Yok olan ahlâki değerler

dostluk

Kıdemli Üye
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
5,663
Tepkime puanı
304
Puanları
0
Yaş
50
Konum
istanbul
Yok olan ahlâki değerler
[12.05.2003] [Makâleler]


Geçen hafta, Erzurum Valisi Mustafa Malay'ın, Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Merkezi'nde diploma töreni vesilesi ile yaptığı konuşma dikkatimi çekti. Sayın Vali önemli bir konuya parmak bastığı konuşmasında şöyle diyordu:

"Vatandaşlarımız ehil olmayan insanlardan öğrendikleri bilgilerle, din konusunda yanlış yetişiyorlar. Bunu önlemenin yolu din adamlarımızın doğru bilgilerle halkı aydınlatmasından geçer. Din adamlarımız namaz kıldırmanın yanı sıra, vatandaşlara ağaç dikmenin önemini, israfı ve temizliği de anlatmalılar. Halkımıza din iyi öğretilmiş olsaydı, yolsuzluklar, hırsızlıklar ülkemizde bu kadar çok olmazdı."

Bu güzel tespitlerin, bilhassa son cümlesi çok önemli. Evet, gerçekten, halkımıza din iyi öğretilmiş olsaydı, İslam ahlakı ile bezenseydi yolsuzluklar, hırsızlıklar ülkemizde bu kadar çok olmazdı.

Eskiden bırakın devleti soymayı, "Tüyü bitmedik yetim hakkı var" diye, devlete üç olan borcunu beş olarak verirdi bu milletin dedeleri. Allah kul hakkını affetmez, diye pazarda yanlışlıkla aldığı fazla parayı vermek için sahibini, günlerce, haftalarca arar; bulamazsa fakirlere verirdi. Parası kirlenmesin, bereketi gitmesin diye cebine bile koymazdı bu parayı.

Gerçekten üzerinde çok düşünmemiz gereken bir konu. Bu millet, bu hale nasıl geldi veya nasıl getirildi. Eskiden mubah bile olsa almak "Zül" addedilir; alma değil verme yarışı yapılırdı.

Bir aksaklık olduğunda, herkes hatayı kendinde arar, başkasını suçlamazdı. Bugün ne yapıyoruz? Otomobilini olur olmaz yere park edene kızıyoruz, ateş püskürüyoruz. Ertesi gün ayni işi kendimiz yapıyoruz. Kırmızı ışıkta geçene öfkeleniyoruz, bir gün sonra kendimiz de geçiyoruz.

Ülkemizde işini tam yapan dürüst insan sayısı parmakla gösterilecek kadar azaldı. Herkes işin üç kâğıtçılığına kaçıyor. Müteahhidinden, bakkalına; kasabından manavına; tamircisinden terzisine; emlâkçısından boyacısına kadar yaptığına, sattığına güvenilecek insanlar mumla aranır oldu.

Kimseye güvenemiyoruz. Kimse bize güvenmiyor. Yapan sahtekâr. Satan sahtekâr. Hak, hukuk, kaide, prensip, nezaket hak getire. Peki, Batı'da, dini eğitim olmadığına göre neden onlarda olmuyor veya bizde olduğu kadar yaygın değil?

İnsanları bazı şeylere alıştırmak, onları kontrol altında tutmak vicdan işidir, bu da iki yolla olur: Birincisi dindir. Allah korkusudur. Allah korkusu içine işlemiş bir kimse, O'nun bildirdiği kuralların dışına çıkamaz. İnsanları zapturapt altına almada en sağlam yol budur.

Asırlardır, Osmanlı'da bu metot tatbik edildi. Bu metodun önemli bir özelliği de insanın her anına hitap etmesi... Boşluk olmaması. Allah korkusu olmayan bir kimse, insanların olmadığı bir zamanda, kanundan kaçabilir. Ama Allah'ın her an kendisini gördüğünü, yaptığı her hareketin hesabını vereceğini bilen kimse kaçamak yapamaz.

