Büyük Doğu Nedir ?

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
BEKLEDİĞİMİZ İNKILABIN YÖNLERİ



İÇTİMAÎ VE İKTİSADÎ MEZHEPLER

· İslâm inkılâbı, liberalizma ve kapitalizme, faşizma ve nazizma., sosyalizme ve komünizma gibi, bugüne kadar tatbik mevzuu olmuş içtimaî ve iktisadi mezheplerin her birini, hiçbirine üstünlük vermeden masaya oturtur ve onlara şöyle mukabele eder : «Herbirinizin. bütünü kucaklayamayadan, ayn ayn ve parça parça bazı haklarınız ve hakikatleriniz vardır; ve herbirinizin ayrı ayrı ve parça parça arayıp da bulamadığınız hakikat, birer bütün halinde
İslamiyettedir.»

· İslâm inkılâbının bu hitabı, ona inanmayanlar için ve kof bir iddiadır; fakat inananlar için değil de sadece hakikat adına tarafsız bir cephe tutanlar için. Bütün bir lâboratuar tecrübe ye müşahedesine dayalı riyazî bir vâkıa haysiyetindedir.

· İslâm inkılâbının, bilhassa, liberalizma ve kapitalizma, faşizma ve nazizma, sosyalizma ve komünizma gibi bugün medeniyet dünyasını en vuzuhlu çizgilerle üçe bölen ve tarih boyunca tatbik mevzuu olabilmiş yegâne üç mezhebi teşkil eden rejimler karşısındaki mevkiini tayin ederken, ilk metod inceliği şu noktada toplanır: İslâmiyetin bunlardan hiçbirine tâbi olması ve hiçbirine kendi ismini ilâve etmesi mümkün değil; ancak bunlardan herbirinin öbüründe kaybetmek istemediği hak ve hakikatle beraber hepsinin birden hesabını tekeffül edici küllî mizanın tahkikik ve tefahhusu, ancak İslâmiyet içinde kabildir.

· Demek ki, İslâm inkılâbı, tam saffet ve asliyetiyle İslâm temeline dayanarak, hesabını dünya ve insanlık çapında vermek üzere, kendisini, bütün yanlışları doğrultucu bütün bozukluktan düzeltici; ve bu arada meydana çıkacak her meseleyi kaybedilen hakikati bakımından cevaplandırıcı ve kimsenin hakkını .kimsede bırakmıyacağı mikyasta küllî bir vâhid olarak mütalâa edilmek mevkiindedir. O, bunlardan hiçbiri değil, her şey kaybettiği hakikatiyle onda...

· Onun içindir ki, ya İslâmiyeti, ya bu mezhepleri, yahut ve en doğrusu, hem İslâmiyeti ve hem bu mezhepleri tanımayan bazı echel ve züppe tefsircilerin dillerine pelesenk ettikleri şekilde, İslâm demokrasya ve liberalizması, Islam fasizması ve hattâ İslâm sosyalizma ve komü-nizması tarzındaki beyanlar, hakikat çilesi çekenlerce dünyanın en sefil, bîçare ve hakikate zıt ifadeleridir, İslamiyet. Kendisini bunlardan birine benzetmekten ve bunlardan birini öncü olarak kabul etmekten tamamiyle münezzeh; aksine, bunlardan herbirinin, teker teker malik oldukları kısmî hak ve küllî haksızlık içinde, parça parça bulup da bütünleştiremedikleri yekpare ve toplayıcı hakikat merkezine, yani kendisine davet etmekle mükelleftir.

· Bu mezheplerden herbiri, ancak öbürüne karşı hâk ve kuvvetine rağmen âzami haddine çıkarılmış bir bâtıl içinde harcayıp tükettiği hakikatin İslâmiyette olduğunu görecek; ve orada, her mezhebin, bu ölçüyle, birleştiğini, toplandığını ve yalnız Islâmiyetten ibaret kaldığını tesbit edecektir.

· Liberalizma ve kapitalizmanın insanî mülkiyet mefkuresi, aslî hakikat bakımından İslâmın fert haklan kadrosunda kemâle ulaşırken, bu mülkiyetlerin deh-hâmeleşmesi, ur haline gelmesi ve bütün vücudu sömürmesi neticesinde bir aksülâmel olarak doğan sosyalizma ve komûnizmanın umumî tesviye ve adalet dâvası da, İslâmda, zekâtın emir ve faizin yasak oluşiyle hakkını ve tam mânia tedbirini elde eder; ve yine demokrasya nizamının istimnâ haline getirdiği ye bizzat gayeleştirdiği başı boş hürriyete karşılık türeyen faşizmanm müdahaleci ruhu. İslâmda, ancak hak sahiplerine verilen hürriyet ve bütün hürriyetleri hak kutbunda İstihlâk eden merkezî hakikat ölçüsüyle gayesine varır.

· Böylece, her üç mezhebin öbürüne karşı elinde tuttuğu müthiş (koz) ve kendi «doğru» sunu bulamadan öbürünün nezdinde ispat ettiği müthiş yanlış, her «parça doğru» nün «bütün doğru» olabilmesi için gereken yekparelik istinadiyle, ls,lâm çerçevesinde mahsubuna kavuşur; ve böylece, istâmî mihrakta erimiş, öz hakikatini bulmuş ve önü kabul etmiş olarak, bugün dünyayı idare eden üç veya iki mezhep de, bütün ismini ve cismini ona feda ettikten sonra İslâmiyette müşterek (sentez) ahengine erişir.

· İslâm inkılabının bugünkü içtimaî mezhepler karşısında vazifesi, liberal ve kapitaliste «gel de, fertteki mülkiyet ve hürriyet hakkının maddî ve mânevî tam hakikat ve kefaletini İslâmiyette gör!», sosyalist ve komüniste «gel de, fert hakkına ve her fertte değişik keyfiyet payına el sürmeden iş gören içtimaî ve iktisadî tesviye ve teavün âmilini ve sermaye tahakkümüne karşı zabıta faktörünü İslâmiyette bul!»; faşist ve naziye «gel de, şahsî hürriyetleri nefsanî müdahalelerle incitmeden bütün şahısları ister gönüllerinden ve ister cisimlerinden kavrayıcı hak ve hakikatin nizam ve saltanatını İslâmiyette seyret!» demekten ve İslâmiyet!, topyekûn zaman ve mekân bo yunca her şeyi, her hamleyi, oluşu ve her hakikati kuşatıcı ve toplayıcı bilmek ve bildirmekten ibarettir.

SİYASET

· İslâm inkılâbında siyaset, içeriye doğru, her çizgisi ve noktası tamam bir ideolocya manzumesine dayalı bütün bir tekevvün işinin manivela dehâsıdır. Bu yüzden o, teker teker kendi aslî hamle ve hareket şubeleri içinde ifade edebilir; toplu ve merkezi olarak belirtilemez.

· İslâm inkılâbında toplu ve merkezî siyaset, ancak «haricî politika» ifadesiyle, dışarıya doğru olanıdır. Gerçekten, İslâm, dışarıya doğru tek bir vâhid belirtici, tam mânasiyle sabit ve çerçeveli bir siyaseti vardır.

· İslâm İnkılâbının iç siyasetini mutlaka toplu ve merkezî teşhise kavuşturmak lazımsa, ona, birinin tasfiyesi ve öbürünün ihyası bakımından, biri düşman ve öbürü dost, iki kutup gösterilebilir. Bunlardan düşman kutup iki şubelidir: 1 — İslama iman dairesinin dışından musallat, tam 100 senelik, dinsizler köksüzler, şahsiyetsiz mukallitler nesli ve bütün yardımcıları.. Bunların fâal yardımcıları, manevî sömürge ustası Garplılar, Yahudiler, Masonlar, dönmeler, melezler ve kozmopolitler... 2 — İslama, iman dairesinin içinden .musallat, tam 400 senelik, aşksızlar. vecdsizler, kuru ezberciler, nefsanî tefsirciler, insan ve dünya murakabesinden uzak nasipsizler, dinin zahirî bâtınî ruhuna yabancı ham ve kaba softalar nesli ve bütün yardımcılan... Bunların yardımcıları ise bugün faaliyetini kaybetmiş, fakat ananevî bir insiyakla her ân türeyip üreyebilecek soydan umumî cahiller...

· İslâm inkılâbının iç siyasette en büyük dostluk kutbu da, dine topyekûn ruhunu ve aklını teslim ederek onu nihaî saffet ye asliyetiyle temsil etmek üzere yetiştirilecek yepyeni nesiller... Bunlar «nâr-ı beyzâ»dan daha yakıcı, en ince havalan kaydeden barometre plâkalarından daha hassas, dünya çapında, tarih ve fikir çilesine sahip, aklın ve ilimlerin son humma noktasına yapışık, solmıyacak renk ve geçmiyecek ânın kara sevdalılan... Bunlara. İslâmın saffet ve hakikat devirlerinden başka maziye doğru hiçbir örnek gösterilmeyecek; her şey bunlar vasıtasiyle, mazideki tek hareket noktasından dosdoğru istikbale havale edilecektir, İslâm inkılâbını iç siyaset ölçüsü bakımından iyice kavramak lâzımdır ki, gözün göremiyeceği ve hayalin alamıyacağı kadar ve ezelle ebede doğru her ân yeni bir dâva ve hamle temsil edecek olan bu rüya nesli, cihanın en büyük «doğru» sunu tam dört asırdır yanlıştan yanlışa sürüklemiş, nihayet bir ve en nihayet yarım asırdan beri de bu «doğru» ya «yanlış» ismini takmış olan seleflerini hiçbir mevzuda örnekleştirme ve kopya etmek mevkiinde olmıyacaktır. Gelin de siz bu nesil idealini güdenlere mürteci deyin! Asıl onun gözünde en koyu-bugünden başlıyarak, gittikçe hafifleye hafifleye dört asır gerisine doğru devam eden tabakalardır ki, mürteci tâ kendileri olacaktır! Zira bu tabakaların ilticaları, günden itibaren gittikçe hafifleye hafifleye 400 senelik maziye doğru, baştan başa, en kör ve aşağı «emmâre» haliyle kaba nefse rücuun ve o yüzden din dışına çıkışın hikâyesi olarak izah edilecektir. İste İslâm inkılabının iç siyasette hedef tuttuğu başlıca gaye, bu ebedî yeni daimî taze nesillerin maya tutması etrafındaki iş dehâsıdır.

· İslâm inkılâbının, tam mânasiyle toplu ve merkezî politikasına gelince, bu. incelerin incesi ve naziklerin naziğziği bir sanat işidir. Bütün dâva, Garplının ruhî butlanından hariç ve iyi taraflarını lif lif ayıklayıp onu «hikmet ve hakikat mü'minin kaybolmuş malıdır, nerede bulsa alır!» fermaniyle ve gerçek bir bünye aşısıyle Doğuya zam ve bundan yepyeni bir terkip çıkarmak.. Bu terkibin yıllar boyunca sınır içi, gizli ve acık, tezgâhını kurup işletmek.. Büyük Doğu mefkuresinden damlayan bu mayayı, şimşeklerini yedi bucak ve dört iklime saçmaya başlıyacağı âna kadar bir vatan sırrı olarak muhafaza etmek ve devre devre bütün - mahremlerin hududuna riayet et yi bilmek... Yoksa Batı dünyası böyle bir oluşa im bırakmaz. Batıyı aldatıcı, incelerin incesi bir siyaset.

· Bütün bu ölçülerin kıvama erişinden sonra, tün Doğuya şâmil bir sirayet plânından, mütefessih mütereddî Garba, en yeni ruh ve kültür savaşçısı olar yönelmek.. Topyekûn Doğunun, maddî ve mânevi Garp emperyalizmasına karsı kurtuluş ve ihtilâlini, anbean beslemek ve günü gününe geliştirmek... Bunun için. dünyasını bütün tezattan ve buhranları içinde devam ettirici şartlara, muazzam bir casus ve sahte müttefik dehasıyle yardımcı olmak... Nihayet ve kısaca, rahimdeki çocuğu, doğuracağı andan pehlivan yetiştireceği ve mazlûm mânasiyle makhur maddesinin intikamını alacağı güne kadar yamyamların çadırında idare, ikâme ve idâme edebilmek... Bu iş!!! Her ân değişik her ân zıt istikametlerde yol almaya mecbur, korkunç mikyasta girift ve d« keyfiyetle bu dâva. sırf politika dehâsı bakımından, cihanın en sanatlı cehdine ve en dakik plânına muhtaçtır. Belki 50 , belki 100, belki 300 senelik bu plânın, ana ölçüsü de prensip bakımından bu kadar…

· İslâm inkılâbında siyaset, her çizgisi ve noktası tamam bir ideolocya manzumesinin, kendisini madde âlemine nakşetmekteki alet ve usul dehâsına bağlı bir şubedir ki, o ruhun aşk ve feyz ile ışıldadığı müddetçe daima ana kaynağını, bütün kıymet hükümlerini ve her türlü direktifini hazır bulacaktır.

· İslâm inkılâbında siyaset, içeriye doğru, sadece olmak, dışarıya doğru da bu oluşu tamimleştirmek gayesinin gerektireceği umumî tedbir dehâsı olarak ifade edilmeli; ve bu temel hareket noktasına göre programlaşmak, topyekûn usul prensibini belirtmelidir.

ASYACILIK

· İslâm inkılâbının günlük politika üstünde, iç oluşu dışarıya doğru örnekleştirici. bütünleştirici ve kadrolaştırıcı büyük siyasî, millî, ruhî dâvası Asyacılıktır.

· İşte bu en hassas nokta üzerinde. Büyük Doğu mefkuresinin, Büyük Şark, yani Büyük Asyayı kucaklayan mâna şubesinden pırıltılar toplanmakta; ve isim delâletimizin temel direklerinden biri, tepesinde en aydınlık bir vuzuh feneriyle meydana çıkmaktadır. Evet; Büyük Doğu mefkuresinde, esas bakımından bütün bir ruh muhtevasına istinad eden Büyük Doğu isminin mekân ve saha delâleti, sadece Büyük Asyadır. Geriye kalan dünya, zıt ve
düşman saha…

· Büyük Asyaya. esasta bizzat Büyük Asya bulunmak üzere Afrika dâhildir. Avustralya, zıt ve düşman sahaya tâbi, dâva yönünden küçük, şahsiyetsiz ve uydurma bir sahadır; geriye kalan Avrupa ve Amerika ise, zıt ve düşman sahanın tâ kendisidir.

· Aslında koskoca insanlığa şâmil dâvamızın, belli başlı bir mekân ve saha hükmiyle Asya üzerinde kümelenmesi ve bir bölüm zoruna düşmesi şu yüzdendir kî, bütün beşeriyet vak'ası, zâhirde, Asya mekânında tecellî eden ruhla Avrupa mekânında zuhura gelen ruhun çarpışmasından ve dünyayı iki vazıh bölüme ayırmasından ibarettir.

· Ve işte bu bölüm, dâvaya teşmil plânının ifadesi değildüşmanı tesbit zaruretinin, kendi kendimizi kadrolaştırmak ve tek vâhid halinde bütünleşip manada ve maddede hesaplaşmak için bize yüklediği bir tefrik icabıdır. Yoksa dâva. kâinat çapındadır; ve bu davayı, mazideki tantanalı seyrinden, Garbın (Rönesans) hamlesinden ve bilhassa müspet bilgi aletlerinin hakimiyet devrinden sonra mağlûp gösteren biricik müessirde yalnız Avrupadır. Demek ki, tefrik mecburiyeti, zıt ve düşman saha tarafından çekilmiş, Çin Şeddi yerine bir Frenk seddinden doğuyor. Asyayı Avrupa'ya karşı bütünleştiren ve bir encam birliği içinde kadrolaştıran, dolayısıyla yine Avrupa oluyor.

· Bütün ruh çilelerinin doğuşiyle beraber, topluluklarının ve eserinin doğuşunu temsil eden Şark , manada ve maddede ufukları kervansaraylarla donatır insanoğlunun biricik haysiyet ve hikmeti olan din ihtiyacını, hak ve bâtıl her şubesiyle örnekleştirirken. Garp, tepeden inme Eski Yunan harikasından ve onun peşi sıra Roma nizamından sonra, yabanî domuzlar gibi ağaç köklerini kemirerek yaşıyor; ve Şarka kâinat çapında aslî rengini bahşedici İslâmiyet'in milyon kere milyon kandili avizesine çipil gözlerle bakıyordu. İşte bu Garp, yine Şark kaynaklı hak din olan İsa Peygamber yolunun nurunu kaybedip. artık o yol Allah tarafından kapatıldıktan ve yenisi ve daimîsi açıldıktan 8 asır sonra, Hıristiyanlık hassasiyetini, Yunan tefekküriyeti ve Roma hayatiyeti içinde pişirme muamelesine girişmiş, bu muameleyi yine Medeniyetinin kütüphanesinden faydalanarak yapmış ve ancak bu sayede Eski Yunan izlerini bulabilmiş; ve neticede eşyayı semerelendirme ve aletleştirme dehâsına ererek, korkunç bir madde hâkimiyetiyle ortaya çıkmış, hakikatta İslamiyetin emri olan bu ulvî borcu ihmale giriftar Şarkın karşısına dikilmiş, ona karşı en büyük hınçla taarruza geçmiş ve onu birdenbire afallatıp bugünkü haline kadar getirmiştir.

· Şarkın bugünkü hali, sadece bir mamul eşya pazanndan ibaret bulunan ve nsanoğlunun imtiyazlar kâdrosunu temsil eden Garp nam ve hesabına ırgatlık etmeye. ağır rençberlik emeğini onun fikir hakkiyle değiştirerek Garp mahsullerini atmaya, böylece tek bir kement içindeki manda sürüsü gibi yaşamaya, bütün suçu kendi eski altın şahsiyetinden ve dininden bilmeğe, eğer canı çekerse Garbı taklit etmeye ve büsbütün maymunlaşmaya ve kendi özünü tahrip etmeye, nihayet Garp (Mandaren) lerinin besleyici ve gıda yetiştirici daimî esirler sahası halinde bu tefriki hep muhafaza etmeye mecbur tutulmasıdır.

· Başlıca metod halinde biricik gıda ve istismar pazarı olan Şarki asla gerçekten uyandırmamak, üstelik kendisine özendirip büsbütün mazideki şanlı dâvasından uzaklaştırmak ve böylelikle Şarkın içinde bulacağı sahte kurtarıcılar vasıtasıyla onu ebediyen esaret plânında mıhlı tutmak emelini güden Garp, İslâmiyeti gerçekten temsil edici bir hamlenin, Garp marifetini Şark ruhiyle evlendirmesinden, Büyük Asya'ya böyle bir hârika örnek hazırlamasından, sonra onu bu örnek etrafında teşkilâtlandırıp: Batıya yöneltmesinden ve bin bir madde hokkabazlığı
içinde tam bir ruh iflâsına düşmüş Garbı birdenbire tasfiye etmesinden çok korkar.

· Garbın bu kâbusunu tamamiyle gerçektestirmekten ve (aksiyon) dünyasına çıkarmaktan başka bir şey olmıyan İslâm inkılâbının Asyacıhk dâvasınca. Büyük Asva, yegâne beşerî kurtuluş müeyyidesi İslamiyetin manivelâsına en mükemmel istinat noktasıdır.

· Bu ölçülere göre, Garbın bütün aletler (bonmarşe) sini esrarengizlikten çıkarmış ve nefsine gerçekten mal etmiş bir ruhla Avrupalının karşısına Asyalı olarak dikilmek, beklediğimiz yepyeni fert ve cemiyet hesabına ne büyük bir şeref ifadesidir!

· Bu yüzdendir ki, İslâm inkılâbının Asyacılık davası, müsbet Garbı, olduğu gibi Garplının elinden almak ona malik bulunmadığı ruhu ilâve etmek ve birdenbire bütün Asya'ya teşmil edip sun’i ve zalim cihan (Mandaren) lerinin karşısına, hem keyfiyet ve hem kemiyette en galip kadrosiyle çıkartmak gayesinin mekân ideali olarak en aziz meselelerimizden biri ve belki başlıcası oluyor.

· Şu var ki, bugün komünizmanın milyarlık Çin'i içinden ve dışından kuşatmış bulunması, bizim Asyadan beklediğimizi komünizmaya nasip olmuş gibi göstermekteyse de, içyüzlere inenlerce bu görünüş günübirlik bir baskı eseri olmaktan ileriye geçemez; ve asıl İslâmî fikriyatın, bir gün muazzam sarı ırk sahası üzerinde temelleşmesi ihtimalidir ki, dâvayı yarı yarıya halledebilir. Asrımızın şartlarına göre bu ihtimal muhale benzese de Asyacılık dâvasında istikâmet daima budur ve rüyamız daima bu olmalıdır.

İKTİSADİ NİZAM

· İslâm inkılâbında iktisadî nizam, bugün insanlığın başlıca ızdırabını teşkil eden ferdî mülkiyet ve serbest kazanç hakkiyle (kapitalizma). içtimaî tevaün ve İştirakl zarureti (Sosyaljzma) arasındaki bütünn tezatları batırıcı İlâhi bir ahenk ifadesidir, öyle bir ahenk ifadesi ki, bu, kendi başlarına ayrı ayrı bâtıl sistemlerden herbirinin kendi başlarına erişemiyeceği gaye ve hakikati, onlardan hiçbirine vücut ve istiklâl vermeksizin sağlıyacaktır.

· Cemiyete rağmen tek tek kabarmaya mezûn fert hakkiyle, tek tek ferde rağmen botun fertlere pay vermeye mecbur cemiyet hakkı arasındaki iki zıt kutbu, bir hamlede telif edici ilâhî ahenk... Bu ahengin İlk kutbunda, ticaretin helâl ve ferdî mülkiyet ve kazancın hak olması; ikinci kutbunda da faizin haram ve zekâtın farz olması vardır.

· İşte bu azîm dâva, ismine medenî dünya dedikleri Batı âleminin biricik çözülmez ukdesidir; ve 2500 yıllık uyanık beşeriyet tarihinin bu son ukdesini, bütün başka ukdeleriyle beraber çözecek olan, sadece İslâmlıktır. Bu noktada da, İslâmlığın selâmet ve teslimiyete bağlı mefhum inceliği içinden geçen muazzam ve nur döşeli kurtuluş caddesi görünmekte..

· Zekâta; Allah rızası yolunda maldan pislik kısmını süzmek ve bu suretle mâlın da ibadetini yerine getirmek ölçüsüyle bakan İslâmlık, fert hakkı içinde gizlice biriken cemiyets hakkının da aklî ve ruhî nüktesine ait ne enfes bîr işaret vermektedir. Yalnız Allahın rızasında, emrin tatbikatında ve ibadet borcunda toplanan gaye, asliyle yerine geldikten sonra, dolayısiyle ve neticesiyle de bütün bir cemiyet ve dünyayı kefâlet altına almaktadır. Ve işte İslâmlığın emir ve yasaklarına bağlı sırlar, baştan aşağı böyledir!

