Selam Olsun ALLAH’ın Koyduğu Sınırları Koruyanlara. Ben, "ben''de" değilim ki; bir beden''deyim; yalnızca bir bedende. "Sen"den uzakta, çok uzakta bir "yer"de yanıp biten bir hâlde… Bu cümle, sana, "bana", bize, hepimize ait: Ama olmayan, burada olamayan, henüz olamayan, "ham" bir "sana", "bana", "bize", "hepimiz"e… O yüzden bize bir şey söylemiyor; daha doğrusu, söylenen şey''le ne söylenmek istendiğini idrak edebilecek yerde değiliz, başka bir yerdeyiz; bizi bizden eden, beni benden alan, sen''den uzaklaştıran "yersiz-yurtsuz" bir "yer"de; o yüzden, "fersiz-ruhsuz" bir ben''de, bir beden''de sadece. Hâl bu ki, yani bu hâl öyle bir hâl ki, engin, engin olduğu için de "zengin" bir hakîkat hazinesinin üstünde oturuyoruz bir mirasyedi gibi; ama nerede, niçin oturduğumuzu bilemiyoruz bile. Hâlbuki, bu söz bizim, hakikatimizin aynası: Hem içinde yaşadığımız dünyaya ve içindeki her şeye ve herkese ayna tutan, yol gösteren bir ayna; hem de içinden çıktığımız, çıkarıldığımız, hakikatin hakikatinin hakikat olduğu engin ve zengin bir hakîkat dünyasına ayna tutan bir ayna: hakikat aynası. Bu söz, bir âyet-i cemîle veya bir hadîs-i şerîfe değil; ama mayası ilâhî söz''ün özüyle, bu özlü söz''ün sözcü''sünün gözü, gördükleri ve gösterdikleriyle yoğrulan bu aziz "coğrafya"nın insanının derûnî, derûnî olduğu kadar da sade, arı duru ruhuna ayna tutan, o ruhla bizi hâlâ ışıtan, aydınlatan irfânî hayatımızdan bir katre; o sonsuz, uçsuz bucaksız hakîkat deryasına işâret eden, o deryanın işareti olan bir altın hakîkat damlası aslında: Eskimez, pörsümez yeni; en yeni; hep yeni; yepyeni: Basar''larıyla / gözleriyle değil, basîret''leriyle / kalp gözleriyle bakabilenler, görebilenler için tabiî ki. Bırakınız basîretlerimizi, basar''larımız bile sırra kadem bastığı için göremiyoruz bu gerçeği. Bizim irfânî hayatımızda "yol", insanı hakikate götüren hem bir vasat, hem de o vasata tavassut eden bir vasıtadır. Vasat da, vasıta da, ancak yolculukla hayat bulur, hayat olur ve hayat sunar herkese; yolda olanlara da, yolda kalmışlara da, henüz yola ve yolculuğa çıkamayanlara da. Bir zâhirî yolculuk vardır; bir de bâtınî yolculuk. Zâhirî yolculuk, sûretleri keşfetmeye; bâtınî yolculuk ise sûretlerin gizlediği, örttüğü, perdelediği, sakladığı mânâları keşfetmeye yardım eder yolculuğumuzda bize. Sûretlere, görünüşler dünyasına yapılan yolculuk, biçimleri de biçim bozumuna uğratır; görünüşleri de görünemeyecek, tanınamayacak kadar tahrif ve tahrip eder. Gördüğünü, görüneni gerçek zanneder çünkü. Yolculuk, çift yönlü gerçekleştiği zaman, yolcu hakikat''e de, kendi hakikatine de, dünyanın, dış dünyanın hakîkatine de vasıl olabilir ancak. Çift yönlü yolculuk, sadece görünenleri keşfetmekle ve katletmekle, gördüklerine hâkim olmakla, hükmetmekle neticelenen bir keşif yolculuğu gibi yok edici bir turistik g/ezinti değildir. Çift yönlü yolculuk, hem dışa, hem de içe dönüktür aynı zamanda ve mükâşefeyle sonuçlanır: Yolcu kendini, dünyayı, eşyayı ve hakikatin hakikatini keşfeder mükâşefe yolculuğuyla. Padişah konmaz saraya, hâne ma"mur olmadıkça... "Burada hânenin ma''murluğu, mâ-sivâdan [her türlü kötülükten] ve vücûd''dan boşalıp [vücûd, şirktir çünkü], bi''l-külliyye harab olmakladır. Zira ma''mur olan hânelerde perdeler olduğu gibi, ma''mur olan vücudlarda dahî hicablar [perdeler] vardır." Bir soruyla bitirerek, bu söz üzerine daha fazla söz söylemekten hicap edelim: "Padişah" kim; "hâne" ne; "saray" nerede; ya da "sen" kimsin; "ben" neyim; "hakîkat" nerede? Düşünelim biraz; düşünelim, derim.