Tasavvufun İslam'daki yeri (delilleriyle münazara)

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
Münazarayı yapanlar:Ehl-i Sünnet ve'l cemaat akaidine göre Tasavvufu savunan:Ali Kara hoca, (Dr.Ebubekir Sifil hoca'da münazaraya katkı sağlamıştır) teknik destek sağlayan Ercan Tekin

Vehhabi (selefi) görüşüne göre Tasavvufu inkar eden:
Ömer Çelik

- Ömer Çelik:
Allah'ım! Biz seni layıkıyla övemeyiz. Sen, kendini nasıl övmüşsen biz de seni öyle överiz.
Resul'üne salat ve selam olsun.


Ey Tasavvuf yolunda ilerleyen yolcu! Allah azze ve celle seni rahmetiyle kuşatsın! Senin ilim üzere ve amel üzere yollarda ilerlemeni takdir etsin. Allah azze ve celle senin fehmini artırsın. (Allahümme Amin)

"İnkar ilim gerektiren bir fiildir"

Bu bir usüldür. Tasavvufu okuduğum hiçbir kaynakta delilini göremedim. Ancak delil olarak kabul ettiğimiz şeyleri tam anlamıyla bilmediğim için de "tasavvufun islam'da yeri yoktur" diyemem. Bu bir küstahlık ve bilgiçlik olur. Tasavvuf yolunda ben gitmediğim için, tasavvuf yolunda gidenlerin gittikleri yolun delilini bilmeleri muhakkak ki vaciptir.

"Sonra da seni din işi konusunda açık bir yola koyduk. Sen ona uy, bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma." (45/Casiye/18)

Ey tasavvuf yolunun emektar yolcusu !
Bizlere gittiğin yolun asıl olarak İslam'da olduğunu ve İslam'a uygun olduğunu ispatlar mısın?

14.02.2010 18:46
BİTTİ. BUYRUN...

Ömer Çelik
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
Ali Kara hocaefendi: Tasavvufçu olarak bilinenler kısım kısımdır, bunların isabetlisini noksanını bilmek lazım. biz nakşi tolunun salikleri olduğumuzdan kendi açımızdan ne yapmak istediğimizi ne için uğraştığımızı bilmek ve açıklamak konumundayız. başkalarının kusurluı hatalı ve sekir/manevi sarhoşlukla söylediği sözü temize çıkarmaya da mecbur değiliz.

nakşi tolunun temeli sünneti seniyyeye ittibadır. bunu bir çok mektubunda İmamı Rabbani k.s açıklamıştır. gaye sünneti ihya olup islamı en ince noktasına kadar azimetle yaşamaktır. islamda olmayan bir şeyi buna katmak asla kabul edilmemiştir ve çirkin olan bidatlerden sayılmıştır.

Bu temeli bildikten sonra, Mektubata bakılırsa önce ehli sünnet itikadı üzerinde önemle durulduğu, sonra ameli salihe teşvik edildiği anlaşılır. Bundan sonra istihsani olarak tasavvufa teşvik edilir bir mürşide bağlanmak istihsanen ve sünnet olarak lazım geldiği açıklanır. Zira "Allaha, Resulüne ve içinizden olan emir sahiblerine itaat edin" ayetine göre de alimlere tabi olunması gerektiği anlaşılır.

"Ümmetimin alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir" "Kim bir alime tabi olursa, salimen Allaha kavuşur" hadisi şerifleri de alimlere tabi olunmasını ifade eder.

işte bu noktada alimin gerçek tarifini bilmek lazım olur: Alimler iki kısım olur. bir kısmı kitab ve sünnete uygun olarak sadece zahiri islam hükümlerini öğrenip öğretirler. İkinci kısmı bu zahiri islami hükümleri öğrenmek ve öğretmekle birlikte işin daha takva ve öz cihetini de halletmeye çalışırlar. bunlara ayeti kerimede "sabikun ve mukarrebler" "rasihun uleması" denir.
yani islamın sadece zahiri hükümleriyle kalmayıp derinlemesine tefekkfür sahibi olan Allah dostlarıdırlar, zira ali imran suresi ayetlerinde "Onlar, Allahı ayakta, oturarak ve yan yattıkları halde zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılması hakkında tefekkür ederler... (Bu zikir ve tefekkürleri neticesinde şöyle derler) Ey Rabbimiz! sen bu alemi boş -batıl olarak yaratmadın. Seni tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru."

Bu ayeti kerime iyi incelenirse evvela devamlı zikir sonra kalbin açılmasıyla oluşan tefekkür ve sonunda alemin hakikatını anlayıp Allahu tealanın büyüklüğünü ve yegane ilah olduğunu samimiyyetle itiraf...
işte kişi islamın zahiri ibadetlerini işlemekle yetinse, şu zikredilen ayetteki üç hali zikirle kaplamış olamaz. o halde öyle bir zikir olmalı ki insanın bütün hallerini kaplasın. Başka bir ayette " Allahı çok zikredin ki belki felah bulursunuz" buyrulmuş. Bu nasıl olacak? İnsanın bir çok işleri var, ailevi sorumlulukları var, iki şey birarada nasıl olacak? Bu noktada yine imamı Rabbabi k.s. hazretlerine kulak vermemiz ve1. cilt 99. mektubu okumamız gerekir. özetle orada anlatılan: Ruh bedenle olan alakasını kesmedikçe asla bedenin tasallutundan kurtulamaz. ruhu iman ve ibadetle ve çok zikirle doyurup kuvvetlendirmek lazım ki ruh kendine gelsin ve eski vatanı olan kudsi aleme yönelsin ve miraç yaparak bedenin ve nefsin esaretinden kurtulsun. böyle olunca da Allahu tealanın "Ey Mutmeinne olmuş nefis, Rabbine razı olduğun ve razı olunmuş olduğun halde dön..." hitabına kavuşsun. Bu hitab ancak "Dikkat edin, kalbler/ruhlar ancak zikrullah ile mutmeinne olur." ayetini iyi anlamak ve uygulamak gerekir.

Alıntı yaptığınız söze gelince:

"İnkar ilim gerektiren bir fiildir"

Bunu kim söylemiştir bilemiyorum, bizim yolumuzun ehlinin böyle bilinen bir sözü yok, ancak hali islama uygun olan makbul birinin sözü ise bu sözü uygun bir şekilde tevil etmek ve müslümanı saf dışı etmemek gerekir:
Şöyle denebilir: "Küfredenler, bu küfürlerini ilimle yani bilerek yaparlar." Yani kafir olanlar bilemedik diyerek mazur olamazlar, hatta ayeti kerimede "Onlar oğullarını tanıdıkları gibi son peygamberi bilirler" buyrulmuştur.
Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi lanetliler iblerek itiraz etmediler mi! O halde kişi inkar edeceği şeyi bilerek inkar eder. her nekadar bazıları kuru kalabalık olarak sürüye takılmışsa da yinede onların isteyerek küfrü kabulleri sözkonusudur.

Tasavvufun isbatı hakkında sayısız delil getirilebilir. Zira Kuran ayetlerinin islamda delil olma yönleri tek cihetten değildir. en az dört cihetten usulü fıkıhta delil olur. Bundan sonra kalbe gelen ilhami manalar yani işaret manalarını da kimse inkar edemez.
Kuran ve hadisi şeriflerin lafızlarının delil olma yönleri
1- İbare bakımında/lafız itibarıyla
2- İşaret bakımında
3- İktiza bakımından
4- Delalet bakımından

Mesela "Anne babanıza öf demeyin" ayetinin lafzı sadece öf denmemesini gerektirir. Ama bunun işareti ve delaletiyle kızmak sövmek vurmak gibi şeylerin yasaklığı daha evla olarak anlaşılır. şimdi biri kalkıp ayette -anne babanızasövmeyin- diye ayet yoktur diyemez.
Bunun gibi tasavvufun islamda olması kuranda hadisi şeriflerde zikredilmesi değişik ifadelerle vakı olmuştur. kati delille -farz ve vacibi gerektirecek şekilde- zikredilmemesi, sünnet olmasını engellemez veya bir müslümanın kendine bazı nafileleri farz etmesini de engellemez. sözümüzün evvelinde istihsani olduğunu söylemiştik yani gizli kıyas kaidesine göre dileyenler için gerekli olur.

Bazı tasavvuf erbabının vahdeti vucud sözleri veya bidat işleri asla Nakşi yoluna leke olamaz, zira bu yolun temeli sünneti ihya ve ashabı kiramın yoluna tam olarak ittibadır. bu gayeden çıkarsa asla makbuliyyeti kalmaz.
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
Dr.Ebubekir Sifil hoca: Tasavvuf, insanın ahlak eğitimini ve ruh disiplinini gerçekleştiren disiplin olarak ayrıca delillendirilmeye ihtiyaç duymayacak kadar İslam'ın içindedir. Eğer buğz, hıkd, haset, kin, bencillik, cimrilik... gibi insanı helaka götüren "kalp hastalıkları" diye bir vakıa varsa ve bu vakıayla İslamî ilimlerin herhangi birisi Tasavvuf gibi yakından ve sistematik olarak ilgilenmiyorsa, burada yapılması gereken Tasavvuf'a delil aramak değil, kendisinin de kalp hastalıklarına düçar olup olmadığını acilen sorgulamaktır.

Denebilir ki: Tasavvuf, kalp hastalıklarının tedavisiyle ve tehzib-i ahlakla ilgilenirken bunu Kur'an ve Sünnet'ten aldığı rehberlikle yapmaktaysa eğer, o zaman doğrudan Kur'an ve Sünnet'e niçin gitmiyoruz da Tasavvufa gidiyoruz?
Buna cevap olarak denir ki: Fıkıh ilmi de Kur'an ve Sünnet rehberliğinde icra-i faaliyet eder. Ama avam tabakasına mensup hiç kimse Fıkıh alimiinin ictihadını bırakıp da doğrudan Kur'an ve Sünnet'e başvuramaz. Bunu yaparsa doktora gerek duymadığını söyleyerek kendi kendisini ameliyat edebileceğini söyleyen kimsenin durumuna düşer.
Tasavvuf'a gerek olmadan Kur'an ve Sünnet'in ahlakın güzelleştirilmesi ve kalp hastalıklarının tedavisi ile ilgili rehberliğine bizzat başvurulabileceğini söyleyen kimsenin duurumu da böyledir.
Sorunun cevabının gerektirdiği teknik detaylar kitap hacminde çalışmaların konusudur ve esasen bu konuda başvurulabilecek onlarca çalışma dilimizde mevcuttur. Fi emanillah.



BİTTİ.BUYRUN
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
quote_icon.png
Ercan Tekin tafarından gönderildi
Ali Kara hocaefendi: Tasavvufçu olarak bilinenler kısım kısımdır, bunların isabetlisini noksanını bilmek lazım. biz nakşi tolunun salikleri olduğumuzdan kendi açımızdan ne yapmak istediğimizi ne için uğraştığımızı bilmek ve açıklamak konumundayız. başkalarının kusurluı hatalı ve sekir/manevi sarhoşlukla söylediği sözü temize çıkarmaya da mecbur değiliz.
nakşi tolunun temeli sünneti seniyyeye ittibadır. bunu bir çok mektubunda İmamı Rabbani k.s açıklamıştır. gaye sünneti ihya olup islamı en ince noktasına kadar azimetle yaşamaktır. islamda olmayan bir şeyi buna katmak asla kabul edilmemiştir ve çirkin olan bidatlerden sayılmıştır.
Bu temeli bildikten sonra, Mektubata bakılırsa önce ehli sünnet itikadı üzerinde önemle durulduğu, sonra ameli salihe teşvik edildiği anlaşılır. Bundan sonra istihsani olarak tasavvufa teşvik edilir bir mürşide bağlanmak istihsanen ve sünnet olarak lazım geldiği açıklanır. Zira "Allaha, Resulüne ve içinizden olan emir sahiblerine itaat edin" ayetine göre de alimlere tabi olunması gerektiği anlaşılır.
"Ümmetimin alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir" "Kim bir alime tabi olursa, salimen Allaha kavuşur" hadisi şerifleri de alimlere tabi olunmasını ifade eder.
işte bu noktada alimin gerçek tarifini bilmek lazım olur: Alimler iki kısım olur. bir kısmı kitab ve sünnete uygun olarak sadece zahiri islam hükümlerini öğrenip öğretirler. İkinci kısmı bu zahiri islami hükümleri öğrenmek ve öğretmekle birlikte işin daha takva ve öz cihetini de halletmeye çalışırlar. bunlara ayeti kerimede "sabikun ve mukarrebler" "rasihun uleması" denir. yani islamın sadece zahiri hükümleriyle kalmayıp derinlemesine tefekkfür sahibi olan Allah dostlarıdırlar, zira ali imran suresi ayetlerinde "Onlar, Allahı ayakta, oturarak ve yan yattıkları halde zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılması hakkında tefekkür ederler... (Bu zikir ve tefekkürleri neticesinde şöyle derler) Ey Rabbimiz! sen bu alemi boş -batıl olarak yaratmadın. Seni tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru."
Bu ayeti kerime iyi incelenirse evvela devamlı zikir sonra kalbin açılmasıyla oluşan tefekkür ve sonunda alemin hakikatını anlayıp Allahu tealanın büyüklüğünü ve yegane ilah olduğunu samimiyyetle itiraf...
işte kişi islamın zahiri ibadetlerini işlemekle yetinse, şu zikredilen ayetteki üç hali zikirle kaplamış olamaz. o halde öyle bir zikir olmalı ki insanın bütün hallerini kaplasın. Başka bir ayette " Allahı çok zikredin ki belki felah bulursunuz" buyrulmuş. Bu nasıl olacak? İnsanın bir çok işleri var, ailevi sorumlulukları var, iki şey birarada nasıl olacak? Bu noktada yine imamı Rabbabi k.s. hazretlerine kulak vermemiz ve1. cilt 99. mektubu okumamız gerekir. özetle orada anlatılan: Ruh bedenle olan alakasını kesmedikçe asla bedenin tasallutundan kurtulamaz. ruhu iman ve ibadetle ve çok zikirle doyurup kuvvetlendirmek lazım ki ruh kendine gelsin ve eski vatanı olan kudsi aleme yönelsin ve miraç yaparak bedenin ve nefsin esaretinden kurtulsun. böyle olunca da Allahu tealanın "Ey Mutmeinne olmuş nefis, Rabbine razı olduğun ve razı olunmuş olduğun halde dön..." hitabına kavuşsun. Bu hitab ancak "Dikkat edin, kalbler/ruhlar ancak zikrullah ile mutmeinne olur." ayetini iyi anlamak ve uygulamak gerekir.

Alıntı yaptığınız söze gelince:

Bunu kim söylemiştir bilemiyorum, bizim yolumuzun ehlinin böyle bilinen bir sözü yok, ancak hali islama uygun olan makbul birinin sözü ise bu sözü uygun bir şekilde tevil etmek ve müslümanı saf dışı etmemek gerekir:
Şöyle denebilir: "Küfredenler, bu küfürlerini ilimle yani bilerek yaparlar." Yani kafir olanlar bilemedik diyerek mazur olamazlar, hatta ayeti kerimede "Onlar oğullarını tanıdıkları gibi son peygamberi bilirler" buyrulmuştur.
Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi lanetliler iblerek itiraz etmediler mi! O halde kişi inkar edeceği şeyi bilerek inkar eder. her nekadar bazıları kuru kalabalık olarak sürüye takılmışsa da yinede onların isteyerek küfrü kabulleri sözkonusudur.

Tasavvufun isbatı hakkında sayısız delil getirilebilir. Zira Kuran ayetlerinin islamda delil olma yönleri tek cihetten değildir. en az dört cihetten usulü fıkıhta delil olur. Bundan sonra kalbe gelen ilhami manalar yani işaret manalarını da kimse inkar edemez.
Kuran ve hadisi şeriflerin lafızlarının delil olma yönleri
1- İbare bakımında/lafız itibarıyla
2- İşaret bakımında
3- İktiza bakımından
4- Delalet bakımından

Mesela "Anne babanıza öf demeyin" ayetinin lafzı sadece öf denmemesini gerektirir. Ama bunun işareti ve delaletiyle kızmak sövmek vurmak gibi şeylerin yasaklığı daha evla olarak anlaşılır. şimdi biri kalkıp ayette -anne babanızasövmeyin- diye ayet yoktur diyemez.
Bunun gibi tasavvufun islamda olması kuranda hadisi şeriflerde zikredilmesi değişik ifadelerle vakı olmuştur. kati delille -farz ve vacibi gerektirecek şekilde- zikredilmemesi, sünnet olmasını engellemez veya bir müslümanın kendine bazı nafileleri farz etmesini de engellemez. sözümüzün evvelinde istihsani olduğunu söylemiştik yani gizli kıyas kaidesine göre dileyenler için gerekli olur.

Bazı tasavvuf erbabının vahdeti vucud sözleri veya bidat işleri asla Nakşi yoluna leke olamaz, zira bu yolun temeli sünneti ihya ve ashabı kiramın yoluna tam olarak ittibadır. bu gayeden çıkarsa asla makbuliyyeti kalmaz.

Ali Kara hocaefendi


-Ömer Çelik: Allah'a hamd olsun. resulüne salat ve selam olsun.

Ali Kara Hoca'ya;

Sizin bu yazınızda ususli bir çok hata mevcuttur. Bu hataları elbetteki konuşacağız, fakat bunun öncesinde gördüm ki en önemli olan konu konuşulmadan hiç birşey olmayacak.

Aramızda konuşulması ve ittifaka varmamız gereken konu şudur:

İslam, zahire göre mi yoksa batına göre mi hükmeder?

Bu konuya cevap vereceğinizi umarak, diğer meselelere geçiyorum.

1-ismail KAPLAN'la "delil alma ve kaynak gösterme metodlarımız" konusunda ittifak ettiğimiz dört delilinin dışında hiçbirşeyi delil olarak kabul etmedik. Bu dört delil, Kuran, sünnet, İcma ve Kıyastır. İstihsan bu dört delil arasında değildir. Baştaki metodumuza uygun değil, istihsan yolu ile delillendirme.

2-Sizin bize delil olarak sunduğunuz ayetleri, önceki dönem alimlerinden hangisi sizin tefsir ettiğiniz şekillerde anlamışlardır?

3-İşaratul Kur'an delil değildir ki. Aramızda delil olarak zikredilmeyen birşeyi, usule göre delil kabul etmemiz ve onunla delillendirme yapmamız mümkün değildir.

4-Siz alimleri, "zahiri alimler", "batıni alimler" diye ayırıyorsunuz. bu ayırışınızın delili nedir?

5-Bize sunduğunuz bir hadis, israiliyattandandır. "Alimler benim varislerimdir" sahih hadisini delil getirmek yerine, neden kaynağını dahi belirtmediğiniz ve hakkında uydurma olduğunu söyleyen eski dönem alimlerinin sayısının neredeyse 100 ü bulduğu bir rivayeti mi bizim önümüze delil olarak öne sürüyorsunuz? "Kim bir alime tabi olursa, salimen Allaha kavuşur" böyle bir rivayeti söylemişsiniz. Peki, bunun bir kaynağı yok mudur? Var da bizden mi esirgiyorsunuz? buyrun bize de söyleyiniz kaynağını, ki böylelikle bizler de şayet sahihse bu hadisi ezberleyelim insanlara delil olarak bu hadisi sunalım. Allah için kaynaksız konuşmayalım. Karşısınız ilim ehli yok. Fakat avamdan bir kimse de yok. Lütfen söylediğiniz her sözü sağlam bir temele dayandırın ki, böylelikle yanlış anlaşılmalar ve tahrifler söz konusu olmasın.

6-Cevabınızın hiçbir yerinde, ittifak ettiğimiz delil alma metodlarına uygun bir ispat göremedim. tasavvufun ispatını, ancak aramızda ittifak edilen delillerle yapabilirsiniz.

7-"inkar ilim gerektiren bir fiildir" sözüme gelince. Bu konuda takdire şayan bir şerh sunmuşsunuz. Bu sözü söyleyişimin sebebi, mutlak önyargılarla münazaraya başlamayı engellemek içindir. Önce nefsim sonra muarız için geçerli bir durumdur bu.

Bütün bu söylediklerimden sonra, siz Tasavvufun ispatını yapamadınız. Bu ispattan önce de, dünyalık hükümlerin neye bakılarak verileceği önemlidir.

ZAHİRE Mİ, BATINA MI?

1-Zira, batına göre hükmedilir denilecek olursa, öyleyse Kur'andaki zahir alametlerine göre verilen hükümler ve Sünneteki hükümler geçersiz olur. Mesela; zina haddinin ispatının yolu olarak ikrar ve dört erkek şahit gösterilmesi anlamsız kalacaktır. İkrar da, şahit de batıni değil zahiri olarak bilinen şeylerdir. İkrarın usulil fıkıhta batıni hiçbir tanımı yoktur. İkrar, ancak zahiri olur. Aynı şekil de şahit için de bu geçerlidir. Dolayısıyla, Allah azze ve celle, hem bizleri zahir olan bilgilerle hüküm vermeyi emredecek, hem de zahir olanı değil, batın olanı delil almamızı isteyecek. Allahu Ekber! Bu Allah azze ve celle'ye en büyük iftiralardandır. Allah azze ve celleyi unutkanlıkla suçlamaktır, Kur'an hükümlerinin geçersiz olduğunu iddia etmek ve söylemektir. Allah bu iddiayı savunan bir kimseyi ıslah etsin.

2-Batına göre hükmedileceğini söyleyen bir kimse apaçık bir şekilde Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'i yalanlamış konumundadır. "Onun kalbini yarıp baktın mı?" (muttefekkun Aleyh) ve "Ben, insanların kalplerini araştırmakla ve karınlarını yarmakla emrolunmadım." (Muttefekkun Aleyh) buyrukları bâtının değil, zahirin esas olacağını açık bir şekilde ifade eder. Bunların hiçbirisinin arapça lafızlarında batıni bir takım referansları çağrıştıracak kelime yok. Hatta bu tür kelimelerin şer'i hükümde nefyi dahi sözkonusudur.

3-Aynı iddiayı savunan bir kimse İbni hacer'in bu konudaki naklettiği şu icmaya muhalefet etmiştir: "Dünya hükümlerinin zahire göre verileceği hususunda alimlerin hepsi icma etmişlerdir. Diğerleri ise Allah’a kalmıştır." (el-Cami Fi talebi ilmiş'şerif'ten naklen; İbni Hacer, fethul bari, 12/273)

Dualarımın sonu Allah'a hamd etmektir.

Ercan Tekin'e;

Ey Tasavvuf yolunun yolcusu! Benim muhattabım sensin. İlim ehline yada zikir ehline sormana bir itirazım yok. Hatta bu bizim için şereftir. Fakat, münazara kurallarını çiğniyorsun. İttifak ettiğimiz metodlara uymuyorsun.

Kaynaksız, mesnetsiz sözler bizim nezdimizde "malayani"dir. Yukarıdaki yazıda, tek kaynak, "İmam Rabbani'nin 1. cild...." kısmı. Başka hiçbir yerde kaynak yok.

Dualarımın sonu Allah'a hamd etmektir.

Ömer Çelik
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
quote_icon.png
Ercan Tekin tafarından gönderildi
Dr.Ebubekir Sifil: Tasavvuf, insanın ahlak eğitimini ve ruh disiplinini gerçekleştiren disiplin olarak ayrıca delillendirilmeye ihtiyaç duymayacak kadar İslam'ın içindedir. Eğer buğz, hıkd, haset, kin, bencillik, cimrilik... gibi insanı helaka götüren "kalp hastalıkları" diye bir vakıa varsa ve bu vakıayla İslamî ilimlerin herhangi birisi Tasavvuf gibi yakından ve sistematik olarak ilgilenmiyorsa, burada yapılması gereken Tasavvuf'a delil aramak değil, kendisinin de kalp hastalıklarına düçar olup olmadığını acilen sorgulamaktır.
Denebilir ki: Tasavvuf, kalp hastalıklarının tedavisiyle ve tehzib-i ahlakla ilgilenirken bunu Kur'an ve Sünnet'ten aldığı rehberlikle yapmaktaysa eğer, o zaman doğrudan Kur'an ve Sünnet'e niçin gitmiyoruz da Tasavvufa gidiyoruz?
Buna cevap olarak denir ki: Fıkıh ilmi de Kur'an ve Sünnet rehberliğinde icra-i faaliyet eder. Ama avam tabakasına mensup hiç kimse Fıkıh alimiinin ictihadını bırakıp da doğrudan Kur'an ve Sünnet'e başvuramaz. Bunu yaparsa doktora gerek duymadığını söyleyerek kendi kendisini ameliyat edebileceğini söyleyen kimsenin durumuna düşer.
Tasavvuf'a gerek olmadan Kur'an ve Sünnet'in ahlakın güzelleştirilmesi ve kalp hastalıklarının tedavisi ile ilgili rehberliğine bizzat başvurulabileceğini söyleyen kimsenin duurumu da böyledir.
Sorunun cevabının gerektirdiği teknik detaylar kitap hacminde çalışmaların konusudur ve esasen bu konuda başvurulabilecek onlarca çalışma dilimizde mevcuttur. Fi emanillah.

Dr.Ebubekir SİFİL

BİTTİ.BUYRUN


-Ömer Çelik: Dr. Ebubekir SİFİL'e

Şu yazdığınız yazının en ufak bir ilmi noktası yoktur. "tasavvuf ilmi"nin ilim olduğunu ispat etmek için öne sürdüğünüz şeyler, yetersizdir.

"Tasavvuf ilmi"'nin dört delil ile ispatı zor değil. Madem bir ilimse. İlim; kesinlik arzeden şeydir.

buyrun,dr sifil ! "onlarca çalışma dilimizde mevcuttur." dediklerinizden iktibas edin. Yahut kendiniz birşeylerle ispat ediniz. Onlarcadan birkaç satırını istiyoruz.