· Bir taraftan; ferdin, İslâmi bir yasak belirtmeyen sahalarda, yasaksız metodlarla dilediği gibi çalışıp dilediği gibi kazanmak ve böylece hudutsuz mikyasta ferdî oluş ve davranış (liberalizmanjn aradığı hakkim yerine getirmekte serbest olması.. Öbür taraftan, zekât sınırına ayak basmış mal ve sermayenin her yıl kırkta biriyle süzülerek, Şeriatın kabul ettiği gibi, İslâmî devlet hazinesini doldurması (Sosyalizmanın aradığı) ve oradan muhtaçlara, müstehaklara ve cemiyet hayrına dağılması... Ve aynı mal ve sermayenin, şeytanî faiz metodiyle, uyuduğu koltukta göbek salıveren silindir şapkalı patronlar gibi, habis yağ ve semene karşı hisarlanması… İste bu iki kutup şartın (tez) ve (anti-tez), sağlı ve sollu iki kanad halinde bünyesinde halkalanacağı cemiyetlerdir ki muvazaneyi kurtarmış; ve dâvaya aslî ve gaî kutbiyle de bağlanınca ebediyen kurtulmuş olacaktır.

· İstediği kadar yemekte serbest olan adama , yediği nesbette vazife ve yol yürümek mükellefiyeti verilince hak cephelerinden hiçbiri müteessir olmadan, fayda, âzami haddine yükseltilmiş olur. Bugünkü Garp dünyası ise açadamlar ve hakkı ödenmemiş iktidarlar arasında istediği kadar yiyen, yiyemediğini döken ve koltuğunda leş gibi uyuyup kendisini parazitlere yelpazeleten, her manâyı parayla kiralayan ve hiçbir emek sarfetmeyen patronların (kapitalizma) cemiyetiyle , sadece, bütün yağları devlet fıçılarına bastırılmış ve ruhları kör barsak gibi çıkarılmış kimya gürbüzü (homongolos)lara yol yürüten inkar yobazlarının (komünizma) topluluğundan mürekkeptir; ve ortalıkta ses adına bunların şamatasından, hareket adına bunların tepintisinden başka bir şey yoktur.

· Zekatın yalnız iktisadi neticeleri (ekonomik) kıymet (faktör)ü üzerinde ince ve derin tetkikler yapan bazı Garp mütefekkirleri, Garbın ana hastalığı sermaye (hipertrofi-dehhâmeleşmesi) hastalığın ve ne bulursa hortumiyle sömürücü mülkiyet canavarlaşmasının, bu kıstas içindehemen hemen imkânsızlık belirttiğini; ve sermaye yükseldikçe devrilmeye ve cemiyet kasasına yuvarlamaya mecbur zirve kısımların tekrar yerine gelmesi ve evvelki hadleri aşabilmesi için, gittikçe ve muzaaf çoğalma kanuniyle artırıcı bir gayret ve kudret yükselişine ihtiyaç bulunduğunu tesbit etmişlerdir. Ne hazin!.. Onlar bunu tatbik edemezler; zira tatbik edebilmeleri için sade ve mücerret zekata değil, Allaha ve onun Üstün Resulüne inanmaları lâzımdır.

· Bugün (modern) iktisat ilmi zaviyesinden, zekâtın, parayı yerinde saymaya veya sandıkta pineklemeye bırakmayışı, sermayeyi boyuna harekete davet, yoksa tükenmeye mahkûm edişi, kabardıkça, budayışı, cemiyete dağıtışı ve ulaşmasına engel oluşu, devlet kasasından fert ihtiyaçlarına kadar dağıtım işinde tercih kademeleri belirtişi ve bütün bunlara rağmen sırf işletme ve işleme dehâsıyla kabaran sermaye ve servetleri de takdir edişi ve daha nice oluşu ve olduruşu, 19 ve 20 nci asırlar hastalığının, hem (kapitalist, hem de (anti kapitalist) cenahlardan biricik ilacı kabul etmek gerekir.

· Zekattan sonra, İslâmiyette para telâkkisi, cömertlik âhlakı, bitişiğinde aç ve muhtaç varken yemeğe oturmamak emri ve mütemadi yardım mükellefiyeti nazara alınacak olursa, (sosyal adelet) tekerlemecilerine verilecek cevap kendi kendine ortaya çıkar.

· Büyük Doğu mefkûresinde «Sermaye ve mülkiyette tedbircilik» ölçüsünü bütün iç yüzü ve hakikatiyle aydınlatan İslâm İnkılâbının iktisadî nizam maddesi, bütün bir devlet (kriter) leri manzumesidir.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
İÇTİMAİ FAALİYET

· İslâm İnkılâbının cemiyetinde, işsiz, daha yerinde bir tabirle içtimaî faaliyetsiz tek ferd yoktur.

· İslâm İnkılâbının cemiyetinde, içtimaî faaliyet mefhumu, ferdin kendi nefs hayriyle, iç içe ve daima cemiyet hayrına zıt olarak görmeye memur olduğu iştir. Cemiyet bilânçosunda (1) vâhidlik bir (pasif) kıymet teşkil ederken, öbür taraftan (1) den fazla bir (aktif) değer belirtmekle mükellef olan fert, daima, cemiyete kaça mal olduğunu,cemiyete kazandırdığından ne tarh edebileceğini ve eldemüsbat nakiye kalıp kalmadığını vicdanına saracaktır. Böyle yapamıyan ferde, huzur yoktur; ve devlet reisinden çobana kadar ölçü budur.

· İslâm İnkılâbının cemiyetinde, muvakkat veya daimî olarak, içtimaî faaliyet çerçevesi ve bu şuurun kaygısı dışında kalabilecek yalnız üç sınıf insan vardır: Küçük çocuklar, geçkin ihtiyarlar ve ağır hastalar.. Küçük çocuğu ileride atılacağı faaliyetin biriktirme çağında geçkin ihtiyarı da biriktirilmiş ve kaldırılımış faaliyet harmanlarının istirahat çardağı altında kabul eder (ki gerçek bir Müslüman için mezara girmeden istirahat yoktur) ve bu bakımdan bu mesut ve kıymetli örneklerin sadece seyrinde bile (sosyal) bir fayda bulursak, gerçekten içtimaî faaliyet çerçevesi dışında kalabilecek tek özürlü sınıf, sadece ıskartalar, yani devâsız hasta ve ailelerden başkası olamaz.

· İslâm İnkılâbının cemiyetinde, her işe ve her ruha hâkim olacak içtimaî faaliyet şuuru beş yaşındaki çocuğu bile başka çocuklar ve binbir küçük fayda üzerinde vazifeli kılarken, seksen yaşındaki ihtiyarı da muhteşem ve müsterih bir murakabe ve teşvik edicilik vazifesine memur eder; ve köre , sağıra, topala, kalb hastasına, kanserliye vesaireye kadar asgari faaliyet nevilerini teker teker gösterir. Düşünün; topyekûn bu faaliyet çerçevesinin dışında kalıcı ıskarta sınıfa geçmenin şartları ne kadar ağır olmak ve bu ağırlık fert hesabına ne ümitsiz bir mâna ifade etmek lâzımdır!

· Aile himayesi ve kazanılıp istif edilmiş kıymetleri rahat yemek hakkı bile, ferde, göstermeye elverişli olduğu içtimaî faaliyet mavzuunda esirgeyicilik selâhiyeti vermiyecek; milyonluk bir telefon santralı gibi, devlet, her fişinin nakıliyet ve faaliyeti üzerinde herân ve belli başlı sınırlar içinde murakıp bulunacaktır.

· İslâm İnkılâbının cemiyetinde fert için iş bulamamak ve nefsiyle cemiyete faydalı olmamak diye korkunç ve asrî bir «adem-i iktidar»a yer yoktur. Bu azim dâva ile muvazzaf olan devlettir; ve devlet bu bakımdan nüfusu sayısında iş dosyasına sahip, kocaman bir «müstahdemin idarehanesi» dir.

· İslâm inkılâbının cemiyetinde devlet, o nisbette sahası açmakla mükellef, ö muazzam ve muntazam teşkilâtın ismidir ki, başlıca vazifesi, mevcut işe işçi bulmak değil, evvelâ mevcut olması gereken işi bulmak ve ona işçi devşirmektir. Mesafeleri açmak iktidarı başta gelince, kalabalık ve üstüste yığılmak diye bir tehlikeye vücut imkânı olmadığı kendi kendisine anlaşılır ve Yirminci Asır cemiyetleriyle devletlerinin acz ve «adem-iktidar» kaynağı belirir.

· İşte insan gücünü değerlendiremez hale gelen ve nüfusunun büyük bir kısmını ham beygir kuvveti olarak yâdellere gönderen Türkiye'nin hali!... Avrupa ve şurada buradaki işçilerimizin hikâye ve mânası bundan ibarettir.

· İslâm inkılâbının cemiyetinde devletin bu rolü, bir taraftan şahsî teşebbüs ve kendi kendisine ötüş melekesini besler ve işletirken, öbür taraftan da bu melekenin dağınık olarak merkezîleştiremiyeceği kıymet ve kudret tasarrufunu içtimaî iradeye bağlıyarak tekleştirrnek hikmetini güder. Binaenaleyh devlet, iş ve içtimaî faaliyeti görmek, ya göstermekle mükellef olacak; daha doğrusu gösterdikten sonra yerine geldiğine görecek, göremediği yerde de mutlaka gösterecektir. Netice, daima gösterecek ve görecek, görecek ve gösterecek...

· Dâva bu kadar mücerret ve haysiyetli, küllî ve esasî çapta ele alınınca, artık İslâm inkılâbının cemiyetinde, doğrudan doğruya cemiyet zararına faaliyetler şöyle dursun. dilencilik, miskinlik, goygoyculuk, fodlacılık, istirmarcılık, caban ortalık, mirasyedicilik, beyzadelik, ağalık, tembel patronluk vesaire gibi her türlü parazitliğe ne nisbette hayat hakkı bulunduğunu tahmin çok kolaylaşır; ve mefkurenin kâinat çapındaki buutları bu noktadan da açıkça görülür.

TEŞKİLÂT VE İDARE

· Fikir temellerini kurduğumuz ve oluş hedeflerini plânlaştırdığımız İslâm inkılâbı, başlı başına ve müstâkil (ideal) kıymetinde, bütün bir teşkilât ve devlet şekli gayesine sahiptir. Bu gayenin ismi. Başyücelik devleti teşkilâtıdır. Tafsilâtı ileride...

· Büyük Doğu'nun ilk devresinde tafsilâtlı bir seriyle inceden inceye çerçevelediğimiz bu devlet şekli Yunandan bugüne kadar gelen örnekler arasında misilsiz bir ilerilik ve yenilik temsil ettiği gibi, tarih boyuncada gelmiş, ya ferdî, ya içtimaî, yahut da zümrevî irade hakimiyetine bağlı şeklîllerden teker teker herbirinin mahzurlannı bertaraf ettiği kadar, teker teker herbirinin ;faziletlerini toplayıcı son ye üstün buluştur. Öyle bir bulu ki İslamın «Şûra» ölçüsüne de sımsıkı bağlı..

· Tarih boyunca gelmiş devlet şekillerini ferdî,içtimaî veya zümrevî irade hâkimiyeti diye ifadelendiğimiz, mutlâkiyet, cumhuriyet veya tek parti diktatoryası olarak üç ana, grupta toplayabiliriz, işte bizim Başyücelik mefkuremiz, bu şekillerin birbirine nişbetle fayda ve; mahzurlarma karşı, faydaların herbirinden süzülüp, mahzurların herbirinde bırakıldığı, bir tamamlık ifadesidir.

· Yirminci Asnn ikinci yansından sonraki devlet teşkilât (ideal) i, belki bütün insanlık kadrosunda, bizim Başyücelik mefkuremizden ders ve gıda almaya mahkûmdur. Hasta liberalizma, bâtıl komünizma ve faşizma tecrübelerinden sonra istikbâlin gayesi, tün yer yüzünde, İslâm İnkılâbının bu şubesini benimsemek zorundadır.

· Teşkilât cephesi. (Büyük-Doğu) nün ilk dvresinde gergef gibi nakışlandırılrmş olan bu dâvanın fikir özü, bir topluluğu, o topluluk içindeki en üstün ruh vcve idrak kahramanlarının emir ve iradesine teslim etmekten ibarettir. Açıkçası, her sahadaki idrak soylularının, bir hastahanede ilmî doktorluk hâkimiyeti gibi mutlak hegemonyasını kurmak...

· Bu muazzam dâva yolunda en kısa ölçü şudur ki, halkı, kendi nefsini aşan hakikî hâkimiyet plânına çıkarmak için onu hakka esir etmekten ve başıboş kalabalikları başı bağlı münevverler iradesine tâbi ve mahkûm kılmaktan başka yol yoktur. Hakikatte tam ve mefkûrevi hürriyet ve hâkimiyet demek olan bu zahiri esaret ve mahkumiyetten gayrı her şekil, halkın maddasine ve kemmiyetine hürriyet verip, onun mânasını ve keyfiyetini mahrum bırakıcı günübirlik teselli dolaplarından başka bir şey değildir. Ve artık Yirminci Asır, bütün bu dolapların hazin tecrübesini yaşamış, herbirinin buhranı içinde yanıp yakılmış ve hiçbirinde muradına erememiş olmak vaziyetindedir.

· (İdeal) sizlikten patça parça kopmaya ve yanima-ya başiayah dünya cerriiyetlerine, (ideal üstü mutlak fde-al) ile beraber, bağlı olacağı içtimaî nizam (ideal) ihi de bizzat bu davanın vâdettiğine inanıyoruz.

· Doktorların ilme esir oluşu ve keyfî hiçbir temayül sahibi olmayışı gibi, bütün fazilet ve haysiyeti sadece hak ve hakikat bağlılığından ibaret olacak olan gerçek münevverler hegemonyasının müessise ismi, bizde«Yüceler Kurultayı» dır. Bu kurultayın reis kürsüsünün arkasında «Hâkimiyet Hakkındır!» cümlesi, yazılıdır; ve kanun onun kanunu, devlet onun devletidir. Devletin de, her bakımdan başı bağlı tek fert ve şahsiyet nezdinde mihraklaşmış remzleşmiş nihaî ve merkezî makam ifadesi. Baş yüceliktir.

DEVLET

· Bütün zıtlarından ve sahte benzerlerinden ayırarak. şeriat, tasavvuf ve onlara tâbi akıl anlayışı ile derin ve gerçek mü'mine bağladığımız İslâm inkılâbı içinde devlet ve hükümet şekli, serbest ve ileri akıla bırakılmış, bütün bir icat ve ibda mevzuudur. Bu dâvada serbest ve ileri akıl, ana ölçüye daima bağlı kalarak, insan cemiyetlerinin ve idare nizamlarının tarih boyunca macerasını takip ederek, en doğru, en iyi ve en güzel şekli seçmekte veya bulmakta yüzdeyüz hürdür.

· İnsanlık, bütün salâhiyetleri, fert, halk ve zümre hâkimiyeti elinde toplayan üç idare nevi tanıyor; Saltanat, Cumhuriyet ve muhtelif içtimaî sistem plânlan etrafında kadrolaşmış zümre idareleri... (Monarşi), (Demokrasi), (Oligarşi)... Eski tarih birincisinin; yeni tarih, ikincisinin; en yeni tarih de. üçüncüsünün ve ayrı ayrı hepsinin saf veya birbiri içinde karışık örneklerine maliktir. En eski tarihte de, birincisine, ikincisine veya üçüncüsüne ircaı kabil nümuneler yaşadığını biliyoruz.

· Kısacası şudur ki, bugüne kadar insanlık, kavim ve millet çerçevesi içinde nefsini İdare etmek için. nizam merkeziyetini bu üç şekilden bir başkasına temsil ettirecek bir rejim şekli bulabilmiş değildir.

· İnsanoğlunun, bu üç vâhidden birine ircaı ve bozan bu vah idlerin birbiri içinde ihtilâtI mümkün devlet ve idare buluşu da gösteriyor ki, gaye, şekillerden ziyade o şekillerin bağlı olduğu ruhlardadır; ve her şey, inanılan ana fikir manzumesinin temel kadrosundan ibarettir.

· Devlet ve hükümet nevileri içinde şekil, hiç bir zaman aslî gaye olamaz. Olsa Olsa, ruhu aksettiren madde, keyfiyeti aksettiren kemmiyet ifadesi gibi, en lâyık ve uygun şeklî belirtir ve sadece bu bakımdan birtakım efrad ve ağyar unsurlarına malik olabilir.

· Aslî gayeye, o her neyse, merkezî nüfuz ve salâhiyeti, nefsinin ve keyfinin başıboş âleti sanmıyan bir saltanat idaresi bile hizmet edebileceği gibi, bir Cumhuriyet, yahut belli başlı bir ölçü ve sistem fikrine malik bir zümre hâkimiyeti, daha kolay ve daha tesirli hizmet edebilir.

· Öyleyse derin .ve. gerçek mü'min anlayışiyle İslâm inkılâbında devlet, hiçbir şekle bağlı olmıyan, sadece İslamiyetin ruh ve ana. ölçüler manzumesine zerre feda etmez bir intibakla uygun bulunan, mücerred ve umumî daima arayıcı ve yenileştirici bir kıstastır.

· Derin ve gerçek mü'min anlayışiyle İslâm inkılâbın, devlet, mevcut idare şekilleri içinde, halk idarelerine uzak ve halk menfaatine en yakın olanıdır. Zira gerçek halk idaresinden ve gerçek halk menfaatinden gaye hiçbir zaman hüküm ve ölçünün, başıboş kalabalıklar elin.kalması demek değildir.

· Derin ve gerçek mü'min anlayışiyle İslâm inkılâbında devlet. halk kitlelerini, hastasını ona sormadan tedavi eden doktor gibi. istikâmet verici müdahalesi; ve ferd, zümre ve sınıf üstü bir hak ve hakikat kutbundan jdaresiyle tecellı eder. Bu dâvanın ulvî tezahür mihrakı olan ve tarih boyunca bir eşi bulunmayan mefkûrevî şekli de, İdeolocya Örgümüzün başlarında gösterdiğimiz ve cumhuriyet seken ileri derecesi saydığımız «Yüceler Kurultayı» ve , «Başyücelik» idealidir. Bu ideal, ezel kadar eski ve ebed kadar yeni, sabit ve mutlak temel ölçüye bağlı olarak, insanoğlulunun binlerce yıllık tecrübeleri arasında, her şeklin faydalarını toplamış ve zararlarını atmış merkezî hikmet ve hakikat buluşu ile, cihan çapında bir yenilik ve ilerilik hamlesidir.

· Müslümanlığı, Müslümanlığın .ezelî ye ebedî ruh füshatini sezmeden, ölü klişeler ve posa bilgiler halinde temsil etmiş cansız nesillere göre anlıyan idrak bedbahtlarının bize bakıp mürteci ve padişahcı hükmünü vermeleri yepyeni ideal karşısında ne kadar sersemcedir; hep beraber kavrıyalım!

· Derin ve gerçek mü'min anlayışiyle İslâm inkılâbında devlet, Peygamberler Peygamberlerine mutlak tâbilik altında, hak ve hakikat temsilciliğinin kat’i metbuluğunu isteyen, metbuluğu büyüdükçe Hakka ve halka tâbiliği terâkki eden ve idare cihazını o cemiyetin her sahada en üstün yücelerine teslim eden, büyük, muhteşem ve yepyeni bir mefkurenin irade ve icra mihrakıdır.

SINIF

· Tarih boyunca her inkılâp bir sınıfa dayanmıştır. Fransız Büyük inkılâbı burjuvazya sınıfına; komünizma inkılâbı işçi sınıfına vesaire vesaire... Askerler, rahipler, derebeyleri gibi sınıflar, tarihte bellibaşlı rejimlerin, bellibaşlı zamanlar ve mekânlar içinde, dayanağı olmuştur.

· İnkılâb tarihleri, içtimaî sınıflardan birine istinat etmiyen inkılâpları, dolayısiyle devlet ve idare şekillerini, üzerinde tecelli edeceği maddeden mahrum bir ruh gibi mücerret ve havada muallâk farzeder. Sınıflar, tarih boyunca, fikirlerin ve dâvalarının manivelası olmuştur.

· Gerçekten, içtimaî sınıflar, zamanın tecelli aynası olan mekân gibi dâvaların müşahhas tezahür zeminleridir. Sınıfsız, ruh ve fikri kadrolaştırmanın, zaptetmenin imkânı yoktur.

· İslâm inkılâbında ise sınıf, insan topluluklarının şu veya bu menfaat, imtiyaz ve tasallut hırsına bağlı hizip teşekküllerine değil, bütün insanlığı kuşatan üstün insan vasıflarının merkezinde toplanacağı kitlelere dayanır. Öyleyse, İslâm inkılâbında sınıf, bellibaşlı farikaların kendisini cemiyet içinde sınırladığı zümreleri değîl kitlelerin, bütün insanlık çapında mayasını tutturacak örnek şahsiyet kadrosunu murat eder. Bu kadronun da bellibaşlı bir sınıf ismi vardır: Gerçek ve üstün münevverler aristokrasyası...

· İslâm inkılâbında sınıf dâvası böylece, bir yandan sınıf mefhumunun dar ve hasis çerçevesi dışına çıkıp bütün beşeriyeti kucaklayıcı bir genişlik belirtirken; bir yandan da mücerret fikirlerin taallûksuz kalmaması ve mutlaka muşahhas hayat akışı içinde bir «yed-i emin»ler kadrosuna malik bulunması gibi, sınıf mefhumunun ilk zararlı cephesine karşılık, ikinci faydalı cephesinden semerelenmiş olur.

· İslâm inkılâbında sınıf, böylece varken yok, yokken var bir keyfiyettir. Dar ve hasis mânasiyle yok, ana oluşa mihrak teşkil edici ve dâvayı müşahhas plânda temsil ve bütün insanlığa teşmil edici manasiyle var...

· İşte zamanın tecellisindeki mekân zarureti halinde, maddi dayanak noktası olmak haysiyetini kabul ettiğimiz bütün darlık ve hasisliğine sed çekici ölçüleri de kendi içinde mütalâa edip onu inhisarsız bir açıklığa ulaştırdığımız sınıf, İslâm inkılâbında, ismiyle ve cismiyie. Tekrarlayalım GERÇEK MÜNEVVERLER, ÇİLEKEŞ FİKİR SOYLULARI ASALET SINIFIDIR.

