Yavuz Nufel - Orada şiir okumaktansa, ineğe şarkı okurum!

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
'Hava nasıl oralarda?'

İstifalar, darbe, caretta caretta kaplumbağaları, Ramazan, Bülent Ersoy, cinsiyet değiştirmek, şarkı söylemek…Nasıl bir bağ var aralarında nasıl…


Anneme göre: Yanıyoruz yanıyoruz!
Babama göre: parçalı bulutlu (?)
Esnafa göre:Nerde o eski ramazanlar…
Taraf’a göre: Daha Karpuz kesecektik.
40 yıl önceye göre: Asmayıp da besleycekler miydi?((!)
40 yıl sonraya göre: Gitmeyeyip de darbe mi yapsalardı?

Ege ve Akdeniz sahillerindeki Caretta Caretta kaplumbağalar cinsiyet değiştiriyor muş?
Gerekçe olarak sıcak havalar yazıyordu, iklim değişikliği yani!
İklim değişikliği olduğunu hiç sanmıyorum.
Caretta carettalar olsa olsa özentiden cinsel tercihlerini değiştiriyorlardır.
Havalar malum, mevsim yaz, haberde adı geçen Ege ve Akdeniz sahilleri şimdi onların şarkı söyleyenleri ile dolu…

İstifalar, darbe, caretta caretta kaplumbağaları, Ramazan, Bülent Ersoy, cinsiyet değiştirmek, şarkı söylemek…
Nasıl bir bağ var aralarında nasıl…
Bülent Ersoy söyleşinde “en kral darbeci”ye bedduanın bini bir para..
“Hakkımı helal etmem, 8 sene koltukta oturmaktan, koltuk çöktü” diyor…
Paşlar istifa ediyor, demokrasimiz yerine oturuyor, darbe tarihe karışıyor…
Fakat Ramazan Darbecileri dünya durdukça ne tarih olur, ne tarihe karışır. Bülent Ersoy’u sekiz 8 senede kurtulmuş ama saf ve temiz insanlar “Ramazan Darbecileri”den 800 / 1000 senedir kurtulamıyor…
O yüzden peşin peşin baştan söylememde yarar var. Malumumuz yarın ramazanın ilk günü; tutana da tutmayana da saygım, sevgim, muhabbetim ne artar ne eksilir... Ramazanı bahane edip, din tacirliği yapmaya kalkanın, bana bir şeyler empoze etmeye yeltenenin canını yakarım! Demir Leblebi'de "Enel Hak" deyip, boğazıma “Hiç” yazan bir tasmayı taktığım günden beri dini konulara girmemeye özen gösteriyorum, çok gerekmedikçe de girmiyorum.
Gücünü postaldan alan, demokrasiyi üniformada, darbede arayan demokrasi havariler;
Adaleti “içeri tıkmakta arayan hukukçular;
Sevgili din tacirleri, kerameti kelamından ziyade kaleminde sanan yazarlar, bilgiyi aklından ziyada kavukta, döşden ziyade cübbede, saçta kılda, tüyde arayan kardeşlerim gerçekleri kabul edelim ve en azından ramazan boyunca birbirimizi üzmeyelim, olur mu?
“Doğru ve gerçek", kabulü zor olsa her yerde "Doğru ve Gerçek"tir. Kimin nerde, ne zaman, söylediği önemli değildir.
Bana müsade kısa keseceğim “Aydın Abası olsun”..
Aydın Havası olsun mu?
Hayır sözün aslı hava değil “abası”dır..
Aba mı hava mı derken yine yazının başına dönüp soruyorum,
“Hava nasıl orlarda üşüyor musun?”
Oralarda ama buralarda gerçekten soğuk.
20 derece civarında, yağmurlu ve bulutlu…
Oruçlu kalma süresi 19 saate yakın…
Ne yapsam, kutuplara mı gitsem…
“İkindide mi iftar etsem”
Yok yok, ayak seslerini duyduğum dokuzuncu onuncu notayı aramaya gideceğim..
Do/ re/ mi / fa / sol / la / si /do mu? ( mu soru ekidir nota değil )
Topu topu sekiz nota mı va?
Benim “müzük” bilgimden ne olacak, Mozart geldi de "hoşgeldin"e gitmedik mi?
Yine de her şeye rağmen, Eline mikrofan alıp, iftar iftar dolaşan bir çok “İlahi solistleri”den hem kulağımın, hem de “müzük” bilgimin aşağı kalcağını sanmıyorum…
Geçen hafta söz vermiştim Ramzan manisiz olur mu hiç?…
İki yeni, bir eski mani ile görüşünceye kadar sizleri Allah’a emanet ediyorum.
Feride’nin günlüğü
Fadime’nin önlüğü
İkisi aynı şey mi
İnternetin cücüğü…
Tabanda halımız var
Duvarda yazımız var
Fazla kaşınma gafil
İftarlık ağzımız var…
Besmeleyle çıktım yola
Selam verdim sağa sola
A benim ağalarım
Ramazanınız mübarek ola..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Sesleri öldürüp şiiri katletmeyin…