Dualarımızın sonu Allah'a hamdetmektir.

BİTTİ. BUYRUN
Ömer Çelik
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
Ali Kara hoca: Selamun aleykum....
Evvela gönderdiğim yazının tasavvufu isbat etmek gibi bir hadefi olmadığını söyleyeyim, sadece bizim mensub olduğumuz yol hakkında kalbimizin mutmeinne olduüğunu, tabi olduğumuz meşayıhın eserlerinde zikredilen bir çok ayet ve hadisi şerifin meselemize destek verdiğini, bu işin istihsani /gizli kıyas üzere dileyene tercih konusu olduğunu söylemeye çalışmak istedik. Ancak cevab yazan kardeş yanlış anlamışa benziyor ve sanki zahiri hükümleri inkar ettiğimizi v e edille-i erbaayı gözardı ettiğimizi ifade etmek istiyor, asla böyle değildir, ilk yazımda söylediğimiz gibi iman ve ameli salihten sonra tasavvuf yolu kişinin dilemesiyle tercih edeceği bir yoldur. bu yolun temelleri de kitab sünnet icma ve kıyasa mutabıktır, bunu asırlardır devam eden meşayıh zinciri böyle zikretmiş ve yaşamaya çalışmıştır. bu yolda azimet ve sünneti seniyyeye ittiba esastır. haller ve manevi buluşlar kerametler keşifler şayet kuran ve sünnete mutabık olursa değerli olur değilse geçerli olmaz.

bundan sonra cevab yazan kardeşe şunu sormak gerekir, alim olmadığını söylemiş, ama cahiller gibi de olmadığını söylemiş Allah razı olsun ancak ilmi bir tedrisattan geçmeyen kişilere yani aynı usulle yetişmeyen kişilerle münazara netice vermeyeceğini bilakis dargınlık ve tefrika olacağını söyleyelim, zira bunların çok örnekleri var. Kendisi zikrettiği bir kaç kitan tefsir ve şahıs isimleri söylemiş, bununla bizim tepkimizi anlamak istiyor herhalde biz de açıkça söyleyelim, ibni teymiyye afgani abduh reşit rıza ve abdul vahha baz gibi reformcu bidat yolunun saliklerini delil kabul ediyorsa onunla konuşmamızın hiçbir faydası olmaz zira o kişiler ve saliklerinde aşırı taassub vardır, hakkı kabul etmezler sadece hak kendileridir, başkasındda hakka ihtimal yoktur, nitekim cevab yazan kardeş te aynı hatayı yaptı istihsan delil olmaz dedi, halbuki hanefi mezhebinde istihsan/gizli kıyastır ve çok yerde delil olur, bil hassa men edilen yerlerde delil olur. ayrıca örf ve tamülün nas ta hanefise delil olabilir.

ama mefhumu muhalefet hanefide delil olmaz, şafiilerde delil olur. şimdi bu itibarların değişikliği göz önüne alınrsa nalsı ve neye göre münazara edeceğiz? Dört delil varya derseniz, deriz ki dört delili anlamadaki farklılıklar ne olacak?

Zikrettiğim hadisi şeriflerin kaynakları şamile isimli arapça kitab sitesinde rahatlıkla bulunur, şu an bilgisayarım arızalı olduğundan kaynakları ekleyemeyeceğim, ancak burda da bir incelik var:::: bir hadisi şerif söylüyorsunuz, karşı taraf albani ye göre mevzudur deyip kestirip atıyor, artık ne yapacaksınız onların delili albani olunca biz de artık başka çarelere bakıyoruz... yani mücadeleyi bırakıp takva yoluna devam ederek sohbetlerle ve ders okutarak ilme hizmet ediyoruz.

Dört delili dört mezhebin anlaması yorumlaması ve onlardan hüküm çıkartması farklı olduğundan bu işin içinden çıkılamaz bir hal alıyor. en güzeli asırlarca yaşanan tasavvuf yolunun manevi bir tevatürle kıyamete kadar devam edeceğini kabullenmektir. yeterki o yolun salikleri mezhebinin hükümlerine tabi olsun...

Mesela Halidi Bağdadi k.s. büyük alim ve Nakşi yolunun önemli isimlerinden olan müceddit bir zattır. risalesinde -Allaha vesile edinin- ayetini rabıtaya delil olarak zikretmiştir. her nekadar vesileler umumi isede, rabıta da Allaha ulaşmak için bir vesiledir diyerek bu ayetle delil getirmiştir. Şimdi karşı taraf bunu kabul edecekmi? Zannetmem......
-sadıklarla beraber olun- ayetini de rabıtaya delil olarak zikretmiştir... buna ne diyecekler?

Kısacası cevab yazan kardeşlere şunu sorun, tasavvuf ehli özellikle nakşi yolunun saliklerinin, Efendimiz s.a.v den itibaren zikrettikleri toplam 35 zatı nasıl kabul ederler? Onların hayatları ve sözlerine ne derler? Biz bunlara cevab vermeye çalışalım, usulu fıkh konusuna dalarak nass lardan delil çıkartmaya uğraşmayalım iyice batarız, evvelkiler bunu yapmış ve mezhebleri oluşturmuşlardır, eski köye yeni adet uymaz, müslümanların geneli bunu kabullenemez.... tefrikaya sebeb olmayalım...

Son olarak şu akli delili de zikredelim:: Hak tasavvufu inkar edenler, islama uymadığını söyleyenler kendi delillerini zikretsin ve bu delilleri cumhuru ulemanın nasıl yorumladığını da beyan etsinler.... Bu daha kolaydır...

Bu Ali Kara hocamızın size cevabıdır. Bu karşılıklı yazışmaları dikkate alıp ne yapacağımıza karar verelim ve hayırlı olan neyse onun peşine gidelim Ömer kardeşim benim.

BİTTİ buyrun...
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
-Ömer Çelik: Bismillahi Subhanehu ve Teala.

Allah azze ve celle kendisini nasıl hamd etmişse, bizler de kendisini öyleyece hamd ederiz. Resul Muhammed'e salat ve selam olsun.


Ali KARA Hoca'ya;


ve Aleykum Selam ve Rahmetullahi ve İbadillahis Salihin.


Tasavvuf yolunun değerli yolcusu kıymetkar hocam! Üstteki mesajda ismail KAPLAN ağabeye de söylediğim gibi, ilim ehlinin burada olması, bizimle yazışması, bizim tedrisatımıza destek vermesi, bizi düzeltmek için çaba göstermesi bizler için büyük bir şereftir. Bu sözlerim, sizlerin yüzünü güldürmek, yahut sizleri şıumartmak için değil, aksine bizzat kalbimden çıkagelen sözcüklerdir.


Allah azze ve celle, sizlere razı olacağı türden ameller işlemeyi nasip etsin.


Yazınıza cevap vermeden evvel birkaç hatırlatmada ve uyarılarda bulunmamın faydalı olacağı kanaatindeyim.


Birincisi: Bu platform, usulil fıkhın konuşuylduğu ve münazara edildiği bir platform değildir. Böyle bir şeye de hiçbir zaman niyet etmedik.


İkincisi: Bu platform, müslümanların birbirlerinin düşüncelerini anlamada yardımcı olacağı kanaatiyle oluşturulmuştur.


Üçüncüsü: Bu platformun, herşeyin olduğu gibi kuralları ve metodu vardır. İttifakla kabul edilen metodlar ve kurallar olmaz ise, münazara tarafları, sizlerin de buyurduğu gibi kırgınlıklara sebebiyet verir. Bir tarafın "delil" olarak öne sürdüğü şey, diğer taraf için "delil" olmuyorsa, yapılacak iki seçenecek vardır.


a-İlim elde Yolları üzerinde derince bir münazara. (Ki bu bizi aşan bir durumdur)

b-ortak olarak kabul edilmiş delillerle, delillendirme yapılması. (İşte bizim burada yapmaya çalıştığımız şeydir)

Bu giriş mahiyetindeki hatırlatma ve uyarılardan sonra, konumuza geçelim inşaAllah..


Şöyle demişsiniz:



Evvela gönderdiğim yazının tasavvufu isbat etmek gibi bir hadefi olmadığını söyleyeyim, sadece bizim mensub olduğumuz yol hakkında kalbimizin mutmeinne olduüğunu, tabi olduğumuz meşayıhın eserlerinde zikredilen bir çok ayet ve hadisi şerifin meselemize destek verdiğini, bu işin istihsani /gizli kıyas üzere dileyene tercih konusu olduğunu söylemeye çalışmak istedik.
]Bir Müslüman olarak, benim tasavvufun ispatını istemek gibi bir hakkım doğal olarak vardır. Sizin her ne kadar yazınızı yazmanızın niyeti ve sebebi bu olmasa bile. Sizin sebebiniz ve gerekçeniz, kendi açınızdan doğrudur. Fakat benim, sizin gittiğiniz yolu öğrenmek, gittiğiniz yolun delilini sizlerden duymak en doğal hakkımdır.


Ancak cevab yazan kardeş yanlış anlamışa benziyor ve sanki zahiri hükümleri inkar ettiğimizi v e edille-i erbaayı gözardı ettiğimizi ifade etmek istiyor, asla böyle değildir,

Hayır değerli hocam! Ben sizlerin "zahir hükümleri" inkar ettiğiniz ima dahi etmedim. Şer'i hükümler ancak dünyevidir. Dünyevi hükümler ise zahire göre verilir, batına göre verilir. Zahir (Yani, gözlerle müşahade edilen, kulaklarla duyulan, dokunulunca hissedilen görünen) dururken, batını (zahirin zıttı) şer'i hükümlerde delil almak mümkün olan birşey değildir.

Ulemayı, "zahir alimleri" - "batın alimleri" şeklindeki bir ayrıma tabii tutmanız, beni zahir batın konusunda birşey yazmaya itti.


Sizlerin, dört delili gözardı ettiğinizi veya kabul etmediğinizi ima dahi etmedim. Ben biliyorum ki, sizler bu dört delili kabul ediyorsunuz.



haller ve manevi buluşlar kerametler keşifler şayet kuran ve sünnete mutabık olursa değerli olur değilse geçerli olmaz.

Birkaç satır evvel edilleyi erbaa'dan bahsettiniz. Bu hükümlerin zahire göre verileceği gibi bir karineyi biz<lerde uyandırdınız. Fakat birkaç sonra ise yukarıda alıntıladığımız sözleri sarfettiniz.

"haller" "manevi buluşlar" "keşifler"; bu üç veya daha fazla olan batıni şeyleri; Kur'an ve Sünnet'e uyduğu müddetrçe kabul edeceğinizi, uygun olmadığı müddetçe de geçersiz olduğunu söylediniz.


Allahu 'alem hocam siz şunu kasdettiniz:
"Batıni şeyler, zahire uymuyorsa batıldır, fasiddir"
Şayet bunu kastediyorsanız, talebeniz olan ben, bu konuda sizlerle ittifak olduğumu belirtirim.

Yine şöyle demişsiniz:


bundan sonra cevab yazan kardeşe şunu sormak gerekir, alim olmadığını söylemiş, ama cahiller gibi de olmadığını söylemiş Allah razı olsun ancak ilmi bir tedrisattan geçmeyen kişilere yani aynı usulle yetişmeyen kişilerle münazara netice vermeyeceğini bilakis dargınlık ve tefrika olacağını söyleyelim, zira bunların çok örnekleri var.

bu konuda sizlere katılmamak elde değil, değerli hocam!
Buyrun, ilim ehli olarak siz portala üye olunuz! Sizlerle münazara edelim. Bunun benim için, tedrisatımda birçok faydaya vesle olacağını ve sizlerin aramızda olmasını bizlere şeref vereceğinizi unutmamanızı isterim.

Dediniz ki:



Kendisi zikrettiği bir kaç kitan tefsir ve şahıs isimleri söylemiş, bununla bizim tepkimizi anlamak istiyor herhalde biz de açıkça söyleyelim, ibni teymiyye afgani abduh reşit rıza ve abdul vahha baz gibi reformcu bidat yolunun saliklerini delil kabul ediyorsa onunla konuşmamızın hiçbir faydası olmaz
[
Değerli Hocam! Ben, hiçbir alimin sözünün delil olmayacağını söylüyorum. Nitekim hocalarımızın bize selef ulemasının şu usulü sürekli söyleyegeldikleri kulaklarımızdadır: "Alimlerin sözleri delil değildir, ancak delillendirmeye muhtaçtır"

Malumunuz üzere, alim denilen kişilerin tamamı insandır ve birer beşerdir. Hata yapma ihtimalleri vardır.


Nitekim Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur: "Bir hakim ictihad ettiğinde, isabet ederse iki ecir, hata ederse bir ecir verilir" (Buhari ve Müslim; İmam Suyuti ve İmam Kettani bu manadaki hadislerin tevatür derecesinde olduklarını söylemişlerdir.)


Bizler şimdi bir hadisi alıp da o konuda direk delil olarak kullanamayız. Sahabe, tabiun bu hadisle alakalı ne demişler, yada onlar bu hadise karşı ne gibi bir amelle detek vermişler, sonraki alimler bu hadisi nasıl şerh etmişler, bu bizim bu hadisi almamızda etkendir. O konuda icmaen bir şerh yoksa, biz her alimin söylediğini de "mutlak hakk" olarak kabul etmeyiz. Nitekim bir konuda ilim ehli bir görüş belirtirken "en doğrusu Allahu alem budur." yada "en racih olan budur" demişlerdir. "mutlak doğru olan budur" dememişlerdir.


Yukarıda saydığınız isimleri vermenizdeki hikmeti anlamış değilim. Yukarıda sayılan isimlerden herhangi birisinin "hakk olan bir sözü", "bid'at yolunda" ilerledikleriyle gerekçesiyle red mi edeceğiz? Bunu iddia ediyorsanız yada böyle birşey söylüyorsanız, haya duygumun sizlere karşı birşey söylemeye engel olduğunu belirteyim.


Pekala, sizler benim alimlerin sözlerini yada sizlerin deyimiyle "reformcu bid'at yolunun salikleri"ni delil kabul ettiğim gibi bir su-i zanna kapıldınız ki, bu apaçık bir günahtır. Ve sizi sui zanda bulunmamanız konusunda uyarırım.


Ben, Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve sellem), dışında hiçbir kimsenin fetvasının, sözünün, amelinin mutlak anlamda doğru olduğunu ve bütün bunları delil olacağını söylemediğimi bilmenizi tekrar tekrar istiyorum.


Demişsiniz ki:


zira o kişiler ve saliklerinde aşırı taassub vardır, hakkı kabul etmezler sadece hak kendileridir, başkasındda hakka ihtimal yoktur,
Kişiler hakkında bu net ve onur kırıcı bir yazıyı sizin gibi bir hocaefendiye yakıştıramadım. Bu sizin benim nezdimdeki değerini düşürüyor. Bakın, ben isim vererek bir kimseyi kötüledim mi? Ben ilim ehli bile değilim. Halbuki sizler ilim ehlisiniz, ve bizler sizleri örnek alıyoruz. Vallahi ben sizin bu davranışınızı örnek almıyorum.


nitekim cevab yazan kardeş te aynı hatayı yaptı istihsan delil olmaz dedi, halbuki hanefi mezhebinde istihsan/gizli kıyastır ve çok yerde delil olur, bil hassa men edilen yerlerde delil olur. ayrıca örf ve tamülün nas ta hanefise delil olabilir.

Aziz hocam! Hatırlatma ve uyarılarımın birincisinde de belirttiğim gibi, burası istihsanın yada işaratul kur'anın delil olup olmayacağı konusunun tartışalacağı bir yer değildir. Kendiniz bu tür konulara girilmesini sıkıntılı görüyorken, beni bu konuya girmemek için çırpınışımı eleştiriyorsunuz.

Eğer talep edersiniz istihsan konuşunu konuşabiliriz. Fakat bu konuyu ben gereksiz görmekteyim. ayrıntı bir meseledir.


Hanefi fukahasının bunun delil olarak görmeleri de birşey değiştirmez ki. Maliki fukahası da maslahatı mürseleyi delil olarak görüyorlarken, hanefi fukahası bunun delil olarak görmüyor. Veya malikiler medine ehlinin amelini delil olarak görürken, İmam Şafii medine ehlinin amelini delil olarak görmüyor.


Bütün fukaha arasındaki ihtilaflara rağmen, dört delil ittifak etmişlerdir. Kur'an, sünnet, icma ve kıyas.


Benim bu konuda öğrendiklerim kadarıyla, istihsan delil olamaz. Buna dilediğiniz kadar itiraz edersiniz.


Karşınızda Hanefi yok aziz hocam. Bu yüzden aramızdaki ittifak edilen deliller dörttür.



şimdi bu itibarların değişikliği göz önüne alınrsa nalsı ve neye göre münazara edeceğiz? Dört delil varya derseniz, deriz ki dört delili anlamadaki farklılıklar ne olacak?
Anahatlarıyla "delil alma ve kaynak gösterme metodlarımız" konusunda bundan bahsettim.


bir hadisi şerif söylüyorsunuz, karşı taraf albani ye göre mevzudur deyip kestirip atıyor, artık ne yapacaksınız onların delili albani olunca biz de artık başka çarelere bakıyoruz... yani mücadeleyi bırakıp takva yoluna devam ederek sohbetlerle ve ders okutarak ilme hizmet ediyoruz.
Mes'elemiz bir rivayetin mevzuluğu değildir. "ümmetimin alimleri israoğullarının peygamberleri gibidir" rivayetin mevzu olduğunu bir tek el-Elbani dile getirmiyor ki. Aliyyul Kari, Münavî, Hafız İbn Hacer, Zerkeşi, Suyuti, İmam Acluni, İmam Sehavi, el-Fetteni, İmam İbn Muflih el-Makdisi vesair muhaddis alimlerdir. Bu rivayet, hiçbir sahih hadis kitabında, müsned yada sünenlerde geçmemektedir. Hadis kitaplarına alan alimler, bu rivayeti naklettikten sonra şöyle bir not düşmüşlerdir: "hadis olarak aslının bulunmayıp, Hz. Peygamberin ağzından uydurulmuş ve zamanla hadis diye yayılmıştır" Bu rivayet daha çok tasavvufi ve nasihat kitaplarında bulunmaktadır. (bkz. Anadolu Gençlik Dergisi, Ocak-2007, sayı:84, Hadis Bölümü)


en güzeli asırlarca yaşanan tasavvuf yolunun manevi bir tevatürle kıyamete kadar devam edeceğini kabullenmektir.
Aziz hocam! Kapalılıklarla dolu bir cümle söylediniz.

1- "manevi bir tevatür" ne demek?

2- "asırlarca yaşanan" sözüyle tasavvufun şer'iliğine bir ispat sunmuş oldunuz herhalde. Fakat hayır, zira rafiziler tasavvuftan daha evvel vardılar. Ve haln de yeryüzündeler. Halbuki siz de biz de biliyoruz ki, rafiziliğin temeli temeli sapıklık üzerinedir. İnanç esasları küfürlerle doludur.
3- "kıyamete kadar devam edeceğini".. Bunun delili "manevi bir tevatür".. Öyle mi? "Manevi tevatür"ün ne olduğunu anlayabilmiş değilim.



tasavvuf ehli özellikle nakşi yolunun saliklerinin, Efendimiz s.a.v den itibaren zikrettikleri toplam 35 zatı nasıl kabul ederler?
Bilmiyorum. Kim bu zatlar? Neye göre o şecereye dahil edildiler? Onların o şecerede olmaları, yada "seyyid" - "şerif" kimselerin bu şecerede olmaları; bu yolunun doğruluğunu mu ispatlar?

Yine rafiziliğe dönüyorum.

Rafizler, kendilerini ehli beyte nisbet ederler. Yani ya seyyittirler, ya şerif.
Yine rafizilerin 12 iki imam şeceresi vardır.

Bakınız, rafiziler nbütün bunlara rağmen haklı oldukları bir tane ehli sünnet alimi tarafından söylenmemiş. Yada doğru olduğunu söylemeye yeltenenler de "şecere"leri sebebşiyle doğru olduklarını da söylememiştir.


Siz, tasavvuf yolunun doğruluğunu bu şecereye bağladınız. Bu şecereden ötürü madem ki sizlerin yolunun doğruluğu ispatlandı, öyleyse rafiziliğin de yolunun doğruluğu otomatik olarak ispatlanmış olur. Öyle değil mi?



Hak tasavvufu inkar edenler, islama uymadığını söyleyenler kendi delillerini zikretsin ve bu delilleri cumhuru ulemanın nasıl yorumladığını da beyan etsinler

"hakk tasavvuf" nedir?
Ben Tasavvufu inkar etmiyorum. Ettiğimi de söylemedim. Hatta buna dair delil bulamamam, tasavvufu inkar etmeme yetmeyeceğini de söyledim.

Ortada bir "hakk tasavvuf" varsa, bize onun "hakk" olduğunu ispat ediniz. Sizlerden biz bunu istiyoruz.


Delil istemişsiniz, ancak bu delili tasavvufu inkar edenlerden istediğiniz için, ben bu kapsamda değilim.

Dualarımın sonu Allah azze ve celleye hamd etmektir.

BİTTİ.BUYRUN.

Ömer Çelik
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
<<<Değerli Hocam! Ben, hiçbir alimin sözünün delil olmayacağını söylüyorum. "


Malumunuz üzere, alim denilen kişilerin tamamı insandır ve birer beşerdir. Hata yapma ihtimalleri vardır. >>>


Ali Kara hoca: Allaha hamd ve habbine selam ile....
Yukarki sözü söyleyen arkadaş -Ömer Çelik- kendinin edillei erbaaya tabi olduğunu söylemişti.
şimdi Allahın izniyle edille-i erbaadan olan bir takım delillerle alimlerin konumunu, ümmet için ne kadar önemli olduklarını, onların sözünün değerini tabi olunup olunmamasının neticelerini incelemeye gayret edeceğiz...Muvaffakıyyetimiz Yüce Rabbimizdendir.
Euzü billah, bismillah, yüce Allahımız kitabında şöyle buyuruyor:"Allaha, Resulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin...." (Nisa:59)

Bu ayetin tefsirinde kurtubide şu açıklama var:

Ululemrin Kimliği:
Câbir b. Abdullah ile Mücahid der ki: "Emir sahipleri (ululemr)" denilen kimseler, Kur'ân ve ilim ehli olan kimselerdir. Mâlik (Allahın rahmeti üzeri*ne olsun) in tercihi de budur. ed-Dahhak'ın şu sözü de buna yakındır: Yü*ce Allah bununla, fukahayı ve din alimlerini kastetmektedir. Mücahid'den, burda sözü geçenlerin, özel olarak Peygamber (sav)'ın ashabı olduğunu söylediği nakledilmiştir.

Semerkandi Tefsiri:
îslâm bilginleri ulû'l-emir mevzuunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir Belli başlıcaları ise şunlardır: lmâm-ı Kelbî ile imam- Mukatil, ulû'l-emrin ordu komutanları olduğunu söylemiştir, lmâm-ı Dahhâk ise, din bilginleri ve fakihlerdir demiştir.

Büyük Kuran tefsiri:
Tefsir âlimlerinden bâzıları «Ululemr»den maksat, din bilginleri*dir, dediler. Çünkü Cenab-ı Hak, başka bir âyette bu tabiri din bilgin*leri için kullanarak buyurmuştur: «Eğer onu Rasulüllah'a ve kendile*rinden olan ululemr'e götürsey diler, muhakkak ki, onlardan istinbat edebilenler onu bilecekti...» (En-Nisa: 83).

ulul emriden idareciler kasdedilmiştir itirazına karşı Fahruddin Razi'nin açıklaması:

Bu sorulara şu şekilde cevap verilir: Sahabe ve Tabiînden bir cemaatin, Hak Teâlâ'nın, 'Ve sizden olan emir sahiplerine de... "sözünü, "alimler" anlamına hamletmiş olduklarında hiçbir şüphe yoktur. Binâenaleyh biz, bundan murad, "Ehl-i hail ve'l-akd" kimselerden olan alimlerdir." dediğimizde, bu görüş, ümmetin görüşlerinin dışında olan bir görüş olmaz. Aksine bu, onların görüşlerinden birisini tercih ve o görüşü kesin bir delille tashih olmuş olur. İşte böylece, birinci sual bertaraf edilmiş olur.

Nisa 83 ayeti kerime: «Eğer onu Rasulüllah'a ve kendile*rinden olan ululemr'e götürseydiler, muhakkak ki, onlardan istinbat edebilenler onu bilecekti...» (En-Nisa: 83).

Kurtubi:

"Halbuki bunu Rasûlüne veya içlerinden emir sahiplerine döndürmüş olsalardı" yani, Peygamber (sav)!ın kendisi, yahut emir sahipleri olan kim*seler bunu söyleyip açıklayıncaya kadar kendileri bunu dillerine dolayıp açık*lamamış olsalardı...


Emir sahipleri;
el-Hasen, Katade ve başkalanndan, ilim ve fıkıh sahibi kim*selerdir diye nakledilmiştir.

Tefsirul Hadis:

2- Onların üzerine böyle bir durumda meseleyi Nebi (s)'ye veya kendilerindeki ilim sahibi kişilere götürmeleri ve onların bu mesele hakkında maslahata göre vereceği ka*rarları beklemelerinin gerekliliği beyan edilmektedir.


Bu açıklamalar tefsir tercümeleri sitesinde ilgili ayetlerde daha teferruatıyla mevcuttur.