İnsanları kontrol altına almanın ikinci yolu ise, ikna etme, faydasına inandırma yoludur. Bu da eğitim ile olur. Bugün Amerika'nın, Avrupa'nın yaptığı budur. Daha çocuk kendini tanımaya başladığı 3- 5 yaşında eğitime başlıyorlar; " İnsan nedir, insan hakları nedir, devlet nedir, vergi nedir, kurallara uyulmazsa ne olur?.." gibi hususlar iyice öğretiliyor.

Bütün bunlar, çocuğun benliğine ustaca yerleştiriliyor. Çocuğa, hayatta kalabilmenin ancak bunlara uymakla mümkün olduğu anlatılıyor. Çocuk da bu ahlâki değerlere inanıyor. Davranışlarını buna göre ayarlıyor.

Biz ise, "iki cami arasında kalmış beynamaz" gibi olduk. Yukarıda bahsettiğim gibi Osmanlı zamanında Allah korkusu hakimdi. Bu da din eğitimi ile sağlanıyordu. Osmanlının son zamanlarından beri bu eğitim gereği gibi verilemedi. Bu verilemediği gibi, Avrupa tarzı bir eğitime de geçilemedi. Allah korkusunun yerleştirilemediği, Batı'nın uyguladığı ciddiyette bir eğitimin de verilemediği insandan başka ne beklenir? 1850 yılından beri yönümüzü döndüğümüz Batı'nın sadece örf adetini değil de hiç olmazsa eğitimini bari alabilseydik, bu hâllere düşmezdik herhalde?

Mehmet Oruç
 

dostluk

Kıdemli Üye
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
5,663
Tepkime puanı
304
Puanları
0
Yaş
50
Konum
istanbul
Evet, etten ve kemikteniz!





Kendisinin ürettiği veya başına örülen sorunların altında ezilen, ezilirken umudu tükenen, kendisine terlik kayışı kadar yakın cenneti uzak gören yaşadığı çağı en kötü çağ olarak algılayan sıkıntılı Müslümanlara Peygamberleri çağlar öncesinden dedi ki:



Amellerinizle cennete giremezsiniz!


Aişe radıyallahu anha'nın rivayet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: "Dengeli olun. Yaklaştırın. Bilin ki, sizden birinizi ameli cennete koymaz. Allah katında amellerin en sevimlisi az da olsa sürekli olanıdır."


Allah Resulünün öğütleri:


Sevban radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Dengeli olun. Yaklaştırın. Çalışın. Araştırın. Bilin ki, amellerinizin en hayırlısı namazdır. Abdeste müminden başkası düşkün olmaz."



Neden bıkıp usanıyoruz?




"Biz Allah'tan geldik yine O'na gideceğiz" diye inandığımız halde, ihlâsı öne çıkarmıyoruz. Dünyalık ölçüler neredeyse ibadetlerimizi bile etkiledi. Birbirimize görünme uğruna meleklerin bizi nasıl gördüğünü unutur olduk. Ahiret için iman ettik, dünyalılar gibi yaşadık.


Ahireti neredeyse, cenazelere hapsettik



Şöyle biraz ucundan tuttuğumuzu, dilediğimizde salıverebileceğimizi sandığımız dünya, elimizde avucumuzda kaldı, gözümüzü doldurdu. Araç iken hedef oldu. Ahiret neredeyse sadece cenazelerde konuşulur oldu.


"İlim ve âlim" değer kaybetti



Bir ders halkasında bulunmak, bu konuda Allah ne diyor, Peygamberi ne yapmış şeklinde bir merak cazibesini yitirdi. Şeytanı, dünyanın hilelerini ve nefsi bize tanıtan Kur'an'ımız, Allah dostlarının sözleri gündemimizden uzak kalınca, şeytanı bile karikatürize edip tanımaya çalıştık.
"Aile ve Ev" kurmanın bir imtihan olduğunu, kimi peygamberlerin bile başını ağrıtan büyük bir fitne olduğunu unuttuk. Kur'an'ımızın, bu konudaki apaçık ayetlerini kulak ardı ettik. Fitneye hazırlıksız yakalanınca, huzur kaynağı yerine sıkıntı kaynağı olan bir ailemiz, çoluk çocuğumuz oluverdi.
Rabbimiz "Sadıklarla beraber bulunun" dediği halde biz, günah içinde boğulan insanlarla haşir neşir olduk, ortaklık ettik. Günahları göre göre gözlerimiz günahı küçümser oldu. Haramlar lezzetlendi. Haram veya şüpheli şeyler yenildi içildi. Harama bakmanın sakıncalı olduğunu ne bilen kaldı ne bilip de uygulayan.