Özellikle ünlü tiyatro sanatçıları, sinema ve dizi oyuncuları, şiirden uzak durmalı, seslendirmemeli...


Çocukluğunuzda kulağınızın örs kemiğine yapışıp kalmış sesler vardır. Unutamazsınız.
Aradan yıllar da geçse de o sesi nerede duysanız, çekiç kemiğiniz örs kemiğinize öyle bir vurur ki, kulaklarınızı sağır edercesine kuvvetli bir ses duyarsınız. O kadar kuvvetli olmasına rağmen o sesi sizden başka duyan olmaz. O sesle zamanda öyle bir yolculuk yaparsını ki. kendinizi otuz, kırk yıl öncesinde eski, tek katlı, bahçeli bir evde; evin tek lüks eşyası kocaman bir radyonun başında bulursunuz.
Kemikten beş- alt tuşlu, istasyon aramak için kocaman bir tekeri, ekranvari yatay bir camda İstanbul, Ankara, İzmir, Erzurum ve dünyanın belli şehirlerinin adı yazılıdır. Genelde aile büyüklerinin dokunduğu, çevirdiği o kocaman yuvarlak düğmenin döndürülmesi halinde ekranın altında sağa sola hareket eden bir ibre..
İbrenin hareketi esnasında çıkan o sesler, sizin için bilinmeyen gezegenler arasında yolculuk gibidir.
Aranan istasyonun bulunması ile kalabalık, bilinmeyen bir ortamdan sizi alır hayalinizdeki dünyaya götürür.
Annenizin, ablanızın heyecanla beklediği ya bir arkası yarın, ya da radyo tiyatrosundan gelen sesler sadece sizin bildiğiniz, anlatmanız mümkün olmayan mekanlara taşır sizi..
Efektlerle süslenmiş oyunlarda kapı gıcırtısında ürperir, yağmur sesinde ıslanır, fırtına sesi ile korkar, kuş sesleri ile dünyanın en bilinmez doğa harikasında bulursunuz kendinizi; kocaman bir radyonun başında radyo tiyatrosu, ya da arkası yarın dinlerken.
O hazzı, o hissedişi, o etkiyi ve sadece sesin beynimde oluşturduğu o güzellikleri, korkuları, mekanları izlediğim onlarca dizi filmin hiç birinde bulamadım, bulamıyorum..
Ses..
Ses çok önemli..
Yıllar önce örs kemiğime yapışıp kalmış bir ses duydum geçenlerde.
Şiir okuyordu.
Hem şiire hem de o sese yazık oldu.. Çocukluğumdan kalan sesi öldürdü şiir… Örs kemiğimden kazıdı o sesi…
O ses en sevdiğim bir şiiri yaraladı…
Ben o sesi, o şiirle sevmemiştim ki..
Ben o şiiri okurken ya da bana aşina olmayan seslerden dinlerken öyle hissetmiyordum ki…
Bildik, aşina izi kalmış sesler şiir okumamalı… Hem seslere hem de şiire yazık oluyor..
Bir tartışma vardı…"Özellikle tiyatrocular şiir seslendirmeli mi", diyorlardı... Avazım çıktığı kadar; “Hayır seslendirmemeli” diyorum iddia ve inatla. Özellikle ünlü tiyatro sanatçıları, sinema ve dizi oyuncuları, şiirden uzak durmalı, seslendirmemeli...
Kurtlar vadisinde Çakır rolü ile ünlenmiş Oktay Kaynarca, Ahmet Arif'in Anadolu şiirini okurken dinledim…
Anadolu şiirini dinlerken ilk kez zevk almadım, ilk kez beni alıp götürmedi. Yıllarca Anadolu şiirin ben de oluşturduğu dünyada İskender’i şahı, sultanı takmayan asi insan nam-ı diğer Çakır değildi.
Ne zaman Kerem Alışık’ı duysam babası rahmetli Sadri Alışık canlanır gözümde…
Hem şiire hem babası rahmetli Sadri Alışık’a yazık oluyor bence..
Ayrıca Kerem Alışık’ın şiir okuması demek; hiçbir zaman kendisi olamayacağının, kendini bulamayacağının da bir göstergesi…
Rutkay Aziz de okumasın, okumamalı… Okuduğu şiirden almam gereken haz, Kapıcılar dizisindeki rolünde entelektüel ressamın tuvalinde çok çirkin duruyor… Ya da zorla benzetildiği Atatürk rolündeki o adam canlanıyor gözümde Rutkay Aziz şiir okuduğunda..
Bu konuda daha onlarca örnek verebilirim kısaca herkes işini yapsın. Şiiri kirletmeye kimsenin hakkı yok… Benim hayallerimi yıkmaya kimsenin hakkı yok.
Durup dururken çıkmadı bu “ Ses ve Şiir” mevzu..
Keloğlan, Rüştü Asyalı’yı
Orhan Boran, Yuki’yi öldürmüştü yıllar önce…
İftarlık pilav kıvamındaki bu yazı çok su, çok tartışma götürür.
Bana müsaade, yarın için yazacağım ramazan manileri var daha…
Yavuz Nufel - Haber 7
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
11 yıl 22 bayram…