Bunların özü, işi bilen allimlerin sözünün Allah katında değerli ve itibar edilir olduğudur. Onların sözü yabana atılmaz. onların sözü varken sonra gelenler ona muhalif bir şey söylemeye cesaret edemezler, zaten mezhebler de böyle olmuş ve asırlarca devam eden ilim silsilesiyle mezheblerin teferruatı yerleşmiştir.


Alimlerin sözünün delil olmayacağını iddia etmek, aslında icma ve kıyası da inkar demektir. O halde dört delili kabul ediyorum demekle aslında kabul edilmediği anlaşılmış oldu, yani şartlı kabulleri var, kendi takip ettiği alimlerin sözü onlar için delildir, başka alimler delil olmaz. Bu dediğimizi şu ifadeleri de ortaya koyar: <<Hocaları kendilerine selef alimlerinin şu sözünü söylermiş: Alimlerin sözü delil olmaz, delillendirmeye muhtaçtır>> gibi...


Bu tavsiyenin asıl hedefi, talebelerin zihninde yerleşmiş mezheb imamlarının müçtehitlerin sözlerinin itiraz edilmezliği anlayışını değiştirerek onların da sıradan bir insan gibi olduklarını, hata yapabileceklerini, beşer olduklarını kafalarına sokmak, böylece yeni müçtehitleri -müçtehit taslaklarını- yetiştirmek ve islam alemine yeni bir yön vermektir.

Bu dar anlayışın ve zararlı cereyanın evvelden beri sinsi sinsi devam ettiği ve şimdilerde artık meydanı boş bulup iyice ayyuka çıktığı herkesçe malumdur. Ancak Allahu teala her yüz yıl başında bir müceddid gönderip dinini muhafaza eder, sokulan bid'atleri ve saptırmaları def ederek dinini muhafaza eder....

Vakit buldukça devam edeceğiz.....
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
ALİ KARA HOCA: İLİM VE ALİMİN KIYMETİ HAKKINDA BAZI HADİSİ ŞERİFLER



4078 - Ebu'd-Derda radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın şöyle dediğini işittim: "Kim bir ilim öğrenmek için bir yola sülûk ederse Allah onu cennete giden yollardan birine dahil etmiş demektir. Melekler, ilim talibinden memnun olarak kanatlarını (üzerlerine) koyarlar. Semavat ve yerde olanlar ve hatta denizdeki balıklar âlim için istiğfar ederler. Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü dolunaylı gecede kamerin diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bırakırlar, ama ilim miras bırakırlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasib elde etmiştir."

Ebu Davud, İlm 1, (3641); Tirmizi, İlm 19, (2683); İbnu Mace, Mukaddime 17, (223).

4088 - Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor:"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim, bir ilimden sorulur, o da bunu ketmedip söylemezse (Kıyamet günü) ateşten bir gem ile gemlenir."
Ebu Davud, İlm 9, (3658); Tirmizi, İlim 3, (2651).

4089 - Sehl İbnu sa'd radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Vallahi, senin hidayetinle bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır."
Ebu Davud, İlm 10, (3661); Buhari, Ashabu'n-Nebi 9; Müslim, Fedailu'l-Ashab 34, (2046).

4096 - İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Benden bir şey işitip onu (artırıp eksiltmeden) işittiği şekilde başkasına ulaştıran kimsenin (Kıyamet günü) Allah yüzünü taze kılsın. Zira, kendisine ulaştırılan öyleleri var ki, bizzat işitenden daha iyi kavrar."
Tirmizi, İlm 7, (2658).

4097 - Abdullah İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Bir ayet bile olsa benden başkasına götürün. Beni İsrail (hikâyelerin)den de rivayet edin, bunda bir mahzur yok. Ancak kim bile bile bana yalan nisbet ederse cehennemdeki yerini hazırlasın."
Buhari, Enbiya 50; Tirmizi, İlm 13, (2671).



4099 - Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan iki kap ilim hıfzıma aldım. Bunlardan birini aranızda neşrettim. Ama diğerini söyleyecek olsam şu gırtlağımı kesersiniz."
Buhari, İlm 42.


4108 - İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah ilmi (verdikten sonra), insanların (kalbinden) zorla söküp almaz. Fakat ilmi, ülemayı kabzetmek suretiyle alır. Ülema kabzedilir, öyle ki, tek bir alim kalmaz. Halk da cahilleri kendine reis yapar. Bunlara meseleler sorulur, onlar da ilme dayanmaksızın (kendi reyleriyle) fetva verirler, böylece hem kendilerini hem de başkalarını dalâlete atarlar."
Buhari, İlim 34, İ'tisam 7; Müslim, ilm 13, (2573); Tirmizi, ilm 5, (2654).

4109 - Ebu'd-Derda radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile beraberdik. Gözünü semaya dikti. Sonra: "Şu anlar, ilmin insanlardan kapıp kaçırıldığı anlardır. Öyle ki, bu hususta insanlar hiçbir şeye muktedir olamazlar!" buyurdular.

Ziyad İbnu Lebid el-Ensari araya girip: "Bizler Kur'an'ı okuyup dururken ilim bizlerden nasıl kapıp kaçırılır? Vallahi biz onu hem okuyacağız, hem de çocuklarımıza, kadınlarımıza okutacağız!" dedi. Resulullah da: "Anasız kalasın, ey Ziyad, ben seni Medine fakihlerinden sayıyordum. (Bak) işte Tevrat ve İncil, yahudilerin ve nasranilerin elinde, onların ne işine yarıyor (sanki onunla amel mi ediyorlar)?" buyurdu.

Cübeyr der ki: "Ubade İbnu's-Samit radıyallahu anh'a rastladım. Kardeşin Ebu'd-Derda ne söyledi, işittin mi? dedim. Ve ona Ebu'd-Derda'nın söylediğini haber verdim. bana: "Ebu'd-Derda doğru söylemiş, dilersen kaldırılacak olan ilk ilmin ne olduğunu sana haber vereyim: İnsanlardan kaldırılacak olan ilk ilim huşu'dur. Büyük bir câmiye girip huşu üzere olan tek şahsı göremiyeceğin vakit yakındır!" dedi."
Tirmizi, İlm 5, (2655).

4110 - Ömer İbnu Abdilaziz rahimehullah'dan nakledildiğine göre, (Medine valisi) Ebu Bekr İbnu Hazm'a şöyle yazmıştır: "Bak, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın hadisinden ne varsa yaz. Zira ben, ilmin kaybolmasından ve ülemanın gitmesinden korkuyorum. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın hadisinden başka bir şey kabul etme. Alimler ilmi yaysınlar, ilim için (herkese açık yerlerde) halkalar teşkil etsinler, ta ki bilmeyenler de böylece öğrensin. Zira ilim, gizli kalmazsa helak olmaz."
Buhari, İlm 34.

6021 - Muaz İbnu Enes'in babası anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim bir ilim öğretirse ona bu ilimle amel edenlerin sevabı vardır. Bu amel edenin ücretini eksiltmez."

6022 - Ebu Katâde babasından naklediyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kişinin (öldükten sonra) geride bıraktıklarının en hayırlısı şu üç şeydir: "Kendisine dua eden salih bir evlad, ecri kendisine ulaşan bir sadaka-i cariye, kendinden sonra amel edilen bir ilim.

6024 - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sadakanın en üstünü, kişinin bir ilim öğrenip sonra da onu müslüman kardeşine öğretmesidir."


6034 - Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor:
"Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Bu ümmetin sonradan gelenleri önce gelenlerine lânet ettiği vakit, kim bir hadisi söylemez, ketmederse, Allah'ın indirdiğini ketmetmiş (gizlemiş) olur."
6035 - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim bir ilimden sorulur, o da bunu gizlerse, Kıyamet günü ateşten bir gem ile gemlenir."
6036 - Ebu Sa'îdi'I-Hudrî anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim insanların dini işlerinde Allah'ın faydalı kıldığı bir ilmi gizlerse, Allah, Kıyamet günü onu ateşten bir gem ile gemler."

Buhari ve diğer sahih hadis kitaplarından derlediğimiz şu rivayetler alimlerin ne kadar kıymetli olduğunu ifade eder. Kıymetli olanların sözü de kıymetli olur. O halde alimlerin önüne geçmek sanki Allah ve resulünün önüne geçmek gibi olacağından, haddimizi bilerek ilim ehlinin sözlerine itibar etmek lazımdır. Ancak her Müslümanın tabi olacağı alim aynı olmaz, tutacağı yol –mezheb- bir olmaz. Bu yüzden her çeşit insanın hallerine uygun olan mezhebler İslam aleminde uygulanmış ve ortak noktada cem olunarak 4 mezhebte icma olmuştur. Zira bunların dışına çıkılması mutlaka heva yoluna girmek olacaktır.

Bizler gerçekten ehli sünnet itikadında olan bütün alkimleri ve Allah dostlarını severiz kabul ederiz. Uygulamada mensub olduğumuz mezheb ve meşrebi yaşamaya çalışırız.

Alimlere dil uzatmak, söz atmak çok kere kişinin imansız kalmasına sebeb olur, zira söz atan kişi ilimden nasibsiz ise nereyi tenkit edeceğini bilemez ve haddi aşar. Alimlerin arasındaki ilmi münazara ve ihtilaflar hadisi şerifin beyanına göre zaten rahmettir. Bu rahmeti anlamayanlar için iş zahmet olur, artık doğru olduğunu bildiği meseleleri bile kabullenemez…



Alimin sözü delil olmaz diyenler, evvela alimin kıymetini anlamaları gerekirki onlarla ilim üzere münazaramız olsun. Alimin sözünün zaten 4 delile dayandığını ve bu temellerle söz söylediğini de hatırlatmaya hacet yoktur. o halde alimin sözünü ret etmek neyi ret etmeyi gerektirdiğini de iyi düşünmeliler....
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
Ali Kara hoca: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun..” (Nahl 43)

KURTUBİ:

İbn Abbas der ki: Zikir ehli Kur'ân ehli demektir. îlim ehli oldukları da söylenmiş*tir ki, anlamları birbirlerine yakındır.


TEFSİRİ KEBİR

Alimler, müçtehidin, bir başka müçtehidi taklit edip edemeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bunun caiz olduğunu ileri sürmüşler ve bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "İki müçtehitten birisi bir şeyi bilemediği zaman, Cenab-ı Hakk'ın, "Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun" ayetinden dolayı, onun o şeyi bilen başka bir müçtehide başvurması vacip olur. Binâenaleyh, bu vacip olmasa dahi, en azından caiz olur.



TABERİ TEFSİRİ

Diğer bir kısım müfessirler ise, âyetteki "Ehl-i Zikr" den maksadın, Kur'an ehli kimseler olduklarını söylemişler, buna delil olarakta, Kur'an-ı Kerimin başka yerlerinde "zikir" kelimesinin "Kur'an" mânâsına geldiğini gösteren misalleri vermişlerdir. Bu görüşe göre de âyetin izahı şöyledir: "Ey müşrikler, daha önce gönderilen Peygamberlerin de bir kısım erkek kişiler olduklarını bilmiyorsanız, Kur'ana iman eden Kur'an ehline sorunuz. Kendi mantığınızla karar vermeyiniz."

Ebu Cafer el-Bâkır ise: Buradaki "Ehl-i Zikr" den maksat biziz. Yani, ümmet-i Muhammeddir." demiştir.

Bununla beraber, âyet-i Kerimenin mânâsı geneldir. Bu sebeple "Ehl-i Zikr"i belli bir takım insanlara sıfat yapmaktansa, genel anlamda bırakıp "İşi bilenler" şeklinde izah etmenin daha uygun olacağı söylenebilir.

Bunlar ve benzer açıklamalarla ayeti kerimenin bize dönük cihetine bakarsak meseleleri ehline bilenlere sormak zaten ilahi bir emir olmaktadır. O halde bi kişi “Hiçbir alimin sözü delil olmaz” derse ne manaya gelir? Durumu ne olur? Ona nasıl yardımcı olunur?
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
Ali Kara hoca: Münazara yapacağımız Ömer Çelik, sitedeki konularda ismi geçen islam alimlerini tekfir ve küfür edenlerin haline ne diyor açıkça söylesin takiyye yapmasın, zira ilk başta tasavvufu inkar etmediğini ve delilleri öğrenmenin kendininde hakkı olduğunu ve 4 delille konuşmaya hazır olduğunu söylemişti. Biz de 4 delile tabiyiz ve bu 4 delili en iyi anlayan alimlere ve velilere tabiyiz, -kati delil yoksa- kimseyi tekfir etmeyiz.

Netice olarak münazara ve delil getirmeye başlamadan yine tekrar ediyorum, Ömer Çelik bey de aynı hakaret ve tekfir eden kimseler gibimi düşünüyor yoksa bu konuda samimi kimselerdenmi bilmemiz hakkımız. Yoksa zaten inanmadığı birşeyi ne yapacak?

Biz Resulullah s.a.v den itibaren gelen Hazreti Ebu Bekrin r.a. kalbine akıtılan manevi etkileşmeyi hissediyoruz, onunla dolan ruhumuzu nurlandırıp islamı en ince teferruatıyla yaşamaya çalışıyoruz.... Bizle her gün en az 5 bin kere Allah veya La ilahe illellah diyerek bütün masivayı açık gizli bütün bağlantıları def etmeye kalbimizden boşaltıp -Ancak Allahın zikriyle kalbler tatmin olur- ayetinin hedefine ulaşmaya gayret ediyoruz, -Allahı çok zikredin belki kurtulursunuz- ayetiyle amel etmek için zikrin çokluğuna kendimizi kaptırarak içimizi dışımızı Rabbimize teslim etmeye -tasavvufun özü de budur- çalışıyoruz.

Ali Kara hocaefendi

BİTTİ.
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
-Ömer Çelik: Bismillahi Subhanehu ve Teala.

Allah azze ve celle'ye hamd eder; Resulü olan Muhammed'e salat ve selam olsun derim.

bundan sonra;
Ey Kendisine "ilim ehli" diye hitap ettiğimiz kişi!
Allah azze ve celle'nin hakkı için, söylediğim sözlerden nasıl böyle bir anlam çıkarabildiniz?

Biz ya yanlış anlaşıldık, yada kendimizi yanlış tanıttık. Bu sebeple hem yanlışlıkları ıslah edelim, hem de söylediklerinize maddeler halinde cevaplarımızı verelim:

1-Allah azze ve celle; "Bilmiyorsanız zikir (ilim) ehline sorun" (16/Nahl/43) buyurduğu halde, benim bu ayete muhalif konuştuğumu insaf ve izan sahibi hangi mü'min söyleyebilir? Oysa alimler; bu ümmetin kandilleridir, cehaletin, karanlığın karşısına çekilmiş keskin kılıç olduğu halde, hangi hakla bu keskin kılıcın önüne boynumu koyabilirim? Bunu ya aklı olmayan birisi, yada cahillerin cesaretiyle ve İmam Şafii (Rahimehullah)'nin "ne kadar cahille tartıştıysam yenildim, ne kadar alimle tartıştıysam galip geldim" sözünü kabul eden biri olarak bana alimleri kabul etmeme veya alimlere danışmama pozisonunu hangi hakla yükleyebilirsiniz?

2-Bizim, ilim ehlinden öğrendiğimiz, yukarıdaki "Alimlerin sözleri delil değil, delillendirilmeye muhtaçtır" usüli kaidesi, anlaşılması için alim olmaya gerek duyulmayan mübeyyen bir cümledir ve "nassın bulunmadığı yerde ictihad caizdir" kaidesi ile aynı paraleldedir. "İctihadla ortaya konan hükümlerin inkarı dahi ittifakla kişiyi kafir etmez." (Bkz. Molla Aliyyul Kâri, "Şerhu Fıkhul Ekber", Çağrı Yayınları, 2003, 5. Baskı, Sayfa: 158) Dikkat edilirse, biz inkardan dahi bahsetmedik. Oysa ki, Molla Aliyyul Kari (Rahimehullah), alimlerin ictihadla ortaya konan görüşlerinin, yani ictihada dayanan delile dayanmayan, inkarı dahi kişiyi kafir yapmazken, bizim "alimlerin sözü delil değil, delillendirmeye muhtaçtır" ifademizin neresi acaba terstir?

Yukarıdaki mezkur cümlede benim icma edilmiş veya icma değil de ittifak(*) olunan konular hakkında kullanılan bir cümle değildir. Aksine bu kaide, ictihada mevzu olan durumlar için geçerlidir. Yani, alimler herhangi bir konuda icma eder, hatta bu icma'yı bir kişi dahi rivayet ederse bize düşen edilleyi şer'iyeden icma'yı kabul etmektir. Bu nedenle bize iki uc kişi olan İbn Teymiyye ve İbnul Arabi, Cennetin veya Cehennemin varlığı konusunda icma' olduğunu rivayet etseler, bize düşen bu icma'yı şahıslarına bakarak değil, icma'nın Şari'nin (azze ve celle) bizler arasındaki hukukunun şartlarından olduğundan dolayı kabul etmektir.

3-Müslümanların Cemaat ve Cemadat ayrımını ve önemini yapamamalarından dolayı bir fikri veya delili kabul etmek için ''falan kişi hakkında nasıl düşünüyor?'', ''hangi mezheptendir?'' vs kendince rakibini sağ gösterip sol vurma ifadeleri ile diskalifiye etmenin ve baskın gelmenin ifadesidir. Oysa ki, bizler bu gibi sorularla -örneğin; "mezhebin nedir? gibi- kişileri tanımlamaya çalışırsak "acaba Hz. İsa (Aleyhisselam) nüzul edince hangi mezhebe göre namaz kılacaktır?" veya "İmam Mehdi(Aleyhisselam) gelince hangi mezhep ile amel ediyor?" diyerek mi bu kıyametin iki habercisini kabul edeceğiz?

Dolayısıyla bizler batının zahirle çelişmesi durumunda, batının batıllığı ve zahir tercih edilmesi gerektiği hususunda aramızda ittifak etmişken, bundan sonra bana ne amaçla bazı şahısları sorarak, beni sınamaya veya beni ölçmeye çalışıyorsunuz? Aynı soruyu daha açık bir ifade ile ben size: "İbn Teymiyye hakkında nasıl düşünüyorsunuz?" diye sorarak mı size dostluk veya düşmanlığımı ilan edeyim?


4-Ulul emre masiyet olmayan işlerde itaat vaciptir. Bu konuda ulema arasında bilinen bir ihtilaf vakii değildir. Küfür olan işlerde isyan (bu hususta icma vardır. bkz. Sahihu Müslim Şerhi, Nevevi, Kitabu’l-İmara, Darul Fikr, 12/229'da Kadı Iyad'tan: Tam Metin: قال القاضي عياض: أجمع العلماء على أن الإمامة لا تنعقد لكافر، وعلى أنه لو طرأ عليه الكفر انعزل، وقال: وكذا لو ترك إقامة الصلاة والدعاء إليها ; Fethul Bari, İbni Hacer, 13/7, 8, 112, 123'da İbnu't Tin'den nakille: tam Metin: إذا كفر الحاكم .. وملخصه : أنه ينعزل بالكفر إجماعاً ، فيجب على كل مسلم القيام في ذلك ) vardır, fakat itaat yoktur. Küfür olmayan masiyetlerde ise isyan da yoktur, itaat de. (Buhari ve Müslim'de geçen "Allah'a isyanın olduğu yerde kula itaat yoktur" ve benzeri hadisler buna deliller)


5-"Delil"den kastımız; şer'i bir hükümde ispat vasıtalarından biri olan şeydir. Biraz daha açıklayıcı olayım: Haram olduğunda icma olan yada haram olduğu Kur'an'la sabit olan veya Haram olduğu Sünnet'le sabit olan bir ameli yada sözü helal gören bir alimin sözü ispatlayıcı değildir. Asıl olan İcma'da geçendir, Kur'anda geçendir, Sünnet'te geçendir. Şayet sizin "delil" tanımız da bu şekildeyse size şöyle bir soru sormam gerekir: haram olduğu kat'i olan bir ameli yada sözü; öncesinde kendisine itaat ettiğimiz, kendisini ilim ehli olarak gördüğümüz bir müctehid, "helaldir" diye fetva verse, o müctehidin fetvasını mı dikkate alırız, yoksa kat'i olan hükmü mü? İnşaAllah delilden kastımın, alimlerden faydalanma, onlara itaat etme gibi konular olmadığını anlamışsınızdır.


<<Hocaları kendilerine selef alimlerinin şu sözünü söylermiş: Alimlerin sözü delil olmaz, delillendirmeye muhtaçtır>>
Biz, bize yakışan edebi takınıyoruz. Bu alaycı ve küçük gören üslupları ilim ehline yakışmaz.


Bu tavsiyenin asıl hedefi, talebelerin zihninde yerleşmiş mezheb imamlarının müçtehitlerin sözlerinin itiraz edilmezliği anlayışını değiştirerek onların da sıradan bir insan gibi olduklarını, hata yapabileceklerini, beşer olduklarını kafalarına sokmak, böylece yeni müçtehitleri -müçtehit taslaklarını- yetiştirmek ve islam alemine yeni bir yön vermektir.

Bu dar anlayışın ve zararlı cereyanın evvelden beri sinsi sinsi devam ettiği ve şimdilerde artık meydanı boş bulup iyice ayyuka çıktığı herkesçe malumdur. Ancak Allahu teala her yüz yıl başında bir müceddid gönderip dinini muhafaza eder, sokulan bid'atleri ve saptırmaları def ederek dinini muhafaza eder....


Yukarıdaki maddeler halinde sıraladıklarımızı dikkatlice, fıkh ve fehm ile okunacak olursa, bizim hakkımızda bu söylenen sözlerin geçersizliği anlaşılacaktır.

Ali Kara Hoca, tasavvufu ispat edemedeniz. Öyleyse, sizin ispat edemediğiniz tasavvufun İslam'dan olmadığını ben ispat edeyim İnşaAllah.

Tasavvufun, İslam'dan olmadığını inşaAllah müsait olduğum zamanlarda paylaşacağım.

________

(*) İcma' ile ittifak arasında fark vardır.

Ömer Çelik
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
Ali Kara hoca:BİR RİVAYETİN İNCELEMESİ

“ÜMMETİMİN ALİMLERİ, İSRAİLOĞULLARININ PEYGAMBERLERİ GİBİDİR.”Bu rivayet bazı kitablarda hadisi şerif olarak zikredilmiştir. Diğer bazı eserlerde haber diye zikredilir. Biz de aklımızda kalan şekliyle hadisi şeriftir dediğimiz de, muhalif düşünen Ömer Çelik bunun israiliyyattan olan uydurma bir söz olduğunu söyledi ve Anadolu Gençlik dergisindeki kaynakları zikretti.

Biz de kütüphanemizi tarayarak işin böyle olmadığını, hadisi şerif tahriç işini iyi bilen sözü geçerli ulemanın ifadesiyle bu şekilde metin olarak muteber kitablarda aslının bulun-madığını, fakat buna yakın manalı başka rivayetler olduğunu, diğer bazı alimlerin ise bunu hadisi şerif olarak zikrettiğini gördük. Yani israiliyyat diyeni göremedik. İsrailiyyatın ne olduğunu da bilmenizi isteriz.
Aşağıda derlediğimiz kitabların adreslerini ve tercümelerini zikrettik. Nasibi olan alır…

البحر المديد - (2 / 60)
وفي الخبر : علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل ، فلكل زمان رجال يقومون بالشريعة الظاهرة وهم العلماء ، ورجال يقومون بالحقيقة الباطنة ، وهم الأولياء ، فمن قصر في الجهتين قامت عليه الحجة ، ولله الحجة البالغة ، فمن أسرف أو طغى أدبته الشريعة وأبعدته الحقيقةBahru-l Medid 2/60

Haberde şöyle geldi: “ümetimin alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.” Her zaman için adamlar vardır, zahiri şeriat hükümleriyle kaimdirler. Bunlar alimlerdir.
Bir takım adamlar da varki Batıni hakikatlerle kaim olurlar, bunlar velilerdir. Kim (görüşünü) bir tarafa ait tutarsa, üzerine huccet (delil) kaim olur. Açık huccet Allah içindir. Kim ileri gidip haddi aşarsa, şeriat onu edeblendirir ve hakikat onu uzaklaştırır.

تفسير الرازي - (8 / 302)
قال النبي صلى الله عليه وسلم : « علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل »
Tefsiri Razi 8/302 – 9/224

Nebi sallallahu aleyhi ve selem buyurdu: “ümetimin alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.”
تفسير السراج المنير - (1 / 3388)
كما روي في بعض الآثار: «علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل»
Siracı Münir Tefsiri 1/3388

Bazı eserlerde rivayet edildiği gibi: “ümetimin alimleri, İsrailoğullarının peygam-berleri gibidir.”

تفسير الشعراوي - (1 / 4326)
فَلَوْلَا كَانَ مِنَ الْقُرُونِ مِنْ قَبْلِكُمْ أُولُو بَقِيَّةٍ يَنْهَوْنَ عَنِ الْفَسَادِ فِي الْأَرْضِ إِلَّا قَلِيلًا مِمَّنْ أَنْجَيْنَا مِنْهُمْ وَاتَّبَعَ الَّذِينَ ظَلَمُوا مَا أُتْرِفُوا فِيهِ وَكَانُوا مُجْرِمِينَ (116)
ولذلك يقول رسول الله صلى الله عليه وسلم تأكيداً لهذا المعنى «علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل »
Şaravi Tefsiri 1/4326

“Sizden önceki asırlarda yeryüzünde (insanları) bozgunculuktan alıkoyacak faziletli kimseler bulunsaydı ya! Fakat onlardan, kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kısmı müstesnadır (bunlar görevlerini yaptılar). Zulm edenler ise, kendilerine verilen dünya-lığın peşine düştüler. Zaten günahkâr idiler.”(Hud:116)

Bu sebeble (yani alimlerin önemine binaen) Resulullah s.a.v şu manayı kuvvetlendir-mek için buyurdu:“ümmetimin alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.”
تفسير النيسابوري - (1 / 264)
قال صلى الله عليه وسلم « علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل » « إن الله سيبعث لهذه الأمة على رأس كل مائة من يجدد لها دينها »
Tefsiri Nisaburi 1/264

Resulullah s.a.v buyurdu: “ümmetimin alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.” “Muhakkak Allahu teala şu ümmet için her yüz yıl başında, dinini yenileyecek (bid’atlerden arındıracak) kimseyi gönderir.” مفاتيح الغيب - /19 / 77)
ولذلك قال عليه السلام ( علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل )
Aynı rivayet Miftahul Gayb 19/77 de mevcut.