· Nasıl sosyalizma ve onun azmanı komünizma, gayet müşahhas örneklere dayanarak ortaya hakkı çalınan bir işçi ıstırabı çıkarmış ve bunu sistemleştirmişse, bizim dayandığımız ve bütün insanlık mikyasında hudutsuz ve şamil gördüğümüz zümre hakkı da, fikir çilesinden ve idrak ıstırabından doğar. Demek ki, bizim bu türlü münevverler sınıfından anladığımız bu asîl mefhumun orospulaştırılmış delaletiyte baştan başa mankafa ve hiçbir ise yaramaz zoraki ve ukalâ aydınlar kalabalığı değil, kargabüken zehrini almış gibi kıvranırcasına fikir çilesi ve idrak ıstırabı çekenler kadrosudur.

· (Karl Marks) «kapitalist nizamlarda, biriken sermaye ve edilen kâr, sâyi ödenmemiş işçilerin zapt ve gasbolunmuş haklanndan yığılmadır!» diyor. Esası tamamen yanlış fakat sathı tamamen doğru olan bu düsturu, hak merkezine irca, ancak şöyle olabilir: «Başıboş rejimlerde biriken yanlış ve edilen hatâ, sâyi istenmemiş münevverlerin yol açılmamış faaliyetlerinden dogmadır.»

· Bir İmam-ı Gazali ile keleş bir çoban arasındaki farkı daima aziz tutan ve tutacak olan ölçümüz, keleş çobanla uyuz keçinin de hakkını kendilerinden daha emniyetle tekeffül edecek nizamın nihaî hak ve adil tecellisi içinde fenaya ermiş ve nefslerini aşmış entellektüeller hâkimiyeti olduğunda asla tereddüt sahibi değildir.

· Bir İmam-ı Gazalî ile bir çobanı kemmiyet hesabiyle bir tutan bir rejim, onu ehramlara taş taşımaya mahkûm edici Firavunlar rejimi derecesinde bâtıldır. Yani ne fert sultanlığı, ne de başı boş hükümranlığı...

· Bütün bunlar yüzündendir ki «hâkimiyet halkın değil, hakkmdır!» düsturunu, herbiri hakta fâni olarak ruhlarına nakşetmiş idrak soylularını teşkilâtlandırma ve-sadece hak âdına nefs dışı imtiyazlandırma dâvası, İslâm inkılâbının istinat edeceği sınıfsız sınıfı, her sınıftan üstün insanlar sınıfını hedef tutacaktır.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
GENÇLİK

· İslâm inkılâbının, ruhunu dökeceği kalıp gençliktir.

· İslâm inkılâbının ruh ve fikir muhtevası, kâinatı kavuracak bir hareket şiddetiyle, erimiş bir maden gibi bu kalıba dökülecek ve şahsî temsil kadrosu olarak, o ka-lıpta her şekline kavuşacaktır.

· Gençlik kalıbını, en ince girintileri ve çıkıntılariyle oymak ve dâvayı yüzde yüz gençlik işi haline getirmek, İslâm inkılâbının, ameliye sahasında başlıca çilesidir.

· Ne bugünkü murakabesiz. rehbersiz, gayesiz ve şahsen mesuliyetsiz gençlik; ne dünkü çürümüş ve kokmuş, şaşırmış ve ihtilâca düşmüş nesiller; ne de evvelki günkü, aşksız ve vecdsiz, ruhsuz ve heyecansız, sadece kitapların ve mevzuların başlıklarına takılı ve kakılı softacıklar nesli., İslâm inkılâbını kadrolaştırmaya memur gençlik, Sahabiler ve onların gerçek bağlılarından başka kendisine hiçbir ruhî örnek kabul etmiyecek; ye bu ruhu, baştan başa yepyeni, fakat aslına uygun olarak, nefsinde ve dünyada maddeye nakşedecekir.

· Allanın, güzel isimleri arasında «Ganî» adiyle tecellisinden harikulade bir hikmet ifadesi olarak, 4 asırdan beri yeryüzünde ve devletler, hükümetler, cemiyetler, topluluklar plânında, İslâmî temsil kadrosu bütün nurunu kaybetmiş bulunuyor. O gün bugün, sadece bazı şahıslar ve dar zümreler çerçevesinde ışık salan bu nurun, hem mânasını ve hem maddesini topluluk çapında bina etmek ehliyetine malik ortada hiçbir içtimaî örnek mevcut değildir. Bu örneği, müstakil olarak, işte İslâm inkılâbının erimiş bir maden gibi ruhuna dökeceği yeni gençlik kalıbı billûrlaştıracaktır.

· Bu gençlik, annesine, babasına, dedesine, ninesine ye geride bıraktığı mü'min nesillere, sadece ve kısaca ancak Müslüman (hakikatte Müslümanlığın ateş ve hamlesinden mahrum, klişe ve kelime Müslümanları) oldukları için saygı besleyecek; ve İslâmî temsil kadrosunun bugünkü duruma düşmesinden tarih boyunca bu ölü nesillerden hiçbirisini hiçbir hususta, hiçbir tavır ve edasiyle, hiçbir renk ve çizgisiyle taklit etmiyecektir. Onlar, gerçek ve derin müslüman olamamışlardır.

· Başlıca dövizlerimizden biridir ki, umumiyet ifadesiyle (hususiyet ifadesiyle değil) bugünün bütün İslâm diyarlarındaki, hem mânaları ve hem maddeleri geçkin pörsük örnekler, bize, aks-i dâvamızı temsil edenlerden bel ki daha uzaktır, ve onlarda kendilerine benzemek, banı mından tasavvur edilebilecek hiçbir hayır kalmamıştır.

· Ancak İlâhî bir nefha halinde ve tepeden inme bir intikalle, yeni gençlik kalıbının içine, Kâinat Mefahirinin ve O'na eksiksiz ve fazlasız bağlanmış olanların ruhaniyet âleminden düşecek bir yıldırımdır ki, İslâm inkılâbının özlediği gençliği birdenbire alevler içinde belirtecek; ve artık her şeyi bu gençlik örnekleştirecek ve temelleştirecektir.

· 40 yıllık yırtınış ve didinişlerimizle, böyle bir gençlige maya tutturabildiğimizi sanıyoruz.

· Bu gençlik, her ferdîyle mutlaka, sağındakini, solundakinî, önündekini ve arkasındakinî yakan «otomobil: zatiyle hareket halinde» bir teaddî, hamle ve hareket ateşi olacak; ve değdiği her şeyi, kendisine, ateşe döndürecektir.

· Bu gençlik ruhta en ileri ve maddede en güzel vücuda sahip ve bu gayenin en girift hesabına malik olacaktır.

· Safha safha bütün dünyanın tarih ve oluş çilesini çekmek, cihanı bütün kıtalarına şamil tarihî roller ve encamlar içinde murakabe etmek, nefsine ve millî tarihine edilen ihanetleri, gizli parmak izlerine kadar belirtmek, bütün putları devirip bütün gerçek âlemleri yerli yerine ve tam hakikatiyle oturtmak, bu gençliğin en asıl nefs muhasebesine bağlı ana fârikasıdır.

· Bu gençlik, basit ve ahmak bir evlilik - sonralık hesabiyle sadece keleş kemmiyet imtiyazını ve bu imtiyazın mankafa korkuluğunu değil, ezele doğru bitmez ve ebede doğru tükenmez «yeni» ve «doğru»nun keyfiyet muhafızlığını temsil edecektir.

· Bu gençlik, bütün muaşeret şekillerinden, maddî ve manevî bütün tavr ve edalarda, ahlâkta, edepte, ha yâda, hicapta, saffette, ölçülü heyecanda, hakikî vecd ve aşkta ve bütün bunlara rağmen en yırtıcı hamle ve hareketlerde semavî bir zuhur denecek kadar muhteşem ve Muazzam bir tecelliye, en harikulade renkler ve çizgilerle dekorluk edecektir.

· Pantolonun ütüsünden, serpuşunun biçimine kadar yepyeni, malûm örnekler içinde benzersiz ve tamamen aslî bir dünya görüşü, bir şahsiyet ve hakikat murakabesi getirecek olan öyle bir gençlik ki, onu, ne bütün merhaleleri ve sınıflariyle küfür ve delâlet kutuplarının eski ve yeni vereseleri ne de Âlemlerin Nuru'ndan, Sahabelerinden ve gerçek bağlılarından başka hiçbir ata soyu tanıyamayacak; eski ve yeni Müslümanlar ona hayranlıkla bakıp sadece «ha, işte Müslümanlık buymuş!» diyeceklerdir.

· Evet; birdenbire açılan göklerin kapaklarından paraşütle atlamış, ayrı ve esîrî bir dünyanın insanları halinde topraklarımıza inecek bir gençlik!., İşte hayal ve rüya ufkunda, İslâm inkılâbının muhtaç olduğu gençliğe ana vasıflariyle kısa bir bakış!

MİLLİYET

· İslâm inkılâbında milliyet görüşü, kendisini milliyetçiliklerin tersine zarf değil mazruf, kap değil muhteva, madde değil ruh, mekân değil zaman işi telâkki eder:

· İslâm inkılâbında milliyet görüşü. Türkü fırlak kemikler çekik gözler, dar alınlar ve kirpi saçlar kadrosunda, yani hor ve kaba madde plânında aramaz.

· İslâm inkılâbında milliyet görüşü, her şeyi ana; ruh vahidine bağladıktan sonra, o ruh vahidini en iyi aksettiren yahut en iyi aksettirmeye memur olan zarf, kalıp ve madde ölçüsü olarak da (dalma bu kayıt altında) kendi ırkını mecnuncasma sever.

· İşte Gaye - İnsan ve Ufuk - Peygamberin «Kişi kavmini sevdiği için suçlandırılmaz!» mealindeki muazzam Hadîsinde, dışarıdan ve ilk bakışta o kadar kolay sanılan namütenahi derin mânaya bir yol; ve hudut içinde hudutsuz milliyetçiliğe bir işaret!...

· İslâm inkılâbında milliyetçilik görüşü. Müslümanhkta mahdut o sınırlı milliyetçiliktir ki, bu sınırın en küçük mikyasına kendisin hudutsuz ve başıboş bilen hiçbir milliyetcilik ulasamaz, ve böyleleri bizimle uyuşamaz.

· Tıpkı Şeriate baş kesmekle, onun yasak etmediği sahalarda hudutsuz bir salâhiyet ve memuriyete kavuşan akıl gibi, İslâm inkılâbının milliyetçiliği de, topyekûn insanlık kadrosunda ruhun kaynağını Müslümanlık olarak kabul ettikten sonra, o ruhu taşımaya, renklendirmeye, mizaçlandırmaya karşı liyakat ifadesi bakımından bütün kavimler arası yarışmada üstünlük mefkuresinden ibarettir.

· Böylece İslâm inkılâbında milliyet mefkuresi, ırk, kavim ve soy ifadesiyle de Peygamberine lâyık olma cehd ve müsabakasının eseridir ki, her türlü ırk ve kavim sınırını kuşatan ve aşan Müslümanlığı incitmek yerine şadedecek; ve ana ölçüye bir kere bağlandıktan sonra en iteri haklara kadar kazanıcı izinli milliyetçiliğin tâ kendisi atacaktır.

· İslâm inkılâbında, Şeriatle hudutlu akıl, hakikatte nasıl hudutsuz aklın tâ kendisiyse, yine onunla hudutlu milliyetçilik de hakikatte hudutsuz milliyetçiliğin tâ kendisidir.

· Hudut içinde hudutsuzluğa çıkmanın girift sırrından nasip almış olanlar, mücerret ve münhasır milliyetçilik alevine gaz ve fitil ahengi verecek ve onu Şeriat şişesinin içinde en ileri ışığa kavuşturacak sistemin de, derin ve gerçek mü'min anlayışıyle İslâm inkılâbına bağlı milliyetçilik görüşünden olduğuna inansın.

· Milliyetçiliğin, bu ölçü dışında bütün alevli tezahürleri, yalnız gövdeleri yakıp kül eden dar ve hasis bir nefsanîlik, ham ve yobaz bir putculuktan başka bir şey değildir.

· Allah ve Resulünü en çok sevdiği, yahut en çok seveceği, yahut da en çok sevmeye memur edeceği için Türkü sevmek, onun şahsî ve kavmî ruh hazinesini bu aşk zemininin üzerine serpiştinııek ve bütün zaman ve mekân boyunca bu ruhu. geliştirmek, kalıplaştırmak, billûrlaştırmak ve maddeye nakşetmekten ibaret olan üstün milliyetçilik, ruhî muhteva dışı ırk ve kavim sebebine değil. ruhî muhteva içi ırk ve kavim neticesine bağlı o mefkuredir ki, usul ve sistemini de her millete veren, böylece darlık v& hasislik çemberini kıran, dünya çapında bir yenilik belirten ve hudut içinde hudutsuzluğa ulaşan büyük oluşun en gerçek yapıcısıdır.

· İslâm İnkılâbında köy, dâvayı geniş madde, zengin kemmiyet ve müstahsil kitleye nakşetme hamlesinin en hassas ve nazik tezahür çerçevesidir.

· İslâm inkılâbında köy, kasabalara ve şehirlere doğru yontulan ve nihayet büyük (Metropolis) te en muğdil çizgilerine kavuşan cemiyet heykelinin maddî ve manevî iptidaî madde kaynağını belirtir; ve bu bakımdan birinci derecede bir kıymet ve ehemmiyet arzeder.

· Köylüye, şehrin en ileri ferdiyle eşit seviyeye yükselip onu fethedici yolları açık bırakan bir nizam örgüsü içinde, derin ve girift şehirli, en silik unsuruna kadar köyü ve köylüyü fethetmiş ve ona dâva ehramının eteklerini-kurdurmuş /olarak/ köyün mânasını daima elinde tutacak ve koruyacaktır.

· İslâm inkılâbında köy dâvasının üç hedefi vardır: Binincisi, köylüyü okutmak ve terbiye etmek... Ruhunu ve kafasını İmar... ikincisi, köylüyü güzelleştirmek ve sağlamlaştırmak... Vücudunu ve nesillerini imar... Üçüncüsü, köylüyü zenginleştirmek ve refah içinde yaşatmak... İş unsurlarını ve kesesini imar... İşte köy ve köylü dâvası, ilk ana ölçülerden sonra, herbiri binlerce kola ayrılan bu üç imar hedefinde toplanabilir.

· Birinci imar hedefi: Bu hedef, malûm ve mahut ilk öğretim çekirdeğini, hattâ 10 haneli bir köye bile bir tanesi düşecek kadar geliştirmenin çok üstünde bir iş... Herbiri «Karagöz» veya «Hacivat» gazetesini sökebilecek, dünyanın yuvarlaklığını isbat edebilecek. Cumhuriyet tarifini tek klişe içinde ezberliyebilecek ve hepsi bir ağızdan «Soğol!» veya «Egemenlik ulusundur» diye bağırabilecek bir köylü kalabalığı, bellibaşlı bir ruh ve kafa mimarîsine sahip bir millet tarlasının başak başak emilmiş Ve hazmedilmiş olmak gereken iman ve ahlâk keyfiyetinden hiçbir oluş belirtmez ve sadece kemmiyet plânında vâki bir hamaratlık gayretinden ileriye geçemez.

· Birinci İmar hedefini yerine getirebilmek için, her köyde, cedlerimizin her köyün göbeğinden fışkırttıkları minarelerden tüten müdir fikir ve muallim dâva noktasına eş, birer talim ve telkin istasyonu kurmak lâzımdır, Gerçek ve şâmil mânasiyle, elbette ki, camilerden başka merkez tanımıyacak olan bu telkin istasyonları, cahil yobazların eline değil, yepyeni nesiller halinde üretilecek! atan genç ve aşk dolu terbiyecilerin eline teslim olunmak ihtiyacındadır.

· İkinci imar hedefi: Birinci imar hedefi yerine getirilemeden ikincisinin çaresi bulunsa da, Diyarbakır karpuzlarının birkaç misli büyüklüğe çıkarılması gibi, nebat içinde nebatî bir gelişmeden başka bir şey elde edilmiş olmıyacağına göre, bu dâva, ancak birinci hedefe bağlı fennî zabıta müeyyideleri altında ve askerî bir disiplin içinde son haddine kadar getirilecek; ve köylü,, solucanları burnundan sarkan ruhî sefalet halinden kurtarılıp gayet titiz ve temiz bir madde asliyeti ifade edecek; bu iş de, her şubesiyle, yine deminki telkin ve terbiye istasyonlarının murakabesi altında yürütülecektir.

· Üçüncü imar hedefi: Daima ve mutlaka istinadını birinci hedefte bulacak olan bu saha da, ufak tefek sıva tedbirleri dışında esaslı bir merkezî ve iktisadî plândan şubelenerek, köy köy teşkilâtını ve iş programını köyün öz vicdanına yerleştirmek iŞi de tâlim ve telkin istasyonlarının eline verilecektir.

· Bu istasyonların kimler tarafından idare edileceği biraz ilerde ele alınacak..

· Görülüyor ki, İslâm inkılâbında köy dâvası, her işde olduğu gibi, .her şeyden evvel bir ruh meselesidir; ve bu ruh bir kere mayalandırıldıktan sonra, onun kerpiçten kulübeleri ve sokağa akan üç köşeli helaları tasfiye edip güvercin kanadı renginde ve temizliğinde bir madde ve mekân telâkkisine /yarması isten bile değildir. İkinci ve üçüncü hedeflerin dünya çapında malûm kaide ve yolları, yine birinci hedefin yerine oturtulması sayesinde köylünün öz vicdanına sindirilebilir. Başka türlü, köylüye zorla kasket giydirmekten farklı hiçbir şey olmaz; ve köylü, işte bu tarzca yaptığı işleri, giydiği kaskete benzetir. . .

· Bütün bunlar için; köylünün öz vicdanını, ruh kıvamını her ân kaşıkla karıştırarak talim, terbiye ye telkin istasyonlarının köy köy kurulabilmesi ve bu istasyonların ağa babalarından sığırtmaçlara kadar yepyeni bir dünya görüşü, madde ve hayat estetiği getirebilmesi için, faraza 40.000 köyü olan bir vatanda, hususî üniversiteler içinden hızla yetiştirilip köylere dağıtılacak 40.000 manen fedaî münevver tipine ihtiyaç vardır, İslâm inkılâbında köy ve köylü dâvasını kudret ve selâhiyetle kucaklayacak olar bu harikulade yeni ve şahsiyetli teşkilât işi de, Büyük Doğu mefkure ve iş plânının, gayet husus! ve sarih bir faslını çerçevelemektedir.

· Küçük ve temiz bir meydan... Ortasında nefis bir cami... Etrafında, hendese zevkine ulaşmış, muntazam sokaklar... Sokaklarda minicik, tertemiz ve baştan hususî üslûplar içinde gönül açan evler... Köyün dışına doğru, kırpıl ve karmakarışık saçının her teli örülmüş tabiat parçası... Sanki dağlarının taşları bile sabah ve akşam cilâlanıyormuşçasına parlak ve temiz... Temiz, temiz, temiz. Onda, temizden başka bir şey görünmüyor. Köyün içine doğru da tam bir içtimaî alâka ve dayanışma havası... Kılıkları taklitten uzak ve millî yenileştirme üslubuna bürülü, dağ gibi, yanaklarından kan ve can fışkıran insanlar... Vazifesi, bir mâna ve ihtimali beklemekten ibaret, sevimli bir hizmetkâr tavırlı jandarma... Köyün yardım sandığına, ilâç stokuna ve tohum örneğine kadar işi idare eden küçük köy meclisleri.... Ve uzaktan, bütün bu erginlik ve yetkinlik bestesinin notasını dağıtan ve genç çağını köye gömen, talim terbiye ve telkin istasyonunun mümessili mânevî fedailer; feda olmak ahlâkı! örneği münevverler... İslâm inkılâbının hasret ufkunda şayan köy budur!

ŞEHİR

· İslâm inkılâbı, milyonluk kitlelere, ruhî, harsî, içtimaî, iktisadî, idarî, siyasî, fennî, en ileri bir merkez edecek olan büyük (Metropolis)lerin binacısıdır.

· Gece ve gündüz nur saçacak olan bu (Metropolis)lerde, bir minareyle bir minare arası, yıldızların bile pertavsız kullanmadan okuyabileceği şekilde, Allahın birliğine ve Peygamberinin hak olduğuna dair ışıktan vecizeler...

· İslâm inkılâbının şehrinde hudutsuz tenzih ve tecrit ruhunun mekânı olan mâbed, nihaî derecede sade; İslâm satvet ve heybetinin ifadesi olan her nevi mesken de, en salim zevk ölçüsiyle, fevkalâde ziynetlidir.

· Allah Resulünün «Camilerinizi sade, evlerinizi ziy-netli bina ediniz!» mealindeki hadîsleri, bu fevkalâda nazik ölçünün bizzat kaynağıdır. Müslümanların, asırlar boyunca, mukaddes kaidelerden herhangi biri olan bu ölçüye ne kadar ters hareket ettiğini düşünecek olursak, İslâmiyet! olanca saffet ve asliyetiyle kavramaktan ibaret olan İslâm inkılâbının kaç asırdan beri mevzu teşkil ettiğini anlarız.

· Asırlar boyunca Müslümanların şehir, kasaba ve köy manzaraları, beka yolu olduğuna inandıkları mavera âleminin işaretçisi muhteşem ve müheykel camiler etrafında, fena sahası olduğuna inandıkları dünyanın en küçük tamire bile değmez çerden çöpten dam altlarını ve entipüften insan koğuklarma ihtar etmiş; ve en fecî netice olarak, yabancı nazarlara, bu aşağılık ruhu telkin edenin İslâmiyet olduğu hissini vermiştir.

· İslâm inkılâbının nurlu, süslü ve heybetli mekân ölçüsünü billûrlaştıran şehir, dünyanın imarı ancak nihayete kadar getirildikten sonrar asli gaye teşkil etmiyeceğine, sadece fena ve beka arası bir basamak olduğuna ait bir remzdir. Muazzam bir ruh notasına benziyecek olan İslâm (Metropolis) leri, bu dünyadan öbürüne geçecek insanoğlunun, bu dünyada en çilekeş ve derin ruha sahip olabilmesi için, nokta nokta ve çizgi çizgi bütünleştirilmeye muhtaç, grift içtimâi hayat kadrosunu pırıldatacaktır. Her türlü ruhbaniyete zıd olan, ve ukbâ hakkını dünya hakkının eksiksiz verilmesine bağlıyan İslâmiyetin hakikati de bu mevzuda, yalnız bu ölçüden ibarettir.

· İslâm inkılâbında şehir, dünyaya ait terk ettikten sonra «tek»ide terkedip «terk-üt-terk» makamına yükselmiş ve bu inceler incesi düsturuyla yine yine dünyaya dönmüş ruhun (metropolis)idir. Bu (Metropolis)lerde sokak, meydan ve bütün umumî sahalar , teker teker Müslüman evlerinin müşterek ve maşeri geçit çerçeveleridir; ve bunlar , selim zevk ve temizlik ölçüsüyle , bir Müslüman kadının başörtüsü kadar güzel ve paktır.