Hep çocukluğumda kalan bir ışığı arar dururum. Ayaklarına bakarım çocukların; bayramlarda çocukların ayakkabıları yeni olur çünkü...
http://www.haber7.com/uye-islem.php?cmd=addNews&nID=779276


Dört hafta boyunca ( Ramazan ayı münasebetiyle) sizlere Ramazan özel sayfalarından taze taze güncel maniler yazmaya çalıştım... Beyinlerde bir dalgalık düşünce, akıllarda bir noktalık soru işareti olsun istedim yazdıklarım…
Başarabildiysem ne mutlu bana.
Bayrama daha iki gün var, ama olsun bir sonraki yazım yayınlandığında ramazan bitmiş, bayram heyecanı, sevinçleri hüzünleri geride kalmış, bayram tatilini fırsat bilip “bir yerlere kaçmış” olanlar yuvalarına dönmüş olacaklar…
Bayram, sevinç, mutluluk, coşku demektir. Fakat yaşlar ilerledikçe, kemale erdikçe sevincimize hüzün, mutluluğumuza özlem, coşkumuz buruk bir acı karışır.
Bayram kelimesinin karşılığının “Tatil” olacağını düşünmek bile uykularımı kaçırıyor.
On bir yıl önce yazdığım ve yaşadığım sürece her bayram “ Ayakkabılarımı aradığımı” daha önce çeşitli yayın organlarında belirtmiştim. Ramazan Bayramınızı en içten sevgi ve muhabbetlerimle kutluyor, geri kalan ömrünüzün “akide şekeri” tadında ve kıvamında geçmesini Yüce Mevla’dan diliyorum:
Ayakkabılarımı arıyorum…
Bayramlar, çocukların gözbebeklerine baktığım günler... Hep çocukluğumda kalan bir ışığı arar dururum. Ayaklarına bakarım çocukların; bayramlarda çocukların ayakkabıları yeni olur çünkü...
Hani son akşam başucuna alınıp yatılan ayakkabıları, ´Hangi çocuğun ayağında görebilirim? ´ umuduyla ayaklarına bakarım çocukların önce, sonra da gözlerine...
Öyle üç otuzunda bir adam falan değilim. Anneannemi en son on sekiz yaşında bir delikanlı iken, 1978 yılında gördüm. Her türlü gıda maddesi için uzun kuyrukların olduğu yıllardan biriydi. 78 yaşında, hafızası yerinde, her şeyi dün gibi hatırlayan bir Karadeniz kadınıydı. Her bayram olduğu gibi o bayram da o meşhur sözünü söyledi kendi kendine. ´İyi güne kalmadık! Kim bilir kaç ananın bu bayram da elleri koynundadır... Geçen bayram, ´Kim öle kim kala! ´ dediydim de hepiniz gözümün içine bakmıştınız! ´ dedi. ´Bu yıl da ölmedim! ..´ dercesine...
O bayramdan sonra anneannemle görüşemedik bir daha...
Hep kendi çocukluğunda geçen bayramlara özlem duyardı, benim şu anda duyduğum gibi... Her şeye rağmen 1970´li yıllarla mukayese edildiğinde, anneannemin çocukluk yılları daha yoksulluk içinde geçmiş olması gerekirdi -anlattığına göre- ve öyleydi de zaten.