نظم الدرر - (6 / 433)
كما روي في بعض الآثار « علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل »
Nazmud Dürer 6/ 433 de : Bazı eserlerde rivayet edildiği gibi denildi. Bu rivayeti hadisi şerif olarak zikretmedi.

فيض القدير - (1 / 21)
ولهذا قال المصطفى " علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل " (الحديث متكلم فيه والصحيح من قول النبي صلى الله عليه وسلم " العلماء أمناء الرسل " الحديث " والعلماء أمناء الله على خلقه ")
Feyzul Kadir 1/21

“ümmetimin alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.” (Bu hadisi şerif hakkında konuşulmuştur. Yani sıhhati hakkında) Nebi s.a.v in kavlinden sahih olan şu rivayet vardır: “Alimler, Resullerin emin kıldığı kimselerdir.” “Alimler, Allahın, halkı üzerine emin kıldığı kimselerdir.”
فيض القدير - (4 / 504)
سئل الحافظ العراقي عما اشتهر على الألسنة من حديث علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل فقال : لا أصل له ولا إسناد بهذا اللفظ ويغني عنه العلماء ورثة الأنبياء وهو حديث صحيح.
Feyzul Kadir 4/504

Hafızı Iraki’den, dillerde meşhur olan “ümmetimin alimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidir”hadisinden soruldu, şöyle dedi: Onun aslı yok, şu lafızla isnadı yok. Buna ihtiyaç bırakmayan şu rivayet var:“Alimler, peygamberlerin varisleridir.” Bu sahihtir.

مرقاة المفاتيح شرح مشكاة المصابيح - (9 / 212)
ويشهد له قوله عليه الصلاة والسلام فضل العالم على العباد كفضلي على أدناكم ويؤيده حديث علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل وإن تكلم في إسنادهMişkat şerhiMirkatul Mefatih (Aliyyul Kari’nin eseri) 9/212
Bu manaya (geride zikrettiği bahse), Resulullah s.a.v in şu sözü şahitlik eder: “Alimin, abid üzerine fazileti, benim sizin en düşüğünüz üzerine olan faziletim gibidir.”
Bu manayı da şu hadisi şerif kuvvetlendirir: “ümmetimin alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.” Her nekadar isnadı hakkında söz söylenmişse de…

Şimdi tahriç erbabının inceleme şekline bakalım! Acaba hangisi bu rivayete İsrailiyyat demiş?

الفوائد المجموعة في الأحاديث الموضوعة - (1 / 286)
حديث علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل قال ابن حجر والزركشي لا أصل له وروى بسند ضعيف أقرب الناس من درجة النبوة أهل العلم والجهادFevaidi Mecmua 1/286“ümmetimin alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.” Hadisi hakkında İbni Hacer ve Zerkeşi, aslı yoktur demişler. Zayıf isnadla bu manaya uygun şu rivayet zikredildi: “Nübüvvet derecesine insanların en yakını, ilim ve cihat ehlidir.”

المقاصد الحسنة للسخاوي - (1 / 459)
حديث ( علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل )
قال شيخنا ومن قبله الدميري والزركشي إنه لا أصل له زاد بعضهم ولا يعرف في كتاب معتبر وقد مضى في أكرموا حملة القرآن ( كاد حملة القرآن أن يكونوا أنبياء إلا أنهم لا يوحى إليهم ) ولأبي نعيم في فضل العالم العفيف بسند ضعيف عن ابن عباس رفعه ( أقرب الناس من درجة النبوة أهل العلم والجهاد )Makasıdı Hasene Sehavi’nin 1/459
“ümmetimin alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.”
Bu hadisi şerif hakkında ulermamız aslı yoktur dediler. Bazıları “Muteber kitablarda hadis olduğu bilinmiyor” dediler. Muhakkak şu rivayet geride geçmişti :
“Kur’an yüklenenlere (alimlere) ikram edin, azkalsın Kur’an yüklenenler (nerdeyse) peygamber olacaklardı; ancak onlara vahyolunmaz.”İbni Abbas’tan -r.anhma- merfu olarak zikredildi: “Nübüvvet derecesine insanların en yakını, ilim ve cihat ehlidir.”

كشف الخفاء - (2 / 64)
1744 - علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل . قال السيوطي في الدرر لا أصل له ، وقال في المقاصد قال شيخنا يعني ابن حجر لا أصل له ، وقبله الدميري والزركشي وزاد بعضهم ولا يعرف في كتاب معتبر
Keşful Hafa 2/64

1744- “ümmetimin alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.”
Suyuti Dürer de aslı yoktur dedi.
Makasıd kitabında der: şeyhimiz yani İbni Hacer, aslı yok dedi.
Demiri ve Zerkeşi bunu kabul ettiler. Bazıları şu ziyadeliği getirdiler: Muteber bir kitabta bilinmez.

المقاصد الحسنة للسخاوي - (1 / 757)
نظرة في وجه العالم عبادة العلماء ورثة الأنبياء علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل الفقهاء أمناء الرسل لفقيه واحد أشد على الشيطان من الف عابد
اختلاف امتي رحمة لا تجتمع أمتي على ضلالة
ما رآه المسلمون حسنا فهو عند الله حسن

Sahavinin Makasıdı hasenesi 1/757

“Alimin yüzüne bakış, ibadettir.”
“Alimler, Peygamberlerin varisleridir.”
“ümmetimin alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.”
“Fakihler, Resullerin eminleridir.”
“Bir fakih, şeytan üzerine bin ağabeytten daha şiddetlidir.”
“ ümmetimin ihtilafı rahmettir.”
“ümmetim dalalet üzerine toplanmaz.”
“Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir.”

Netice:
Yukarda İbni Mesud’dan merfu olarak zikredilen “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir.” Hadisi şerifi göz önünde bulundurarak deriz ki; şu bahsini ettiğimiz rivayet –ümmetimin alimleri israiloğullarının peygamberleri gibidir-, tahriç erbabının şartlarına göre sabit olmasa da, alimlerin güzel görmesine uygun olup yukarda zikrettiğimiz ve daha pek çok zikredemediğimiz kitablarda zikredilmiştir. O halde bir veya birkaç alimin lafız itibarıyla kabul etmediği (zira mana itibarıyla uygun hadisi şeriflere münasibtir), fakat buna mukabil bir çok alimin eserinde mevcut olan bir rivayeti kalkıp –israiliyyattandır- diye yaftalamak safdışı bırakmak, geniş ilmi ve müsamahası olan gerçek ilim erbabına yakışmaz. Üstelik aynı manayı çağrıştıran bir çok rivayetler de mevcuttur. Zaten bu gibi rivayetlerle itikadi ve kati hüküm ifade eden bir şeyi de isbat etmiyoruz, sadece alim olarak bilinenlerin sözünün bizim için ne kadar önemli olduğunu ifade etmek istiyoruz.

İşin başında bazı temelleri ortaya koymak karşı tarafın hakkı olduğu gibi (şöyle demişlerdi: 4 delille konuşacağız, kaynak getirilecek gibi…) bizim de bazı usullerimiz olduğunu bildirmiş olalım. Yani biz bütün ehli sünnet alimlerin sözüne kıymet veriyoruz, ama mezhebimizin itikadi ve fıkhi konularına sadık kalıyoruz. Ehli sünnetten ayrı kalan alimlerin sözlerinden bir kısmını da ehli sünnete uygun olması kaydıyla alıyoruz. Aynı şartları kabul ediyorsanız sizinle anlaşmak çok kolay.. Ne gibi? Yemek içmek giyinmekteki değişik renk tad v.s. hususlarda kimsenin özel uygun isteğine müdahale edemeyiz. Aynı şekilde temelde (itikad-haram-helal gibi 4 delile dayanan hususlar) aynı düşünüp inandığımıza göre, aradaki farklı anlayış ve haller asla sorun olmaz. Nitekim 4 mezheb arasındaki farklılıklar gibi. Hiç biri diğerini tekfir etmez. Ama bid’at mezhebleri, maalesef hemen tekfir ediyor…..Halbuki kıble ehli tekfir edilmez.

Ö. Çelik beye bizim adımıza sorun; 4 delile bağlı kalarak, asırlarca bu kaynaklardan beslenen alimler, veliler, mücahitler, idareciler bizim için önderdir, itibar edilir, sözlerine değer verilir, onların sözü varken önlerine geçmeyiz… Kendileri acaba buna da –Hiçbir alimin sözü delil olmaz- diyerek ret mi edecek?

“Benden bir söz rivayet ettiğinizde, hakka muvafık olursa onu tasdik ediniz” (Sahavi 1/757)rivayetini temel alarak 4 delile uygun olan, en azından yani zıt olmayan hususları da göz ardı edemeyeceğimizi bildiririz. Aksi takdirde hiçbir alimin sözü delil değilse, o zaman ortaya feci bir durum çıkar, şöyle ki Buhari, Müslim, Tirmizi, ebu Davud v.s diğer sahih rivayet sahiblerinin sözlerini de inkar etmek lazım gelirki, o zaman din nerde kaldı? Kimin sözü ile tatbikatımızı delillendireceğiz? İşi nereye götürüyoruz??? İyi düşünmek lazım, Allahın nuruyla bakıp evvelkilerin (ashab-tabiin-tebei tabiin- eimmeyi müçtehidin yani selefi salihin) sözünü ölçü almaktan başka çare yok.

Şayet bunu kabul ediyorsanız, El fark beynel Fırak isimli akaid kitabının tasnifini size göndereceğim, hicri 400 senelerinde yaşamış olan bu Bağdatlı Şafii alimin, ehli sünnetin sınıflarını beyan sadedinde yazdığı bölümü zikredeceğim…İnşaallah…. Daha sonra tasavvuf ehlinin delil olarak getirdiği ayetler ve hadisi şerifleri sırasıyla zikredeceğiz…..


*********************

Selamun aleykum
Ö.Çelik bey bizim ilk yolladığımız yazıyı didik edince biz bir şey demedik, sadece -hiçbir alimin sözü delil değildir- diye söylediği cümlenin zahirine bakarak yanlışlığını ifade ettik. zahir yani hakikat manası varken mecaza ve tevile gidilmez kaidesine göre ilk anlaşılana göre bunun yanlış olduğunu ifade ettik. ama kendileri bundan kastının ictihad ehli olmadığını söylemişler, bir kısmını kurtarmış oldu, bu da kabul, ama size gönderdiğim yazıda söylediğim gibi dillerde dolaşan bazı rivayetlerin tahriç ehline göre başka türlü tasnif ehline göre başka türlü ifade ve değerlendirmeleri vardır, ona göre neyi ne kadar ret edeceğimizde anlaşalım diyoruz. Ö.Çelik beyin sözünden anladığım sadece 4 delile dayanırsa kabul görür, diğerleri kabul görmez. Bu anlayış mezheblerin usulünde zaten böyledir. biz ayrıca bu dört delili kendine düstur edinen ve müçtehid olmadığı halde ilimde meşhur olan isimlerin sözlerinin de bizce delil ve itibar sahasında olduğundur, buna ne derler.....

daha sonra yazdığı cevabta:

<<<Yukarıdaki maddeler halinde sıraladıklarımızı dikkatlice, fıkh ve fehm ile okunacak olursa, bizim hakkımızda bu söylenen sözlerin geçersizliği anlaşılacaktır.>>


demiş, kendisinin durumunu kendisi daha iyi bilir, biz onu yargılamıyoruz haşa, biz dışa vuran açıklamaların sakıncalarını hatırlatıyoruz, zira kendisi de bizim sözümüzün israiliyyat olduğunu söyledi halbuki öyle değilmiş.....

sonraki sözü:
<<Ali Kara Hoca, tasavvufu ispat edemedeniz. Öyleyse, sizin ispat edemediğiniz tasavvufun İslam'dan olmadığını ben ispat edeyim İnşaAllah.>>

Biz daha isbat işline girişmedik, ama aceleniz varsa siz buyrun...İnşaallah davanızı isbat edemeyip bir Allah dostuna müntesib olursunuz gibi geliyor bana....... Selamlar....

Ali Kara hoca

Tasavvufu delillendirmelere geçilecek.
BİTTİ
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
-Ömer Çelik: Bismillahi Subhanehu ve Teala

Hamd, Allah azze ve celle'ye olsun, Salat ve Selam ise MUhammed (s.a.v.)'ye olsun.

Hadis Tahrici

"ümmetimin alimleri israiloğullarının peygamberleri gibidir" hadisinin muhteşem bir şekilde bizlere tahricini sundunuz. Bu hususta, ilme susayan yüreklerin, yüreklerini susuzluğunu gidermiş oldunuz.

Bu tahriciniz bizim aleyhimize bir delil değildir, aksine hem bizim lehimize bir delil hem de sizin aleyhinize bir delildir.

Diğer taraftan, bu hadisin "israiliyattandır" demem bir hataydı ve bu hatamdan rücu ediyorum. Diyorum ki, bu hadis mevzudur ve aslı yoktur.

Sizin açınızdan ise, bizim size bu rivayeti buraya vermenizin ardından söylediklerimizden farklı şeyler söylemediniz. Size bu hadisin mana olarak mevzu ve batıl olduğunu söylemedim. Söylediysem de bundan rücu ediyorum. Allah bizi bağışlasın.

Alimlerin Sözleri

Biz uzun uzadıya, usule uygun bir biçimde bu konuyu açmamıza ve kastımızı açıklamamıza rağmen, söylediklerimizin aksi ispat edilememesine rağmen neden halen anlaşılmamak için bu kadar zorlanmaktayız?

"ictihad ehli" değil, "ictihadi durumlar" dedim. Arada dağlar kadar fark vardır.
Burada şimdi ictihadın da mı tanımı yapmalıyız? Hayır..

Bakınız. Bizim sözlerimizi didik didik edip de aık aramaya kalkmayın. Sözlerimizin kastını iyice öğrenmelisiniz.

"Nass ile sabit olan şey, ictihad ile sakıt olmaz"
Her söylediğim şeyin kastını açıklamak zorunda kalmak çok zor bir durum. Anlaşılmamak daha da kötü bir durum.

İctihaddan kastımız, nassın olmadığı yerde verilen fetvadır. Bu ictihad caiz olan bir ictihaddır.
Nass ile sabit olan meselelerdeki ictihadları delil almıyoruz. Tabii olmayı tercih ediyorum. Mesela, Cumhur uelam namazda iken elleri göğüslere koymanın sünnette olduğunu söylemişler. Hanefi fukahası ise ellerin göbek üzerinde bulunması gerektiğinde ictihad etmişler. Her ikisi görüş de nassı delil almakta. Bu iki görüşten nassı sağlam olan hangisi ise o tercih edilir yada aralarından birinin ictihadına tabii olunur. Bu konuda hanefi fukahasının cumhuruna tabii olan birisini baz alalım. Bu kişi, bu ittibası "bu görüş delildir" diyerek değil, "bu görüşün delilleri herhalde sağlamdır" diyerek olur.

Bakınız! Henüz mezhep-mezhepsizlik iddiasına gelmedik. Ve bu konuya gelmeden o konudan bahsetmek, gereksiz olur. O konuya da gelecek az sabredelim inşaAllah.

İctihad ehli hakkındaki bir takım sözlerinize ise cevap vermeyi elzem görmüyorum. İmam Buhari yada diğer hadis imamlarının kitaplarıyla bu konuyu kıyaslamak batıl ve fasid bir kıyastır. Onlar kendi görüşlerini mi yoksa işittiklerini mi yazmaktalar? Allah için biraz fehm sahibi olalım. Alimlere söven, onlara hakaret eden, onları ciddiyete almayan var mı aramızda? Hayır yok. Öyleyse niye böyle feveran ediyorsunuz? Onlara kimse birşey demiyor. (Allah alimlerimize merhamet etsin, onlar bize yüklü ilimler bıraktı)

Uslub, usül ve edep çok önemli. Muhattabınız ben isem, benim sözlerimi, getirdiklerimi anlamak için kendinizi zorlayınız, cevap vermek için değil.

Değerli Hocam! Konu Tasavvufun İslam'dan olup, olmaması meselesidir. Halbu ki bizler, sayfalardır farklı konular üzerinde dönüp duruyoruz. Allah'a hamd olsun ki, faydalı çok şey konuştuk ve pek çok faydalı şeyler öğrendik. Fakat konumuza henüz gelemedik.

Ben ispat işini, sizin ispatı sunmanıza kadar askıya alıyorum. Nitekim münazara kurallarımız bu şekilde. Biz, sizin iddialarınızı ispat etmenizi beklemekle mükellefiz. Zira söz vermişiz, ahd etmişiz. Ahdimizi bozmak olmaz.

Ben şu anda susuyorum. Ve artık siz konuşuyorsunuz. Ta ki, siz söyleceklerinizi tam anlamıyla söyleyene kadar.

Bir üstteki mesajımı ise geçici olarak siliyorum. Diğer üyelere gözükmeyecek yani.

Delillendirme işi buyrun sizin.
BİTTİ. BUYRUN....

Ömer Çelik
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
[ الفرق بين الفرق - عبد القاهر البغدادي ]
الكتاب : الفرق بين الفرق وبيان الفرقة الناجية
المؤلف : عبد القاهر بن طاهر بن محمد البغدادي أبو منصور
الناشر : دار الآفاق الجديدة - بيروت

Ali Kara hoca:

El Fark Beynel Fırak

Müellif: Abdul Kahir bin Tahir bin Muhammed Bağdadi ebu Mansur Şafii (H.400 seneleri) Yayınevi: Darul Afaki Cedide - Beyrut
Ehli sünnet sekiz sınıftır:

1- Kelamcılardan olan bu alimler topluluğu, teşbih ve ta’dilden uzak, rafizilerin/şianın ve haricilerin bid’atların dan uzak, diğer bid’at fırkalarından ayrı olarak Allahu teâlâ’nın Zat ve sıfatlarını, Tevhid ve nübüvvet konularını, sevab-ceza, vaad ve vai’d meselelerini, ictihad-imamet konularını, Kitab ve sünnete muvafık olarak beyan etmişlerdir.

2- Ehli sünnetin itikad konularına tabi olan fıkıh imamları. Kitab ve sünnetten re’y ve ictihadla furu’ meselelerini istinbat eden takva yolu üzere olan selefi salihin (dört mezheb) imamlarıdır.

3- Hadisi şerif rivayetiyle meşgul olan hadis imamları. Sahih ile bozuk haberlerin arasını ayırmışlar, cerh ve ta’dil kurallarını beyan etmişler. Bu amellerine, asla bid’at ehlinden bir şey karıştırmamışladır.

4- Nahiv/gramer, edebiyyat, sarf ilimleriyle meşgul olan alimleridir. Lügat alimlerinin yolu üzere arapça’nın tedvinini üzerlerine almışlar, bid’at ehlinin yorumlamalarından uzak durmuşlardır.

5- Kur’anın kıraat vecihlerini ihata eden kurralar ve tefsir alimleridir. Bütün te’villeri ehli sünnetin asılarına uygun olmuştur.

6- Zahidler ve sofulardır. Kanaat ehli takva yolunda ilerleyen dervişler topluluğudur. Kendi varlıklarını yok etmişler, Allahu teâlâ’nın kaza ve kaderine razı olup aza kanaat etmişler, bütün azalarının sorumlu olduğu hissiyle amel ederek devamlı şlahi huzurda olmanın yolunu bulmuşlar. İtikad ve amelde ehli sünnetten taviz vermemişler.

7- Allah yolunca cihad eden, sınırlarda düşmanı gözetleyen mücahid topluluğudur. İslam vatanını beklerler, düşmana göz açtırmazlar, dinin muhafazası için canlarını feda ederler.

8- Ehli sünnet alametlerinin yaygın olduğu beldelerde yaşayan umum halktır. Sanaat ve ziraatla meşgul olup ehli sünnetin ihyasına destek olurlar.
İşte kitablarımızın beyan ettiği islam toplumunun temellerini meydana getiren sınıflar. Bu sınıflardan hangisi ne kadar mevcut. Bunların yerini hangi sınıflar almış, iş nereye dönmüş takdiri sizlere bırakıyoruz.
Bu gibi eserlerde tasavvuf ehli olan zahidlerin ehli sünneti meydana getiren sınıflardan olduğunu da arada belirtmiş olalım, bundan sonra delil olaral tasavvuf ehlinin dikat ettiği vaesile ayetini inceleyeceğiz….
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
ALİ KARA HOCA: TASAVVUF EHLİNİN SÖZ VE ESERLERİNDE ZİKREDİLEN DELİLLER – 1

VESİLE AYETİ: MAİDE 35


Bu ayetin tefsirinde meşhur müfessiler nasıl bir yol izlemiştir?

Bazıları sadece zahiri mana ile ve ashabı kiramdan gelen rivayetlerle umumi manayı zikretmiştir. Diğer bazıları da bir takım hususi manaları zikretmiştir.

Dolayısıyla umumi manaya göre konuya bakarsak, Allahın rızasına ulaştıran ve islama uygun olan her fiil vesile olabilir. Sadece bir manayla kayıtlamak asla doğru olmaz, zira alimlerin açıklamaları bizim için önemlidir.



EVZA-UL BEYAN: 1/402

Allahu teala buyurdu: “Ey iman edenler! Allahtan sakının (takva olun), ona (ulaşmakta) vesile edinin.” Maide:35
Bilki cumhur ulema burada vesile ile muradın, Allahu tealanın emirlerine yapışmak ve yasaklarından sakınmakla, Muhammed s.a.v in getirdiği şeriata uygun olarak, Allah için ihlas ile ona yakınlık elde etmektir. Zira sadece bu (usul) Allahın rızasına ulaştıran yoldur, onun katındaki dünyevi ve uhrevi hayırlara nail olmaktır.

Vesilenin aslı: Bir şeye yakınlık hasıl eden ve ulaştıran yoldur ki, alimlerin icmasıyla bu da Salih amellerdir. Zira Allahu tealaya ulaşmak için Resulü s.a.v e tabi olmaktan başka yol yoktur.

Buna göre vesileden maksad olan şeyi açıklayan ayetler pek çoktur.

“Resul size neyi getirditse onua alın, neyden sizi yasaklamışsa onu terk edin.” 7/59

“Deki: Şayet Allahı seviyorsanız, bana tabi olun” 3/31

“Deki: Allaha ve resulüne itaat edin.” 24/54
daha bir çokları gibi.

İbni Abbastan r.a gelen bir rivayette vesileden murad, hacettir. Bunun Araplar tarafından bilinip bilinmediğini sorana şairin sözüyle delil getirmiştir.

Buna göre mana: “Hacetinizi Allah’tan taleb edin” şeklinde olur. Zira sadece hacetleri vermeye Allahu teala kadirdir. Hadisi şerifte şöyle gelmiştir: “İstediğin zaman Allah’tan iste.”



BAHR-UL MUHİT 4/424

Kendisi ile taleb edilmesi istenen vesile, yakınlık, hacet, taat, cennet veya cennetin en üstün derecesi değimlidir? Bu hususta müfassirlerin değişik görüşleri vardır.



BAHR-UL MUHİT 2/63

“ona ulaşmak için vesile taleb edin….” Onun rızasına ulaşmak için vesile taleb edin, itaatlerle cenabı kudsisine (kudsi Zat’ına) yakınlık taleb edin.

“Yolunda cihad edin…” Zahiri ve Batıni düşmanlarıyla muharebe etmekle.

Buradaki işaret mana: Ariflerin sohbetinden ve onların huzurunda oturma, onlara hizmet etmek, onlara itaat etmekten daha yakın olan bir başka vesile yoktur. Bunların gayrısıyla Hazreti tealaya ulaşmaya vesile arayan,yolu bilmeyen (cahil) dir.

Ebu Amr ez Zeccaci r.a derki: Kişiye gaybi işler açılsa da üstadı olmasa, onlardan (gaybi şeylerden) ona bir şey gelmez.

İbrahim bin Şeyban r.a derki: Şayet biri bütün ilimleri (kendinde (cem etse), rical (ayette bahsedilen erkek sınıfına) ulaşamaz; ancak bir şeyh veya imam veya nasihat eden bir müeddib ten aldığı riyazat olması müstesnadır. Edebini, ona emreden bir amirden, ayıbını noksanını ona gösteren bir yasaklayıcıdan almadıkça, muamelelerin düzeltilmesinde o kişiye uymak caiz olmaz.

Hasılı kelam: En büyük vesile, en büyük futuhat, ancak şeyhin hükmü altına girmekle olur, zira kendi cinsinden olana boyun eğmek nefsin kabul etmediği bir şeydir, ancak boyun eğen mutmeinne nefistir ki onun için Allah tarafında ezeli inayet geçmiş. Allahu teala en iyisini bilir. (Bu kitabın bazı açıklamaları bitti. Not: Benzer açıklamalar Bahrul Medid 2/63 de mevcuttur.)


TAHRİR VE TENVİR 5/97

Burada vesile ile, kendisi ile Allaha ulaşılan şey murad edilmiştir. Muhakkak Müslümanlar bilir ki Allahu tealaya ulaşmak, mesafe bakımından değildir, fakat yakınlık ve rıza bakımındandır.