· İslam inkılâbının şehri , sokak , meydan , saray ve geçit resmi tezahürlerinin bütün bediiyatına maliktir. Ahmak ve mankafa heykeller yerine adım başına dikilecek mücerret ziynetli kitabeler ve hitabeler, İslâm inkılâbının şehirlerine, baştan başa Garp âlemini de hayran bırakacak yeni bir şehircilik mânâ ve şahsiyetini getirecektir.

· Fildişi kaldırımlarda, her yaştan, maddeleri ve ruhları nur insanların sel sel akacağı İslâm(Metropolis)leri, Garbın milyonluk şehirlerindeki ruh ihtilâcının tam zıddına yataklık edecektir. Şâir (Bodler) in , 19. Asırdaki cehennemî Avrupa şehrinin mânasından aldığı ve böylece 20 nci Asrı ihtar etmiş bulunduğu korku ve kasvet duygusu, İslâm (Metropolis)inde büyük refah ve ümide dönecektir.

· Ruhi, harsî, içtimâi, iktisadî, idarî, siyasî, fenni ölçülerden, gerçek ruh ve harsın gittikçe müeyyidesizleşmesi neticesinde, öbür ölçülerin cehennemî terakkilerle büyümesi ve nihayet Avrupa (Metropolis) lerin bir türlü çözülmez grift ukdelerin kaynağı haline getirmesi, çok ince bir vâkıadır. İşte (Bodler) ve onu takip eden büyük şâirlerin farkında o|mıyarak, bazi mütefekkirlerin de bile bile haber verdikleri ve dehşet belirttikleri bu büyük şehir vakıası, müsbet olan her müessiri semerelendirildikten sonra, menfî olan bütün saikleri ve müessirleriyle tasfiye edilip, Hak ve hakikate giden kahraman insanların şevk ve muvazene bucağı olmak haysiyetini, İslâm İnkılâbının şehir telâkkisinde bulacaktır.

· İslâm İnkılâbının, köy bahsinde bir cephesiyle işaret edilen büyük ve salahiyetli (Metropolis) leri, köyü sömürerek, köleleştirerek ve yok ederek inkişaf etmek yerine, insanoğlunu köy kaynaklarında üretip ummânlara benzer şehir denizinde toplayan ve aradaki kemmiyet ve keyfiyet sınırlarını daima muhafaza eden üstün hak ve ada-iet nizamının kurultay merkezi olacak; ve en ince, en muğlâk, en hassas, en dakik, en mükemmel, en sanatlı, en hesabî madde ve mâna donatımını âbideleştirecektir.

AİLE

· İslâm İnkılâbında aile, «zat-ül-hareke»ligini kazanıncaya kadar, yeni baştan maya tutturulacak ve her un-suriyle yeniden teşkil ve tesis edilecek bir mevzudur.

· İslâm İnkılâbında aile, tıpkı bir makinenin iyi işleyip işlemediğini muayene eden bir mühendis gibi, uzaktan ve devlet gözüyle murakabe edilmesinden ibaret,«zat-ül-hareke»liğine kadar her ferdi ve her unsuriyle sımsıkı bir müdahale hedefidir.

· Büyük Doğu idealinin fideliğini teşkil edecek olan aileye maya tutturuncaya kadar ona musallat olmakta devam...

· Bu müdahalenin esaslarında, cemiyetin protoplazması olan muazzez aile mefhumunu korumak; babayı, anneyi, evlâdı, zevci, zevceyi ve.bütün yakınlık kademelerini birbirine karşı- her türlü ahlâkî emirler ve yasaklarla vazifelendirmek ve bu hususların yerine gelmesi için gereken aile ruhunu elifbesinden başlıyarak fasıl fasıl tedvin etmek işi vardır.

· Mukaddes gayenin eşya ve hadiseler nakşı içinde devlet dışarıdan ve aile içeriden yetiştirici olacaktır.

· İslâm inkılâbında, devlet tesisi olarak, müstakil bir aile zabıtası ve mecburî aile kursları, tohumun ağacı ve ağacın yemişi elde edilinceye kadar muvakkat teşkilâtın esas şubelerinden olacaktır.

· Çocuğun yetiştirilme metodu üzerinde devlet, anne ve babayla el ele, nihaî salâhiyet merkezi rolünü oynıyacak; anneyle babayı, adetâ mesul memurları gibi kullanacaktır.

· Teferruata girmeden sadece umumî prensiplerini çerçevelediğimiz bu noktalar, adetâ aileye istiklâl ve manevi tasarruf hakkı bırakmaz bir cendere mahiyetinde görünebilirse de, bütün cemiyet ve milletin ana çekirdeği olan ve her kötülük onun bozulmasından doğan aile mayasının kurtulabilmesi ve artık her şeyi kurtarıp koruyabilmesi için başka hiçbir çare yoktur.

· İzdivaç müessesesi, en genç yaşlarda adetâ mecburiyet belirtecek şekilde devlet tarafından himaye edilecektir.

· İslâm inkılâbında, mektep vesair telkin ve terbiye vasıtalarından herbiri, rnefkürevî nizamına göre ayarlanacak ve yine cemiyette aileyi zaafa uğratan her faaliyetmutlak olarak kökünden kazınacaktır

· Cemiyetle aile arasında karşılıklı öyle bir ahenk doğacaktır ki, ferdin vazife ve iş zeminini yalnız cemiyet, zevk ve saadet bucağını da yalnız aile yuvası temsil edecektir. Bütün aileler için müşterek ve meşru zevk ve saadet müesseseleri cemiyeti taşıracak derecede bol olacaktır. Fakat buna mukabil cemiyetin, ferdleri aile kadrosu dışına cezbeden ve aileyi örseleyen her nevî fuhuş ve hafiflik müesseseleri kezzapla ve tâ köklerinden kurutulacaktır.

· İslâm İnkılâbının, mimarîsini yerine getireceği cemiyette, aileye müteveccih suikastçı ve zıt vücutlardan, umumhane, meyhane, kumarhane, balo, bar ve hattâ kahvehaneye bile yer yoktur. Buna karşılık o türlü ve tamamiyle ulvî müşterek zevk ve şevk müesseseleri vardır ki, cihanın nazarında örnek buluşlar ifade edecektir.

· Netice itibariyle, her ferdi devlet, tarafından, maddi ve manevî devlet tezgâhlarında yetiştirilecek olan bir cemiyette, aile ocağı büyük ye resmî devlet içinde küçük ve hususî birer devlet rüşeymi halinde, yumurtayla tavuk gibi herbiri öbüründen doğma ve herbiri her haliyle öbürünü besleyici ve koruyucu bir mâna belirtecek; bu mânanın bütün gerekli iç ve tedbir unsurlarına ve lâzimelerine malik olacak; ve bu mâna çerçevesi içinde nihaî masuniyet ve muhafaza müeyyideleriyle tahkim edilmiş bulunacaktır.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
MEKTEP

· İslâm inkılâbında mektep, dâvanın muhtaç öldüğü yeni ve dayanak nesli yetiştirmeye mahsus aileyle el ele bütün bir talim, terbiye ve telkin ocağı olacak; ve mâlum. bandrollü bilgi posalarını veren tarafsız bir müessise olmaktan çıkacaktır.

· İslâm inkılâbının mektebinde talebe, annesi ve babasından ziyade hocasının malıdır; ve alacağı ilgiden, benimseyeceği ahlâktan, bürüneceği tavr ve edaya kadar,her şeyi onun elinden alacaktır.

· 7 yaşından başlayıp 12 yaşında bitecek ve çocuğa bütün bilgilerin kaba hatlarını verecek olan beş yıllık ilk tahsil, mecburîdir, işçi, nefer, hamal ve çöpçü bile bu ilk bilgi sermayesiyle mücehhez olmak borcu altındadır, İslâm inkılâbının cemiyet kadrosunda «okur-yazar» ol-mıyan bir ferd tasavvuru mümkün değildir.

· İslâm inkılâbında devlet teşkilatının en girift ve hummalı şubesi, baştan basa plânlı tahsil devrelerinin jlk kısmını çobanlara kadar teşmil etmekle mükellef maarif cihazıdır. Bu cihazın köylerdeki mümessilleriyle, köylere memur yetiştirici inkılâp unsurları, birbiriyle en sıkı temas halindedir.

· Aynı maarif cihazının hususî bir müsteşarlıkla ve konferanslarla idare edeceği koskoca bir halk terbiyesi şubesi de bulunacak; ve aileyle mektep arasındaki sıkı münasebeti, aileyi murakabeye memur devlet teşkilâtına mesnet olarak bu şube idare edecektir.

· İlk tahsilden sonra, 12 yaşında başlayıp 17 yaşında bitirilecek olan yine beş yıllık bir orta tahsil devresi vardır ve yüksek tahsile kadar bütün öğretim kadrosu, en ince ve semereli bir programla, çocuğu işte 7 yaşı ile 17 yaşı arasındaki bu on sene içinde mayalandırmaktan ibaret bir cehde memurdur. Ayrıca «lise» veya başka bir isim altında orta tahsile ekli bir devre yoktur.

· Orta tahsil müesseseleri kazalara kadar teşmil edilecek; ve devlet teşkilâtında «memur» unvanına mâlik her ferdin mecburî vasfını teşkil edecektir. Ayrıca hali, vakti ve meslekî vaziyeti müsait her ferd orta tahsille mükellef olacaktır. Bunun İçin de ölçü, devletten orta tahsil mevzuunda öbür vesikası olmıyan her ferdin bu tahsille de mükellef bulunmasıdır. Orta tahsile karşı özür beyanı, ancak köylü, rençber, kaba isçi ve benzerleri olan sınıfların hakkıdır.

· Vazifesi talebesine sadece umumî bilgiler vermekten ibaret olmayıp İslâm inkılâbının en girift insan ve cemiyet politikasının mümessili olan hocalar, ilk tahsil dev-resinde mimledikleri istidatları, her türlü özürlerine rağmen devlet himayesinde yüksek tahsile ulaştırıcı yolları açmak hususunda vazifeli ve selâhiyetlidirler. Bu mevzuda hocaların vereceği istidat raporları, en hakîr çobanın oğlunu bir gün devlet reisi makamına kadar getirici tahsil çilesini ona mecburi kılabilir.

· Her türlü orta meslekî tahsil, ilk tahsilden; ve yüksek meslekî tahsil, orta tahsilden ayrılarak şubelenir.

· Talebenin seçeceği ve ayrılacağı kolda da bütün karar hakkı kendisinin ve ailesinin keyfinden ibaret olmıyacak, bu hususta başlıca söz yine onu yetiştiren müessiseye düşecektir.

· Bilhassa yetiştirici yetiştiren, yâni muallimi talim len mektep müessisesi, fikir, terbiye ve teşkilât bakımından görülmemiş bir derinlik ve incelik belirtecektir.

· Üniversitenin ismi «Külliye»dir; ve vatan bölgesinin üçer milyon olarak taksim edilecek havzalarına bunlardan bir tanesi isabet edecektir. Bahsi ayrıca gelecek...

· Avrupada tahsil, devletin maarif sistemine bağlı hususî bir cihaz tarafından, her biri seçilmiş ve mukaddes dâva uğrunda Garbın müsbet bilgiler manzumesini fethedip vatana intikal ettirmeye memur ulvî bilgi casusları halinde gençlerin eline tevdi edilecek; ve bunlar ferd ferd fisken casusluk işiyle mükellef kurmaylar derecesinde üstün vasıflar taşıyacak; ağır mükellefiyet ve mesuliyet artları altında bulanacaklardır.

· Talim ve terbiye işinde Avrupalı mütehassıs, kız ve erkek karışık öğretim gibi heyulâî abesler, İslâm inkılâbının maarif siyasetinde bahis mevzuu olamaz. Bulûğdan ; evvelki ilk tahsil devresinde karışık bulunmasında bir mahzur olmayan kız ve erkek talebeler, ilk devreden sonra tahsillerine cinsiyetlerinin müstakil toplulukları içinde devam ederler. Kızlar için orta tahsil ayrıca mecburiyet ifade etmez. «Külliye» tahsili ise kızlar için kendilerine mahsus birkaç hususi üniversitede kabildir. Ana vazifesi ev kadınlığı olan kız talebe, kadınlık iş ve mefhumuna yabancı yüksek meslek mekteplerinden' tamamiyle tecrit edilmiş vaziyettedir. Buna mukabil kadınlık iş ve mefhumuna bağlı hususî meslek mektepleri, kızlar için imkânın son haddiyle ve her tarafta çok geniş bir mahiyet arzedecektir.

· Kalın hatlarla İslâm inkılâbının ana prensip bakımından mektep telâkkisi şudur ki, her şey, tahsil programlarının belirteceği keyfiyet ölçüsüne bağlı olarak orta ve yüksek sınıflariyle mekteplerde yuğurulacak; ve İslâm inkılâbında mektep, dâvanın ilim ve nazariye, telkin ve terbiye plânını en canlı, en olgun şekilde bütünleştirecektir.

MÜSBET BİLGİLER

· Mücerret keyfiyet olarak müspet bilgiler, İslâmın malıdır,

· Halbuki müşahhas vakıa olarak müspet bilgiler, Garbin, Şark dünyasına ve onun merkezinde İslâm âlemine karşı öldürücü silâhı, uyuşturucu zehri ve kıstırıcı tuzağı olmuştur.

· Batı, Doğuyu tam dört asır, vahşi hayvan avlamaya mahsus bir tertip ve üslûpla, bu tuzağın içinde hapsetti; ve Doğu bu işin sırrını halâ kavrayamadı.

· İslâmın temsil kadrosunun bütün ferini kaybettiği ve Hıristiyanî iş sahasının boyuna cila kazandığı son dört asrin hazin hikâyesi şudur; Batı, sadece müspet bilgilere bağlı kaba marifet imtiyaziyle Doğuyu apıştırmış, sindirmiş, yıldırmış, yumruk altında .sersemletilen bir hasım gibi gittikçe aksülâmel kabiliyetinden düşürmüş ve onun perişan kalbine ölümden beter bir felç illetini, «kendini aşağı görme ukdesi» ni yerleştirmiştir. Böylece Batı, Doğuyu, kendi kendisiyle en acıklı ihtilâfa düşürmüş, kendi kendisini yıkmaya ve hiçbir şey olmamaya mahkûm kıl
mıştır.

· İlk hüküm; İslâmî temsil kadrosu, tam dört asırdan beri İslâmın amelî hayat plânına hâkimiyet emreden başlıca düsturundan öksüz, yani gerçek Müslümanlığa uzak yaşamakta; ve yine tam dört asırdır, bu inceler incesi nükteyi çözecek büyük inkılâpçı, murakabeci ve fikirci şahsiyeti yetiştirememektedir. Bu zavallı akıbetin sebepleri pek girifttir.

· Hâlâ (Holivut) aptallarının hayalini bezeyen Bağdat halifeleri devrinde Batı adamı domuz hayatı yaşarken, büyük (metropolis) adamlarına mahsus en medenî eşya ile çevrili Müslümanlar kadrosu nerde, son dört asırlık muhtaç ve sefil sürüler nerede? Ve Garbın (Rönesans) şahlanışı. Araplann eliyle Batıya intikal etmiş eski Yunan metinlerine dayandığı halde, İslâmî temsil kadrosu adına, bu şahlanışın, belirttiği mânayı anlıyamamak ve ona göre davranmamak ne demek? Bu da en girift meselelerden bir tanesi.. Müspet bilgilerin tarifi kolaydır; eşya ve hâdiseleri bütün dış kanunlariyle, amelî fayda bakımından teftiş, tefahhus ve insan iradesine bağlamak yolunda aklın istismar hakkı,.. Bu hak o kadar İslâmın malıdır ki, her şeyden evvel mü'minlere Allah tarafından ve Kur'ân'la emredilmiştir; «Rabbiniz sizi yeryüzünde halifeler etti; sizi Arzın teshir ve tasarrufuna memur eyledi ve öbür mahlûklara hâkim kıldı.» Ayrıca ve hep o gayeye bağlı binbir muazzam hadîs içinde hep aynı düstur.. Bu düstur, eğer başkalarının malı olsaydı, onların bunu haber alıp kavramlariyle, içlerinden ve derhal muhteşem bir medeniyetin fışkırması aynı zaman ve mekâna tesadüf ederdi.

ADALET

İslâm inkılâbında Şer’î mahkeme diye bir teşekkül yok, sadece ve düpedüz mahkeme vardır. Zira İslâm inkılâbının mahkemeden anladığı, yalnız ilahî emirlerdeki ana kaideye ve ona uygun be bağlı olarak insanî selim his ve fikir temeline dayalı adalet mekanizmasıdır. Böylece her şey ve her düstur Allah’ın emirleri içinde gâip ve fânidir.Sudan başka bir şeyle çevrili olmayan balık, suyu nasıl göstersin ve tefrik etsin? Şer’i mahkeme tefrikine şu yüzden yer yoktur ki, Allahtan gelen hakikatin gayrına yer olmıyan noktada herhangi bir ayırt edişe de yer olamaz.

Eski devirlerin «Mahkeme-i Şer’iye»leri, Avrupa yoliyle içimize sızan bazı hukuki ve cezaî ölçülerin benimsenmesi karşısında düşülmüş bir pazarlık ve aracılık seciyesinin ve bu yüzden dine bir kısım hak tanımanın ifadesidir. İslâm inkılâbında ise Allah ve din adına tanınacak bir kısım hak yoktur, topyekûn hak vardır.

Bir zamanlar İslâmlığın, beşeri temsil kadrosunda, nefsine Müslüman ismini verenlerdeki idrak ehliyetsizliği yüzünden nurunu kaybetmeye başladığına, ricat girdiğine, işi pazarlığa ve aracılığa döktüğüne, ne kurtarabilirse kör saydığına; ve bir kısım fedakârlığa razı olarak bir gün her şeye fedaya namzet bulunduğunun işaretini verdiğine, su kesimi altında ceviz kadar deliğe razı olmakla teknenin bir hamlede devrilmesine razı olmak arasında fark bulunmadığına biricik misal, işte, Tanzimat dedikleri avanak hareketin bu malûl secîyesidir, İslâm inkılâbında ise her şey «hep» çi ve «hiç» çidir. Bütün «müspet» ler «hep» te ve bütün «menfî» ler «hiç»te toplanır; ve bu ruhun tecellisinde adalet miyân, tam bir kıstas rolünü oynar.

Anlaşılıyor ki, İslâm inkılâbının, kanun tohumu, kanun maddesi şudur: Bütün kanunlar, hakkın hükümlerine ve ona uygun ve bağlı olarak insanî selim duygu ve düşünceye dayanır; ve bu soydan kanunlara karşı aklî, ruhî, ilmî, hiçbir itiraz ve temyiz makamı bulunamaz.

Bu bakımdan, İslâm inkılâbının hâkimleri, mihrakınıl mukaddes ölçüler manzumesinde merkezleştiren ve her tesirden müstakil hükümlerin tatbikçileri; savcılar da, aynı emirlerin âmme hakları çerçevesinde takipçileri olarak, güzideler güzidesi birer memuriyet sınıfını temsil ederler vs kendilerine teslim olunan emanetin nezaketî derecesinde Mesuliyet belirtirler. Herhangi bir hâkimi eline, ihtiyacı her neyse aydan aya çekmesi ve dilediği rakamla doldurması için devlet hazinesine karşı açık ve sınırsız bir çek karnesi verilip, böylece o hâkim dahi en ince bir hüküm altında tutulurken, maddî ve manevî tek pulu irtikâp edecek kaza mümessili hakkında da kat ve tahammülün son mertebesindeki ceza tatbiktir.

Neticede hâkimler, İslâm inkılâbında evvel nefslerinin hâkimi ve ilâhî sınırlann muhafızı olarak, bir taraftan, hâkim olmaktansa ömür boyu prangaya mahkûm olmayı mumla aratacak derecede işkenceli bir mesuliyet duygusunun çilekeşleri, öbür taraftan da yeryüzüne sultan ve kahramanlık mevzularına destan olacakları yerde, hâkim olmaya can attıracak nisbette muazzam bir şeref ve haysiyetin sahipleridir.

İslâm inkılâbının adalet telâkkisinde en canlı ve müşahhas tatbikatcılık örneği, mefkûrevî çapta merhametle, mefkûrevî çapta şiddetli cezayı iç içe barındıran. yani gerçek merhameti vs yerinde şiddeti, yani hakiki adaleti heykelleştiren Halifeler Halifesi Hazret-i Ömer’dir.

İslâm inkılâbının, adalet tablosu ölçüler manzumesindeki herhangi bir madde gereğince, ferdin ve cemiyetin vermiyeceği ve alıkoyabileceği, karşılık olarakda almıyacağı ve alıkoydurabileceği hiçbir kıymet bahis mevzuu değildir, İnsanlar, gerektiği zaman, sinekler gibi öldürülecek; ve bir sinek için; gerektiği zaman bir yıkılabilecektir.

İmparatoruna «Berlin'de hâkimler vardır!»cevabını vererek, fertler ve salâhiyetler üstü adalet telâkkisine işaret etmekte Garp adaletine hayranlık çeken Alman köylüsünün misali, hakikatte İslâmın ve Türkün malıydı Fakat kimse bunun farkında değil: Padişahın «beni, kime şikâyet edebilirsin?» sözüne, Garp misalinden asırlar evvvel bir Türk köylüsü «Şeriate şikâyet ederim!»cevabını vermişti. Kanunî ve köylü...

İslâm inkılâbının adalet ölçüsünde, ferde cezanın şiddeti değil, neticede korunacak fertlerin ve cemiyetin kurtuluşu mevzuu teşkil eder; ve cezalardan bir çoğu, onu tatbik etmenin değil, o suçu yok etmenin emelini güder.

İslâm inkılâbının adalet ölçüsü; dinin yasak etmediği her sahada selim aklı bütün tantanasiyle sınır çizme ye ve had koymaya davet ederek, cana kıymak, hırsızlık etmek, alenî fuhşa meydan açmak, nefsinin ve gaynn hakkını yemek, nefsini ve cemiyetini her türlü ifsat etmek gibi asri hastalıkların mütekeffil ve müteahhit doktorudur; ve bütün yeryüzünde ondan başka hiçbir doktor, tedavi usulü, reçete ve ilâç yoktur.

İslâm inkılâbının hâkimleri, halka göre değil, hakka göre hükmederler; ve devlet reisliği makamına niyabetle, halk adına değil, hak adına kaza makamını işgal ve adalet tevzi eylerler.

İslâm inkılâbının adalet sisteminde, dinin, devlet reisine tanıdığı hakla, daima ana ölçüye sımsıkı bağlı olarak, terbiye, edep, zevk ve güzellik hıyanetlerine kadar fertleri şigaya çekici ve tenbihkâr küçük müeyyidelerle İrşad edici, yepyeni ve cihan târihinde misilsiz teşkilâta da yer vardır; ;

İslâm inkılâbının adalet sisteminde, hürriyet telâkkisi, fertlerin hakikate esaretinden doğan gerçek ve üstün insan hürriyetidir; ve hayvan hürriyetiyle hür olmak istiyenlere hayat hakkı tanınmamıştır. .