´Bu kadın bu yaşta neden ve neye özlem duyar ki! ´ der, bir türlü anlamazdım. Onun düğününde bile bir ayakkabısı olmamıştı anlattığına göre... Onun özlem duyduğu şeyin aslında akıp giden zamana olduğunu yaşım kemale erdikçe anlıyorum. Su gibi, rüzgâr gibi elimizden, ömrümüzden akıp gidenlere... Başucumda sabahladığım ayakkabıların sırrını şimdi şimdi çözebiliyorum.
O ayakkabılar nitelik olarak ayağa giyilen bir nesneydi belki ama ayakkabılarda ertesi gün toplayacağım ve tadı bile o günlere has şekerler vardı. Hatta, komşumuz Gönül yengenin verdiği mendilin yumuşaklığı, Yusuf abinin avucuma sıkıştırdığı kâğıt beş liranın rengi, babamın alın terinin kokusu ve o ayakkabıların bağcıkları da sanki ağabeyimin ilkokuldan sonra torna atölyelerinde alet tutan küçük parmakları gibiydi...
Ben o yüzden severmişim demek ki ayakkabılarımı. Hepsiyle birden yatarmışım bayram akşamından sabaha kadar, tüm sevdiklerimle koyun koyuna... O zamanlar bayramlar kış aylarına denk gelirdi. Sokaklar çamurlarla kaplıydı. Bastığımız yerlerde izleri kalırdı ayakkabıların. Bırakılan her iz bir arkadaşımın yüzüymüş meğer ve her birinde adları kalırmış: çamurlu sokaklarda cıvıl cıvıl ve sımsıcak... Çocuktuk, ´Kurtlar kuşlar bile bugün oruç! ..´ derdi, anneannem. Biz de arife günü oruç tutuyorduk. Kurtlar kuşlar kadar olamıyor muyduk!
Çocuktuk. Ertesi gün bayramdı. Çok çok heyecanlı, tarifi mümkün olmayan ve tarifi sadece bayramlarla özdeş olan heyecanımız ölçüsünde mutluyduk! .. Kuş oluyorduk hepimiz; evet, birer kuş! .. Kuşlarla birlikte hatta onlardan daha şen, daha şakrak uçuyorduk... Şimdi gözlerine bakıyorum çocukların... Işığı arıyorum çocukluğumdan kalan... Hayatımın 30 yıl öncesini aydınlatacak ışık, çocukların gözlerinde: biliyorum da acaba hangisinde? Yoksa hepsinde de gözlerim kamaşıyor, göremiyor muyum!
Ve ayakkabılarına bakıyorum çocukların her bayram sabahı...
Babamın alın teri kokusu, ağabeyimin parmakları, arkadaşlarımın ayak izleri, mendilin yumuşaklığı, beş liranın rengi, ablamın sevgisi, annemin nasihati/öpücüğü hangi ayakkabının içinde gizli acaba? ..
Küpelik: Yastıkta çukur korkular /uykusuz, tan yeri ağarana kadar/ Bayram kabuslu çocuklar / Hiçbir elbisenin, ayakkabının,harçlığın, hediyenin / gücü yetmez sevindirmeye / yüzlerini güldürmeye/ Bayram sabahı annesini evlerinde göremeyen çocukların
Yavuz Nufel - Haber 7
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Çocuklar, deliler ve bayramlar…

o halde her günü bayram deliler / üç gün ramazan / dört gün kurban / yedi gün senede toplam / akıllı olup dinlenmeli …
http://www.haber7.com/uye-islem.php?cmd=addNews&nID=779907


