlar başarmasına ama bunların canlıların temel organik bileşiğini teşkil eden protein yapısıyla uyum sağlamadığı, tam aksine bir takım leke oluşumları olduğu gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.
-Savero Ocha ve diğer bilim adamları bir virüs DNA’sını veya bir başka biyolojik fonksiyona sahip molekülleri sentezleyerek başlangıçtaki orijinal hallerine benzer DNA bir kopyası elde etmesine elde etmişler ama ancak bu kopyalama işleminde de görüyoruz ki ihtiyaç duyulan enzimler diğer canlı hücrelerden izole edilerek kopyalandığı gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.
İşte yukarıda sıraladığımız canlı oluşumuna yönelik tüm çabalar bize gösteriyor ki canlı cansız varlıklar üzerinden herhangi bir materyal alınmaksızın işler doğru dürüst yürütülemiyor. Oysaki biz biliyoruz ki; gözlenebilir her bir netice için Yaratıcı, en uygun ilk sebeptir, bu nedenledir ki bu noktada kâinatta gözlenebilir her bir netice asla kendi sebebi olamaz deriz. Her ne kadar hayatın sırrını öğrenmek adına girişilen bir takım sun’i denemeler bilimsellik yönden çok önem arz etmekle beraber, şu da bir gerçek; her türlü sun’i deneme yoktan var etmenin sadece Yaratıcıya mahsus bir sıfat olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Hakeza varı yok etmekte sadece O’na has bir sıfattır. Zaten beşer planında Enerjinin Korunumu kanunu gereği enerji bir şekilden diğerine dönüşebilir ancak yok edilemez şeklinde tezahür etmektedir. Yani bu demektir ki, yaratma ilk başlangıçta yoktan vücut bulmuş, şimdi ise vücut bulan her şey enerji olarak halden hale dönüşse de sonuçta yaratılan her bir varlık bir şekilde korunmaya alınmış durumdadır. Bilindiği üzere kompleks yapıda çok sayıda canlılar özelleşmiş hücrelerden halk olup, halk olan bu hücreler ise son derece planlanmış çok özel yapıdaki proteinlerden meydana gelmişlerdir. Malum her protein molekülü de tesadüfen veya rasgele oluşmayıp, tam aksine 20 çeşit amino asidin tamamen mühendislik hesaplamalarının üstünde farklı oranlarda ve ardı sıra belli bir tertip üzere dizilim sergilemeleriyle oluşmaktadır. Hakeza canlıların temel yapısını oluşturan nükleoproteinler de, nükleik asit ile bir veya birkaç proteinin birleşmesiyle vücut bulmuşlardır. Hiç kuşkusuz vücut bulan bu söz konusu proteinler 100 ila 3000 amino asitten meydana gelmiş organik moleküllerden başkası değildir. Öyle anlaşılıyor ki nükleoproteinler biyolojik hayatın olmazsa olmaz diyebileceğimiz en temel moleküllerinden olması hasebiyle tıpkı nükleik asitler gibi prostatik grup olarak biyolojik hayatın bir parçası olarak işlev görmekteler. Şöyle ki; nükleik asitler; proteinlerle birleşerek adına nükleoproteinler denen kromozomları oluştururlar. Ki; bir nükleoproteinin var oluş serüveni şu şekilde işlevsellik kazanarak seyreylemekte: Önce azot içeren bir baz, beş karbonlu pentoz denen bir şekerli monosakkarit ve bir fosforik asit grubu ile birleştiğinde nükleik asitlerin temel birimi denen “nükleotid” oluşumu gerçekleşir. Akabinde oluşa gelen bu nükleotidlerin nükleik asit proteinlerle birleşmesiyle de “nükleoprotein” meydana gelir.