İslâm inkılâbının yalnız adalet düsturları laboratuarı, atom harbinden ziyade cihanı yıldıracak ve ruhlarının ta içinden büyüleyip fevc fevc Müslümanlık sarayının somakî eşik merdivenleri üzerinde dize getirecek tesir ve kuvvettedir.

MAHKEME

Bizde mahkame, en alt seviyesinden en üst kademesine kadar Başyüce (devlet reisi) adına kaza icra eyler.

Bu öyle bir kaza terasıdır ki, devlet reisine nispeti, sadece onun temsil ettiği fikirler ve ölçüler manzumesine(sembol) olması bakımındandır ve aynı Başyüce, kendi nasbettiği hâkim karşısında, şahsiyle, en aşağı fertten daha zâiftir.

Fatih Sultan Mehmed'e kendi kadısının «ayağa kalk; şer murafaası üstündesin ve hâkim karşısındasın!» ihtarını, Halifeler Halifesi Hazret-i Ömer'in de kendisini görünce ayağa kalkmak isteyen Kadıya «oturunuz; taraf tutmanın ilk alâmeti budur!» dediğini hatırlayalım! Bu iki tabloda, adına kaza icra edilen devlet reisiyle hâkim arasındaki bütün münasebet, olanca incelikleriyle pırıldar.

Büyük Doğu fikir vs ahlâk ikliminin en nadir ve nadide mahsulü olan hakime, bağlı öfduğu ölçüler karşısında, ne devlet, ne menfaat, ne kadın, ne his, ne merhamet, tesiri mümkün hiçbir şey düşünülemez.

Büyük Doğu nizamında hakim tatbik ettiği kanuna, mahkûm da hesab verdiği hâkime inanır; ve eski bir atasözü olan şu ölçü. taraflarca kanun itimadının ruhunu teşkil eder, «Şeriatm kestjği parmak acımaz!»

Büyük Doğu adalet cihazında, merhamet cemiyete, riâyet konuna ve ibret suçluya ve bütün suç istidatlılarınadır. «Bu medeniyet asrında bu kadar ağır ceza olur mu?»diye bîr görüş, suça gelişme payı vermekten ve tek ferde acıma bahanesi altında cemiyeti feda etmekten başka bir şey değildir. Büyük Doğu adaletinde kanun ve hâkim, boyuna olagelen ve cezalandırılan tüllerin böylece ilelebet devamını değil, kökünden kazınmasını hedef tutar

Büyük Doğu mahkemesinde hiçbir dâva sürüncemede kalmaz, bir mevsimden öbürüne geçmez ve en hızlı (prosedür - muhakeme şekli) içinde ve her delili tamam olarak hak ve adalete kavuşturulur.

Büyük Doğu adalet nizamında Allah üzerine yemin eden şahit, âmme haklarının müdafii savcı, birer emin vazife örneğidir; ve işlerinde gösterecekleri- en küçük uygunsuzluk, cezaların en büyüğünü çekici mahiyettedir.

Büyük Doğu mahkemelerinin, idam, hapis, sürgün, mecburî işçilik vesaire gibi hükümler dışında, suçluya karşı ve suçuna.göre en tesirli ceza müeyyidesi manevîdir ve suçlunun cemiyette teşhiridir. Bu teşhir, suçlunun, suç işlediği ve hüküm giydiği beldenin meydan yerinde, göğsünde yafta, muayyen merasimle sabahtan akşama kadar bekletilmesidir.

Beraetle neticelenen haksız takipten manevî zarar ve 'ziyanını devlet -'öder-ye sebep olanları cezalandırır.

Büyük Doğu hâkimi, geçimi ve içtimaî mevkiiyle mütenasip her türlü ihtiyacı için gereken parayı, elindeki harcama mevzularını gösteren resmî cetvele göre, hesap vermeksizin ve herhangi bir muameleye münasip bir ikramiye ödeneceği gibi, devlet kasasından çeker; ve devlet, sadece hâkimin ne çektiğini bilmekle kalır. Mübalâğayla kanaat gösterenlere seneden seneye münasip bir ikramiye ödeneceği gibi, tekaüt zamanında da hâkime, bellibaşlı kıdem ve liyakat ölçülerine göre bir maaş bici* lir. Tek cümleyle hâkim, kendisinden beklenen ilmî ve. ahlâkî vasıfların korunması adına, her türlü ihtiyaçtan âza-, de tutulur ve başka bir vazifeye tâyini halinde muayyen bir maaş derecesini daima muhafaza eder.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
SIHHAT VE GÜZELLİK

Ruhun tecelli zemini olarak maddenin ehemmiyeti azîm bir değer belirttiği için, daima bu ölçünün ışığı altında madde sahasına verilecek emek bakımından, İslâm inkılâbı, insanî sıhhat ve güzellik cehd ve tedbirlerini başa almaktadır.

Müşahhas plânda işaret ve alâmetine malik bulunmaksızın hiçbir mücerredi kavnyamayacağımıza göre. esasların esası ruhumuzun sağlamlık, gerçeklik ve güzelliğine en canlı misal, maddemiz olacaktır. Bu Ölçüyle, ruhumuz adına maddemize cila üstüne cila çekmek ve revnak üstüne revnak püskürtmekle mükellef, olacağız.

Dâvamızın dünya çapında sirayet ve intişarını sağlamak için, insanları en hayırlı yoldan telkin altına atan madde kıymetini hiçbir ân unutmıyacağız; ve bu hamleyi, hem şahsî bir kıymet ve liyakat ölçüsü, hem de bizden olmayanları büyülemekte başlıca saik ve âlet olarak besliyeceğiz.

İslâm İnkılâbının başlıca hedeflerinden biri olan sıhhat ve güzellik cehd ve tedbiri, ruh pırlantamızın mahfazasını örgüleştirmekten ve onu öbürüne lâyık kılmaktan başka birşey olmıyacaktır. Dünyada maddî ve manevî hiçbir elmas mahfazası gösterilemez ki, çerden ve çöpten olsun ve çerçevelediği müstesna kıymetin ilk habercisi ve işaretçisi mevkiinde bulunmasın... Halbuki biz, pırlantaların pırlantasını, asırlar boyunca, içi saman ve gübre dolu bir kese içinde gezdirmişiz ve bundan hiçbir gocunma, liyakatsizlik hissi duymamışız.

Bir metre seksen santim boyunda, dinç, güzel, dik, vakur görünüşte, seyircisini tilsımlıyan, açık alınlı, derin ve ateş bakışlı, nur yüzlü, her türlü İllet ve marazdan salim, fevkalâde temiz ve sade giyinmiş, 35-40 yaşlarında kâmil bir insan tipi düşününüz. Bu tipin yanına da, kendi muhteşem ihtiyarlık nüshasiyle harikulade sevimli çocukluk nüshasını ilâve ediniz; ve üçünü de el ete verdiriniz. İşte İslâm inkılâbının rüyasını gördüğü sıhhat ve güzellik tablosunun müşahhas ifade unsurları bunlardır. Ve bu vasıfları iktibasa doğru nesil nesil çalışma ve maya tutturmanın bellibaşlı ilmî metodları yardır.

Her dâvanın olduğu gibi tek hadîsiyle bütün kâinatı ihata etmiş bulunan Peygamberler Peygamberinin, güzel yüzler ve ifadeleri medh buyuran ve Allah'ın da güzelleri sevdiğini anlatan fermanları, bu batışın ruh ve merkez dayanağını belirtir.

Güzelleştirme dâvamızın, izdivaç müessesesini kuşatıcı ve çocuklarla gençleri yetiştirici şekilde ve din ölçüleri içinde gerek kanunî tedbir ve gerek şahsî telkin voliyle insanları mütemadi bir istifaya tâbi tutan bütün bir plânı olacaktır. Yalnız bu plân, müstakil olarak, koskoca bir dünya görüşü değerindedir.

Sağlamlaştırma dâvamızın da, kaydetmiştik ki. on haneli köylerden bir milyon haneli şehirlere ve küçücük seyyar sıhhat istasyonlarından (Metropolis) manzaralı koskoca hastane şehirlerine kadar bütün bir memleket manzumesi çapında ve en ileri bilgi verimlerine göre muazzam bir şebekesi kurulacaktır. Sadece bu şebeke, müstakil olarak, koskoca bir devlet değerindedir.

İslâm inkılâbının sıhhat ve güzellik bahsindeki fikir ve iş plânı, en başta ruhları imâr dâvasının ruha yataklık edici en haysiyetli madde olan insan uzviyetini imâr şeklinde tezahür etmiş bir şubesidir; ve bu şubenin kadrolaştırdığı cehd ve tedbirler manzumesi, topyekûn insanlığa eri yeni ufuklardan birini açmaya namzettir.

KADIN

Bu inkılâbın kadınları, cihanın en zarif ve en cazibeli kadınları olacaktır.

Bu inkılâbın kadınları, kutsî ölçünün örtmeğe mecbursun!» dediği her noktalarını örtecekler ve «örtmeye mecbur değilsin!» dediği hiçbir noktalarını örtmiye zorlanmayacaklardır.

Bu inkılâbın kadınları, böylece ve anlıyanlarca, kadınlık mefhumunun heykelleştirdiği en derin ve esrarlı hicap ifadesi içinde cemiyet zeminini süsliyeceklerdir,

Bu inkılâbın kadınları, böylece ve anlıyanlarca, kadınlık mefhumunun heykelleştirdiği en derin ve esrarlı hicap ifadesi içinde cemiyet zeminini süslerken, evvelâ Allah'ın emrini yerine getirmiş olmanın saadetine, sonra da kadınlık sihrinin son merhalesine ermiş bulunmanın imtiyazına kavuşacaklardır.

Bu inkılâbın kadınları, erkek veya horoz gördüğü yerde kukumavlaşan veya kaçacak delik arayan eski nesil kadınlanndan hiçbirine benzemiyecek; Saadet Devrinin; ulvî kadınlığına eş olarak, kendisine kutsî ölcünün, yasak etmediği her noktada boy gösterecek; ve esasen kacsalar da, gelseler de, otursalar da, kalksalar da, giyinseler de, soyunsalar da, ne erkek ve ne horoz, onları dinî edep ve eda dışında görmeyi imkân bulamıyacaktır.

Bu inkılâbın kadınlarında vekar, hayâ, iffet, mâna, şahsiyet eda, öyle cömert bir ifadeye bağlıyacaktır ki, dünyanın en havaî erkeği bile yüzlerine bakarken ûrperecek, onlara karşı hürmetten başka bir şey duymıyacaktır.

Bu inkılâbın kadınları, küfür; dünyasının bütün kadınlarına ve erkeklerine, İslâm üstünlüğünün, ilk bakışta aşikâr, müşahhas vesikalarından birini verecektir.

Bu inkılâbın kadınları, esasta, muazzez ve münezzeh ev kadrosunun ve aile çerçevesinin sultanı olacak, hayatın yırtık seciye emredici iş sahalarından hiçbirinde görünmiyecek; buna rağmen İslâm ölçülerinin yasak etmediği ve kendisince icap gördüğü sahalarda da şerefle içtimaî faaliyet kabul etmekten kaçınmıyacaktır

Bu inkılâbın kadınlarından, yüzde yüz İslâmî çerçeve içinde ve bilhassa kendi, cinsi üzerinde yetiştiricilik vazifesiyle, muallim çıkacak, doktor çıkacak, hastabakıcı çıkacak, muharrir çıkacak, sanatkâr çıkacak, âlim ve bilhassa fahişe çıkmıyacak, bar artisti cıkmıyacak, sarhoş şarkıcı çıkmıyacak. göbek atıcı çıkmıyacak ve nihayet başıboş işçi ve memur yaftası altında cinsiyetini azmanlığa götürmüş pislik ve yırtıklık nevilerinden hiçbirisi çıkmıyacaktır.

• Bu İnkılâbın kadınlığına ruh örneği, cinainin fetanet ufku Hazret-i Âişe ile, hassasiyet ufku Hazret-i Fatıma.

Bu inkılâbın kadınlığı. temeli 14 asır evvel atılrnış ve sonra hiçbîr mimarî çizgisi kalmamış ve anlaşılmamış olarak, bütün insanlığa örnek olacak kıymettedir.

ÜREME VE TÜREME

Sağlamlaşma ve güzelleşme tedbirlerimiz ve en ince istifa buluşlarımızdan sonra iş, bu keyfiyet esası üzerine dayalı ve fevkalâde hareketli bir üreme ve türeme plânını tatbiktedir.

Potada pırlantaya maya tutturduktan sonra o cevheri kirşiz ve küfsüz olarak büyütmeye çalışmak... Hedef budur!

Her kemmiyet köpürüşü mutlaka bir keyfiyet esasına dayandığına göre. bu sahadaki kemmiyet hamlemizin aslî keyfiyeti tamamiyle mahfuz olduktan başka, sırf kemmiyet ölçüsüyle de ayrıca ve başlıbaşına bir keyfiyet değeri vardır.

Üreme ve türeme gayemizin, ayrıca başlıbaşına keyfiyet değerinde oluşu şundandır ki, Peygamberler Peygamberinin, durmadan ürememiz, beklemeden çoğalmamız ve boyuna sayımızı artırmamız hususunda da muazzam fermanları vardır. Kıyamet günü Ümmetlerinin çokluğuyla iftihar buyuracaklarını bildiren Kâinatın Efendisi, bu iftihar duygulan içinde, Müslümanlar kadrosuna düsen k€ ve kemmiyette ezici üstünlük vazifesini ne harikulade ilan ve ihtar etmiş bulunuyorlar.

Evet; Olmak, hep olmak ve her sahada olduktan sonra bu oluş etrafında çoğalmak, hep çoğalmak ve nihayet her sahada hâkim mikyasları taşırmak, Müslümanların varlık borcudur.

Üreme ve türemenin iki cenahı vardır; Birincisi içeriden ve iç tedbirlerle çoğalmak, hep çoğaltmak ve nihayet en titiz yetiştiricilik tasarrufunun rejimini yaşamak… İkincisi de, bu çığın kitlesine, ruhî ve kavmî dış benzerlerini cezbetmenin iç ve dış şartlarını tamamlamak... Hem kemmiyet ve hem keyfiyette bir arada telâkki şuuru...

Birinci usul, en şanlı sünnetlerden biri olan izdivaç müessesesini, hemen hemen aksi düşünülemez bir nimet haline getirici bütün yolları plânlaştırmakla yerine gelir Bu plânda, gençleri en taze yaşta evlenmeye sevk etmekten, verdikleri evlât yemişi nisbetinde şereflendirmeye ve refahlandırmaya kadar bütün tedbirler, devlet cemiyet ve aile arasında tam bir işbirliği ifadesiyle perçinleşmiştir.

Devlet, en genç çağdan başlamış olarak evli ve çocuk sahibi fertlere; onları sevk ve himaye edici bütün imkânları hazırlayacak, cemiyet kadınsız, ve çocuksuz insana hayat ve saadet hakkı tanımayacak, fert de (hormon) kesesinin içinde Büyük Ümmet mefkuresinin hakkı olan tohumlardan bir tekinin bile hapis, veya israfından der bir mes'uliyet çilesi çekecek...

İkinci usul, islâm İnkılâbının erişeceği tesir ve yacağı manevî cazibe nisbetinde dışarıdan içeriye ru t&nin edeceği cereyandır ki, bu cereyanı evvelâ sınırları içine çekmenin, sonra o sınırlar içinde kanallar almanın, daha sonra onları bellibaşlı havuzlarda biriktirmenin, en sonra da bu havuzlardaki su kalitesiyle vatan gölünün su kalitesi arasında birlik sağlamanın ve nihayet her şeyi o gölde toplamanın ve göl seviyesini boyuna yükseltmenin, bu arada tek damla bile olsun, su kaybına ve yolların vıcık vıcık çamurlanmasına mâni olmanın, madde madde örgüleştirilmiş bir sisteme ihtiyacı vardır, şin sistemi de, dâvanın idrakiyle beraber kendi kendisine tahakkuk ve tecelli edecek tabiî bir neticedir.

İslâm inkılâbı, üreme ve türeme dâvasında, sistemli bir çalışmayla, 40 milyonluk bir kalabalığı çeyrek asır içinde 80 milyonun üstüne çıkarmayı taahhüt ve tefekkül edici bir hamle ruhuna maliktir.

Bütün ât dünyaların hem keyfiyet ve hem kemmiyette. mütemadi tereddi, tefessüh ve dumura doğru yuvarlanışını çerçeveleyen ufuklarda, İslâm inkılâbının bellibaşlı bir keyfiyet cevherine bağlı üreme ve türeme dâvası, gerçek hayat yetkililerinin kadrotanışını belirtici ve onlara bütün cihanın hâkimiyet anahtarını teslim edici azîm bir kitle tecellisi olacaktır.

Elbette ki, bu seviye ve mükellefiyete ulaşabilmenin ilk şartı, insan gücünü evvelden kıymetlendirmiş, verimli kılmış olmak... Yoksa netice, iyi yerine kötüyü çoğaltmak olur.

ORDU

İslâm inkılâbı orducudur.

Bu ordu asla günlük siyasete karışmaz; ve içeriye doğru hiçbir hizip ve zümreye dayanak ve manivela hizmeti görmez. Eğer bu şiarının aksine yönelecek ve sırf ordu maddesine dayanmak bakımından mâna âlemine tahakküm edici, kendi içinden şahıs ve zümreleri destekliyecek olursa, taşıdığı mukaddes livaya ihanet etmiş olur.

Bu düstur, İslâm inkılâbının, rüyasını gördüğü Yeni Altun Ordunun temel ölçüşüdür.

Evet, Yeni AItun Ordu... İslâm inkılâbının rüyasını gördüğü ordu ismi budur.

İslâm inkılâbında ordu, büyük ve mukaddes dâvanın yalnız dışarıya doğru, azametli, tantanalı ve ihtişamlı (aksiyon) cihazını temsil eder; ve hedef emrini yalnız ve dâva kadrosunun merkezinden alır.

İslâm inkılâbında orduyu ve orduculuğu, sadece iman ve fikrin, dimağ emrinde pazı kuvveti ve bu pazı kuvvetini azizleştirme işi diye anlıyalım! Pazı kuvveti hiçbir zaman ruh kuvvetinin emrinden dışarıya çıkmıyacak ve sadakatle temsilini gördüğü ruhun «öl» dediği yerde ölüp, «kal!» dediği yerde kalacaktır.

İslâm inkılâbında ordu, işte, körükörüne bağlı olacağı ruh merkezine tâbiliğin sarsılmaz ruhunu nizamlaştıracak, onun ruhu da bu olacaktır.

İslâm inkılâbında ordu, iç bünye ve mimarisi bakımından madde âlemine, tarihte eşi görülmemiş bir harika nakşedecektir. Bu ordu «ölmeden ölenler «Allah’ta fâni olanlar» ın emri altında, «ölüp de ölmiyenler - şehitler»in muazzam güzelliğini yaşatacaktır.

İslam inkılâbında ordu, büyük ve aziz topluluk ifadesi içinde asla hususî ve meslekî bir sınıfı temsil etmiyecek; ordunun bellibaşlı meslek potası içinde, bütün millleti, bütün cenkçi unsurlariyle eritmiş olarak hulasalandıracaktır.

İslâm inkılâbının rüyasını gördüğü orduda, en küçük unsurundan en büyük rüknüne kadar kumanda heyeti, üniformasından göz kırpışma kadar «ya şehit, ya gazi...» ölçüsünün, tam ve tezatsız bütününü heykelleştirecek; ve bu manevî heykel, ilmi, fenni, imanı, ahlâkı, ede muaşereti ve bütün ferdî ve içtimaî hayat tezahürleriyle «ya şehit, ya gazi» den ibaret harikulade insanı tablolaştıracaktır. İslâm ordusunun subayını çerçeveleyen bu harikulade insan, bütün millet ve cemiyet içinde, sade askerî talim ve terbiye bakımımdan değil, mücerret insan ölçüsiyle de en yetkin ve dâvaya en yatkın örnekleri tezgâhlandırmak için gayet hususî bir rejim altında yetiştirilecektir. Bu harikulade insan, kuvveti nisbetinde, mahcup, bilgisi nisbetinde sükuti dâva adına bürünmeye mecbur olduğu ihtişamı nisbetinde mütevazı ve cemiyetin kaymak tabakasından seçilmedir.

Ve İslâm ordusunda er, işte bu kumanda heyetinin eline, nihai mülkiyet ve malikiyet hakkiyle teslim edilmiş, fevkalâde güzel, besili, sıhhatli ve seçili; ve her biri vatan kadar aziz ve teraf edilmiyecekleri emin kurbanlık koyunlardan başka birşey değildir.

İslâm inkılâbında ordu. fikrin emrinde, en harikalı nizamla estetiğin, en ileri müspet bilgilerle aletlerin tecelli mihrakında, davayı bütün cihana teşmile memur, tarih boyunca gelmiş manivelaların en muhteşemi ve en manalısıdır.

ORDU VE İNKILAP

Bizde, iyileri ve kötüleriyle bütün inkılâplar orduya dayanılarak yapılmıştır.

Tanzimata gelinceye kadar nice devlet ve idare değişikliği olduysa, sadece yeniçeri veya çerileştirilmiş isyan hizipleri tarafından başarıldı.

Yeniçeriliği ortadan kaldıran da, devlet himayesine mazhar, başka ve asrî çerilerdir. Tanzimat inkılâbı ise iktidar makamına bilfiil sahip şahıslann, yine bütün icra
vasıtalariyle hükümet kuvvetlerinden faydalanarak meydana getirebildiği basit bir ıslahatçılık gayreti...

Ötesi, sadece ve daima, ordunun manivela diye kullanılışiyle meydana gelmiş cebr-ü zor hareketleri...

Yâni bizim tarihimizde fikrin bizatihi fikirden yola çıkarak meydana getirebildiği ve dayanağını düğü tek bir inkılâp yoktur.

Tam mânasiyle orducu bir çizgi taşıyan {Büyük Doğu) mefkuresi, orduyu, ancak üstün dünya görüşünün emrinde mücerret ve muazzam bir (aksiyon) cihazı diye sevdiği ve benimsediği için kaydetmek ihtiyacındadır ki, fikir, ister ordu içi, ister ordu dışı şahısların elinde, mutlaka ordu üstü bir hâdise olarak yuğrulmadıkça fikir inkılâbına mahsus iklim maya tutamaz. Ve baştan başa orduyu da kavrayıcı bu iklim maya tutmadıkça, ordu ya dayanmış ve dayanacak nüfuzlu fertler, düne kadar olduğu gibi, yarın da. kendi şahsî temayüllerini,ordu ismini verdiğimiz asîl ve itaatli kuvvet manivelâsına istinat ettirerek, saf fikrin hakkını çalmış olurlar.