Çocuklar, deliler ve bayramlar…
Yastıkta çukur korkular
tan yeri ağarana kadar
bayram kabuslu çocuk
Hiçbir elbise, ayakkabı ,
hediye, harçlık,
gücü yetmez yüzünü güldürmeye,
Bayram sabahı uyandığında
annesi evde olmayan çocuk
bayram gelmiş neyine…
Her günü bayram olan "Deli(?)"
hüzünlüdür her ramazan bittimi
gözleri nemli,
yanak öper el öpemez, öptürür

oysa o hep çocuk, o hiç büyümedi ki
uzaklarda, sılada aklı fikri…
mademki herkes bayram ediyor
etsinler, etmeliler,

o halde her günü bayram deliler,
üç gün ramazan,
dört gün kurban
yedi gün senede toplam
akıllı olup dinlenmeli …
Yavuz Nufel ( Lalezarın Delisi)
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Daha çok Türk kanı akıtmak ister misiniz?

Dediğimi yapın, kimse bir şey demez, üstelik haklısınız derler, sırtınızı sıvazlarlar… Yazık değil mi fidan gibi gençleri şehit etmeye…
http://www.haber7.com/uye-islem.php?cmd=addNews&nID=780841


Evet, Türkiye’yi bölmek parçalamak için çalışan, hayatını ortaya koyan, yasal ya da yasal olmayan her türlü yapılanmalara, örgütlere, devletlere çağrı yapıyorum.
Türkiye Cumhuriyetini bölmeye, parçalamaya gücünüzün yetmeyeceğini sanıyorum biliyorsunuz.
Haklı haksız bir davaya inanmış/inandırılmış olmanın sonucu Türk kanı dökmeye, Türk askerini, polisini öldürmeye yemin etmiş, bu uğurda seve seve canınızı vermeye hazır olabilirsiniz…
Stepnesi olmayan hayatınızı doya doya yaşamak varken gelin vazcayın bu işerden. Türk (iye) Düşmanları bu yazıyı iyi okuyun lütfen rica ediyorum!
Silahları bırakın amacınız Türk kanı dökmekse amacınıza yine ulaşabilirsiniz; yine kan dökebilirsiniz..
Hem de vatan haini olarak değil, vatansever olarak yaşarsınız bu güzel ülkede…
İşte size en çılgın, en silahsız, en kurşunsuz kan dökme projemi açıklıyorum…
Bu projenin düşünce aşaması 25 yıldır! Öyle ya kaçarken ya da WC’d aklıma gelmiş bir fikir değil.
Yılda silahlanmaya, örgütlenmeye harcadığınız paranın yarısı ile daha çok Türk kanı akıtılabilir…
Nasıl mı?
Çok basit…
Araba ile..
Evet bildiğimiz 4 tekerlekli, 4 ya da 5 vitesli, direksiyonu olan araba..
Yok, öyle değil…
Sakın ha, aman ha! Arabalara bomba yükleyip masum insanların yoğun olduğu yerlerde gümleterek değil…
Silaha harcadığınız parlarla araba alıp TV’lerde yarışma programları hazırlayıp kazananlara dağıtacaksınız….
Toptan alırsanız indirim de yaparlar…
Katılımcılara öyle
Türkiye’nin başkenti nere?
Karadeniz Türkiye’nin hangi yönündedir?