Hedefimizi kaybettik!



"Allah ve O'nun rızası, cenneti" en büyük arzumuz olduğu halde, heyecanlı bir konuşma yapan bir hatibin dahi 'Şimdi ne anlatmak istedin bu konuşmanda?' dendiğinde net bir cevap veremeyeceği kadar hedefsiz ya da küçük hedefli bir alanda koşturduk. Evlat yetiştirmek dedik; ama bu yetiştirmenin ebedi bir hayat için mi yoksa üç günlük dediğimiz dünya için mi olduğunu netleştiremedik.
Gerçekçilik de yetersizliğimiz oldu. Olaylardan etkilenip, ani kararlar verdik. Bu kararlarımız da ya aşırı oldu ya da korkakça. Dengesizliğimizin bedelini hem biz ödedik hem dinimiz. Doktoru âlimin yerine âlimi de doktorun yerine oturttuk. Kendimiz için uygun gördüğümüz hedefi beceremeyince çocuğumuzu -ehil olup olmadığına bakmadan- o hedefe getirmek istedik. Bu sefer çocuğumuzla kötü olduk. Yeme içme ve uyumada bile bu dengesizliğimiz gün yüzüne çıktı.
Ev ve büro eşyamızı yeniledik ama çalışma ve yaşama üslubumuzu yenilemeye razı olmadık. Kişisel düşüncelerimizi ayet hadis gibi tuttuk. Böyle olunca olayların önünde tıkandık kaldık. Eğitimin hayat boyu sürmesi gerektiğini anlayamadık. Bir iki semineri, konferansı yeterli bulduk. Hayatımızı din ve dünya ile tanzim ederken önemli ve öncelikli ayrımına dikkat etmedik. İstişareyi ya önemsemedik ya da sonucuna katlanamadık.


Çaresiz miyiz?



Hayır. Çaresiz değiliz. Evet, etten kemikteniz ama Rabbimiz, hem katlanamayacağımızı bize yüklemedi hem de nasıl başaracağımızı gösterdi. Bizden öncekilerin başına gelenleri, batanların ve kurtulanların akıbetlerini bildirdi.


İşte çaremiz



İmanımızı koruma altına almalı ve sürekli güçlendirmeliyiz. Bu da ibadeti çoğaltmak, özellikle sünnetlere özen göstermek, nafile orucu tutmak, gizli sadaka vermek, sıla-ı rahim, miskinler ve yetimlerle ilgilenmek, umre, hac, itikâf ve camilere koşmakla mümkündür. İhsan düzeyine gelinceye kadar Allah'ı zikir, Kur'an kıraati ve elif'inden ya'sına kadar Kur'an-Hadis öğrenmekle mümkündür.
Cemaatte fiilen bulunmak, vaktimizi heba etmemek, dua kapısını hiç kapatmamak, helal kazanıp helal harcamayı bir ibadet bilmek, kısır döngüyü aşamamış insanların düzeyinde ve meclisinde kalmamak zorundayız.
Kitabımız Kur'an'ın defalarca vurguladığı eski ümmetlere ve bizim ümmetimize ait olayları kavramaya çalışmak, muhakkak bir sosyal faaliyette görev almak zorundayız. Olaylardan ve komplolardan büyük olmak zorundayız.
Kendimize mini bir çevre kurmaya çalışmak, kurulunca da korumak zorundayız. Dinlenmesini bilmek hatta dinlenmeyi bile ibadete dönüştürmek zorundayız. "Dinime ne verebildim?" sorusunu sık sık kendimize yöneltip cevabını vermek zorundayız.
Evet. Etten ve kemikten de olsak yılmamak, şeytanı sevindirmemek zorundayız. İmtihanı kazanıncaya kadar...


Milli Gazete
 
Üst