İnsanda fikir evvel, teşkilât ve ordu sonra olduğuna göre, ulvî fikrin manivelası olan ordu, birtakım istismarcılar elinde kendi orduluğunu fikre takaddüm edici bir vasıta diye kullanmaya başlarsa, her şeyden evvel ordu elden çıkmış ve gerçek ordunun biricik fazilet itaat tersinden kullanılmış olur.

Ordunun da hakkı, fikrin, bütün fikirler âleminde mîzanına istekli ve ondan sonra madde ve (aksiyon) dünyasına talip olarak, sadece fikir haysiyetiyle zaferini elde etmektir.

Artık bu memlekette, tokmak inkılâbına değil, fikir inkılâbına sıra geldiğini kafalara tokmakla ihtar günü gelmiştir.
 
Ç

Çöl Aslanı

Guest
Baştan sona okumak istiyorum ama bayağı zaman ayırmak lazım. Müsait bir zamanda okuyacağım inş ihvan. Selametle
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
MİLLET VE ORDU

Bir daha kaydedelim: Büyük Doğu İdeali orducudur.(Antimilitarist)lere zıt…

Fakat bu orduculuk, silâha, madde gücüne, madde manivelasına dayalı, vaktiyle Yeniçeri Ortalarında olduğu gibi, kaba ve fikirsiz bir tasallut taraftarlığı değildir. Büyük Doğu ideali, böylesine en fazla zıt...

İlâhî mimarîde her şey, ters cephesiyle, ulvîliği nisbetinde süflîliğe namzet olduğu için, orduculuk mefkuresini, bağlı bulunduğu iman ve dâva kutbundan ayırıp orduyu öl nefsaniyetiyle azizleştirmek, her şeyden evvel o mübarek ocağa kıymak olur.

Ordu için ordu yok; millet için ordu vardır.

Ok, tüfek veya atom bombası... Üçü de keyfiyet. ve gayede bir... Farkları kemmiyette...Ok da, tüfek de,atorn bombası da bir gaye ve dâva emrine girmedikçe
kendi zatî madde; imkânları ve iş görme avantajlariyle hiç bir hak ve imtiyaz belirtmez. Hak ve imtiyaz, onları kullanan ele, elin bağlı olduğu kafaya, o kafaya yön veren ruha göredir. Aynı ok, Kerbelâda Peygamber Torununun mukaddes yüreğine saplanabileceği gibi. kör Deccal'ın iki kaşı arasından da girip geçebilir.

Ordu bir oktur onu kullanan el ayni okun şuur merkezi subaydır; en bağlı olduğu kafa, fikir ve hakikattir; kafaya yön verici ruh, millet ve cemiyet... Ve olanca hak ve hakikat, değer, ve İmtiyaz, sırasiyle ve derece derece , ruh, kafa, el ve âlete ait...

Ordu ki cemiyetin yumruğudur; gömülü olduğu eti acıtmayan bir tırnak gibi, başiyle âhenk halinde bulundukça, o cemiyet salim, o baş aziz ve o yumruk mübarektir.

Tarihte bütün büyük orduları saran kanun ve hikmete misal: Fransaya Papa'ların hazinelerini ve (Rönesans)ın sanat eserlerini taşıyan (Napolyon) un Büyük Ör-dusiyle, haşmetli Prusya ordu idealinin billûrlaştırdığı asker…

«Altun Ordu» yu kuran Türk de, ordu ve millet, baş ve yumruk tamamlığının en parlak örneği… Şu var ki, Türk. ö devirde ordu-millet halindedir ve ayrı bir vasfa malik değildir

(Sivil) mefhumuna bağlı medeniyet cağındaysa ordu - millet yok. millet - ordu var... Bağlı olduğu başın hamle ve iradesini heykelleştirici mübarek yumruk...

Bu yumruk başiyle ihtilâfa düşer ve kendisini kendi zatiyle imtiyazlandırmaya kalkarsa, o milletin, başını dövmesinden başka bir netice doğmaz, öz yumruğu öz başına inen millet..

Nitekim tarihimizde, büyük ruh dayanağımızı kazandıktan sonra iç ve dış bütün fetihlerimiz millet – ordu sayesinde olmuş; bu ordu, dayanaklariyle alâkasını kaybedince de bozgun çığırımız açılmış ve aynı ordu, Tanzimata kadar milletin başını cenderelemiştir. Düşmana mağlûp bir mekanizmanın kendi Öz milletine galip gelmeye! kalkması, yumruğun ağızdan girip damağı çatlatması ve beyni ezmesi, ne korkunç hâile!. işte Yeniçeri felâketinin tam izahı..

Her zaman ve mekânda, ordunun, bağlı olduğu ruh ve kafaya att fesoaj görür görmez yumruğu ağızdan sokması. damağı çatlatması ve beyni ezmesi haktır. Şu incecik farkta ki, beyin yerine 'gecen. yumruğun kafa kadrosu neman yurnrukluktan çıkıp beyinleşecek, bunun için haysiyetli bir fikirle gelmiş olacak, her fikir gibi sivilleşecek, kendine inandıracak; peşinden, yumruğu (ast) ve beyni (üst) rnakama iade edecek ve böylece beyin yine beyin ve yumruk yine yumruk kalacaktır.

Millet - ordu budur: Türk ordusu Tanzimattan beri bu Garplı ölçü etrafında şekillenmek istemiştir. 50 küsur yıl evvelki dâsitânî zaferini bu ruhla kazanmıştır ve bugün…

Bugün, millet . ordular topluluğu manzumesindeki İtibarlı mevkiini yine bu eski ruha borçludur. Esasta ve kökte münezzeh, fakat son zamanlarda, yönü değiştirilmek ve bazı hiziplerin eline teslim edilmek istenen bu ruh. Mehmetçikle subayının şiarı oldukça Türk milleti kendisini mutlu sayabilir.

ANLADIĞIMIZ ORDU

İmam-ı Rabbânî Hazretleri, müridin şeyhine bağlılık derecesini anlatırken şu teşbihi kutlanır: «Gasledicinin elindeki ölü gibi, nereye cevrilirse dönen insan...» Dünyada hiçbir benzetiş, tâbi olunanın iradesinde erime halini bundan daha güzel anlatamaz. Bu ölçüyü başa aldıktan sonra hemen mimleyebiliriz ki, bizim anladığımız ordu, fâni şahsın değil, ebedî fikrin emrinde bu teslimiyeti ve o fikir dimağına bağlı yumruk sadakatini gösterendir.

Evinde arslan besleyen adam, arslanın hilkatinde meknuz yırtıcılığı kontrol edemez onun eve karsı ehliliğini, dışarıya karşı da yırtıcılığını murakabe altında tutamazsa, aynı arslanın bir gün kendisine saldırmasından şikâyet hakkına mâlik olamaz. Suç kendisinindir.

Bu bakımdan Türk cemiyeti ve onun irade ve idare cihazı. Kanunî'den Tanzimata kadar, iki, Tanzimattan bugüne değin de birbuçuk asırdır suçlu...

Türk cemiyeti, İslâm vecd ve aşkını kaybetmeye başladığı Kanunî devrinden sonra emrindeki yeniçeri arslanının, ne pars, ne sırtlan, ne akrep, ne yılan, hiçbir yırtıcı ve sokucu hayvan cinsinin beceremeyeceği şekilde, pençesini, dişini, kıskacını, iğnesini beynine geçirdiğini görmüş; ve ancak satıh üstü ıslahat ve dıştan macunlama hengâmesi altına alabildiği askerini, bir daha, yeniçeriliğin başındaki fikir ve ideal ordusu mânasına erdirememiştir.

Büyük Doğu ideali, fikir ordusu mânasına (militarist - orducu) zihniyetinden ayrılamaz; ve lâtince tabiriyle (militarist) mefhumun ışıklı kalesi içinde, millî ruhu yayıcı ve koruyucu kuvvet heykelini tebcil eder.

Bu heykel, ne tarafa çevrilirse gık demeden döneceği, asla dönülemez istikametlere zorlandığı zaman döndürmek isteyenlerin başına ineceği şartları takdir v« hududunu tayin etmekte gayet dakiktir. Onu, Hazret-i Ömer'in «kötü yola saparsam ne yaparsınız?» sualine «kılıçlarımızla düzeltiriz!» cevabındaki hikmet çerçevesinde tespit edebilirsiniz. Şu var ki, kılıç, sırf kestiği için kesmeye ve bu arada hakkın boynunu vurmaya kalkışma gibi bir itisaf cinnetine düşmekten her ân mahfuz ve masun tutulacak ve çürümüş, kokmuş cemiyetlerin bu sâri hastalığına, karşı daima aşılı bulundurulacaktır.

Cemiyet ve cemiyetinin irade ve idare cihaziyle asla ihtilâf haline düşmeyen, düştüğü zaman da o irade ve idare cihazına kendi dünya görüşünü nakşetme kudretini elinde tutan; ve kılıcı, kılıç için değil, fikir için çeken bir ordu; âlemde hiçbir hendese şeklinin erişemeyeceği (senfonik) nizam ifadesi içinde başımızın tacıdır.

Bizim anladığımız «gassal elinde meyyit» kadar hakka tâbi ve aynı nispette haksızlığı ve haksızlığa karşı vazifesini müdrik ordunun heybetli bir kıtası, rap, rap, cemiyet meydanından geçerken, bando mızıka önünde zıplaya zrplaya koşan sümüklü mahalle çocuklarının heyecanını duymaktan üstün bir duygu tanımıyoruz.

Zira dünyayı gaye kabul edenler ve ötesine inanmıyanlarca, hiçbir görüş tarzı, faniliği ve mahdutluğu açık olan bu dünyada bir eser bırakmak ve arkadan geleceklere bir mâna ve madde donatımı terketmek cehdini besliyemez. «Bu. bu kadardır!» dedikten sonra dikilecek her taş, günübirlik hayat ihtiyaçlarına ne derecede medar olursa olsun, hakikatte ve esasta, korkunç ve lüzumsuz bir abes belirtmeye mahkûmdur. Arkadan gelen nesillerin tesellisi ise, varlığı ve yokluğu, kendi öz ferdiyetinin kâsesi içinden tadan insanoğlu hesabına, aşk ve şevkle eser vermek yolunda kâfi ve sağlam bir müeyyide değil, sadece suni ve dayanıksız bir tedbirdir. Allah'a inanılmıyan yerde, hakikat ve esas gaziyle, tek taşı ayakta durdurabilmenin imkânı yoktur.

Böyle olunca, dünyayı imar, her halde ve herşeyden evvel maddeci telâkkilerin işi olmamak icap eder.

Halbuki böyle olmamış; asırlar boyunca İslâmiyet, ferdî temsil kadrolarında, ahiret uğrunda dünyayı yüz üstü bırakmak ye camilerden başka hiçbir mekânı haşmetli bina etmemek mânasına alırimıştir. Garbın bâtıl dini ise, ancak papas telkinlerinin zayıflamaya ve mensuplarının maddîleşmeye başlamasından sonra dünya imarına yol açıldığını görmüştür.

Böylece, hak ve bâtıl kutuplariyle dinlerin, insanoğlunu dünya vazifelerinden alıkoyduğu ve din telkinlerine ne kadar kıymet verilmezse o kadar dünya imarına imkân hâsıl olduğu üzerinde, tamamiyle yanlış ve ters bir zehap doğmuş; ve bu kolay zehap asırlar boyunca kökleşerek. hemen hiçbir fikir adamında, tersyüz edilen hakikati ihtara kudret bırakmamıştır. Garbın bâtıl din bünyesi böyle ,bir idrake imkân vermediği için, hakikat, Garplı mütefekkirler tarafından keşfedilemezdi. Bunun için İslâma kucak açmak gerekirdi. Fakat İslâm mütefekkirlerince, Garbın bütün tezat ve buhranı da dâhil olarak, yegâne kurtarıcı dinin ruhuna bîgâne kalınması ve bu yüzden sebeb ve neticelerin süzülememiş olması, şahsî idrak ve tefi kabiliyetsizliğinden bu düğümü çözememiştir. Eğer yalnız bu nokta izah edilebilseydi, dünyayı ve dünya hakimiyetini elimizden almak suretiyle ruhumuzu ve gayemizi körlettiğini sanan Hıristiyanlık, çoktan bize mağlûp olmuş bulunurdu.

Din gözünde âhiretin zıplama taşı olmaktan ibaret bulunan dünya, yine dirî eliyle çerçevelenmiş hakları verilmedikçe, bizi ötelerin haklarından da mahrum edecek kadar kuvvetli bir tuzaktır; ve bütün marifet, bu dinî inceliği kavrayabilmektedir.

Onun içindir ki, hiç ölmiyecekmiş gibi dünyaya hemen ölecekmiş gibi âhirete memuruz; ve yine onun içindir ki, mescitlerimizi sade ve şehirlerimizi ziynetli bina etmek gibi hudutsuz hikmetli bir Peygamber emri almış jnuyoruz. Yani bugüne kadar yaptığımızın tam aksi... Hi nen ölecekmişiz ve zaten yaşamamaktaymışız gibi ezginlikten ibaret âhiret tesellisi; ve yalnız mabetler aç ıa bir ihtişam ve gerisi teneke evler... Bize bu ruhu te in edenierse. Kâinat Efendisinin her mikyas üstü deri tâtırvma yol: açmak dâyösiyle yalan haber veren sahte mutasavvıflar ve kalpazan dervişler olmuştur. Gerçek ta| avvuf ve bâtın yolculuğu, bu gidiş ve gelişin tam aksi' tedir. • islâm inkılâbında düriya, Islâmiyetin hakikatine tı-<jttp uygar» olarak, biz her şeye malik olduktan sonra! içbir şeyin bize malik olmaması inceliğinden ibaret bu-ınön gerçek fakirlik gibi, bizim yüzde yüz sahip ve hö-J im olacağımız, fakat onun bize sdhip ve hâkim olamıya-ağı ve üstüne yapılan her nakşın asit gaye olarak ken-isini aşacağı muvakkat bir plândır. Ve iste dünya böy-îce kabul edildikten sonradır ki, solmaz renk ve ölmez eslerin iklimine yol veren geçit noktası olarak bu muvakkat plânı baştan başa donatmak, bezemek, ötelerin sevk ve neşesiyle süslemek din! bir vazife olur ve zahmetine değer. Yoksa dünya dediğimiz plânı donatmak ve bezemek için, ondan başka bir şeye inanmamak icap etseydi, asıl o zaman bu plânı donatmaya ve bezemeye imkân verici büyük, devamlı ve mefkûrevî şevk kaybedilmiş olurdu. Bilinen ve görülen imar örnekleri, tek başına kaldıkça yine bilindiği ve görüldüğü gibi, yarını tekeffül etmek iktidarında değildir ve tamamiyle suni ve büsbütün fânidir.

İslâm inkılâbının, dünyayı imar mevzuunda, Allah ve Resulünün muradına tam uygun olduğundan emin bulunduğu bir girift hikmet dâvası kavranır kavranmaz, şimdiye kadar Garp dünyâsında gördüğümüz bütün örnekler ve onları kât kat aşan en yeni buluşlarla mukaddes ölçüler çerçevesi içinde dünyayı imar. küfrün veya bâtıl dinlerin değil, bizim hakikatimiz ve onların tezadı olarak meydana çıkar.

TOPLAM

Dâvayı evvelâ vatan sınırlan içinde, sonra eşit ruh muhtevasına sahjp milletler kadrosunda, daha sonra da bütün zıt topluluklar muhitinde zafere ulaştırmaya memur, harikulade çevik ve ince bir plân zekâsı ve siyaset dehâsı...

Müslümanlıklarına rağmen, o nuru gölgelendirmiş ve Resulünün muradına tam uygun olduğundan emin numuneliği haysiyetinden mahrum gören, bütün feyzi tek ve mutlak kaynak bildiği Saadet Devri ve Sahabîler topluluğundan alan, böylece hayatın her tecelli sahasına hâkim yepyeni bir vecd ve edaya yol açan bu vecd ve edayı namütenahi ileri bir nesil başlangıcına perçinleyen ve ebediyen perçinleyecek olan bir gençlik teşekkülü dâvası...

Bütün kıymet hükümlerini ve nefs muhasebelererini İslâmiyet mizanından aldıktan sonra birer birer sükut edecek ve herbiri her hakkın İslâmiyette gerçekleştirip îst| lal dâvalarını kaybedecek olan içtimaî ve iktisadî mezheplerin hâs isimleri ve öz hüviyetleriyle kökünden iptali...

Kuvveti nispetinde mahcup, hicabı nisbetinde kur, vakarı nisbetinde edib; ve mukaddes dâvanın ruh emrine bağlı madde kıymet ve zarafetini temsilden başka tek gayesi olmıyan bu ulvî gayenin asîl ruhuna malik ve her cihazı, âleti, hali ve şekliyle mefkûrevî nizam ve heybet şiirini heykellestiren Yeni Altun Ordu…

Dâvanın kemmiyet ve iptidaî madde kaynağı satranç tahtaları gibi muntazam, polis noktaları gibi her murakabeye nezaretli, maddî ve manevî sjhhat ve şahsiyet çekirdeği, süt beyaz ve süt liman, mesut ve müreffeh köy…

Dâvanın keyfiyet ve mâmul madde mansabı, sanki fil dişinden kaldırımlarında en ileri ve nuranî fikir ve idrak çilekeşlerinin harikulade bir ahenk ve huzur ifadesiyle aktığı ve kimsenin kimseye çaparız teşkil etmediği, kat ve kubbe kubbe bina ve çatılarının insanoğluna ait büyük oluşu mekânlaştırdığı ve her dert ve her ihtiyacın kadrosunda muessiseleştîği muazzam şehir, haşmetli (Metropolis)…

İçinden ve dışından sımsıkı müeyyideli ve tam sigortalı aile hücresi...

Bütün oluş sahalarının merkezî ve muhitî eksiksiz ve tezatsız bilgi plânını çerçeveleyen tek sistemin, devlet aile ve muallim gibi üç ayaklı sehpa üzerinde durması sına bağlı olduğunu bilen talim ve terbiye ocağı.

Zekât ve yardım emri sayesinde' içtimaî teavün ve tesavi gayesini son haddine ulaştırıcı ve şahsî mülkiyet hakkı içinde içtima? mülkiyetin her hakkını ödeyici ihyakâr iktisadî nizam...

Müslümanlara ait, eşya. ve hâdiselere hâkimiyet hakkının icra vasıtası olan ve mü'minlerin kaybolmuş malını belirten müspet bilgiler dehâsını, henüz erişilmemiş ve erişilemez haddiyle temsil...

Mukaddesat ve cemiyetin müşahhas hicap ifadesi olan dinî ölçüler içinde her tarafı kapalı, ondan sonra her kıymeti açık, böylece her örnekten fazla güzel ve tesirli kadın...

Vatanın, cemat, nebat, hayvan ve insan, bütün kadrosuna şâmil içtimaî fayda ve faaliyet prensibi; ve zayi olmaktan memnu, hattâ tek zerre (enerji)...

Kulların değil. Allanın ve ona bağlı vicdanın emrettiği adalet...

Âhiret mâmurluğunun tarlası olan dünyayı, sonunda bir taş tahta gibi bütün yazılariyle silineceği biline biline, son kum tanesine kadar imar...

Bütün pisleri ve pislikleri ayıklanıp, bütün temizleri ve temizlikleri çeşmeler ve seller gibi akıtılacak ve dâvanın tahassüs âletlerini şekillendirecek güzel sanat şubeleri...

Sıhhat ve güzellikte her tedbir...

Öreme ve türemede her çare...

Nihaî kavga ve zafer plânı olan Batıya karşı, kemmiyet ve keyfiyet zemini olarak istinadı şart, Asyacılık gayesi

Ve nihayet, herbiri kitaplık çapta bu otuzüç prensibin. bütün teşkilât ve idare ruh ve dehasını billûrlaştıran üstün üstü buluş ve eriş; Yüceler Kurultayı ve Başyücelik mefkuresi... İşte bu noktaya gelmiş bulunuyoruz
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
zamanımız kısıtlı olduğu için okuyamadık ama paylaşımınız hoşnut etti bizleri...

en azından bunu belirtelimde paylaşımı önemsediğimiz bilinsin istedik...

selametle...
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
DEVLET VE İDARE MEFKUREMİZ

BAŞYÜCE VE KURULTAY

· Bütün kuvvet tevazünü, her temsil kutbu aynı kök ideolocyaya bağlı olarak, “Başyüce” ile “Yüceler Kurultayı” arasındadır. “Yüceler Kurultayı” “Başyüce”de, kendi mânevî şahsiyetinin öz eliyle seçilmiş icra ve temsil birliğini; ve “Başyüce”, “Yüceler Kurultayı”nda, kendi icra ve temsil birliğinin, üstün güzîdelerden mürekkep, murakabe ve muhasebe kadrosunu bulur.

· Öyle ki "Yüceler Kurultayı”, havâi kitle reylerinin kemmiyet dalgalanışındaki hikmetsizliğe zıd olarak, daima kendi kendisini tekmil ve inşâya ve daima hak ve hakikate memur, giderken; onun ve devletin kafası olan “Başyüce”, yine onun seçiminden gelerek, hak ve hakikatin millet üstü manasiyle hak iradesine bağlı cephesini en ince âhenk içinde telif eder.

· "Yüceler Kurultayı” vicdan; ve “Başyüce” irade...

· Böylece, hak ve hakikatin muhtaç olduğu birbirini murakabe ve muhasebe edici iki ana merkez doğmuş olur; ve bu iki ana merkezin iş ve fikir kaynaşmasından doğacak olan vahdet, demokrasyaların varamadığı ve varamayacağı nizamlı hürriyetle, demokrasyalara zıd bütün şekillerin başaramadığı ve başaramayacağı hür disiplini, sağ ve sol kanatlardan hiçbirini incitmeden elinde tutar.

· "Başyüce”, "Yüceler Kurultayı”nı, her defa giren ve çıkan âzasiyle tasdik edecektir. "Başyüce”, "Yüceler Kurultayı”nın fert fert dağınık ve zümre halinde toplu ruhunu, millet adına ona karşı murakabe ve müdafaa halinde olacak ve hükmü “Yüceler Kurultayı”na bırakacaktır.

· Buna karşılık “Başyüce” bütün hayat, faaliyet ve işiyle “Yüceler Kurultayı”nın murakabe ve hakikati müdafaasına hedeftir.

· Şöyle anlamak lâzımdır ki, her şey, herkesi aşan bir hak ve hakikat mizanı önünde, daima o hak ve hakikat adına birbirine hâkim ve mahkûm, birbirine şahit ve murakıp, mefkûrevî bir âhenk tertibini işletebilmekten ibaret...

· Kendisi ve kendisine murakabe eden yine kendisi olarak, bir insanda iki cephe veya iki cephede bir insan...