Vesile kelimesinin marife olması, cins bakımındandır yani bütün vesile cinsleridir, yani sizi Allahu tealaya yakınlaştıracağını bildiğiniz her şeydir, yani onun rızasına sizi kavuşturacak, yanında amellerinizi makbul edecek şeyler.

Hadisi kudside şöyle geldi: “Kulumu bana yakınlaştıran şeylerin, bana en fazla sevimli olanı, ona farz ettiğim şeylerdir.” (Not: Buhari olan bu hadisi şerifin devamı burada zikredilmedi, inşaallah sünnetten olan delillere geçtiğimizde bunun tam metnini zikredeceğiz.)


ALUSİ TEFSİRİ 4/470

Şu makamda sözün incelemesine gelirsek: Mahluk ile istiğase (yardım talebi), onu vesile yapmak, yani ondan dua istemek, şayet taleb olunan kişi hayatta ise (bunun) cevazında şüphe yoktur. Üstelik talep edenden daha üstün olmasına da (bu taleb işi) bağlı değildir. Bilakis faziletli olan kişi de daha düşük olandan taleb edebilir. Muhakkak Nebi s.a.v den, Ömer r.a tab dua istediği sahihtir. Umre yapmak için Efendimizden s.a.v izin istediğinde,

“Ey Kardeşimiz! Bizi dualarından bizi unutma”

Ayrıca ona, üveysi Karani’den r.a. kendisi için istiğfar etmesini talep etmeyi emretmiştir.

Ümmetine, kendisi için vesileyi talep etmelerini emretmiştir.

Daha sonra Alusi -4/472 de- Tacus Subki’nin sözünü, beğenmediği halde zikretti:

Tacus Sübki r.a şöyle dedi: Nebi s.a.v ile Rabbisine tevessül ve istiğase güzeldir, bunu selef ve haleften hiç kimse inkar etmedi, taki İbni Teymiyye geldi ve bunu inkar etti, sıratı müstekimden döndü, alimlerin kabul etmediği bir bid’atı ortaya çıkarttı, mahlukat içinde örnek oldu.

Beğavi Tefsiri 4/284 te. aynı şekilde vesilenin maksuda ulaştıran yol olduğu beyan edilir.

Taberi Tefsiri 10/291 de.

11902 nolu maddede zikredilen rivayette vesilenin, tatla ve razı olduğu amelleri işlemekle O’na yakınlaşmak olduğu zikredilir.

1105 nolu maddede, İbni Zeyd’in vesile ayeti hakkında şöyle dediğini zikretti: Mahabbettir. Allah yolunda birbirinizi sevin.


KUŞEYRİ TEFSİRİ 2/117



Vesile taleb etmek, takat ve kuvvetten beri olmaktır.

Vesile taleb etmek, insanından üzerinde gelenler ile ona yakınlaşmaktır.

Vesile taleb etmek, kadim olan yardımından üzerine gelen şeydir.

Vesile taleb etmek, senin için güzeli tercih etmesidir.

Vesile taleb etmek, itikadın şüpheden halis olmasıdır.

Vesile taleb etmek, ömrün sonuna kadar sadakatle dostluğa devamdır.

Vesile taleb etmek, amelleri riyadan arındırmak, halleri ucubtan (kendini beğenmekten) arındırmak, nefsi hazlarından kurtarmaktır.




TEFSİRİ HAKKI 1/467
Rağıb derki: Şu zikredilenler üç menzildir ki bunlar iman, hicret ve cihattır. Bunlar vesile ayetinde kasdedilen mananın aynısıdır. O halde ancak imandan sonra hicrete yol olur, heva ile cihada ancak şehevattan uzaklaşılınca yol olur. Kim buna vasıl olursa, o zaman O’nun rahmetini umması hak olur.

Aynı tefsirin 3/247 de şu açıklamalar var: Hakiki kurtuluş için Allahu teala dört şey saydı.

İman, takva, vesile edinmek,cihad.

Vesile edinmek:

Lahuti olan bekada, nasuti fena halidir. (Mevlanın nurunda dirilmek, ancak madde aleminde eriyip yok olmakla olur.) Bununla kul, varlık vasıflarının zulmetinden kurtulabilir.



Kurtubi ve İbni Kesir tefsirlerinde de vesilenin kurbet, taat, salih amel olduğu zikredilmiştir. Ayrıca Nebi s.a.v için vesileyi (cennette bulunan yüksek makamı) taleb etmeki manaları da verilmiştir.



TEFSİRLERİN BU AÇIKLAMALARINDAN SONRA HADİSİ ŞERİF VE DİĞER KİTABLARDAN KONUYLA ALAKALI BAHİSLERİ DE GÖZDEN GEÇİRDİK.


Müstedrek/Hindiye: 2/ 313 İmam Beğavi Sünnet şerhi 2/284

Vesile: Kurbettir.



Feyzul Kadir: 4/143


“Vesileyi isteyiniz” Bu, yüce menzildir. Cennetin en üst derecesidir.

Kazı derki: Vesilenin aslı, başkasına, kendisi ile yakınlaşılan şeydir. Yani, masıyetleri terk ederek O’ndan sakının, taat fiili ile O’na yakınlık taleb edin.

Vesile diye isimlendirilmesi, bir menzildir ki, oraya vasıl olan Allah’a yakın olur.



Tevessülü Kısımlandıranlar şöyle der:

Salihlerin sevgisi ve şahıslarıyla olan tevessül.

Salihlerin sevgisiyle olan tevessül caizdir, şahıslarıyla olan tevessül caiz değildir.

Tevessülü caiz görenler derki:

“Allah müttekileri sever.” Zatları, sıfatları, hayatta olmaları, ölü olmaları bakımından mutte-kileri sever. Onları sevenleri de sever. Onlara tabi olanları ve onlarla kendine tevessül edenleri de sever.

Bu manaya karşı muhalifler şu cevabı verdiler: Allah muttekileri sever, onları seven ve tabi olanları da sever, lakin onları sevmek, amellerini de sevmeyi gerektirir. Onları sadakatle seven, fiillerine de tabi ve mutabık olur, onların ameli gibi amel eder. Şayet sen muttekileri seviyorsan, Allahtan hakkıyla kork ki, onları sevdiği gibi seni de sevsin. Muttekileri sevdiğin zaman, fiillerinde onları taklit edersin. Zira kim Resulullahı s.a.v severse, sünnetini tatbik eder, tebliğ ettiği şeriatla amel eder. Salihleri seven, amellerini ıslah eder, Allahın Salih kullarının eserlerine tabi olur, işte mahabbetin alameti budur. Böyle olmayanın mahabbet iddiası yalandır.(Hakikatleri Değiştirenlere Reddiye isimli kitab 1/42)



Bu kitabı müellifi de bizim iddiamızı kabullenmiş ve itiraf etmiştir. Kur’ana ve sünnete muhalif olan tevessülü zaten gerçek tasavvuf ehli kabul etmez. Cahil sofular sözümüzün muhatabı değildir.

Tasavvuf ehlinin son dönem önderlerinden İmamı Rabbani k.s. mektubatının bir yerinde, iman ve ameli Salih tamam oldukta kişi için, kendisine ittiba edilmeye layık bir mürşide tabi olmak ta dinin bir emridir diyerek, vesile ayetini zikretmiştir.

Zira imandan sonra ameli salihi, sedece islamın beş şartıyla kayıtlarsak, kişinin sürekli olarak Allaha yakınlaşması için devam eden bir amelle meşgul olması gerekli olur. Bu amel bütün işlerde bir örneği taklit etmekten başka ne olabilirki. Ashabı kiram için canlı örnek, gözleri önünde hazırdı, fakat sonra gelenler bu devlete görmekle nail olamadılar, onun sünnetini en iyi tatbik edene tabi oldular. Zaten vesile ayetinin son bölümünde de cihadın zikredilmesi, bu manaya delalet eder. Yani kişi sürekli olarak zahiri düşmanla çarpışamaz, bu cihadın devamı ancak görünmeyen düşman ki şeytan ve nefisle olur. Bunun için ehil olan bir üstadın örnek olması ve terbiye usulünü öğretmesi akla ve vakıaya en uygun olanıdır.



TEVHİD KİTABI MÜYESSERENİN ŞERHİ 1/290

Takva burada, küfür fasıklık ve isyandan uzak durmaktır.

Allah yolunda cihada gelince, haktan dönmüşler, ilhad ve küfür ehline karşı mukavemettir. Vesile talebine gelince, iman asılları, İslam şeriatları ve ihsan hakikatlerinden olan ibadetler ve isimleri sıfatlarıyla duadır. Bu, en efdal vesiledir. İhsanı ile, nimetleri ile, varlığı ve keremi ile ona tevessül eden, muhakkak afsıya ve efadılenin mesleğine gitmiştir. Kim haceti fakrı ve zarureti ile tevessül ederse, muhakkak en hayırlısı ile ona vesile etmiştir.



TEFSİRİ SÜLEMİ 2/28

Vesileyi taleb ederek hayırları işleyin, bekli felah bulursunuz. O’na giden yolu bulursunuz.

İbni Ata’ derki: Farzları eda etmekle Rabbinize ibadet edin, haramlardan sakının. Faris derki: Din ve dünya hususunda belaları yüklenin; sizi hizmet ehlinden yaptıktan sonra ve safilik zevkinin tatlılığı ile sizi rızıklandırdıktan sonra.

“Allah (yolunda) cihad edin” Bazıları derki: Mücahede iki kısımdır. Allahın düşmanlarıyla cihad. Şeytanla cihad. En şiddetli mücahede, nefis ve heva ile olanıdır. İşte bu, Allah’ta cihattır. Bu hususta nebi s.a.v buyurdu: “Küçük cihattan büyük cihada döndünüz.”


EL HUSAMUL MAHİK Lİ KÜLLİ MÜŞRİKİN VE MÜNAFIK 1/66


Allahu tealaya, Nebi s.a.v, ashabı ve diğer mü’minlerle alakalı amellerle tevessül, meşru (bir amel) olunca, bu en hayırlı bir vesiledir. Kim Allahu tealaya Nebi’nin s.a.v mahabbetiyle, taatle, ittiba ile, ona tazimle ve sünnetini muhafaza ile, getirdiği şeylere tazimle tevessül ederse, bu ahsendir, kabule layıktır. Aynı şekilde mü’minlere mahabbetle, onlara yardım ile, hacetlerini gidermekle, onlara iyilik yapmakla, onrı muhafaza etmekle, büyüklerine tazim ve küçüklerine rahmet etmekle tevessül ederse, kabule layık bir iş yapmış olur. Bunlar Allah katında amellerin en faziletlilerindendir. Bu hallerde kişi Allaha ameli ile tevessül etmiş olur. Hadisi şerifte üç kişinin mağarada kalıp her birerleri amelleriyle Allaha tevessül etmişlerdi. Allahu teala dualarına icabet etti, yollarını açtı.



İbni Kesir,İstiğase kitabında 2/539 şöyle der:

Vesile talebi, Allaha taat olan amelledir, Salih amellerden olan şeylerle O’na yakınlık talebidir. İmdi amel işlemeye yolu olmayanın Rabbisine ne ile vesile talebi olacak?



SON DÖNEM ALİMLERİNDEN KEVSERİ ŞÖYLE DER:

Nebiler ve Salihlerle tevessül – hayatta olsunlar, vefat etsinler-, ümmetin adeti tabaka tabaka böyle devam etti. Yağmur talebinde Hazreti Ömer’in r.a sözü: Muhakkak biz, Nebimizin Amcası ile sana tevessül ediyoruz…”Bu rivayet, ashabın ashab ile tevessülüne kati nastır. Bunda, Abbas’ın r.a şahsı ile tevessülü inşa vardır. Bunu sadece Efendimizin s.a.v hayatına kasretmek, hevadan ortaya çıkan bir kusurdur, hadisi tahriftir. Kim vefatlarından sonra Nebilerle tevessülün cevazını inkara değiştirirse, -zikerilen rivayetin- mahallini değiştirmiş olur, Ömer’e r.a. aklına gelmeyen şeyi nisbet etmiş gibi olur. Dolayısıyla ölülerle olan tevessülü inkar, ancak sahih sünneti iptal olur.



Alusi Tefsiri 4/472 de şu rivayet var:



Tirmizinin rivayet ettiği ve hasen ve sahihtir dediği rivayette, Osman ibni Huneyf r.a. derki: Gözleri görmeyen biri Nebi s.a.v e geldi, selam verdi ve şöyle dedi: Allaha, afiyetim için dua et. Nebi s.a.v buyurdu: Dilersen dua edeyim, dilersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır.
Ravi, ona dua etti dedi. Sonra ona abdest almasını ve abdestini güzel yapmasını ve şu şekilde dua etmesini emretti:

“Allahım, senden istiyorum, Rahmet Nebisi olan Nebin s.a.v ile sana yöneliyorum. Ya Resulellah! Seninle, şu ihtiyacım hususunda Rabbime yöneldim, ihtiyacımı yerine getirmen için. Allahım! Onu benim hakkımda şefaatçi eyle.” İmamı Ahmed’den bunun gibisi rivayet edildi.

Beyhaki bu hadisi şerifin sahih olduğunu ifade etmiş ve şu ziyadeliği rivayet etmiştir: "A'ma, gözü görür halde ayağa kalktı." (Şevahidu-l Hakk 135)



AÇIKLAMA:

Yukarda zikrettiğimiz tefsirler ve diğer kitabların yorumunu zikrettik, birtakım tefsirler tevessülün sakat olan yönünü zikrederek bunu men etmişlerdir. Onların bakış açısı, müşriklerin putları, ehli kitabınsa peygamberlerini ilah yerine koyarak vesile etmeye kalkmala rıdır. Bunun yanlışlığı açıktır, az bir itikadi bilgisi olan bunu kolaylıkla fehömedebilir. Zira Allah dostları ve alimler, bütün Müslümanları sadece ve sadece Allaha ve Nebisi s.a.v e itaat etmeye çağırmaktadır. Zira vesile olmanın manası bunu lazım getirir. Şayet Alimler ve şeyhler, saliklerini kendilerine ve hevalarına çağırsa, o zaman vesile olmak nerden olacak. Zira zaten kendileri taliblerinin önlerindedir. O halde vesile manasını, mutlaka Allahın rızasına uygun bir amelle, yine O’na yakınlık için yapılab tüm fiillere yormak lazımdır. İşte bu mana vesilenin umumi manasıdır.

Halidi Bağdadi k.s. risalesinde, vesile ayetini delil olarak zikrettikten sonra şöyle der, vesile umumidir derseniz, bizde umumi olanın altına, bir şeyhe tabi olarak nefisle cihad edip Allahın rızasına ulaşmayı da girdiririz, hiçbir mani yoktur.



“Kavmi içinde şeyh, ümmeti içindeki peygamber gibidir.”

(Dürer-i Münteşire 1/12, Deyleminin, ebi Rebi’den isnadındandır. Razi 1/358, Mirkatul Mefatih 17/410, Keşful Hafa bunun İbni Hıbbanın zayıf rivayetlerinden olduğunu zikretti, bazıları da alimlerin sözü olduğunu zikretti.)

Şu zikrettiğimiz rivayetin hakkında ihtilaf olmasına rağmen yine de şeyhlerin hatırlı itibar edilen kimseler olduğunu anlamış oluyoruz. O halde onra tabi olmak, zincirlemesine gidersek Peygambere s.a.v tabi olmaya götürür, bu da Allahın rızasına ulaştırır. Böylece Allahın rızasına ulaşacak vesilelerden biri de şeyhe tabi olmak olur. Yine söyleyelim şeyhten murad ilmi ile amil olan takva ve salih kimselerdir, bid’at ehli değildir.



İbni Mes’ud’dan r.anhuma merfu olarak zikredilen “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir”, rivayetine göre de şeyhlere tabi olmak güzel görülmüştür.



“Kim takva olan bir imamın peşinde kılarsa, sanki Nebinin peşinde kılmış gibi olur.” (Sahavi, bu lafızla bulamadım fakat manası sahihtir, dedi. Keşful Hafa 2/29)


Ruhul Furkan Tefsiri:

Bu ayetin tefsiri Ruhul Furkan’da (7.cilt sayfa 5) bayağı uzundur, biz özetleyelim, daha genişi kendi sitemde (alikarahoca.net) vardır.

«– O'na (sizi kavuşturacak) vesîle arayın. (Mâide Sûresi: 35) »

7. cilt 5. sayfada önce kelime manası, sonra meali ve izahatlar sıralanmış. Bu ayetlerin evvelki ayetlerle irtibatı Tefsiri Kebirden aktarılmış 6. sayfada tekliflerin emir ve yasaklar diye iki kısma ayrıldığı anlatılmış, 7. sayfada kelime-i tevhidin nefiy ve isbat manasını ifade ettiği ve nefyin daha önce geldiği izah edilmiştir.

Daha sonra vesilenin ne olduğu hakkında alimlerin görüş ayrılığına geçilmiş ve ibni Kesir tefsirinden naklen Süfyanı Sevri, Talha ve Atâ r. Aleyhim hazeratının İbni Abbas’tan r.a. naklen vesilenin kurbet (yakınlık)manasında olduğunu söyledikleri açıklanmış.

İbni Katade’nin “Allahu tealanın emirlerini tutup yasaklarından kaçarak ve O’nu razı edecek işler yaparak Ona manen yaklaşmaya çalışın” diye mana verdiği aktarılmış.

8. sayfada vesilenin cennette bir makam olduğu ve buhususta ezan duasıyla beyan edilen ve Efendimiz s.a.v. için vesileyi istemekle alakalı hadisi şerif serdedil miş. Hazreti Ali r.a. nin vesilenin cennette bir derece olduğu beyan edilmiştir. Orda kiminle olacaksın sorusuna Efendimiz’in s.a.v. “Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin” buyurduğu zikredilmiş.

Alusi Tefsrinde, İbni Abbas’tan r.a. rivayetle vesilenin –hacet- manasında olduğu aktarılmış. Buna göre mana“Ancak Allahu tealaya yönelerek hacetlerinizi isteyiniz, çünki göklerin ve yerlerin anahtarları Onun kudret elindedir, başkasına yönelerek bir şey istemeyin, o takdirde ufak bir deveye sığınan zayıf kimse gibi olursunuz.” Demek olur.

Bundan sonra tevessülün yanlış anlaşılmasına değinilerek Seyyid Muhammed Alevi el Maliki rahmetullahi aleyhin Mefahim isimli eserinden meselenin açıklama sına 9. sahifede başlanmış.

Bu zat şöyle diyor: Evvela şu bilinmnelidir ki: Tevessül, dua yollarının biri Allahu tealaya yönelme kapılarından bir kapıdır. Asıl hakiki maksat, Allahu tealanın Zatıdır. Kendisi ile tevessül olunan şey ise, Allahu tealaya yaklaşmak için bir vasıta ve bir vesiledir.

İkinci olarak: Allahu tealaya yaklaşmak için bir şeyi aracı yapan kimse, ancak onu sevdiği ve Allahu teala’nın da onu sevdiğine inandığı için onunla tevessül etmiştir. Eğer bunun tersi meydana çıkacak olsa, o kişi elbette ondan insanların en uzağı ve en nefret edeni olur, yani Allahu tealanın onu sevmediğini bilse, elbette o vesile ettiği şeyden en çok uzaklaşan o olur.

Üçüncü olarak: Tevessül eden kimse, aracı kıldığı kimsenin, Allahu teala gibi bizzat fayda ve zarar verdiğine inansa, muhakkak müşrik olur.

Dördüncü olarak: Tevessül illada zaruri bir şey değildir, duanın kabulü de ona bağlı değildir, asıl olan Allahu tealaya her hangi bir surette yalvarmaktır. Nitekim Mevla tealanın: “Kullarım sana benden sorarlarsa, şüphesiz ben çok yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasını kabul ederim.” (Bakara: 186 dan)

Diğer bir ayeti kerimede: De ki: İster Allah diye dua edin veya Rahman diye dua edin, hangisiyle dua ederseniz en güzel isimler O’na aittir.” (isra 110 den) buyurmuştur.

Daha sonra herkes tarafında kabul edilen vesile kısmına girilerek, eski ümmetlerden üç kişinin mağarada kalıp yaptıkları amelleri vesile ederek dua etmeleri ve mağaradan kurtulmaları ile ilgili hadisi şerif getirilmiş.

11. sayfanın sonunda şöyle deniyor: Tevessül meselesinde bir takım anlayışsızların muhalefet ettiği konu ise, tevessül eden kişinin, kendi amelinden başka bir şeyle tevessül etmesidir.

Mesela bir kimsenin: “Ey Allahım! Sana peygamberin Muhammed s.a.v. yahut Ebu Bekir Sıddık ile veya Ömer ibni Hattab ile veya Osman veya Ali (Allah hepsinden razı olsun) veya herhangi bir veli ile tevessül ederim” diyerek bir takım zatlar ve şahıslarla tevessül etmesi, bir takımlarınca kabul edilmemekte ise de, aslında onların bu itirazı ince düşünmedik lerinden kaynaklanmaktadır.

Zira biriyle tevessül etmek, hakikatte insanin kendi ameli ile tevesdsül etmesi demektir ki bu, onlar (muhalifler) katında da kabul gören bir şeydir. Eğer inatçı ve itirazcı kimse bu meseleye basiret gözüyle bakacak olsa, elbette hakikat kendisine parlayacak, bu müşkilat çözülecek ve bu sebeble meydana gelen, müslümanları tekfir edecek derecedeki büyük fitne kaybolup gidecektir.

Bundan sonra bir şahısla tevessül eden kimsenin aslında kendi ameliyle tevessül ettiği açıklanıyor, maide suresinin 45. ayetinin bir kısmı “O (Allahu teala) onları sever, onlar da O’nu severler” getirilerek Allahu tealanın kulları içinde bir takım sevdiklerinin bulunduğu açıklanıyor.

Neticede “Falan dostun hürmetine senden istiyorum” diyen kimse, sanki “Ya Rabbi! ben falan kulunu seviyorum, onunda seni sevdiğine, sana karşı samimi olduğuna ve senin yolunda cihat ettiğine inanıyor, senin de onu sevdiğini ve ondan razı olduğunu itikad ediyorum, benim ona karşı olan sevgim ve onun hakkındaki inancım vesilesiyle senden şöyle şöyle yapmanı diliyorum.” demektedir. Lakin tevessül edenlerin ekserisi, gökte ve yerde, kendisine hiçbir şey gizli kalmayan Allahu tealanın ilmiyle yetinerek, bu kadar açıklama yapmaya gerek duymamaktadır.

Bu izahtan açıkça anlaşıldığına göre:


“Ey Allahım! Nebin Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile sana tevessül ederim.” Diyenle,

“Allahım! Peygamberine olan sevgimle sana tevessül ettim.” Diyen eşittir. Zira ilk sözü söyleyen de ancak peygamberi sevip, ona inandığı için bu tevessüle teşebbüs etmiştir. Eğer peygambere karşı sevgi ve inancı olmasaydı, onunla tevessül etmezdi. Ümmetin diğer velileri hakkında söylenecek söz de budur. Artık insaf eden bir kişi, tevessül eden bir müslümanı nasıl olurda küfürle itham ederek islam dairesinden çıkarabilir?

Bundan sonra 13. sayfa itibarıyla tevessülün delilleri zikrediliyor. Varlığından evvel Resululla s.a.v ile tevessül başlığı altında, Âdem aleyhisselamın tevbesindeki tevessülü beyan ediliyor.

15. sayfada Resululla sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatında ve vefatından sonraki tevessül başlığı. Adamın birinin gelip “Ya Muhammed! Bu ihtiyacımın yerine getirilmesi için seninle Rabbime yöneldim. Ey Allahım! Muhammed s.a.v i benim hakkımda şefaatçı kıl.” Diye Nida etmesi rivayeti getiriliyor. (İbni mace, Tirmizi, Müsnedi Ahmed, Taberani, Hakim Müstedrek)

Bu rivayette geçen olayın bir benzeri de, Hazreti Osman zamanında olduğu ve orda da aynı şekilde haceti olan kişinin dua ettiği, 17. sayfada zikrediliyor.

18. sayfada kıyamet gününde Efendimiz s.a.v ile yapılan tevessül başlığı altında, 4 rivayet beyan ediliyor.

20 sayfada Efendimiz s.a.v in eserleriyle tevessül ve teberrük bahsinde, O’nun mübarek tükrüğü, saçları, sakalı şerifi, kanı ve idrarı ile yapılan tevessül ve teberrükler sıralanıyor.

28. sayfada Efendimiz s.a.v in mübarek teriyle yapılan teberrük anlatılıyor. Ümmü Süleym’in r.anhâ rivayetinde: “Bu senin terindir, onu kokumuza katıyoruz. O kokuların en güzellerindendir.” Şeklindeki cevabı zikredilmiş.

31. sayfada Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in mübarek cildine değmekle teberrük bahsi. Sevvad’ın r.a Efendimiz’i s.a.v kucaklayıp mübarek karnını öpmesi üzerine, Resulullah s.a.v “Ey Sevvad! Bunu neden yaptın? “ diye sordu.

O, “Ya Resulellah! Gördüğün hadise vuku’ buldu, bende seninle olan en son buluşmam, cildimin senin cildine değmesi olsun istedim.” Dedi. Bunu duyan Efendimiz s.a.v ona dua etti.

38. sayfada Efendimiz s.a.v in namaz kıldığı mekan ile teberrük hakkındaki rivayetler Buhariden getirilmiş.

Orda zikredilen rivayetlerin –İtban ibni Malik’in evinde namaz kılması hadisi- peşinden şu açıklama yapılmış:

40. sayfa: İmamı Ayni, İmamı Kastalani ve İmamı Nevevi rahımehumullah, bu hadisi şeriften bir çok (16 tane) hükümler çıkartmışlardır. Bazıları:

1- Salihlerin eseriyle teberrük.