Ağrı dağının yüksekliği kaç metredir, gibi ağır sorular sormak yok..
Mesela:
Adın ne?
Ali..
Kazandın..
Ananın adı ne?
Fatmacık..
Kaldır beni hoppacık ( bu sunucu esprisi idi)
Kazandınızzzz!… Buyurun arabanızın anahtarını..
1 milyar dolara Japonlarla anlaşıp tanesini 5 er bin den 200 bin araba alınsa ve dağıtılsa diyorum..
Şansımız daha fazla olur ama biz 100 de bir desek,
200 bin de ne eder?
2 bin… (Hesabım yanlışsa Bağdat’tan dönsün.)
Evet, dağıtılacak her 100 araba da bir kişi ölse 200 bin arabada ne edermiş 2 bin kişi…
Hele bir de bayramlara denk gelirse nerden baksanız yılda 3 bin kişi garanti…
25 yıllık bu fikrimin o kadar çok faydaları olur ki saymakla bitmez…
Mesela:
Korkusuz bir hayat,
Oluk oluk kan,
Nüfus planlamasına katkı…
Sevgili Türk ve Türkiye düşmanları;
devir akıl devri
ekonomi devri,
can azizdir, kutsaldır..
her canlının yaşama hakkı vardır…
Yaşayın, yaşatın kalan sağlar bizimdir…
Siz hiç mi haber dinlemiyorsunuz…
Bakın bayram bilançosuna…
Görmüyor musunuz gazete manşetlerini:
Azrail yollarda…
Azrail tatil yapmıyor...
Bilançoya bakın:
Tatilin başladığı 27 Ağustos gününden bugüne kadar 121 kişi hayatını kaybetti, 820 kişi yaralandı!
8 günde 121 kişi…
Günlük ortalaması: 15.1 kişi…
Akan kana bakın, oluk oluk hem de!
Toplu katliam yapsanız bu kadar kurbanı bir arada göremezsiniz…
Yıllardır ananızdan, babanızdan, sevdiklerinizden uzak can korkusu ile kaçarak, saklanarak, gizlenerek yaşamak canınıza tak etmedi mi?
Sizin de insan gibi yaşamaya, kumsallara serilip esmer sarışınlara bakmaya hakkınız yok mu?
O halde bırakın arabalar akıtsın kanı, canı trafik alsın…
O kadar kana susamışsanız geçin haber bültenlerini izleyin…
Hatta ulu orta trafik kurbanlarına kızabilirsiniz de…
Kimse bir şey demez, üstelik haklısınız derler, sırtınızı sıvazlarlar…
Yazık değil mi fidan gibi gençleri şehit etmeye…
Bırakın sizin yapmaya çalıştığınızı trafik canavarları Azrail ile yapsın…
Kusura bakmayın doktorum daha fazla yazmama izin vermiyor…
Yavuz HIC - Haber 7
[email protected]
***
Sizden ricam beni bu fikrimden dolayı beni Nobel Barış Ödülüne aday göstermeniz...
Hastaneden çıkınca sizden müjdeli haberler bekliyorum.
Bir dakika doktorcum; Daha olmadı Nelson Mandela’nın almadığı ödül bir yerlerde paslanmasın T.C. rica edin baskı yapın hastane çıkışı bana versinler, yasını Somali’ye yollamazsam namerdim.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Orada şiir okumaktansa, ineğe şarkı okurum!