· "Yüceler Kurultayı” “Başyüce”yi beklenmedik menfî ve zıd şartlar içinde görürse, onu, en aşağı yüzde yetmiş beşi bulması gereken bir ekseriyet karariyle devirip, bu takdirde nihâî irade tecelli edinceye kadar arasından birini “Başyüce” ilân etmek hakkına maliktir.

· "Başyüce” “Yüceler Kurultayı”nı doğrudan doğruya feshetme hakkına malik değildir. Ancak “Yüceler Kurultayı”nda beklenmedik menfî ve zıd temayüllerin kümelendiği ve bütün kadroyu kuşatmaya başladığı bir fesat takdirinde, derhal milletten, kendisiyle "Yüceler Kurultayı” arasında hakem kararı isteyebilir. Bunu isteyebilmesi için, "Yüceler Kurultayı”nın, en aşağı yüzde kırk nisbetinde kendisiyle beraber olması lâzımdır. Milletin “Başyüce” lehinde vereceği hüküm, “Yüceler Kurultayı”nı, yalnız “Başyüce” tarafını tutuş nisbetinden ibaret bırakır; gerisi derhal tasfiyeye uğramış olur ve bu kısım, sonra kendi kendisini ikmal eder. Milletin “Başyüce” aleyhinde vereceği hükümse onu hemen düşürür ve yeni bir devlet reisi seçimine yol açar.

· Her beş senede bir “Başyüce” seçimi gibi tabiî haller üstü, millet iradesini tecellisi aranan vaziyetlerde, devlet ve hükümet bütünü dışında, “Yüceler Kurultayı” milli iradeye başvurabilir.

· Hükûmet ve icra mekanizması, böyle vaziyetlerde sadece millî iradeyi tahakkuk ettirmekle vazifelidir.

· Hükûmet, evvelâ "Başyüce”ye, sonra o yoldan “Yüceler Kurultayı”na karşı mesul olarak, “Başyüce” tarafından ve “Yüceler Kurultayı” kadrosu dışından teşkil edilir.

· Hükûmet, "Yüceler Kurultayı”nın 1 fazlasiyle itimatsızlık reyini aldığı ân derhal düşer.

· "Başyüce”den itibaren “Yüceler Kurultayı” âzasına ve topyekûn hükûmet kadrosuna kadar hiçbir ferdin, kanun muvacehesinde mesuliyetsizlik ve şahsî masuniyet gibi bir imtiyazı yoktur. Meselâ, sokağa tükürmek, “Yüceler Kurultayı”ndan çıkacak bir zevk ve terbiye yasasına göre suçsa, zabıtâ, bunu yapacak bir “Başyüce” ile bir “yüce"yi, bir hükûmet reisini veya bir çöpçüyü bir tutar.



BAŞYÜCE

· "Başyüce” kaba ve umumî manasiyle herhangi bir devlet reisi değil, derin ve girift, içtimaî bir remzdir. Bir timsal...

· Bütün selâhiyetler beşerî haddin en üstüniyle eline teslim edilmiş kâmil ferdin, Allah’ı, vicdanı ve milleti arasında terkibleştirmeye memur bulunduğu kâmil âhenk uğrunda, öz nefsini selâhiyetsizlikte son mertebeye indirmesi... “Başyüce”nin heykelleştirdiği remz, işte bu mânanın temsilciliği ve şahıslandırıcılığıdır.

· "Başyüce”, milletini tek şahıs içinde yekûnlaştıran baş örnek… Onun içindir ki, selâhiyeti, hak ve hakikate karşı bu yekûna eş, kendi öz nefsine karşı da bu yekûnun en ufak parçasından daha küçük...

· "Başyüce”nin kendi öz lisanından başka her edâsı ve işi, “ben milletimin, görünürde en ahlâklı, en bilgili ve en akıllı ferdiyim!” diye ilân edecektir.

· "Başyüce” "Yüceler Kurultayı”nın her şubede lif lif örülmüş kanunlar manzumesine aykırı emir veremez ve vermez; fakat her emri, kanunu tamamlayıcı ve belirtici ayrı bir kanundur. Kanunun birşey söylemediği yerde “Başyüce”nın emri, kat’îdir.

· "Başyüce”nin bir emriyle hükûmet değişir.

· Bütün hükûmet manzumesi, en büyük mümessilinden en küçüğüne kadar onun adına iş görür.

· Kaza cihazı onun adına işler ve adalet onun adına dağıtılır.

· "Başyüce”, bütün icra vasıtalarının ve bütün şubeleriyle ordunun başıdır. Başbuğ, doğrudan doğruya “Başyüce”nin vekilidir.

· Anlaşılıyor ki, "Başyüce”, İslâmın “ulülemr” diye isimlendirdiği büyük içtimaî irade ve icra makamını, bu makama en küçük nefs ve hırsı karıştırmamak ve kendi öz nefsaniyeti bekımından mâdum kalmak borcu altında, şahsiyle dolduran ideal ferddir. “Başyüce”, temsil ettiği iman ve hakikat kutbunun, en ileri hürriyet içinde her şeyi ve herkesi köleleştiren mânasına karşı mukaddes mîzan önünde, bizzat, her şeyden ve herkesten fazla köleleşecektir. “Başyüce”, temsil ettiği hudutsuz mânanın altında evvelâ kendisini ezecek; ve sonra bağlı olduğu mânalar âleminin temsil hadkleri içinde, fâni şahsını –fâni şahsına hiçbir pay vermeksizin- en göz kamaştırıcı kudret ve haşmet ifadesiyle alabildiğine pırıldatmaktan çekinmeyecektir. “Başyüce”de pırıldayan kudret ve haşmet ifadesi, onun değil, bütün milletiyle bağlı olduğu mânalar âleminin; ve oradan aksederek, milletinindir.

· Cemiyetin, hangi sahada olursa olsun, en dertli ve ıstırablı unsuru, “Başyüce”yi, kendisi kadar dert ve ıstırab içinde olup olmadığını ve derdinin çaresini elinde tutup tutmadığını anlamak bakımından, her ân hesaba çekmeye muktedir, kanunî bir imkân sahibi olacaktır. En küçük suistimale karşı, cürret edicisine en büyük cezayı dâvet edecek olan bu imkân, her vatandağın evinde, keyf için çekilmesi yasak bir imdat işareti koludur.

· "Yüceler Kurultayı” beş yıl için seçtiği “Başyüce”yi tekrar intihab edebilir.

· Tekrar seçilmeyen "Başyüce” yaş haddini aşmamış bulunuyorsa “Yüceler Kurultayı”ndaki yerine davet eder.

· "Başyüce”lik makamı üzerinde Kurultaya karşı en tesirli irşad, “Başyüce”nin kendi yerine bizzat göstereceği namzet veya namzetlerdir.



YÜCELER KURULTAYI

· "Büyük Doğu” mefkûresinde, cemiyet iradesini temsil adına, dünyanın her yerinde örnekleri bilinen millet meclisleri yerine, bir “Yüceler Kurultayı” vardır.

· "Yüceler Kurultayı”, milletin;dinde, fikirde, sanatta, ilimde, siyasette, müspet bilgilerde, ticarette, askerlikte, idarede, işde, hulâsa insan kafasının arayıcı hamlelerini ve idrak çilelerini plânlaştıran her sahada, eser, keşif, görüş, terkip ve dâva sahibi (aksiyon)cu güzidelerinden örülüdür.

· "Yüceler Kurultayı” nın mânası, milleti, en ileri düşünenlerinin ve en iyi yapanların kadrosunda özleştirmektir.

· "Yüceler Kurultayı” nın mânası, milleti, -doktor hâkimiyeti altındaki hasta gibi- sâf ve mücerred idrak ıstırabı çeken ruh ve dimağ işçilerinin hâkimiyeti yolundan, hak ve hakikatın hâkimiyeti altında tutmaktır.

· "Yüceler Kurultayı” nın cephe duvarında şu levha ve şu ölçü pırıldar: “Hâkimiyet Hakkındır”...

· Bir millet kadrosunda gerçek münevverler (otorite)si diye vasıflandırılabilecek “Yüceler Kurultayı”, hâkimiyeti, ister fert ve ister zümre olarak kendi nefsâniyet ve enâniyeti olmayan üstün yaradılışlar elinde, hak ve hakikate mahkûmiyetten başka bir şey değildir. “Yüceler Kurultayı” gerçekte hâkimlerin değil, mahkûmların çerçevesidir.

· "Yüceler Kurultayı” nın bir ân bile tahammül edemeyeceği birici telâkki "Milletin keyfi ve canı böyle istiyor!” tesellisi altındaki nebatî serbestlik ve hayvanî başıboşluktur. Sadece kemmiyet plânına bağlı rey ve temayül tecellisinin, serbestlik maskesi altında keyfiyeti mahkûm eden istibdadı, "Yüceler Kurultayı” na tam aykırıdır. “Yüceler Kurultayı”nın anladığı hürriyet, bir kere ve bin kere daha tekrarlıyalım; hakikate esarrettir.

· "Yüceler Kurultayı” nın âzası, en aşağı 40, en yukarı 65 yaşında ve maddî ve mânevî kâmil sıhhat içinde olur. Bütün hususî hayatı, her türlü faaliyeti, her ân hayat ve hâdiselere karşı verdiği imtihanlarla, kendi kendisini millet ve Kurultayın tam ve mutlak müşahade ve murakabesi altında tutar. Bağlı olduğu iman kutbunun, fikirde ve ahlâkta tam ve katî samimiyet ve hâlisiyetini canlandırır. Vecd ve aşk içinde yaşar. Dâvasından başka hiçbir hasis fert ve nefs hayatı sürmez. Meslekî politika zanaatinin ve her türlü menfaat ve tesirin üstünde kalır.

· "Yüceler Kurultayı”na ait zatî vasıflar manzumesi, en ince teferruatına ve en hurda tafsilâtına kadar sımsıkı örülmüştür. "Yüceler Kurultayı”, âzası içinde üstün vasıflarını düşüren, yahut yerli yerinde bekleten değil, hattâ daima ilerletmeyen ve yükseltmeyen her ferdi derhal tasfiye edici nâmütenahî ince bir dikkat ve hassasiyet ölçüsüne sahiptir.

· Millet meclislerinde olduğu gibi, topluluğun bütün irade ve karar mihrakı "Yüceler Kurultayı”dır. "Yüceler Kurultayı”nın her ölçüsü kanundur; ve her kanunu, tezatsız bir ideolocya bütününün tatbikî hükümleri halinde bir ana manzumeye ve onun da perçinli olduğu aslî mihraka bağlıdır.

· "Yüceler Kurultayı”nı ilk defa bir “Müessisler Meclisi” meydana getirir. Ondan sonra kurultay âzası, kendilerini şahıs şahıs kuşatan ve en küçük uygunsuzluk tezahüründe tasfiyeye uğratan sebepler dışında, ebedi olarak yerinde kalır. Dinç ihtiyarlık engel teşkil etmez.

· "Yüceler Kurultayı” temelleştikten sonra kendi kadrosu içinden “Başyüce”yi seçer.

· Kurultayın seçtiği “Başyüce” devlet reisidir; devletin ismi de “Başyücelik”tir.

· "Başyüce” 5 yıl için seçilir.

· "Yüceler Kurultayı”, ölüm, ağır hastalık, çekilme isteği, çekilmeye dâvet gibi hâllerle ayrılan âzası yerine derhal yenilerini bizzat ilân ve intihab eder.

· "Yüceler Kurultayı”, vatan ileri gelenlerinden en lâyıklarına "Yüceler Kurultayına namzet” unvanı altında, sayıyla kayıtlı olmayarak, mânevî bir derece verir. En büyük kıymet ve mükâfat olan bu derecenin sahibi, hiçbir temsil hakkı olmaksızın, derecesine her ân liyakat belirtmekte devam eder. Bu dereceye en küçük bir liyakatsizlik, sahibini, "Yüceler Kurultayına namzet”lik hakkından düşürür. "Yüceler Kurultayı”, yeni âzasını bu namzetler arasından seçer.

· "Yüceler Kurultayı”nın âzası, eksiksiz ve fazlasız 101dir ve bu âzadan herbiri bütün vatanı temsil mevkiindedir.

· "Yüceler Kurultayı” âzası, halkın değil, Hakkın seçtikleridir.



BAŞYÜCELİK HÜKÛMETİ

· Başyücelik Hükûmeti, bir Başvekil ve onbir vekilden mürekkeptir.

· "Vekil" tâbiri, doğrudan doğruya “Başyüce”ye izafetledir.

· Her biri üçer müsteşarlığa bölümlü olan vekâletler, memur olduğu vazife bütününün, birkaç vekâlet çapında en girift ve en dolgun iş manzumesini belirtir.

· Maarif Vekâleti: "İlim ve Güzel Sanatlar”, “Halk Terbiyesi ve Evleri” “Umumî Öğretim” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…

· Savaş Vekâleti: “Kara”, “Deniz”, “Hava” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…

· İktisat Vekâleti: “Sanayi”, “Ticaret”, “Ziraat” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…

· Maliye Vekâleti: "Bütçe ve Umumî Muvazene", "Vergiler ve Resimler", "Bankalar ve İnhisarlar” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…

· Sağlık ve Bakım Vekâleti: “İyileştirme”, “Güzelleştirme”, “Çoğaltma” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…

· Adliye Vekâleti: "Mahkemeler", "Islâhhaneler", "Kanunlar" adlı üç müsteşarlığa bölümlü...

· Matbuat ve Propaganda Vekâleti: "Matbuat", "Propaganda", "Turizma" isimli üç müsteşerlığa bölümlü…

· Hariciye Vekâleti: "Şark”, “Garp”, “Haber Alma” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…

· Dâhiliye Vekâleti. "Mülkî Teşkilât”, “Belediyeler”, “Umumî İnzibat” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…

· Nâfia Vekâleti: "Tesisler", "Yollar", "Münakale Vasıtaları” isimli üç müsteşarlığa bölümlü...

· Düzenleme Vekâleti: "Teşkilât Düzeni”, “İş Düzeni”, “Sigorta ve Tekaüt Sandığı” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…

· Müsteşarlıklardan her birinin emrinde, kucakladığı işin kütle ve mahiyetine göre müteaddit umumî müdürlük organizmaları vardır. Bu umumî müdürlükler, günümüzün Bakanlık teşkilâtına eş genişlikte ve ünvan iptizaline mâni kıymettedir.

· Vekâletlerden herbirinin kumanda ve kurmay heyetini, bir vekille üç müsteşar kadrolaştırır. Her vekâletin üç müsteşarı kendi aralarında tam bir iş âhengi belirttikleri gibi, bütün vekâletlerin otuzüç müsteşarı da hükûmet bütününde aynı şeydir. Siyaset yolundan gelecek olan vekillere nazaran meslek yolundan gelecek müsteşarlarda da, vekillere eş bir terkip ve telif ruhu aranacaktır.

· Hükûmetin umumî siyasetini, Başvekilin reisliğinde 11 vekilden mürekkep Vekiller Heyeti; hükûmetin iş sistemini de, topluca Vekiller Heyetine ve ayrı ayrı kendi vekillerine bağlı olarak, Başvekâlet müsteşarının reisliğinde 33 müsteşardan mürekkep Müsteşarlar Heyeti temsil eder. Müsteşarlar Heyeti, daima Vekiller Heyetinin emriyle toplanır.

· Din işleri reisliği, ve seferde Başbuğluk ve hazarda Başkurmaylık; doğrudan doğruya “Başyüce”nin o sahalardaki icra ve temsil hakkına izafetle, müstakil ve hükûmet üstü mahiyettedir. “Başyüce”nin reislik edeceği veya “Başyüce”yi temsilen Başvekilin lüzum göstereceği Vekiller Heyeti toplantılarına, bu iki iş kutbu da, en ehemmiyetli söz ve fikir hakkiyle katılır.

· Temyiz mahkemesi, devlet şûrâsı, muhasebât divanı gibi teşekküller, devlet ve hükûmet siyâsetinde hiçbir fiilî mevkii ve hakları bulunmayarak ve bütün hareketiyetlerini sadece kendi mevzuularındaki kanunlardan alarak, daima “Başyüce”ye izâfetle, Vekiller Heyetine karşı her bekımdan müstakildir.

· Vekiller Heyeti âzâsını, "Başyüce"nin "Yüceler Kurultay"ından seçeceği bir Başvekil, "Başyüce"nin tasdikine arzetmek suretiyle tâyin eder, hükûmet üstü müstakil devlet organizmalarının başları, daima "Başyüce" tarafından tâyin edilir.

· Bütün hükûmet cihazı bütün şubeleriyle, "Yüceler Kurultayı" âzâsının her türlü teftiş ve murakabesine açıktır.

· Teşkilât bakımından ana ölçü: Esasların esası,devlet idaresi ve cemiyet güdücülüğünü, milletin en yetkin ve seçkin ferdlerinden kurulu bir "şûrâ" vasıtasiyle yürütmek ve bu "şûrâ"yı, reyi alınmaksızın, bu reye ender şartlar içinde başvurulmak üzere -ki bu şartların zuhuru muhale yakındır- en gerçek millet temsilciliği mevkiinde görmektir. Ötesi kemmiyet ve basit müşahhaslardan ibaret... Kemmiyet ve dış kalıp plânında her şey ve her zaman değiştirilebilir ve icatlara uydurulabilir. Değişemez olan ruh ve keyfiyettir. Dâva, sadece, bu ruh ve keyfiyete denk, dış kalıp ve teşkilâtı, usta mimarlar eliyle petekleştirebilmekte...
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
HÜKÛMETİN 11 DÂVASI

· "Başyücelik Hükûmeti"nin ruhunu dayadığı büyük iman ve dünya görüşü plâtforması üzerinde ve sayısız ve mücerred dâva arsında, basit hükûmet programlarının müşahhas ameliye hedefleri bakımından başlıca 11 dâvası vardır.

· RUH VE AHLÂK DÂVASI: "Başyücelik devlet ve hükûmeti"nin kucakladığı millete ait bütün bir kök telâkkî ve idrakini her ân biraz daha titiz sulayacak, ışıklandıracak ve nemalandıracak tezatsız bir ruh ve ahlâk örgüsünün, maddî ve manevî ameliye sahasında, mükemmel ve muazzam tedbir cihazını kurma işi.. Bu dâvada Maarif, Matbuat ve Propaganda, Adliye ve Dahiliye Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· UMUMî İRFAN DÂVASI: Bilhassa Garbın müspet bilgiler manzumesini kendi topraklarında iklimlendirici, an'aneleştirici ve bütün taklit ve özenti plânlarından çekip kurtarıcı mikyasta, en uzazk ve küçük köyden, en yakın ve büyük şehire kadar ve en üstün ve ileri mâna irfaniyle beraber mayalandırma işi... Bu dâvada Maarif, Matbuat ve Propaganda ve İktisat Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· KÖY VE KÖYLÜ DÂVASI: Köylünün ruhunu, vücudunu, kesesini, âletini, verimini, ticaretini ihya; ve onu kılığından evine ve köyünün manzarasına kadar bütün bir şahsiyet ve asliyet ifadesi altında zapdetme işi... Bu dâvada Mâarif, Dahiliye, Matbuat ve Propaganda, Sağlık ve Bakım ve İktisât Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· ŞEHİR VE UMRAN DÂVASI: Büyük şehir, belde ve (Metropolis) hayatının topyekûn maddesini, görülmemiş bir şahsiyet, asliyet ve hususiyet damgası içinde kalıplaştırma ve heykelleştirme işi... Bu dâvada Dahiliye, Matbuat ve Propaganda, Nafia, Sağlık ve Bakım Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· ORDU DÂVASI: İmanından, ahlâkından, terbiyesinden, nizâmından, ilminden, âletinden, kılığından, biçiminden, muâşeretinden her şeyine kadar, kemmiyette ne olursa olsun, keyfiyette dünyanın en üstün ordusunu kurma işi... Bu dâvada Başkurmaylıkla, Savaş ve Maarif Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· İÇ İNZİBAT DÂVASI: Müşterek dâva ve hamle yolunda, kelebekler ve güvercinler arasındaki huzur ve âsayiş dünyasını gerçekleştirme işi... Bu dâvada Dahiliye ve Dliye Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· DIŞ MÜNASEBETLER DÂVASI: Memleketin dış politikasını, ana ideolocyaya tam uygun vaziyette, bir topyekûn Şark, bir de topyekûn Garp kutbuna göre ayarlı ve son derece nazik ve çevik, ve millî menfaat uğrunda Şeytanı çatlatacak kadar ince tertiplerle takviyeli tarzda adım adım gayesine ulaştırma; ve bu yolda bütün yeryüzü milletlerini bütün kuvvetleri ve zaaflariyle tâ köklerinden ve ciğerlerinden bilme ve tanıma ve ona göre davranma işi... Bu dâvada Başkurmaylıkla, Hariciye, Matbuat ve Propaganda Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· BÜTÜN NEŞİR VASITALARINI MURAKABE VE HİMAYE DAVASI: Her cins kitap, broşür, gazete, mecmua, radyo, sinema, tiyatro, temsil, konferans, musikî, resim, hulâsa fikir ve ruh telkinine mahsus her vasıtayı, en dipsiz hürriyet içinde dibinden kavrama, destekleme, tutma, cevherlendirme, tesirlendirme ve ana hedefe yöneltme işi... Bu dâvada Matbuat ve Propaganda ve Maarif Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· İŞ EMNİYETİ VE İŞ SAHALARI ARASINDA ÂHENK DÂVASI: Bütün vekâletler arası faaliyeti âhenkleştirme, millî iş ve memur kitlesini bütün haklariyle emniyet altında tutma, halk şikâyetlerini takip ve mercilendirme ve büyük devlet teşkilâtını düzenleme işi... Bu dâvada Düzenleme Vekâleti her vekâletle tam işbirliği halindedir.

· NÜFUSU ÇOĞALTMA, GÜZELLEŞTİRME VE SAĞLAMLAŞTIRMA DÂVASI: Nüfusu kemmiyette şelâle bereketiyle taşırma, kitleyi insanoğlunun en nâdide çizgileriyle güzelleştirme, sıhhati en yeni ve ileri tedbirlerle koruma işi... Bu dâvada Sağlık ve Bakım, Maarif, Matbuat ve Propaganda, Dahiliye ve İktisat Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· MİLLî SERVET VE İKTİSAT DÂVASI: Tam bir millî iktisat ideolocyasının tezatsız sistemini örgüleştirme, millî serveti köpürtme, içtimaî refahı temellendirme, bütün deveran sürat ve kıymetiyle para ve sermayeyi güdümleme, cemiyeti ve ferdi bütün verim ve alım faaliyeti içinde muvazelendirme, maddî verim âlet ve cihazlarında en ileri dereceyi tutma ve büyük iş ve kazanç, tediye ve taksim adaletini yerine getirme işi... Bu dâvada, İktisat, Maliye ve Nafia Vekâletleri tam işbirliği halindedir.