2- Onların namaz kıldıkları yerde kılmak.

3- Onlardan bir şeyi bereketli kılmalarını istemek.

4- Alimlerin ve faziletli kimselerin cemaatlerini ve tabilerini ziyaretleri.

5- Kişinin kendisinden üstün olan kimseyi davet edebileceği.




Netice:

Zikrettiğimiz ayeti kerime ve diğer rivayetler, vesile edinmekte umumi olduğu cihetten, bir çok amele şamil olunca, bu vesilelerden olan takva ve salih kimselere tabi olup onları Allah rızasını talebte vesile etmek makbul olmuş olur.

Zira bilindiği üzere, zayıf rivayetlerle, itikadi olmayan, haram ve helal etme derecesinde olamayan faziletli amellerde, delil edinmek caizdir. Biz de tasavvuf yolunun büyüklerine tabi olmayı dinimizin sünnet kısmına dahil görerek, sünneti en iyi işleyen bir Allah dostuna tabi olmayı, kendi ihtiyarımızla kabullendik. Başkalarının da tabi olmasını zaten şart koşmayız. Ancak iyi düşünülürse, kemale eren alimler ve velilerin hepsi de bir üstadın terbiyesiyle kemale ermiştir. O halde muhalifimizle ortak mesele olan, tasavvufun isbatı hususunda birinci münazaramızda, tasavvufun dindeki yerini anlamış olduk, inşaallah kabullenmiş te oluruz.

Size daha evvelce gönderdiğim Albul Kahir Bağdadi’nin El Fark Beynel Firak isimli eserinden yaptığım tercüme ile de ehli sünneti meydana getiren 8 sınıf içinde sofular-zahidler sınıfının bulunduğu da zikredilmişti.

Son dönemde bir takım ilim erbabının, bazı tasavvufçulardaki bozuk halleri baz alarak, bütün tasavvufu inkar etmeleri de kabul edilecek hak söz değildir. Zira bozukların bozukluğu, hak yolda olanlara leke olmaz. Nitekim gulatı şia’nın, Hazreti Ali’ye r.a. ilah diye iftira etmesi, Hıristiyanların İsa a.s. ilah demeleri, asla o zatlara leke olmaz.

Son dönemde tekkelerin kapatılmasıyla, boşlukta kalan Müslümanları yanlışa yönlendir-mek için, düzenin yerleştirdiği sahte şeyhlerin (kalkancı, Müslim v.s gibileri) kötü halleri, hak üzere olanları da inkara sebeb olmasın. Seyyid Kutub’un kardeşi Muhammed Kutub bir Allah dostunu ziyaret ettiğinde kendisine şöyle dediler: Ağabeyiniz tasavvufu neden inkar ederdi?

M. Kutub: Ağabeyim tasavvufun sizdeki gibi olduğunu bilseydi asla inkar etmezdi, dedi.

Şimdilik ilk bahsimizi tamamlayalım, kapalı kalan yerleri görüşürüz. Bunu tamamlarsak ikinci delilimize geçeriz. Ömer kardeşimiz bu son yolladığımız delilleri incelesin görüşlerini alalım daha sonra devam edeceğiz delillendirmeye. Selamlar.
TASAVVUF EHLİNİN SÖZ VE ESERLERİNDE ZİKREDİLEN DELİLLER – 1

VESİLE AYETİ: MAİDE 35


Bu ayetin tefsirinde meşhur müfessiler nasıl bir yol izlemiştir?

Bazıları sadece zahiri mana ile ve ashabı kiramdan gelen rivayetlerle umumi manayı zikretmiştir. Diğer bazıları da bir takım hususi manaları zikretmiştir.

Dolayısıyla umumi manaya göre konuya bakarsak, Allahın rızasına ulaştıran ve islama uygun olan her fiil vesile olabilir. Sadece bir manayla kayıtlamak asla doğru olmaz, zira alimlerin açıklamaları bizim için önemlidir.



EVZA-UL BEYAN: 1/402

Allahu teala buyurdu: “Ey iman edenler! Allahtan sakının (takva olun), ona (ulaşmakta) vesile edinin.” Maide:35
Bilki cumhur ulema burada vesile ile muradın, Allahu tealanın emirlerine yapışmak ve yasaklarından sakınmakla, Muhammed s.a.v in getirdiği şeriata uygun olarak, Allah için ihlas ile ona yakınlık elde etmektir. Zira sadece bu (usul) Allahın rızasına ulaştıran yoldur, onun katındaki dünyevi ve uhrevi hayırlara nail olmaktır.

Vesilenin aslı: Bir şeye yakınlık hasıl eden ve ulaştıran yoldur ki, alimlerin icmasıyla bu da Salih amellerdir. Zira Allahu tealaya ulaşmak için Resulü s.a.v e tabi olmaktan başka yol yoktur.

Buna göre vesileden maksad olan şeyi açıklayan ayetler pek çoktur.

“Resul size neyi getirditse onua alın, neyden sizi yasaklamışsa onu terk edin.” 7/59

“Deki: Şayet Allahı seviyorsanız, bana tabi olun” 3/31

“Deki: Allaha ve resulüne itaat edin.” 24/54
daha bir çokları gibi.

İbni Abbastan r.a gelen bir rivayette vesileden murad, hacettir. Bunun Araplar tarafından bilinip bilinmediğini sorana şairin sözüyle delil getirmiştir.

Buna göre mana: “Hacetinizi Allah’tan taleb edin” şeklinde olur. Zira sadece hacetleri vermeye Allahu teala kadirdir. Hadisi şerifte şöyle gelmiştir: “İstediğin zaman Allah’tan iste.”



BAHR-UL MUHİT 4/424

Kendisi ile taleb edilmesi istenen vesile, yakınlık, hacet, taat, cennet veya cennetin en üstün derecesi değimlidir? Bu hususta müfassirlerin değişik görüşleri vardır.



BAHR-UL MUHİT 2/63

“ona ulaşmak için vesile taleb edin….” Onun rızasına ulaşmak için vesile taleb edin, itaatlerle cenabı kudsisine (kudsi Zat’ına) yakınlık taleb edin.

“Yolunda cihad edin…” Zahiri ve Batıni düşmanlarıyla muharebe etmekle.

Buradaki işaret mana: Ariflerin sohbetinden ve onların huzurunda oturma, onlara hizmet etmek, onlara itaat etmekten daha yakın olan bir başka vesile yoktur. Bunların gayrısıyla Hazreti tealaya ulaşmaya vesile arayan,yolu bilmeyen (cahil) dir.

Ebu Amr ez Zeccaci r.a derki: Kişiye gaybi işler açılsa da üstadı olmasa, onlardan (gaybi şeylerden) ona bir şey gelmez.

İbrahim bin Şeyban r.a derki: Şayet biri bütün ilimleri (kendinde (cem etse), rical (ayette bahsedilen erkek sınıfına) ulaşamaz; ancak bir şeyh veya imam veya nasihat eden bir müeddib ten aldığı riyazat olması müstesnadır. Edebini, ona emreden bir amirden, ayıbını noksanını ona gösteren bir yasaklayıcıdan almadıkça, muamelelerin düzeltilmesinde o kişiye uymak caiz olmaz.

Hasılı kelam: En büyük vesile, en büyük futuhat, ancak şeyhin hükmü altına girmekle olur, zira kendi cinsinden olana boyun eğmek nefsin kabul etmediği bir şeydir, ancak boyun eğen mutmeinne nefistir ki onun için Allah tarafında ezeli inayet geçmiş. Allahu teala en iyisini bilir. (Bu kitabın bazı açıklamaları bitti. Not: Benzer açıklamalar Bahrul Medid 2/63 de mevcuttur.)


TAHRİR VE TENVİR 5/97

Burada vesile ile, kendisi ile Allaha ulaşılan şey murad edilmiştir. Muhakkak Müslümanlar bilir ki Allahu tealaya ulaşmak, mesafe bakımından değildir, fakat yakınlık ve rıza bakımındandır.

Vesile kelimesinin marife olması, cins bakımındandır yani bütün vesile cinsleridir, yani sizi Allahu tealaya yakınlaştıracağını bildiğiniz her şeydir, yani onun rızasına sizi kavuşturacak, yanında amellerinizi makbul edecek şeyler.

Hadisi kudside şöyle geldi: “Kulumu bana yakınlaştıran şeylerin, bana en fazla sevimli olanı, ona farz ettiğim şeylerdir.” (Not: Buhari olan bu hadisi şerifin devamı burada zikredilmedi, inşaallah sünnetten olan delillere geçtiğimizde bunun tam metnini zikredeceğiz.)


ALUSİ TEFSİRİ 4/470

Şu makamda sözün incelemesine gelirsek: Mahluk ile istiğase (yardım talebi), onu vesile yapmak, yani ondan dua istemek, şayet taleb olunan kişi hayatta ise (bunun) cevazında şüphe yoktur. Üstelik talep edenden daha üstün olmasına da (bu taleb işi) bağlı değildir. Bilakis faziletli olan kişi de daha düşük olandan taleb edebilir. Muhakkak Nebi s.a.v den, Ömer r.a tab dua istediği sahihtir. Umre yapmak için Efendimizden s.a.v izin istediğinde,

“Ey Kardeşimiz! Bizi dualarından bizi unutma”

Ayrıca ona, üveysi Karani’den r.a. kendisi için istiğfar etmesini talep etmeyi emretmiştir.

Ümmetine, kendisi için vesileyi talep etmelerini emretmiştir.

Daha sonra Alusi -4/472 de- Tacus Subki’nin sözünü, beğenmediği halde zikretti:

Tacus Sübki r.a şöyle dedi: Nebi s.a.v ile Rabbisine tevessül ve istiğase güzeldir, bunu selef ve haleften hiç kimse inkar etmedi, taki İbni Teymiyye geldi ve bunu inkar etti, sıratı müstekimden döndü, alimlerin kabul etmediği bir bid’atı ortaya çıkarttı, mahlukat içinde örnek oldu.

Beğavi Tefsiri 4/284 te. aynı şekilde vesilenin maksuda ulaştıran yol olduğu beyan edilir.

Taberi Tefsiri 10/291 de.

11902 nolu maddede zikredilen rivayette vesilenin, tatla ve razı olduğu amelleri işlemekle O’na yakınlaşmak olduğu zikredilir.

1105 nolu maddede, İbni Zeyd’in vesile ayeti hakkında şöyle dediğini zikretti: Mahabbettir. Allah yolunda birbirinizi sevin.


KUŞEYRİ TEFSİRİ 2/117



Vesile taleb etmek, takat ve kuvvetten beri olmaktır.

Vesile taleb etmek, insanından üzerinde gelenler ile ona yakınlaşmaktır.

Vesile taleb etmek, kadim olan yardımından üzerine gelen şeydir.

Vesile taleb etmek, senin için güzeli tercih etmesidir.

Vesile taleb etmek, itikadın şüpheden halis olmasıdır.

Vesile taleb etmek, ömrün sonuna kadar sadakatle dostluğa devamdır.

Vesile taleb etmek, amelleri riyadan arındırmak, halleri ucubtan (kendini beğenmekten) arındırmak, nefsi hazlarından kurtarmaktır.




TEFSİRİ HAKKI 1/467
Rağıb derki: Şu zikredilenler üç menzildir ki bunlar iman, hicret ve cihattır. Bunlar vesile ayetinde kasdedilen mananın aynısıdır. O halde ancak imandan sonra hicrete yol olur, heva ile cihada ancak şehevattan uzaklaşılınca yol olur. Kim buna vasıl olursa, o zaman O’nun rahmetini umması hak olur.

Aynı tefsirin 3/247 de şu açıklamalar var: Hakiki kurtuluş için Allahu teala dört şey saydı.

İman, takva, vesile edinmek,cihad.

Vesile edinmek:

Lahuti olan bekada, nasuti fena halidir. (Mevlanın nurunda dirilmek, ancak madde aleminde eriyip yok olmakla olur.) Bununla kul, varlık vasıflarının zulmetinden kurtulabilir.



Kurtubi ve İbni Kesir tefsirlerinde de vesilenin kurbet, taat, salih amel olduğu zikredilmiştir. Ayrıca Nebi s.a.v için vesileyi (cennette bulunan yüksek makamı) taleb etmeki manaları da verilmiştir.



TEFSİRLERİN BU AÇIKLAMALARINDAN SONRA HADİSİ ŞERİF VE DİĞER KİTABLARDAN KONUYLA ALAKALI BAHİSLERİ DE GÖZDEN GEÇİRDİK.


Müstedrek/Hindiye: 2/ 313 İmam Beğavi Sünnet şerhi 2/284

Vesile: Kurbettir.



Feyzul Kadir: 4/143


“Vesileyi isteyiniz” Bu, yüce menzildir. Cennetin en üst derecesidir.

Kazı derki: Vesilenin aslı, başkasına, kendisi ile yakınlaşılan şeydir. Yani, masıyetleri terk ederek O’ndan sakının, taat fiili ile O’na yakınlık taleb edin.

Vesile diye isimlendirilmesi, bir menzildir ki, oraya vasıl olan Allah’a yakın olur.



Tevessülü Kısımlandıranlar şöyle der:

Salihlerin sevgisi ve şahıslarıyla olan tevessül.

Salihlerin sevgisiyle olan tevessül caizdir, şahıslarıyla olan tevessül caiz değildir.

Tevessülü caiz görenler derki:

“Allah müttekileri sever.” Zatları, sıfatları, hayatta olmaları, ölü olmaları bakımından mutte-kileri sever. Onları sevenleri de sever. Onlara tabi olanları ve onlarla kendine tevessül edenleri de sever.

Bu manaya karşı muhalifler şu cevabı verdiler: Allah muttekileri sever, onları seven ve tabi olanları da sever, lakin onları sevmek, amellerini de sevmeyi gerektirir. Onları sadakatle seven, fiillerine de tabi ve mutabık olur, onların ameli gibi amel eder. Şayet sen muttekileri seviyorsan, Allahtan hakkıyla kork ki, onları sevdiği gibi seni de sevsin. Muttekileri sevdiğin zaman, fiillerinde onları taklit edersin. Zira kim Resulullahı s.a.v severse, sünnetini tatbik eder, tebliğ ettiği şeriatla amel eder. Salihleri seven, amellerini ıslah eder, Allahın Salih kullarının eserlerine tabi olur, işte mahabbetin alameti budur. Böyle olmayanın mahabbet iddiası yalandır.(Hakikatleri Değiştirenlere Reddiye isimli kitab 1/42)



Bu kitabı müellifi de bizim iddiamızı kabullenmiş ve itiraf etmiştir. Kur’ana ve sünnete muhalif olan tevessülü zaten gerçek tasavvuf ehli kabul etmez. Cahil sofular sözümüzün muhatabı değildir.

Tasavvuf ehlinin son dönem önderlerinden İmamı Rabbani k.s. mektubatının bir yerinde, iman ve ameli Salih tamam oldukta kişi için, kendisine ittiba edilmeye layık bir mürşide tabi olmak ta dinin bir emridir diyerek, vesile ayetini zikretmiştir.

Zira imandan sonra ameli salihi, sedece islamın beş şartıyla kayıtlarsak, kişinin sürekli olarak Allaha yakınlaşması için devam eden bir amelle meşgul olması gerekli olur. Bu amel bütün işlerde bir örneği taklit etmekten başka ne olabilirki. Ashabı kiram için canlı örnek, gözleri önünde hazırdı, fakat sonra gelenler bu devlete görmekle nail olamadılar, onun sünnetini en iyi tatbik edene tabi oldular. Zaten vesile ayetinin son bölümünde de cihadın zikredilmesi, bu manaya delalet eder. Yani kişi sürekli olarak zahiri düşmanla çarpışamaz, bu cihadın devamı ancak görünmeyen düşman ki şeytan ve nefisle olur. Bunun için ehil olan bir üstadın örnek olması ve terbiye usulünü öğretmesi akla ve vakıaya en uygun olanıdır.



TEVHİD KİTABI MÜYESSERENİN ŞERHİ 1/290

Takva burada, küfür fasıklık ve isyandan uzak durmaktır.

Allah yolunda cihada gelince, haktan dönmüşler, ilhad ve küfür ehline karşı mukavemettir. Vesile talebine gelince, iman asılları, İslam şeriatları ve ihsan hakikatlerinden olan ibadetler ve isimleri sıfatlarıyla duadır. Bu, en efdal vesiledir. İhsanı ile, nimetleri ile, varlığı ve keremi ile ona tevessül eden, muhakkak afsıya ve efadılenin mesleğine gitmiştir. Kim haceti fakrı ve zarureti ile tevessül ederse, muhakkak en hayırlısı ile ona vesile etmiştir.



TEFSİRİ SÜLEMİ 2/28

Vesileyi taleb ederek hayırları işleyin, bekli felah bulursunuz. O’na giden yolu bulursunuz.

İbni Ata’ derki: Farzları eda etmekle Rabbinize ibadet edin, haramlardan sakının. Faris derki: Din ve dünya hususunda belaları yüklenin; sizi hizmet ehlinden yaptıktan sonra ve safilik zevkinin tatlılığı ile sizi rızıklandırdıktan sonra.

“Allah (yolunda) cihad edin” Bazıları derki: Mücahede iki kısımdır. Allahın düşmanlarıyla cihad. Şeytanla cihad. En şiddetli mücahede, nefis ve heva ile olanıdır. İşte bu, Allah’ta cihattır. Bu hususta nebi s.a.v buyurdu: “Küçük cihattan büyük cihada döndünüz.”


EL HUSAMUL MAHİK Lİ KÜLLİ MÜŞRİKİN VE MÜNAFIK 1/66


Allahu tealaya, Nebi s.a.v, ashabı ve diğer mü’minlerle alakalı amellerle tevessül, meşru (bir amel) olunca, bu en hayırlı bir vesiledir. Kim Allahu tealaya Nebi’nin s.a.v mahabbetiyle, taatle, ittiba ile, ona tazimle ve sünnetini muhafaza ile, getirdiği şeylere tazimle tevessül ederse, bu ahsendir, kabule layıktır. Aynı şekilde mü’minlere mahabbetle, onlara yardım ile, hacetlerini gidermekle, onlara iyilik yapmakla, onrı muhafaza etmekle, büyüklerine tazim ve küçüklerine rahmet etmekle tevessül ederse, kabule layık bir iş yapmış olur. Bunlar Allah katında amellerin en faziletlilerindendir. Bu hallerde kişi Allaha ameli ile tevessül etmiş olur. Hadisi şerifte üç kişinin mağarada kalıp her birerleri amelleriyle Allaha tevessül etmişlerdi. Allahu teala dualarına icabet etti, yollarını açtı.



İbni Kesir,İstiğase kitabında 2/539 şöyle der:

Vesile talebi, Allaha taat olan amelledir, Salih amellerden olan şeylerle O’na yakınlık talebidir. İmdi amel işlemeye yolu olmayanın Rabbisine ne ile vesile talebi olacak?



SON DÖNEM ALİMLERİNDEN KEVSERİ ŞÖYLE DER:

Nebiler ve Salihlerle tevessül – hayatta olsunlar, vefat etsinler-, ümmetin adeti tabaka tabaka böyle devam etti. Yağmur talebinde Hazreti Ömer’in r.a sözü: Muhakkak biz, Nebimizin Amcası ile sana tevessül ediyoruz…”Bu rivayet, ashabın ashab ile tevessülüne kati nastır. Bunda, Abbas’ın r.a şahsı ile tevessülü inşa vardır. Bunu sadece Efendimizin s.a.v hayatına kasretmek, hevadan ortaya çıkan bir kusurdur, hadisi tahriftir. Kim vefatlarından sonra Nebilerle tevessülün cevazını inkara değiştirirse, -zikerilen rivayetin- mahallini değiştirmiş olur, Ömer’e r.a. aklına gelmeyen şeyi nisbet etmiş gibi olur. Dolayısıyla ölülerle olan tevessülü inkar, ancak sahih sünneti iptal olur.



Alusi Tefsiri 4/472 de şu rivayet var:



Tirmizinin rivayet ettiği ve hasen ve sahihtir dediği rivayette, Osman ibni Huneyf r.a. derki: Gözleri görmeyen biri Nebi s.a.v e geldi, selam verdi ve şöyle dedi: Allaha, afiyetim için dua et. Nebi s.a.v buyurdu: Dilersen dua edeyim, dilersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır.
Ravi, ona dua etti dedi. Sonra ona abdest almasını ve abdestini güzel yapmasını ve şu şekilde dua etmesini emretti:

“Allahım, senden istiyorum, Rahmet Nebisi olan Nebin s.a.v ile sana yöneliyorum. Ya Resulellah! Seninle, şu ihtiyacım hususunda Rabbime yöneldim, ihtiyacımı yerine getirmen için. Allahım! Onu benim hakkımda şefaatçi eyle.” İmamı Ahmed’den bunun gibisi rivayet edildi.

Beyhaki bu hadisi şerifin sahih olduğunu ifade etmiş ve şu ziyadeliği rivayet etmiştir: "A'ma, gözü görür halde ayağa kalktı." (Şevahidu-l Hakk 135)



AÇIKLAMA:

Yukarda zikrettiğimiz tefsirler ve diğer kitabların yorumunu zikrettik, birtakım tefsirler tevessülün sakat olan yönünü zikrederek bunu men etmişlerdir. Onların bakış açısı, müşriklerin putları, ehli kitabınsa peygamberlerini ilah yerine koyarak vesile etmeye kalkmala rıdır. Bunun yanlışlığı açıktır, az bir itikadi bilgisi olan bunu kolaylıkla fehömedebilir. Zira Allah dostları ve alimler, bütün Müslümanları sadece ve sadece Allaha ve Nebisi s.a.v e itaat etmeye çağırmaktadır. Zira vesile olmanın manası bunu lazım getirir. Şayet Alimler ve şeyhler, saliklerini kendilerine ve hevalarına çağırsa, o zaman vesile olmak nerden olacak. Zira zaten kendileri taliblerinin önlerindedir. O halde vesile manasını, mutlaka Allahın rızasına uygun bir amelle, yine O’na yakınlık için yapılab tüm fiillere yormak lazımdır. İşte bu mana vesilenin umumi manasıdır.

Halidi Bağdadi k.s. risalesinde, vesile ayetini delil olarak zikrettikten sonra şöyle der, vesile umumidir derseniz, bizde umumi olanın altına, bir şeyhe tabi olarak nefisle cihad edip Allahın rızasına ulaşmayı da girdiririz, hiçbir mani yoktur.



“Kavmi içinde şeyh, ümmeti içindeki peygamber gibidir.”

(Dürer-i Münteşire 1/12, Deyleminin, ebi Rebi’den isnadındandır. Razi 1/358, Mirkatul Mefatih 17/410, Keşful Hafa bunun İbni Hıbbanın zayıf rivayetlerinden olduğunu zikretti, bazıları da alimlerin sözü olduğunu zikretti.)

Şu zikrettiğimiz rivayetin hakkında ihtilaf olmasına rağmen yine de şeyhlerin hatırlı itibar edilen kimseler olduğunu anlamış oluyoruz. O halde onra tabi olmak, zincirlemesine gidersek Peygambere s.a.v tabi olmaya götürür, bu da Allahın rızasına ulaştırır. Böylece Allahın rızasına ulaşacak vesilelerden biri de şeyhe tabi olmak olur. Yine söyleyelim şeyhten murad ilmi ile amil olan takva ve salih kimselerdir, bid’at ehli değildir.



İbni Mes’ud’dan r.anhuma merfu olarak zikredilen “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir”, rivayetine göre de şeyhlere tabi olmak güzel görülmüştür.



“Kim takva olan bir imamın peşinde kılarsa, sanki Nebinin peşinde kılmış gibi olur.” (Sahavi, bu lafızla bulamadım fakat manası sahihtir, dedi. Keşful Hafa 2/29)


Ruhul Furkan Tefsiri:

Bu ayetin tefsiri Ruhul Furkan’da (7.cilt sayfa 5) bayağı uzundur, biz özetleyelim, daha genişi kendi sitemde (alikarahoca.net) vardır.

«– O'na (sizi kavuşturacak) vesîle arayın. (Mâide Sûresi: 35) »

7. cilt 5. sayfada önce kelime manası, sonra meali ve izahatlar sıralanmış. Bu ayetlerin evvelki ayetlerle irtibatı Tefsiri Kebirden aktarılmış 6. sayfada tekliflerin emir ve yasaklar diye iki kısma ayrıldığı anlatılmış, 7. sayfada kelime-i tevhidin nefiy ve isbat manasını ifade ettiği ve nefyin daha önce geldiği izah edilmiştir.

Daha sonra vesilenin ne olduğu hakkında alimlerin görüş ayrılığına geçilmiş ve ibni Kesir tefsirinden naklen Süfyanı Sevri, Talha ve Atâ r. Aleyhim hazeratının İbni Abbas’tan r.a. naklen vesilenin kurbet (yakınlık)manasında olduğunu söyledikleri açıklanmış.

İbni Katade’nin “Allahu tealanın emirlerini tutup yasaklarından kaçarak ve O’nu razı edecek işler yaparak Ona manen yaklaşmaya çalışın” diye mana verdiği aktarılmış.

8. sayfada vesilenin cennette bir makam olduğu ve buhususta ezan duasıyla beyan edilen ve Efendimiz s.a.v. için vesileyi istemekle alakalı hadisi şerif serdedil miş. Hazreti Ali r.a. nin vesilenin cennette bir derece olduğu beyan edilmiştir. Orda kiminle olacaksın sorusuna Efendimiz’in s.a.v. “Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin” buyurduğu zikredilmiş.