Son yıllarda bu belgesellerde olduğu gibi yüzlerce gurup var 10’ar, 20’şer, en fazla 50’şer kişilik guruplar halinde Türkiye’yi dolaşan…
http://www.haber7.com/uye-islem.php?cmd=addNews&nID=790548

http://www.haber7.com/video-galeri.php?cID=14616Belgesel izleyenler bilir…
Özellikle yabani hayvanlar sürüler halinde dolaşır doğada.
Topluca suya inerler, ava çıkarlar eğlenirler, dinlenirler.
Beklenmedik bir anda ava çıkmış başka yabani hayvanlar nafakaları için saldırır sürüye.
***
Son yıllarda bu belgesellerde olduğu gibi yüzlerce gurup var 10’ar, 20’şer, en fazla 50’şer kişilik guruplar halinde Türkiye’yi dolaşan…
Haşa hiç birisi yabani hayvan değil..
Fakat mantık aynı, psikoloji aynı fakat sosyoloji tartışılır..
***
Bu guruplara katılmam için sık sık davet alıyorum. Hatta bir-iki kez katıldım da!
Bu konuyu yazmaz dile getirmezsem ömrümün yarısından fazlasını meşgul eden işime, hobime, mesleğime ihanet etmiş olurum.
***
Bu guruplar genelde “Yaşını yaşında yaşamamışlar’ tarafından oluşuyor ve yüzde 90’ı son emeklilik yasası çıkmadan 40’lı yaşlarda emekli olmuş, şu anda 50’li yaşlarını yaşayan orta kuşak insanlar.
İşin aslı mı, garibi çözemedim henüz ama bu insanlara emekli ikramiyeleri ile birlikte edebiyat fakültesi diploması da verilmiş gibi bir durum söz konusu.
Emekli olduktan sonra balkonda çiçek sulama, domates yetiştirme evrelerini atlatır atlatmaz sarılıyorlar kaleme.
Doğuştan var olduğuna inandıkları fakat hayat meşgalesi ile bir türlü gün yüzüne çıkartamadıkları ‘içlerindeki şair’in sesine kulak verip başlıyorlar yazmaya…
Az buz değil günde 30/40 şiir hem de!..
Tutabilene aşk olsun!..
Birkaç ay içerisinde onlarca kitap dolusu şiir yazdıktan sonra kaplar, oturma odaları, yatak odaları, şiir siteleri, internet ortamı dar gelmeye başlıyor. Ürettiklerini paylaşmak, edebiyat tarihine karşı görevlerini yerine getirmek (!) için düşüyorlar yollara..
Gruplar halinde şu şehir senin, bu kasaba, belde benim…
Okuyan kör dinleyen sağır olmuş kimin umurunda.
***
Çağın iletişim teknolojisi de bu guruplaşmalara büyük imkan sağladığından, yazının başında sözünü ettiğim belgesellerdeki hareketlilik başlıyor her yıl eylül’den mayıs ayının sonuna kadar süren.
Evli olanların ergenlik çağında yaşayamadıkları flört edebilme ihtimali, dul olanların sözüm ona hayatın tadını çıkarma düşüncesi beyinlerinde…
Topluca iniyorlar suya, (pardon kahvaltıya), topluca tura çıkıyor gittikleri şehir ve kasabalarda.
Akşam olup hava kararınca kendileri çalıp kendileri oynuyorlar… Sırasıyla mikrofon alıp ( kapıp) şiirlerini (!) okuyorlar, daha buluşma noktasına gelmeden iç geçirdikleri şairin/şairenin gözlerine melul melul bakarak…
***
Her ay emekli aylıklarından bir kenara ayırdıkları paralarla bastırdıkları kitapları imzalıyorlar birbirlerine kartvizit niyetine…
İş o kadar ileri gitmiş ki inanın sektör oluşmuş sektör.
İç turizmin bel kemiği değilse de kalça kemiği durumunda bu şiir dinletisi/ buluşmaları sektörü…
Matbaacısından tutunda oteline kadar, seyahat firmalarına kadar.
Bir yayınevinin 5 bine yakın şairin kitabını bastığı söyleniyor…
Kelle başı pardon şair başına yani kitap başına en az 1000 TL…
Bazıları var ki yılda en az 3 kitap şey ettiriyormuş batırıyormuş!
Bu durumda iç turizmde dönen sıcak paranın en az yüzde 10’u bunların cebinden çıkıyor demek abartı olmasa gerek.
Sözüm ona bu tür etkinliklerde yaşanan aşklara(!) kavgalar, sevdalar, dedikodular, dostluklar, düşmanlıklar, kıskançlıklara hiç girmeyeceğim.
***
Anladım ki o yüzden şiire ilgi yok, anladım ki “şiir yazıyorum” dediğimde beni de bu zavallılardan biri sanıyorlar. Geçtiğimiz haftalarda düzenlenen “Uluslararası Şiir Vapuru “ etkinliğine yok hemen hemen kimse katılmamış. Etkinlik sonrası bir gazetemiz “ Şiir küstü “ başlığı ile bir haber yayınladı..
Küser tabi.
Vatandaş “şair” kelimesini duyunca gözlerinin önüne kasabalarına, şehirlerine gelen “ Yabani şiir sürüsü”ndeki insanlar geliyor. Şiir deyince de o insanların şiirden başka her şeye benzeyen yazdıkları…
Şiirin gazabı şiiri kirletenlerin üzerine olsun!
O tür etkinliklere katılıp şiir okumaktansa gider Belçika’nın ineklerine konser veririm arkadaşlarımla daha iyi…
Varsın Belçika Belçika olalı böyle zulüm görmemiş olsun…
Yavuz HIC - Haber 7
 
Üst