Alusi Tefsrinde, İbni Abbas’tan r.a. rivayetle vesilenin –hacet- manasında olduğu aktarılmış. Buna göre mana“Ancak Allahu tealaya yönelerek hacetlerinizi isteyiniz, çünki göklerin ve yerlerin anahtarları Onun kudret elindedir, başkasına yönelerek bir şey istemeyin, o takdirde ufak bir deveye sığınan zayıf kimse gibi olursunuz.” Demek olur.

Bundan sonra tevessülün yanlış anlaşılmasına değinilerek Seyyid Muhammed Alevi el Maliki rahmetullahi aleyhin Mefahim isimli eserinden meselenin açıklama sına 9. sahifede başlanmış.

Bu zat şöyle diyor: Evvela şu bilinmnelidir ki: Tevessül, dua yollarının biri Allahu tealaya yönelme kapılarından bir kapıdır. Asıl hakiki maksat, Allahu tealanın Zatıdır. Kendisi ile tevessül olunan şey ise, Allahu tealaya yaklaşmak için bir vasıta ve bir vesiledir.

İkinci olarak: Allahu tealaya yaklaşmak için bir şeyi aracı yapan kimse, ancak onu sevdiği ve Allahu teala’nın da onu sevdiğine inandığı için onunla tevessül etmiştir. Eğer bunun tersi meydana çıkacak olsa, o kişi elbette ondan insanların en uzağı ve en nefret edeni olur, yani Allahu tealanın onu sevmediğini bilse, elbette o vesile ettiği şeyden en çok uzaklaşan o olur.

Üçüncü olarak: Tevessül eden kimse, aracı kıldığı kimsenin, Allahu teala gibi bizzat fayda ve zarar verdiğine inansa, muhakkak müşrik olur.

Dördüncü olarak: Tevessül illada zaruri bir şey değildir, duanın kabulü de ona bağlı değildir, asıl olan Allahu tealaya her hangi bir surette yalvarmaktır. Nitekim Mevla tealanın: “Kullarım sana benden sorarlarsa, şüphesiz ben çok yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasını kabul ederim.” (Bakara: 186 dan)

Diğer bir ayeti kerimede: De ki: İster Allah diye dua edin veya Rahman diye dua edin, hangisiyle dua ederseniz en güzel isimler O’na aittir.” (isra 110 den) buyurmuştur.

Daha sonra herkes tarafında kabul edilen vesile kısmına girilerek, eski ümmetlerden üç kişinin mağarada kalıp yaptıkları amelleri vesile ederek dua etmeleri ve mağaradan kurtulmaları ile ilgili hadisi şerif getirilmiş.

11. sayfanın sonunda şöyle deniyor: Tevessül meselesinde bir takım anlayışsızların muhalefet ettiği konu ise, tevessül eden kişinin, kendi amelinden başka bir şeyle tevessül etmesidir.

Mesela bir kimsenin: “Ey Allahım! Sana peygamberin Muhammed s.a.v. yahut Ebu Bekir Sıddık ile veya Ömer ibni Hattab ile veya Osman veya Ali (Allah hepsinden razı olsun) veya herhangi bir veli ile tevessül ederim” diyerek bir takım zatlar ve şahıslarla tevessül etmesi, bir takımlarınca kabul edilmemekte ise de, aslında onların bu itirazı ince düşünmedik lerinden kaynaklanmaktadır.

Zira biriyle tevessül etmek, hakikatte insanin kendi ameli ile tevesdsül etmesi demektir ki bu, onlar (muhalifler) katında da kabul gören bir şeydir. Eğer inatçı ve itirazcı kimse bu meseleye basiret gözüyle bakacak olsa, elbette hakikat kendisine parlayacak, bu müşkilat çözülecek ve bu sebeble meydana gelen, müslümanları tekfir edecek derecedeki büyük fitne kaybolup gidecektir.

Bundan sonra bir şahısla tevessül eden kimsenin aslında kendi ameliyle tevessül ettiği açıklanıyor, maide suresinin 45. ayetinin bir kısmı “O (Allahu teala) onları sever, onlar da O’nu severler” getirilerek Allahu tealanın kulları içinde bir takım sevdiklerinin bulunduğu açıklanıyor.

Neticede “Falan dostun hürmetine senden istiyorum” diyen kimse, sanki “Ya Rabbi! ben falan kulunu seviyorum, onunda seni sevdiğine, sana karşı samimi olduğuna ve senin yolunda cihat ettiğine inanıyor, senin de onu sevdiğini ve ondan razı olduğunu itikad ediyorum, benim ona karşı olan sevgim ve onun hakkındaki inancım vesilesiyle senden şöyle şöyle yapmanı diliyorum.” demektedir. Lakin tevessül edenlerin ekserisi, gökte ve yerde, kendisine hiçbir şey gizli kalmayan Allahu tealanın ilmiyle yetinerek, bu kadar açıklama yapmaya gerek duymamaktadır.

Bu izahtan açıkça anlaşıldığına göre:


“Ey Allahım! Nebin Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile sana tevessül ederim.” Diyenle,

“Allahım! Peygamberine olan sevgimle sana tevessül ettim.” Diyen eşittir. Zira ilk sözü söyleyen de ancak peygamberi sevip, ona inandığı için bu tevessüle teşebbüs etmiştir. Eğer peygambere karşı sevgi ve inancı olmasaydı, onunla tevessül etmezdi. Ümmetin diğer velileri hakkında söylenecek söz de budur. Artık insaf eden bir kişi, tevessül eden bir müslümanı nasıl olurda küfürle itham ederek islam dairesinden çıkarabilir?

Bundan sonra 13. sayfa itibarıyla tevessülün delilleri zikrediliyor. Varlığından evvel Resululla s.a.v ile tevessül başlığı altında, Âdem aleyhisselamın tevbesindeki tevessülü beyan ediliyor.

15. sayfada Resululla sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatında ve vefatından sonraki tevessül başlığı. Adamın birinin gelip “Ya Muhammed! Bu ihtiyacımın yerine getirilmesi için seninle Rabbime yöneldim. Ey Allahım! Muhammed s.a.v i benim hakkımda şefaatçı kıl.” Diye Nida etmesi rivayeti getiriliyor. (İbni mace, Tirmizi, Müsnedi Ahmed, Taberani, Hakim Müstedrek)

Bu rivayette geçen olayın bir benzeri de, Hazreti Osman zamanında olduğu ve orda da aynı şekilde haceti olan kişinin dua ettiği, 17. sayfada zikrediliyor.

18. sayfada kıyamet gününde Efendimiz s.a.v ile yapılan tevessül başlığı altında, 4 rivayet beyan ediliyor.

20 sayfada Efendimiz s.a.v in eserleriyle tevessül ve teberrük bahsinde, O’nun mübarek tükrüğü, saçları, sakalı şerifi, kanı ve idrarı ile yapılan tevessül ve teberrükler sıralanıyor.

28. sayfada Efendimiz s.a.v in mübarek teriyle yapılan teberrük anlatılıyor. Ümmü Süleym’in r.anhâ rivayetinde: “Bu senin terindir, onu kokumuza katıyoruz. O kokuların en güzellerindendir.” Şeklindeki cevabı zikredilmiş.

31. sayfada Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in mübarek cildine değmekle teberrük bahsi. Sevvad’ın r.a Efendimiz’i s.a.v kucaklayıp mübarek karnını öpmesi üzerine, Resulullah s.a.v “Ey Sevvad! Bunu neden yaptın? “ diye sordu.

O, “Ya Resulellah! Gördüğün hadise vuku’ buldu, bende seninle olan en son buluşmam, cildimin senin cildine değmesi olsun istedim.” Dedi. Bunu duyan Efendimiz s.a.v ona dua etti.

38. sayfada Efendimiz s.a.v in namaz kıldığı mekan ile teberrük hakkındaki rivayetler Buhariden getirilmiş.

Orda zikredilen rivayetlerin –İtban ibni Malik’in evinde namaz kılması hadisi- peşinden şu açıklama yapılmış:

40. sayfa: İmamı Ayni, İmamı Kastalani ve İmamı Nevevi rahımehumullah, bu hadisi şeriften bir çok (16 tane) hükümler çıkartmışlardır. Bazıları:

1- Salihlerin eseriyle teberrük.

2- Onların namaz kıldıkları yerde kılmak.

3- Onlardan bir şeyi bereketli kılmalarını istemek.

4- Alimlerin ve faziletli kimselerin cemaatlerini ve tabilerini ziyaretleri.

5- Kişinin kendisinden üstün olan kimseyi davet edebileceği.




Netice:

Zikrettiğimiz ayeti kerime ve diğer rivayetler, vesile edinmekte umumi olduğu cihetten, bir çok amele şamil olunca, bu vesilelerden olan takva ve salih kimselere tabi olup onları Allah rızasını talebte vesile etmek makbul olmuş olur.

Zira bilindiği üzere, zayıf rivayetlerle, itikadi olmayan, haram ve helal etme derecesinde olamayan faziletli amellerde, delil edinmek caizdir. Biz de tasavvuf yolunun büyüklerine tabi olmayı dinimizin sünnet kısmına dahil görerek, sünneti en iyi işleyen bir Allah dostuna tabi olmayı, kendi ihtiyarımızla kabullendik. Başkalarının da tabi olmasını zaten şart koşmayız. Ancak iyi düşünülürse, kemale eren alimler ve velilerin hepsi de bir üstadın terbiyesiyle kemale ermiştir. O halde muhalifimizle ortak mesele olan, tasavvufun isbatı hususunda birinci münazaramızda, tasavvufun dindeki yerini anlamış olduk, inşaallah kabullenmiş te oluruz.

Size daha evvelce gönderdiğim Albul Kahir Bağdadi’nin El Fark Beynel Firak isimli eserinden yaptığım tercüme ile de ehli sünneti meydana getiren 8 sınıf içinde sofular-zahidler sınıfının bulunduğu da zikredilmişti.

Son dönemde bir takım ilim erbabının, bazı tasavvufçulardaki bozuk halleri baz alarak, bütün tasavvufu inkar etmeleri de kabul edilecek hak söz değildir. Zira bozukların bozukluğu, hak yolda olanlara leke olmaz. Nitekim gulatı şia’nın, Hazreti Ali’ye r.a. ilah diye iftira etmesi, Hıristiyanların İsa a.s. ilah demeleri, asla o zatlara leke olmaz.

Son dönemde tekkelerin kapatılmasıyla, boşlukta kalan Müslümanları yanlışa yönlendir-mek için, düzenin yerleştirdiği sahte şeyhlerin (kalkancı, Müslim v.s gibileri) kötü halleri, hak üzere olanları da inkara sebeb olmasın. Seyyid Kutub’un kardeşi Muhammed Kutub bir Allah dostunu ziyaret ettiğinde kendisine şöyle dediler: Ağabeyiniz tasavvufu neden inkar ederdi?

M. Kutub: Ağabeyim tasavvufun sizdeki gibi olduğunu bilseydi asla inkar etmezdi, dedi.

Şimdilik ilk bahsimizi tamamlayalım, kapalı kalan yerleri görüşürüz. Bunu tamamlarsak ikinci delilimize geçeriz. Ömer kardeşimiz bu son yolladığımız delilleri incelesin görüşlerini alalım daha sonra devam edeceğiz delillendirmeye. Selamlar.
Ali Kara hoca

(Ömer kardeşim bu delillere yorumlarınızı alıp hocamız ona göre devam edecekler çalışmaların sizi bekliyoruz bu son yolladığımız iki cevaptaki deliller hakkındaki görüşleriniz için)
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
quote_icon.png
Ercan Tekin tafarından gönderildi

6- Zahidler ve sofulardır. Kanaat ehli takva yolunda ilerleyen dervişler topluluğudur. Kendi varlıklarını yok etmişler, Allahu teâlâ’nın kaza ve kaderine razı olup aza kanaat etmişler, bütün azalarının sorumlu olduğu hissiyle amel ederek devamlı şlahi huzurda olmanın yolunu bulmuşlar. İtikad ve amelde ehli sünnetten taviz vermemişler.



-Ömer Çelik: Bismillah.

Siz bana, elfark beynel firaktan bir söz getirdiniz. Ve bu sözle de tasavvufun İslam'dan olduğunu mu ispat etmiş oldunuz?
Bizim ispat kaynaklarımız arasında el-Bağdadi'nin bu kitabı yoktu.

el-Bağdadi, eşari bir kimsedir. Ehli Sünnet ile eşarilik ise ayrı ayrı bvirer sınıftır. Fakat Ehli Sünnet'e en yakın sınıftır.
Burada Meselemiz, ne Abdulkahir el-Bağdadi'dir, ne de onun kitabıdır.

Bu alim, (Allah kendisine rahmet etsin) sözleri delil olmayan bir kimsedir.
Kusura bakmayın ama dört delilden de birisi değildir.

Bu alimin sözünü siz tasavvufun islamda olduğuna delil olarak öne sürüyorsanız, ben de sizlere O'nunla aynı ayarda başka bir kimseden tasavvufun İslam'dan olmadığını rahatlıkla "delillendire"bilirim. Şayet bu bir delillendirme olursa.

İnşaAlah derdimiz anlaşılmıştır.

Diğer taraftan, uzunca bir yazı eklemişsiniz ki, bu yazıyı buraya koymanızdaki hikmeti anlayabilmiş değilim. Size " "vesile"yi ispat ediniz" demedim ki. Size "tsavvufun İslam'dan olduğunu ispat ediniz" demiştim.

Vesile konusunu da konuşacağız, fakat henüz tasavvufun İslam'dan olduğunu yada olmadığını ispat edememişken, başka konulara geçemeyiz. Zira bu müzanara kurallarına aykırı olur. (Bkz. Md.5)

Benim size sorduğum soru şudur:

Tasavvuf, köken olarak nereden gelmiştir? Hangi kelimlerden gelmiştir? Bu kelimelerin çekimleri tasavvufa isnad edilebilecek kadar kuvvetli midir?

Mesela, "صوف" kelimesinden türediği iddia ediliyor. Bu kelimenin çekim kipleriyle, tasavvuf kelimesine kadar geldiğini sarf-nahivle ispat etmelisiniz.

Elbetteki bu sadece, kelimenin kökeni itibariyle ispat edilmesi.
Beklemekteyim..

Ömer Çelik
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
Ömer Çelik’e cevap …..

<<<Siz bana, elfark beynel firaktan bir söz getirdiniz. Ve bu sözle de tasavvufun İslam'dan olduğunu mu ispat etmiş oldunuz? Bizim ispat kaynaklarımız arasında el-Bağdadi'nin bu kitabı yoktu.
el-Bağdadi, eşari bir kimsedir. Ehli Sünnet ile eşarilik ise ayrı ayrı birer sınıftır. Fakat Ehli Sünnet'e en yakın sınıftır.>>>


Ali Kara hoca: Yukarda ki cavabı gönderen Ömer Çelik kardeşe aslında teşekkür etmeliyim, zira işin başından beri sözü dolaştırmamın sebebini kendisi ifade etmiş...Yani kavramlarımızın birbirini tutmadığı yine ortaya çıkmış. Ehli sünnet ile eşari veya maturidiyi birbirinden ayrı görmek,
önce ehli sünnetin ne olduğunu ve kimler bu tarife girdiğini iyice bilmediğimizi gösterir.

Yani net bir tarif olarak : Hadisi şerifin beyan ettiği fırkayı naciye olarak belirtilen topluluktur, "yani ben ve ashabımın hali üzere olanlar."
Ashabı kiramın sorusuna karşılık verilen bu Nebevi cevabla, ehli sünnetin şumulü veciz bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu tarifin kapsamına giren kimler olursa olsun aynı hükümdedirler onların belli bir imama tabi olması (eşari, maturidi, hanefi maliki şafii v.s.) değişik isimlerle tanınması, genel hükümleri olan ehli sümnnet tarifinden onları hariç bırakmaz. zira ehli sünneti ehli sünnet yapan temel kurallar vardır. Ancak ismi geçen kitab ve müellifinin şahsi hususi bir noksanlığı varsa onu da kabul etmeyiz, ama size gönderdiğimiz alıntı kısmında ehli sünnet guruplarının tasnifi, kitablara böyle geçmiştir, malumat cihetinden büyük bir topluluğun bildiği bir konudur, belki işinize yarar diye gönderdik, ama işin altından ehli sünneti tam olarak anlamadığınız ve bilmediğiniz çıktı.

Bir de ismi zikredilen alimini sizce bir değeri olmadığı da anlaşıldı, zaten evvelki açıklamalarımda da buna değinmiştim de siz güya alimleri kabul ettiğinizi söylemiştiniz. Şu ismi geçen alimin temel aldığı kaynaklar nedir? Kitab sünnet, icma ve kıyastır, ehli sünnetin kaynaklarıdır. Bunun açıkladığı bahisler her halde kendi kafasından hevasından öıkan şleyler değildir.

Ehli sünnetin diğerlerinden farkı, Allahu teala ve sıfatlarını kadim bilirler, sıfatların zat ile birlikte kadim olduğuna nanırlar, ashabın tamamını severler, en efdal olan Ebu Bekir r.a. sonra Ömer r.a Sonra Osman sonra Ali r.a. diye sıralamayı zikrederler. Efendimizin s.a.v haber verdiği hükümlerin tamamını kabul ederler. Allahu tealanın ahırette görüleceğine cennet ve cehennemin ebedi olduğuna, mizan, sırat, mahşer meselelerine iman ederler....

Bu ve daha nice temel kaideleri kabul eden herkes ehli sünnettir. özel isimle anılsa da. önce bu ortak noktayı yakalamamız lazım.....


<<Benim size sorduğum soru şudur:
Tasavvuf, köken olarak nereden gelmiştir? Hangi kelimlerden gelmiştir? Bu kelimelerin çekimleri tasavvufa isnad edilebilecek kadar kuvvetli midir?
Mesela, "صوف" kelimesinden türediği iddia ediliyor. Bu kelimenin çekim kipleriyle, tasavvuf kelimesine kadar geldiğini sarf-nahivle ispat etmelisiniz.
Elbetteki bu sadece, kelimenin kökeni itibariyle ispat edilmesi.
Beklemekteyim.. Ömer Çelik>>


Bu açıklamanıza gelince...
Tasavvuf kelimesinden kaynaklanarak işe bakarsak hedefimiz sınırlı kalır, zira konumuz tasavvuf kelimesinin kökeni değildir, konumuz tasavvufun islamdaki yeridir. Bu gün tasavvuf hangi anlamda kullanılır? Bunu çağrıştıran delalet eden ayet ve hadisi şerifleri zikrediyoruz, zira ilk asırdaki lügat manası, sonradan kullanımlarla başka manalarda ortaya çıkabiliyor veya lügat bakımından başka manada ıstılahta başka manada olabiliyor bunda zıtlık yoktur, bu, ilmin tefennün etmesidir. Mesela salat kelimesi lügatta dua manasındadır, fakat ıstılahta yani dinde salat denilince, erkanı mahsuse olan bildiğimiz namaz anlaşılır.
Tasavvuf kelimesi de böyle değişik manalarda kullanılır, üstelik çok yerde tasavvuf yerine tarikat kelimesi kullanılır, halbuki tarikat lügatta yol manasındadır ama ıstılahta tarikat bir şeyhin gözetiminde belli zikirler ve virdlerle meşgul olunan bir usul olarak anlaşılır.

O halde tasavvuf kelimesini, bazılarının sof yani yün kelimesinden türediğini söylemesi, bazılarının ise sâfi kelimesinden türediğini iddia etmesi neticeyi değiştirmez, zira bu günki veya birkaç asır evvelden beri tasavvuf ehlinin sadece yün elbise –hırka- giydiğini kimse iddia etmez. Sofu –zahid- manasında kullanıldığını kabul edersek, takva olan herkese de sofi denir, takva olmaya çalışanlara da mutasavvıf denebilir. Halbuki tasavvuf artık belli usulleri olan tarikatlar için sadece kullanılır olmuştur.
Kelimenin sadece lafzına –safi olmaya çalışmak veya yün elbise giyinmek- manalarına bağlı kalarak, tarikatın/tasavvufun islamdaki yerini isbat etmek, kimsenin uğraşmayacağı fuzuli bir iştir.

İmam Gazali –il munkızu mined dalal sahf: 30 – 31 şöyle diyor:
Sovf kelimesinden geldiğini iddia edenlere göre tasavvuf, yün giyindiği zaman denir, bu da bir izahtır, fakat bu topluluk yün giyinmeye tahsis edilmemişlerdir.
Bunlar Muhammed’in s.a.v mescidinin suffasına mensubturlar, diyenlere gelince, suffaya mensub olmak, sarf itibarıyla sofiy üzere gelmez.

Bazıları da sâfi lafzındadır derler. Sofi lafzının bundan türetilmesi, lügat itibarıyla uzaktır.
Baılzrı da saff kelimesinden türemiştir der, sanki onlar kalbleriyle ilk saftadırlar, manen ilahi huzurdadırlar der. Bu, mana itibarıyla sahihtir, ama lügat manası bu mananın ilk saff mensub olmasını gerektirmez.
Kuşeyri risalesi sahibi bütün bu görüşleri eleştirir; buy durumda tasavvuf kelimesinin iştikakını kabul etmez. Şöyle der: Bu lafız –tasavvuf- şu taife üzerine çok kullanımla artık isim olmuştur. Sofi kişi, sofi cemaat şeklinde kullanıldı. Bunlara tabi olanlara da, mutasavvıf kişi denir.

Bu lafız için Arapçada iştikak yoktur, açık olan bu lafız –tasavvuf-, bu topluluğa lakap gibi olmuştur. (El munkızu mined dalal –İmam Gazali r.a. tahkik: D. Abdul halim Mahmud sahf:31)

Asıl itibarıyla tasavvuf: Tezkiyettün nefistir, bu da bir çok ayetle emredilen bir husustur, bu genel manaya itibarla tasavvuf/nefsi tezkiye etmek/nefsi arındırmak her Müslüman üzerine gerekli olan bir yükümlülüktür.

“Muhakkak nefsini tezkiye eden felah buldu” (A’la suresi 14)
“Muhakkak onu/nefsini arındıran felah buldu.” (Şems:10)

Bu ve benzeri emirlerle, bütün Müslümanların nefis terbiyesi ile uğraşması, sonunda nefsi mutmeinne olarak rabbisine razı olup dönmesi lazım gelen en mühim bir vazifedir.

Bize, Resulullah’tan s.a.v silsile ile ulaşan tasavvuf erbabının, zikirleri fikirleri itikadları yaşantılarının, islama ve sünneti seniyyeye tamamen uygun olduğuna inanıyoruz ve bunu iddia ediyoruz, başkalarının bunu kabullenmesine de gerek yok. Bizim mensub olduğumuz Nakşi yolu, asla bid’ati kabul etmez. Sünnetten taviz vermez.

Yaptığımız vazifelerin, ayet ve hadisi şeriflere, ashaba ve onların yolundan gelenlere uygun olduğunu size açıklarsak, yolumuzun hak olduğu ve sünnete uygun olduğunuzu, iman dolu kalbiniz mutlaka anlayacaktır.
İlk yazdığımız vesile ayeti, davamızın iyi anlaşılmasına giden bir kapıdır. Allaha ulaşmakta vesile edilecek şeylerin en önemlisi, Allaha ulaşan zatları taklit etmek ve onlara tabi olmaktır, bu da sünneti seniyyeye tabi olmaktan geçer. Sünneti en iyi yaşayanlar da, Resulullahın varisleri olduğuna göre onları taklit, vesile hükmüne dahildir. İyi anlayalım….
Meseleyi kelime kalıplarına sıkıştırarak asıl maksud olan manayı göz ardı etmeyelim…….

İslami hükümlerde itibar manalaradır, lafız ve mebaniye göre değildir. Mecellenin bu kaidesine göre sattım, aldım, hibe ettim, azat ettim gibi lafızlar mazi sıygasında olduğu halde şeriat muamelelerinde inşa –icad- manasında kullanılmıştır, bu da olayın daha evvelce –mazide- olmadığını yeni olarak icat edilmek istendiğini gösterir, aksi takdirde hiçbir akit –muamele- yapamayız… Bunun gibi tasavvuf kelimesine sıkışıp kalırsak, asla tasavvuf ehlinin seçkinleri olan Allah dostlarının derdini anlayamayız, kitapların atışmasından ileri gidemeyiz….

Not: Son sualinize verilen cevaptır konu devam edecektir.
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
Ali Kara hoca: Yukarda ki cavabı gönderen Ömer Çelik kardeşe aslında teşekkür etmeliyim, zira işin başından beri sözü dolaştırmamın sebebini kendisi ifade etmiş...Yani kavramlarımızın birbirini tutmadığı yine ortaya çıkmış. Ehli sünnet ile eşari veya maturidiyi birbirinden ayrı görmek,
önce ehli sünnetin ne olduğunu ve kimler bu tarife girdiğini iyice bilmediğimizi gösterir.
Yani net bir tarif olarak : Hadisi şerifin beyan ettiği fırkayı naciye olarak belirtilen topluluktur, "yani ben ve ashabımın hali üzere olanlar."
Ashabı kiramın sorusuna karşılık verilen bu Nebevi cevabla, ehli sünnetin şumulü veciz bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu tarifin kapsamına giren kimler olursa olsun aynı hükümdedirler onların belli bir imama tabi olması (eşari, maturidi, hanefi maliki şafii v.s.) değişik isimlerle tanınması, genel hükümleri olan ehli sümnnet tarifinden onları hariç bırakmaz. zira ehli sünneti ehli sünnet yapan temel kurallar vardır. Ancak ismi geçen kitab ve müellifinin şahsi hususi bir noksanlığı varsa onu da kabul etmeyiz, ama size gönderdiğimiz alıntı kısmında ehli sünnet guruplarının tasnifi, kitablara böyle geçmiştir, malumat cihetinden büyük bir topluluğun bildiği bir konudur, belki işinize yarar diye gönderdik, ama işin altından ehli sünneti tam olarak anlamadığınız ve bilmediğiniz çıktı.
Bir de ismi zikredilen alimini sizce bir değeri olmadığı da anlaşıldı, zaten evvelki açıklamalarımda da buna değinmiştim de siz güya alimleri kabul ettiğinizi söylemiştiniz. Şu ismi geçen alimin temel aldığı kaynaklar nedir? Kitab sünnet, icma ve kıyastır, ehli sünnetin kaynaklarıdır. Bunun açıkladığı bahisler her halde kendi kafasından hevasından öıkan şleyler değildir.
Ehli sünnetin diğerlerinden farkı, Allahu teala ve sıfatlarını kadim bilirler, sıfatların zat ile birlikte kadim olduğuna nanırlar, ashabın tamamını severler, en efdal olan Ebu Bekir r.a. sonra Ömer r.a Sonra Osman sonra Ali r.a. diye sıralamayı zikrederler. Efendimizin s.a.v haber verdiği hükümlerin tamamını kabul ederler. Allahu tealanın ahırette görüleceğine cennet ve cehennemin ebedi olduğuna, mizan, sırat, mahşer meselelerine iman ederler....
Bu ve daha nice temel kaideleri kabul eden herkes ehli sünnettir. özel isimle anılsa da. önce bu ortak noktayı yakalamamız lazım.....


-Ömer Çelik: Bismillahi Subhanehu ve Teala!

Allah azze ve celle'ye hamd, O'nun Resulü'ne salat ve selam olsun.

Bundan sonra;

Değerli İlim adamı Ali Hoca!
Evet, sizlerle "ehli sünnet" tanımı ve mahiyeti de dahil olmak üzere onlarca mes'elede ihtilaf halindeyiz. Bu konularda da aramızda müşrereklerimizden delil olmadıkça, birimiz diğerinin görüşünü sahiplenip ittifak halinde olmayacağı da muhakkaktır.

Ehli Sünnet'in tanımı ve mahiyeti konusunda dilerseniz bir konu açarız. Orada bunu tafsilatıyla inceleriz inşaAllah. Şayet siz isterseniz. Yalnız bunun yeri, bu konu değildir.

Allah azze ve celle kendisinin ruhunu kutsasın ve onu rahmetiyle kuşatsın, Şeykh Abdulkahir el-Bağdadi'nin kitabı yada onun ilmi hakkında söz söylemek bizim haddimiz değildir. Birşey bilmesek de, bu konuda haddimizi biliriz. Şeykhlerimiz hakkında kötü söz söylemekten Allah azze ve celle'ye sığınırız.

Şeykhimizin, "el-Farq beynel Firak" adlı "mezhepler tarihi" niteliğindeki kitabından alıntıladığınız kısım, hiçbir muteber alim nezdince delil olarak kabul edilemez. Şeykhimiz, kendince bir tasnifte bulunmuştur. Bunu da kitabının hiçbir yerinde de delillendirmemiştir. Dolayısıyla bizim de Şeykhimizin bu sözünü delil olarak alıp da "tasavvuf, Ehli Sünnet'in sınıflarından biridir" diyemeyiz.

Lütfen, defalarca ifade ettiğim, ve artık ifade etmekten usandığım edilleyi erba' ile geliniz. "el-farq", dört delilden biri değildir. Yoksa biz, Şeykhimizin bu kitabı hakkında kötü söylemiyoruz. Ancak hakikaten inkar edilemeyecek kadar ortada. Bu kitap dört delilden biri değildir. Üstelik, bu tasniflerini de dört delil ile istidlal etmemiştir. İnşaAllah bu konuda daha fazla kelama girmeyip, ilmi bir şekilde ve konuyu sağa sola çarpıtmadan ilme yakışır bir şekilde devam ederiz.

Allah azze ve celle, sizleri ve bizleri dosdoğru yolundan ayırmasın.



üstelik çok yerde tasavvuf yerine tarikat kelimesi kullanılır, halbuki tarikat lügatta yol manasındadır ama ıstılahta tarikat bir şeyhin gözetiminde belli zikirler ve virdlerle meşgul olunan bir usul olarak anlaşılır.

Hangi ıstılah eserinde "bir şeyhin gözetiminde belli zikirler ve virdlerle meşgul olunan bir usul" gibisinden bir tanım mevcuttur.

Istılah, Şeriatın kavramlara verdiği özel anlamlardır. Peki, "tarikat" kelimesi, ıstılahta, yani Şer'i terminolojide sizin ifade ettiğiniz şekilde nerede anlamlandırılmaktadır? Bunu bize ispat eder misiniz? Lütfen, ıstılah eseri olmayan kitaplardan alıntı yapmayınız.



Sofu –zahid- manasında kullanıldığını kabul edersek, takva olan herkese de sofi denir, takva olmaya çalışanlara da mutasavvıf denebilir.
Siz ispat yükümlüğü içeren çok ağır kelimeler sarfettiniz.
Muttaki olan kimselerin (şayet sofu kelimesini zahid olarak kullanırsak) aynı zamanda sofi olduğunu söylediniz. Vallahi çok ağır bir söz söylediniz.

Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in güzide ashabı (RadiAllahu Anhum)'ndan hangisi "sofi" adıyla adlandırılmıştır? Halbuki onlar, insanların en faziletlileriydiler. Onlar takvada ileriydiler. Onlara, ne Allah (Azze ve celle), ne de O'nun resulü (Sallalllahu Aleyhi ve Sellem) "sofi" ismini vermemişken, peki siz neyi kendinize delil alarak böyle ağır bir iddiayı ortaya atıyorsunuz?

Diğer taraftan, ashab (RadiAllahu Anhum), takvalı olmaya çalışıyorlardı. Fakat Onlara hiç kimse, "mutasavvıf" demeye cüret edememiştir.





İmam Gazali –il munkızu mined dalal sahf: 30 – 31 şöyle diyor:
Sovf kelimesinden geldiğini iddia edenlere göre tasavvuf, yün giyindiği zaman denir, bu da bir izahtır, fakat bu topluluk yün giyinmeye tahsis edilmemişlerdir.
Bunlar Muhammed’in s.a.v mescidinin suffasına mensubturlar, diyenlere gelince, suffaya mensub olmak, sarf itibarıyla sofiy üzere gelmez.
Bazıları da sâfi lafzındadır derler. Sofi lafzının bundan türetilmesi, lügat itibarıyla uzaktır.
Baılzrı da saff kelimesinden türemiştir der, sanki onlar kalbleriyle ilk saftadırlar, manen ilahi huzurdadırlar der. Bu, mana itibarıyla sahihtir, ama lügat manası bu mananın ilk saff mensub olmasını gerektirmez.
Kuşeyri risalesi sahibi bütün bu görüşleri eleştirir; buy durumda tasavvuf kelimesinin iştikakını kabul etmez. Şöyle der: Bu lafız –tasavvuf- şu taife üzerine çok kullanımla artık isim olmuştur. Sofi kişi, sofi cemaat şeklinde kullanıldı. Bunlara tabi olanlara da, mutasavvıf kişi denir.
Bu lafız için Arapçada iştikak yoktur, açık olan bu lafız –tasavvuf-, bu topluluğa lakap gibi olmuştur. (El munkızu mined dalal –İmam Gazali r.a. tahkik: D. Abdul halim Mahmud sahf:31)


İşin hakikati, Hüccetil İslam'ın açıklamaları ve el-Kuşeyri'den naklettikleri yeterince açıktır. "tasavvuf" kelimesinin arapça bir kökeni yoktur. "suf", "suffa", "ehli suffe" "saff" vs kelimelerin hiçbiri, türetildiğinde "tasavvuf" kelimesi ortaya çıkamaz. Arapçada böyle birşey mümkün değildir.

Hüccetul islam'ın ve el-Kuşeyri'nin söyledikleri de , bu kelime arapça olmadığı ancak, arapçalaştığı yönündedir.



Asıl itibarıyla tasavvuf: Tezkiyettün nefistir, bu da bir çok ayetle emredilen bir husustur, bu genel manaya itibarla tasavvuf/nefsi tezkiye etmek/nefsi arındırmak her Müslüman üzerine gerekli olan bir yükümlülüktür.
“Muhakkak nefsini tezkiye eden felah buldu” (A’la suresi 14)
“Muhakkak onu/nefsini arındıran felah buldu.” (Şems:10)

Bu ve benzeri emirlerle, bütün Müslümanların nefis terbiyesi ile uğraşması, sonunda nefsi mutmeinne olarak rabbisine razı olup dönmesi lazım gelen en mühim bir vazifedir.


Herkesin de ma'lumu olduğu üzere, "nefis tezkiyesi" meşru birşeydir. Müslüman olduğunu iddia eden hiçbir kimse de bunu inkara cüret edemez.

Tezkiye kelimesi varken, neden "tasavvuf" gibi birşeyi kullanıyorsunuz ki? Allah azze ve celle bizlere "nefis tezkiyesi"ni söylemiş. Allah'ın bizlere söylediği kavramlar yetmiyor mu da bizler yeni yeni ve üstelik arapçada bile olmayan şeyler üretiyoruz? İslam, bu konuda aciz midir? Yani İslam'ın kavramları kısıtlıdır da, biz mi onu tamamlamaya çalışıyoruz?



Bize, Resulullah’tan s.a.v silsile ile ulaşan tasavvuf erbabının, zikirleri fikirleri itikadları yaşantılarının, islama ve sünneti seniyyeye tamamen uygun olduğuna inanıyoruz ve bunu iddia ediyoruz, başkalarının bunu kabullenmesine de gerek yok. Bizim mensub olduğumuz Nakşi yolu, asla bid’ati kabul etmez. Sünnetten taviz vermez.
Yaptığımız vazifelerin, ayet ve hadisi şeriflere, ashaba ve onların yolundan gelenlere uygun olduğunu size açıklarsak, yolumuzun hak olduğu ve sünnete uygun olduğunuzu, iman dolu kalbiniz mutlaka anlayacaktır.


Muğlak ve mesnedsiz sözler bunlar. Hiçbir ilmi değeri yok. Duygulara göre değil, delillere ve nakillere itibar ediyoruz.

Ömer Çelik
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
Ali Kara hoca: Ömer Çelik beyin açıklamalarına cevabımız…..
Allahın selamı rahmet ve mağfireti, rızası üzere olana ve olmaya çalışan tüm kardeşlerimiz üzerine olsun. Habibine ve yolunu izleyenlere de salat ve selamlar..

Ömer Çelik şöyle demiş:::

<<Değerli İlim adamı Ali Hoca!
Evet, sizlerle "ehli sünnet" tanımı ve mahiyeti de dahil olmak üzere onlarca mes'elede ihtilaf halindeyiz. Bu konularda da aramızda müşrereklerimizden delil olmadıkça, birimiz diğerinin görüşünü sahiplenip ittifak halinde olmayacağı da muhakkaktır.>>

Ömer Çelik beyin cevabına kısaca değineyim, zira konumuz tasavvuftur..
Yukarki cevabına deriz ki: Din hususunda ihtilaf etmek asla doğru değildir, ulemanın ihtilafı rahmettir, bizim gibi nakısların ihtilafı zahmettir. O halde demek istediğimiz, bir mezheb veya meşrebin asırlardır takip ettiği yol, beslendiği kaynaklar ve temeller farklı olunca, cemaatler ve guruplar, artık necburen birbirlerini olduğu gibi kabullenmek zorundadırlar. Herkes kendini haklı görürse, o zaman ihtilafı körüklemiş oluruz.

Tasavvuf erbabı olarak kimseye bize gelin, demeyiz, sadece sünneti seniyyeye en uygun yaşantı böyle olur, diye açıklama yaparız, dileyen tabi olur, dileyen başka bir zata tabi olur.

Tasavvufun veya mezhebimizin halkı olduğunu kabul ettirmek gibi bir derdimiz yok, sizler delil istediğiniz için bu yola başvurduk, yoksa İslam eserleri bir çok alim tarafından yazılmış ve savunanlar ile red edenlerin görüşleri o kitablarda serdedilmiştir, biz de açıklamada bir katkımız olsun istedik, yoksa kimseyle cedelleşip ona üstün gelmek derdimiz değildir, böyle biline.



<<Hangi ıstılah eserinde "bir şeyhin gözetiminde belli zikirler ve virdlerle meşgul olunan bir usul" gibisinden bir tanım mevcuttur.

Istılah, Şeriatın kavramlara verdiği özel anlamlardır. Peki, "tarikat" kelimesi, ıstılahta, yani Şer'i terminolojide sizin ifade ettiğiniz şekilde nerede anlamlandırılmaktadır? Bunu bize ispat eder misiniz? Lütfen, ıstılah eseri olmayan kitaplardan alıntı yapmayınız.>>


Keşşafı ıstılahatı funun 1133-1134 tarikat maddesinden….

Tarikat: Sofiyyenin ıstılahında Allaha ulaştıran yoldur. Nasıl ki şeriat cennete ulaştıran yol olduğu gibi.
Tarikat, şeriattan daha hususi olmuş olur, zira tarikat, şeirat hükümlerini ihtiva eder (onun cüzüdür) ki, bedenle alakalı Salih ameller, umumi mekruh ve haramlardan sakınmak, hususi kalbi amellerle ilgilenmek, Allahtan gayrı her şeyden uzak olmaktır.
Hasılı kelam tarikat, Allah tealaya ulaşmak isteyen saliklerin hususi siyretidir, bir takım amelleri, riyazatları, özel bağları ve şeriat hükümlerini ihtiva eder.

Lataiful lugat’ta şöyle der: Sofiye ıstılahında tarikat, Allaha giden saliklere has olan nebevi bir siyrettir, bir takım menzilleri jkat etmek ve makamlara yükselmektir.

Mecmaus sulük’te der: şeriat muamelelere riayettir, tarikat batını hususi beşeri kötü bulanık huylardan tezkiye etmektir. İnsan üç cüzdür, nefis kalb, ruh. Şeriatın kapısı nefistendir, tarikat kalb kapısındandır, hakikat ruh kapısındandır.
Bazıları: Tarikat tevhittir, şeriat ahkamdır der. Hakilkat ölümle bitmez, ahkam ölümle biter.
Kuşeyride şöyle der: şeriat ubudiyeti iltizamdır, hakikat rububiyyeti müşahededir. Hakikatle takviye edilmeyen şeriat makbul olmaz. Her hakikat ki şeriatla teyit edilmez, ondan bir şey hasıl olmaz. Zira hakikat ancak şeriatla hasıl olur.
Şeriatın kaviller, tarikatın fiiller, hakikatın haller olduğunu bilince, her bir salik için mutlaka elzem olan şeriat hükümlerini öğrenmek gerekli oldu. Hakikat nurunun hasıl olması için, tarikat ilminde gerekli olan her şeyi tatbik etmesi gerekli olur.
Her kim Resulullah s.a.v in emrettiği ahkam ile gelirse, o kişi şeriat ehlidir. Her kim Resullah s.a.v in yaptığı şeyler ile kaim olursa o tarikat ehlidir. Her kim Resulullah s.a.v in gördüğünü görürse o, hakikat ehlidir.(Keşşafı ıstılahatı funun 2.cilt sahf: 1133-1134)
Bu eserin açıklamaları her halde itibarınıza uyar, sözü fazla uzatmayayım.


<<Siz ispat yükümlüğü içeren çok ağır kelimeler sarfettiniz.
Muttaki olan kimselerin (şayet sofu kelimesini zahid olarak kullanırsak) aynı zamanda sofi olduğunu söylediniz. Vallahi çok ağır bir söz söylediniz.

Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in güzide ashabı (RadiAllahu Anhum)'ndan hangisi "sofi" adıyla adlandırılmıştır? Halbuki onlar, insanların en faziletlileriydiler. Onlar takvada ileriydiler. Onlara, ne Allah (Azze ve celle), ne de O'nun resulü (Sallalllahu Aleyhi ve Sellem) "sofi" ismini vermemişken, peki siz neyi kendinize delil alarak böyle ağır bir iddiayı ortaya atıyorsunuz?

Diğer taraftan, ashab (RadiAllahu Anhum), takvalı olmaya çalışıyorlardı. Fakat Onlara hiç kimse, "mutasavvıf" demeye cüret edememiştir.>>


İslami eserlerin özellikle tabakat kitablarının ifadelerini hiç görmediniz mi? Ashabtan ibadete düşkün olanları anlatırken (Bilhassa Ebu Zeri Gıfari r.a hakkında) ….sofu zahid idi, hakkı söylemekten çekinmezdi….
Bu şekilde tabirleri bir çok makbul siyer ve tabakat kitabında görebilirsiniz. Sofu kelimesinin umum manada –dünyadan elini eteğini çekmiş zahid kimse- anlamında kullanılması, asrı saadette böyle bir kelimenin kullanılmamasına zıt olmaz. Zira nice tabirler varki sonradan ortaya çıkmıştır ve kimse bunu inkar etmez.

Ömer Bey’e şunu sormalıyım…. Sofu veya mutasavvıf veya tasavvuf- kelimelerinin İslam dışı bir akımdan kaynaklanıp islama sokulan bir akımdır, gibi bir sözü mü söylemek ve bize kabul ettirmek istiyor????
Bu gibi bir martavala kimse kulak asmaz. Bu gibi bir saplantı, son dönem yeni ilim erbabı denen bir takım zevatın iddiasıdır ki, hiçbir zaman kabul görmemiştir. Aksine kendilerinde bir çok bid’at sözler varki hiçbir ilim ehli onları kullanmamıştır. Biz onların sözlerinin dışına bakmayıp, asıl murad manalarını değerlendirerek yine de o gibi kişileri dışlamıyoruz, sadece ilmi şekilde tenkit ediyoruz….
O halde sofu, mutasavvıf gibi kelimelerin altında başka bir mana aramaya gerek yoktur. Dünyadan soğuyup ahıret amellerine yönelen, nefsini tezkiye eden herkese bu kelimeyi kullanmak makbuldur….


<<Tezkiye kelimesi varken, neden "tasavvuf" gibi birşeyi kullanıyorsunuz ki? Allah azze ve celle bizlere "nefis tezkiyesi"ni söylemiş. Allah'ın bizlere söylediği kavramlar yetmiyor mu da bizler yeni yeni ve üstelik arapçada bile olmayan şeyler üretiyoruz? İslam, bu konuda aciz midir? Yani İslam'ın kavramları kısıtlıdır da, biz mi onu tamamlamaya çalışıyoruz?>>

Evvela şunu söyleyelim, biz bu kelimeyi kendi meşrebimizde kullanmıyoruz. Nakşi ehli arasında Farsça veya Osmanlıca kaynaklı –Derviş- kelimesini kullanırlar. Bu da aynı manayı ifade eder. Ayrıca biz kendimize özel isimler takarak ayrımcılık veya üstünlük hedeflemiyoruz, Allahu teala kibirden, enaniyyetten cümlemizi muhafaza eylesin.
Bu gibi tabirlerin mezheb ve meşreblerde söylenmesi, artık zaruri bir hal almıştır, zira kişilerin tanışması nasıl memleket ve kabile ile oluyorsa, Müslümanların tanışması ve birbirlerini kırmaması için de, herkesin belli ortak noktalarda buluşması gerekli oluyor. Ortak noktamız -ehli sünnettir- Daha sonra –hanefiyiz-, daha sonrasını soran olursa, sessizce -Nakşi yolundanız- deriz ve reklam yapmayız….

“O, sizi Müslüman olarak isimlendirdi..” ayetini de aklımızdan çıkartmamaya çalışıyoruz…..
Şunu da bilelim ki pek çok siyer ve rivayetlerde ashabı kiram için –Muhammedîler- tabirinin kullanıldığı malumunuzdur. Bununla islamdan başka bir mananın kasdedilmediği de malumdur…..

Netice: Sofu olsun mutasavvıf olsun veya derviş olsun, Nefsinin tezkiyesine gayret eden ve bu yolda bir alime tabi olan herkes, Allahın, Resulünün ve ashabı kiramın yolunun yolcusudur, güzel ahlak sahibidir…..

<<Siz ispat yükümlüğü içeren çok ağır kelimeler sarfettiniz.
Muttaki olan kimselerin (şayet sofu kelimesini zahid olarak kullanırsak) aynı zamanda sofi olduğunu söylediniz. Vallahi çok ağır bir söz söylediniz.
Evvela şu kaideyi külliyeyi bilelim.

MECELLEYİ ADLİYYENİN 3. MADDESİ:
اَلْعِبْرَةُ فِى الْعُقُودِ لِلْمَقَاصِدِ وَ الْمَعَانِى َلا لِْلاَلْفَاظِ وَ الْمَبَانِى

Akitlerde itibar edilen kasıt ve manalaradır, lafız ve kalıblar değildir.
Yani; islamda kişiler arasında cari olan akitlerde (muamelelerde) itibar edilen, onlardan anlaşılan manalar ve kasdedilen şeylerdir.

Bu kaideden anlaşılan, akit anında şahısların lafızlarına bakılmaz, belki kelamlarından anlaşılan hakiki maksadlarına bakılır. Ancak lafızları tamamen boşa çıkarmamak mümkünse buna dikkat edilir.
misal: Bir şahıs bakkaldan bir şey satınalsa ve bakkalcıya, 'Bu mal, yanında bir saat emanet olarak kalsın, ben parasını getireyim' diyerek malı bırakıp gitse; o mal bakkalın yanında emanet olmaz, belki rehin hükmünde olur. Bakkal malı yanında tutup ücreti almadan onu satıcıya vermeme hakkına sahiptir. Eğer emanet olsaydı, müşteri gelip istediğinde malı geri vermesi lazımdı.

misal: Bir şahıs, başkasına 'Şu arabayı sana 5 bin liraya hibe ettim' veya 'Şu daireyi sana 50 bin liraya hibe ettim' dese, bu akit satış muamelesi olur, hibe muamelesi olmaz. Bunda satış hükümleri işler. Mesela satılan şey taşınmaz mülk ise, orda şuf'a (komşunun alma) hakkı ortaya çıkar.
MİSAL Bir kişi arkadaşına 'Şu arabayı sana emanet olarak verdim, 10 lira karşılığında bununla Üsküdar'a gidersin' dese, bu akit kiralama aktidir, emanet değildir. Çünkü burdaki kullanımda ücret konulmuştur, emanetlerde ise kullanım ve istifadeler ücretsiz olur.

Evvelki cevabımızda İmam Gazalinin el Munkız mined Dalal eserindeki görüşleri serdederken, sofi kelimesi hakkında şöyle bir ifade geçmişti:
<<Bazıları da sâfi lafzındadır derler.>>
Ordaki değişik kullanımlara göre sofi–sofu–mutasavvıf- kelimelerinin kullanımı-nın yaygın olduğunu ve derviş taifesine lakap olduğunu yazmıştık.

Şimdi sofi kelimesinin sâfi manasında kullanıldığı birkaç yeri zikredelim de bu kelimenin bizce itibar edilen anlamını iyice anlayalım… Zira 3. külli kaidede, itibar lafızlara değil manalaradır, diye zikredildi.
Dürül mensur 8/252 Şöyle dediği rivayet edildi: “Ben, Allahın safisi Yakub oğlu Yusuf oğlu Allahın kurbanı İshak,oğlu Allahın dostu İbrahim Aleyhisselam.”
10/526 da:
Hakim Enes’ten r.a. tahriç edip sahihlediği şu rivayette Nebi s.a.v buyurdu:
“İmran oğlu Musa, Allahın safisidir.”

Tefsiri Sa’lî 4/45

Allahın safisi Musa a.s. ölümü kerih gördü ona zor geldi. Kerih görünce, Allahu teala ona ölümü sevdirmek ve hayatı kerih göstermek istedi…..
Âdem safiyyullah, İbrahim Halilullah, Musa neciyyullah, İsa ruhullah, ben habibullahım…. (a.g.e 6/51)

Süneni Daremi: 1/26
“Ben bir söz söylüyorum, fakat övünmüyorum. İbrahim halilullahtır, Musa safiyyullahtır, ben habibullahım, kıyamet gününde hamd sancağı benimledir….”

İbni Mace Süneni şerhi: 1/457

Semure’den, o babasından, o da ceddinden rivayetle, Allahın safisi – onun ve âlinin üzerine selam olsun- şöyle derdi: “Sizden biri namaz kılınca (duada) şöyle desin: Allahım! Benimle hatam arasını, meşrıkla mağrib arası gibi uzak eyle.”

Şimdi konuyu bağlayalım:
İslamda, sahih kullanımı olan bir kelimenin ıtlakına kimse muhalefet etmez. O lafız isterse asrı saadette olsun isterse daha sonra şuyu’ bulsun fark etmez. Mesele islamın özüne temel kaidelerine muhalif olmasın yeterlidir.
Sofi veya safi kelimesinin arınmış, sırf Allah için tertemiz olmuş, zahiren ve batınen safileşmiş manalarını ashaba veya başka bir büyüğe ıtlak etmek gayet güzeldir, üstelik işte şu gördüğümüz rivayetlerde, Yüce peygamberlere ıtlak edilmiştir.

Bazılarının kafaya taktığı ve yunan felsefecilerine ait olan –sofestaiyye- kelimesi, -safsata- dan gelir ve yaldızlı süslü söz demektir. Bu gibi saçma temeli olan bir kelimeye tasavvufu yakıştırmak akıl ve iz’an sahiblerine yakışmaz…..
,nşaallah terimler kargaşasını bırakalım da tasavvuf ehlinin delil olarak kabul ettiği ayet ve hadisi şerifleri zikredelim…..vesselam…


Ali Kara hoca
 
Üst