YÜCE DİN DAİRESİ

· Bütün bu dâvaların ruh ve ölçü, müşahede ve murakabe kürsüsünde, icra bakımından doğrudan doğruya "Başyüce"nin şahsında tecelli etmek ve onun dışında kendi şahsî çerçevesinin mücerret vecd, aşk, fikir ve hakikat lâboratuvarını temsil etmek şartiyle "Yüce Din Dairesi" vardır.

· Hükûmet reisiyle bir hizada ve hükûmet üstü seviyede "Başyüce" tarafından seçilecek olan "Yüce Din Dairesi" Reisi, Başyüce nezdinde ana kaynağın ilim ve vicdan sesini belirtir ve bir çelişme halinde Başyüceye karşı "Yüceler Kurultay"ını hakem tutar ve hiçbir tesir dinlemez.

· Ulviyet ve hususiyeti bakımından teşkilâtını hükûmet kanavasında göstermediğimiz ve iç telkin, dış propaganda, dinî öğretim, din vazifelilerini yetiştirme ve kadrolaştırma, Evkaf vesaire noktalarından inceden inceye plânlandırılmaya muhtaç gördüğümüz bu Daire, Başyücelik emrinde ve "Yüceler Kurultayı" yanında, devletin başlıca istişare merkezi kabul edilebilir.

· Bütün bu dâvaların, bütün iş, vazife ve teşkilât mümessilleriyle nefsinde düğümlü olduğu büyük ferdî, irade ve icra mihrakı "Başyüce"dir.

· Ve bütün bu dâvaların, büyük tefekkürî topluluk mihrakı da "Yüceler Kurultayı"... Esasta "Yüce Din Dairesi"nin hüviyet ve ruhu bütün iş dairelerine sindirilmiş olacağı için, böyle bir teşkilâta lüzum, sadece mesleki ihtisas bakımındandır ve bu ihtisasın murakıplığından ibarettir. Yüceler yücesi muazzez sahabîler devrinde olduğu gibi, herkesin ve her şeyin tek ve mutlak istikamet üzerinde toplu bulunduğu bir vasatta, böyle bir teşkilâta ihtiyaç bile yoktur. Ama nerede o erişilmez (ideal) dünya?..



HALK DİVANI

· "Büyük Doğu" mefkûresinin, "Başyücelik Hükûmeti"nde, halk kendisini devletin, devlet de halkın kölesi bilecektir. Yarısı siyaha ve yarısı beyaza boyalı tekerleğin siyah ve beyaz yarım daireleri gibi, her ân halkla hükûmet, birbirinin üstünde ve birbirinin altındadır.

· Selim duygu ve düşünceye dayanan hiçbir ferdî ve içtimaî alâka ve himaye isteği yoktur ki, devlet ve ferdin hassasiyet ve mesuliyet çerçevesi dışında gösterilebilsin... Bizim anladığımız devlet ve hükûmet ruhunun, "bu beni alâkalandırmaz" diyebileceği bir mevzu hayal edilemez.

· Delilerin çılgınca istekleri de beraber, her dâva sahibi, sonunda ya hastahaneye, ya ıslahhaneye, ya kanaat ve itminana, yahut hakkının teslim, tespit ve takibine sevkedilmel üzere, başlangıçta ve edep ve ölçü sınırları içinde her türlü hesap sorma selâhiyetine sahiptir. Cemiyetin gözü önünde herkesi, istihkakına göre ölçmek, ana mîyardır.

· Cemiyette tek işsiz, tek aç, tek bakımsız, tek mazlum, tek mağdur, tek muztar yoktur ki, gerekirse "Başyüce"nin kulak zarlarını patlatacak kadar mükemmel bir uyandırma ve hesap isteme cihazının manivelâsını el altında bulundurmasın...

· Bu manivelâ, doğrudan doğruya "Başyüce"nin şahsına bağlı bir iş şubesi marifetiyle dâvasını tespit ettirecek her ferdin, senenin bellibaşlı günlerine mahsus olmak üzere her yıl ilân edilecek ve kurulacak “Halk Divanı”nda söz istemesidir.

· "Halk Divanı”, Başyücelik saryında bu ismi taşıyan büyük bir salonda açılır ve herkes dinleyici ve seyredici sıfatiyle bu salona girebilir.

· "Halk Divanı"nda söz isteyen herkes, evvelâ dâvasındaki ciddiyet, sonra onu "Başyüce" ye gelinceye kadar alâkalı makamlar nezdinde takip etmiş olup olmamak, sonrada ortaya attığı şartlar üzerinde doğruluk ve hâlislik noktasından şiddetle mesuldür. Bunlar üzerinde en küçük eksiklik, yanlışlık ve yalancılık, cüret edicisini "milletin fikir, hürriyet ve dâva hakkını suistimal noktası"ndan en acı mahkûmiyete sürükler. Buna karşılık, doğru olmak ve daha evvel takip edilip neticelendirilmemiş bulunmak şartiyle en küçük hak, "Başyüce" nezdinde derhal kabullerin en büyüğünü kazanır; ve kemmiyet ve keyfiyeti daima "Başyüce"nin takdirine kalmış olarak sahibini mükâfatlandırır.

· Bizzat "Başyüce" ve arkasında bütün hükûmetinin hazır bulunacağı "Halk Divanı"na mahsus bütün şartlar, edepler, usuller, nokta nokta ve çizgi çizgi örgüleştirilmiş ve kanunlaştırılmış olacaktır. "Halk Divanı"nda ve bu edepler içinde halk, bir veya birçok ferdiyle, haklarını, "Başyüce"ye karşı bağıra bağıra müdafaa eder ve neticeyi alır.

· Cemiyetle halkın bütün ihtiyaç ve dâvalarını cevaplandırmak ve ait olduğu iş ve vazife sahasında takip etmekle mükellef hükûmet cihazı, her vekâletteki hususî cihazdan başka "Düzenleme Vekâleti"dir.

· "Halk Divanı"nın mânasını, halk, haklı olduğu mevzuda devlet reisini bütün hükûmetiyle beraber herhangi bir ferdinin huzuruna çıkarıp hesap vermeye ve yol göstermeye memur, bu ana şart dışında da aynı ferde, aştığı edep ve hak sınırı nisbetinde mesuliyet yükletici bir adalet tertibi diye anlayacak ve ona göre kıymetlendirecektir. Bu noktada, hiçbir demokrasya idaresinin varamayacağı fert hakkıyla hiçbir (totaliter) rejimin ulaşamayacağı hükûmet hakkı bir aradadır.

· "Halk Divanı" buluşunun üstün mânası da, daima en küçükle münasebet halinde bir en büyüğün, hâkimiyeti nisbetinde mahkûm ve mahkûmiyeti nisbetinde hâkim ve bütün tezatları toplayıcı, kapatıcı ve son derece nazik ve ince ve yeryüzünde bir misli görülmemiş bir ruh ve şekil belirtmesidir.



BAŞYÜCELİK AKADEMYASI

· "Doğru”nun, “iyi”nin, “güzel”in sonsuz arayıcılığı yolunda üç sınıf insan ve bu üç sınıf insanın kümelendiği üç ruh ve akıl zümresi, “Başyücelik Devleti”nde, tam bir himaye, sahabet ve kefalet altındadır. İlim adamları zümresi, fen adamları zümresi, sanat adamları zümresi...

· İnsan kafasının sâf ve mücerret ilim, fen ve sanatta en yeni ve en ileri görüş ve buluş hamlelerini muhitleştirecek olan bu üç zümrenin umumî kadrosu “Başyücelik Akademyası”nı çerçeveleyecektir.

· "Başyücelik Akademyası”nın üç ana kolu vardır: İlim ve Tefekkür Kolu, Fen ve Keşifler Kolu, Edebiyat ve Güzel Sanatlar Kolu...

· Dünya çapında eser ve hüviyet sahibi asker, tarihçi, dinci, hukukçu, iktisatçı, içtimaiyatçı, terbiyeci, ruhiyatçı, riyaziyeci ve her soydan mütefekkir, akademyanın “İlim ve Tefekkür Kolu”nu şubelendirir. Keşif sahibi doktor, fizikçi, her neviden mühendis ve benzerleri de “Fen ve Keşifler Kolu”ndadır. Aynı üstün vasıflardaki şairi, romancıyı, piyes muharririni, tenkitçiyi ve güzel sanatların başka şubelerine bağlı sanatkârları “Edebiyat ve Güzel Sanatlar Kolu”nda bulabiliriz.

· Bütün bu kolların mensupları, bağlı oldukları verim faaliyetlerinin, sâf, müstakil ve mücerret cehd ve zevkini temsil ettikçe, “Başyücelik Akademyası”nın kadrolaştırdığı hüviyet içindedirler. Bütün bu mücerret ibdâ sahalarından, müşahhas cemiyet ve amelî dâvalarına aktarılmış fikir mizaçlarının yeriyse “Yüceler Kurultayı”dır. Yani Akademya, kendilerini, faaliyetlerinin mücerret tarafına bağlamış olanların ocağı...

· Böylece "Başyücelik Akademyası” mücerret ilim ve sanat çalışmalarından, müşahhas cemiyet ve amelî hayat dâvalarına doğru kayan terkipçi ve (aksiyon)cu zekâlariyle, “Yüceler Kurultayı”nın tabiî bir namzetler zümresi sayılabilir.

· "Başyücelik Akademyası” âzası, bütün hayat ihtiyaçlarını ve faaliyet icaplarını en (lüks) mikyasta karşılayabilecek refah vasıtalarına sahip kılınırlar; ve (akvaryum) içindeki balıklar gibi, “Başyücelik Akademyası”nda kaldıkça, kendi mücerret faaliyetlerinden başka hiçbir sahaya çıkmazlar. “Başyücelik Akademyası” âzası, fahrî olarak memur kılınacakları hocalık işlerinden başka hiçbir vazife kabul etmezler.

· "Başyücelik Akademyası”nın âzasını, kemiyet haddiyle kayıtlı olmıyarak, doğrudan doğruya “Başyüce” tayin eder. Ondan sonra Akademya âzası, hususî kanununda belirli olacağı şekilde teşkilâtını tamamlar.

· "Başyücelik Akademyası”, sâf irfan meselelerinde, daima “Başyüce”nin istişare çevresi halindedir.

· Milli dil, lûgat, ansiklopedyalar, dağıtılacak mükâfatlar; millî tarih, resmî irfan programları ve yetiştirme plânları ve alâkalı vekâletlerin sâf ve mücerret irfan meseleleri, “Başyücelik Akademyası”nın vazifeleri içindedir. Şu kadar ki, ana gayesi, her sahada mücerret ibdâ çilesi çeken insanları kadrolaştırmaktan ibaret olan Akademya’nın birinci hedefi, mensuplarının ferdî ve hususî çalışmalarını ve müstesna verimlerini emniyet altına almaktan başka birşey değildir. Akademyadan istenecek veya onun lüzum göstereceği işler, daima “Başyüce”den alınacak emirler veya ona takdim edilecek tasarılar üzerinde olur; ve bunlar dışında, “Başyücelik Akademyası’nın resmî hükümet işleriyle hiçbir münasebet ve alâkası bulunmaz.

· "Başyücelik Akademyası” âzasının tek manevî borcu, bir mısrâ veya bir fikir cümlesi karşısında, yahut bir (lâboratuvar) içinde yıllar ve mevsimler geçirse de, sadece çalışmak, eser vermek; ve nokta nokta büyük eser çilesini doldurmaktır. Akademya, durmak ve dinlenmek bilmez, had ve derece tanımaz faaliyet ve verimini, devlet ve halkın müşahadesine arzetmek bakımından, her ân, en yeni ve ileri şekilleri bulmakla mükelleftir.

· "Başyücelik Akademyası” hiçbir icraî müeyyide sahibi olmayıp devletin kültür “erkân-ı harbiye”si makamındadır ve raporlarını Başyüceliğe takdim eder. Maarif cihaziyle de sıkı temas halindedir.

· Başyücelik Akademyasının birinci vazifesi, kendi bölümlerinin hedef tuttuğu sahalarda memleket kültürünü devamlı bir murakabe altında bulundurmak, onu (statik) plândan (dinamik) plâna geçmesi için kamçılamak, her şubede türlü büyük mükâfat ve şereflendirmelerle hamleleri beslemek, hâsılı insanî fikir, ilim ve sanat fâtihliğini geliştirmektir.

· Başlangıçta Başyücelik tarafından seçilecek olan Akademya âzası, ancak ölüm veya çalışmaya mâni devamlı hastalık sebebiyle emekliye çıkarılarak boşalabilmesi mümkün kadrosunu bizzat doldurur ve devletin tasdikine arzeder. Yaşı 40’dan aşağı ve üzerinde herhangi ahlâkî bir leke olan şahıs, “Başyücelik Akademyası”na seçilemez.

· Teşkilât ve hedeflerini bizzat plânlayacak ve bu mevzuda tam hürriyet ve istiklâl sahibi bulunacak olan “Başyücelik Akademyası” ancak Büyük Doğu idealinin ulvî prensiplerini mahfuz tutmak bakımından Başyüceliğe ve o vasıtayla Yüceler Kurultayına karşı mesul ve bu kayıt dışında sonsuz serbesttir.

· Maymunvâri Batı taklidi hareketinden ibaret Tanzimat devrinin, içinde ekalliyet paşalarına kadar yer veren “Encümen-i Dâniş” tecrübesiyle Başyücelik Akademyası arasındaki fark, aynen maymunla insan farkına denktir.

· Başta “Fransız Akademisi” bulunmak üzere, bir memleketin kültür hayatını mayalandırmak ve çeşnilendirmek ve gıdalandırmak bakımından “Başyücelik Akademyası”ndan daha tesirlisini tarih kaydedemez.



BAŞYÜCELİKTE İŞ ÖLÇÜSÜ

· "Başyücelik Devleti"nde, maddî ve manevî her ne şekilde olursa olsun, tufeyli; başkalarının kazança ve emeğine musallat tek fert bulunmaması gayedir.

· Tufeylîlerin başında, dilenciler, bütün işsizler ve mesleksizler, her türlü verimsizler, kaçaklar ve ahlâk dışı tertiplerle kazanç sağlamaya bakanlar vardır.

· "Başyücelik Devleti"nde ana prensip, ferdin, devlet murakabesi altında, ister hükûmet ve ister cemiyete mesul bir ifadeyle, bellibaşlı bir verim ve işe memur bulunmasıdır.Bu millî ve umumî memuriyet, sadece bellibaşlı yaş hadleri ve bellibaşlı sağlık şartlariyle sınırlıdır.

· Devletin, millet ve cemiyet iradesini temsil yoliyle iş ve meslek diye kabul etmediği ve içtimaî faydasına inanmadığı faaliyet şekilleri, iş ve meslek değildir. Meselâ "Başyücelik Devleti"nde, köşebaşlarında boynu bükük bekleyip otomobillerin kapısını açarak bahşiş toplıyan, nüfuzlu ve tesirli şahısların başları etrafında sivri sinekler gibi dolaşa dolaşa dalkavukluk şarkıları söyleyen, hiçbir hak ve gerçeğe bağlı olmaksızın mâneviyat istismarcılığı yapan ve uzaktan ve yakından bunları andıran örneklere yer yoktur.

· Tufeylî olmaya doğru giden verimsiz şahıs, ya iş bulamadığı, ya iş görebilmek şartlarına malik olmadığı, yahut iş görmek istemediği için bu vaziyete sürükleneceğine göre, birinci halde işi "Düzenleme Vekâleti" yoliyle devletten isteyecek, ikinci halde ve aile himayesinden mahrum kalmış olmak şartiyle "Devlet Bakım Evleri"nde yaşayacak, üçüncü halde de kafasına vurula vurula iş sahalarına sürülecektir. İş ve meslek sahibi olma çağındaki "Başyüce"nin oğlu bile aynı ölçünün en aciz mahkûmu ve takip hedefidir. "Başyücelik Devleti"nde babaya ve mirasa dayanma yoktur. Mutlaka iş ve emek...

· Başyücelikte iş ölçüsü ve iş dağıtımına memur hükûmet organizması, açık ve tabiî yollardan bir mesleğe ulaşamayan ve bir meslekte tutunamayan ferdi, maddî ve manevî en sıkı ve en doğru muayeneden geçirip, rençberlikten ameleliğe veya talebelikten herhangi bir memurluğa kadar lâyık olduğu verim toprağına dikmek, orada tutturmak ve geliştirmekle mükelleftir. Böylece içtimaî müspet sınıflar dışı bir iş kaçağından, bir gün, bir "Başyüce" meydana gelmesi ihtimalinin yolu açıktır.

· Bakımından mesul olacak hiçbir yakını veya isteklisi bulunmayan maddî ve manevî sakat fert, illetinin iyileşme veya iyileşmesine bağlı imkân kadrosu içinde, şifasına veya ölümüne kadar devlet hastahanelerinin, devlet ıslahhânelerinin ve "Devlet Bakım Evleri"nin en has ve en kıymetli konuğudur. Buralarda cemiyetin çürük ve tortu kısmı, en şefkatli gizlenme ve bakılma örtüsü altında sokaklardan ve meydanlardan nihândır. Her türlü yakınlık himayesi ve gelirden ve tam mânasiyle iş iktidarından mahrum ileri ihtiyarlarında yeri, "Devlet Bakım Evleri"nin hususî şubeleridir.

· Devlet, çocuklara masal anlatmak kabiliyetinde bir ihtiyardan, parmak uçlarına inen temas dehâsiyle bir hasır iskemle örebilecek körlere kadar herkesi en rahat iktidarı içinde verimlendirmekle mükellef olduğuna göre, "Devlet Bakım Evleri"nin topyekûn verimsiz konukları, topyekûn iktidarsızlardır. Bu bakımdan devlet, bir taraftan kendi girift ve muhteşem teşkilâtı, öbür taraftan da irade mihrakını teşkil ettiği cemiyette aile ocaklarıyla sıkı ve uyanık bir bağlantıya sahiptir.

· Başyücelikte iş ölçüsü ve iş dağıtımına memur hükûmet organizmasının, evvelâ önlemek ve sonra verimlendirmekle mükellef olduğu tufeylîler ve serseriler mevzuunda, ihtiyarlar ve illetliler zümresinin karşı kutbu olan başıboş çocuk bulunmaktadır. Esasta ana baba murakabe çerçevesi içine sımsıkı mıhlı, bu çerçeveden kaydığı ve kaydırıldığı nisbette ana ve babaya büyük mesuliyetler yükletici, ancak bellibaşlı şartların zoriyle bu çerçeveden kopar kopmaz ve her türlü yakınlık himayesinden mahrum kalır kalmaz da hemen devlet eline geçmeye ve devletin elinde yetiştirilmeye mahkûm, fevkalâde hassas, başı boş çocuklar mevzuu... Devlet, doğrudan doğruya kendi eline geçme vaziyetindeki çocukları, bir taraftan onları evlât edinecek aile ocaklarına arzederken öbür taraftan da bizzat kendi müessiselerinde yetiştirip, en parlak istikbale takdim etmek; böylece insan, istidat, kabiliyet ve iş tasarrufunu son haddiyle misallendirmek borcundadır.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
BAŞYÜCELİKTE CEZA ÖLÇÜSÜ

• Uçurumdan kendisini atan parçalanır; bunu herkes bilir ve kimse uçurumun bu kat'î ve riyazî şartını bir müsamahasızlık veya merhametsizlik diye karşılamaz. İşte "Başyücelik Devleti"nde ceza ölçüsü her şeyden evvel şu hikmete bağlıdır ki, orada ceza, nasıl olsa işlenilmeye mahkûm bir suçun mümkün mertebe hafif karşılanmasını gözetici yumuşak bir âkıbet değil, asla yapılmaması gereken hareketlerin sırf yapılamaz olmasını temin için konmuş kat'î mânialardır.

• Öyleyse bizim cemiyet ve devletimizde ceza ateşi, "niçin beni bu kadar merhametsizce yakıyor?" şikâyeti yerine, "aslâ sürünmiyeceğim için hiç yakmaz!" anlayışındaki âzamî hafifliğe maliktir; ve bu bakımdan en ileri şiddet, bu müthiş ve kahhâr derecesiyle merhametin tâ kendisi olmuştur. Bizim cemiyet ve devletimizde ceza ölçüsü, rahatça yapılacak fiillere göre değil, yapılamaması sağlanacak fiillere göre bir tedbir mânası taşır.

• Bizim cemiyet ve devletimizde kasıtla adam öldürmenin cezası, cezaya ehliyet sınırları içinde ve bellibaşlı mazeret ve müdafaa vaziyetleri dışında, istisnasız ve hiçbir zorlayıcı ve hafifletici sebep bahis mevzuu olmaksızın, ölümdür.

• Bizim cemiyet ve devletimizde bile bile hırsızlığın cezası, cezaya ehliyet sınırları içinde, istisnasız ve kayıtsız ve şartsız, bir kolun kesilmesidir. Bütün suistimaller, sahtekârlıklar, dolandırıcılıklar, hile tertipleri, netice itibariyle hedef tuttuğu kast ve gaye esas olarak hırsızlığın şubeleri halinde sınırlandırılır ve ona hükümlendirilir.

• Bizim cemiyet ve devletimizde fuhuş ve zina kökünden yasaktır. Ve fuhuş ve zinanın mânası, meşru şekil dışı erkekle kadın arasındaki cinsî birleşme; ve sonra erkekle erkek ve kadınla kadın arsındaki aynı fiildir. cezası da, işliyenlerin evli, bekâr, dul ve rüşd sahibi olup olmamasına göre değişik şekilde, devlet ideolocyasının bağlı olduğu ana kaynağın hükümlerine eş olarak fevkalâde ağırdır. Şu kadar ki, meydan, sokak ve umumî yerler edebine göre bütün yardımcı saikleri tâ dibinden kazınacak ve içtimaî çerçevede tezahürüne imkân verilmiyecek olan bu fiilin ceza görebilmesi için, her tecessüs ve zor tedbirinden masun olan ev içi müşahedesi veya açığa vurulması lâzımdır ki, bu da hemen hemen imkânsızdır. Demek ki, cemiyetin alenîlik plânına vurulmayan ve gizli kalan bir fuhuş ve zina fiilinin cezası, bu fiile devlet, cemiyet, aile ve ferdde engel olucu maddî ve manevî her tedbirden sonra, Allaha aittir. Şüphe ve tahminle hiç bir takip yapılamaz. "Başyücelik Devleti"nde resmî ve hususî tek bir umumhane bulunmayacağını belirtmeye bile değmez.

• İnsan eliyle gelen ceza, hakikatte, Allah'ın insanlara lûtfettiği gizlenme ve korunma örtüsünün yırtılması ve umumî bir ibret temsil etmesi diye anlaşılacağına göre, şehirlerin ana meydanlarında, en ağırından en hafifine kadar bütün ceza şekilleri etrafında bütün gözlere serilecek müthiş merasim işkencesi vardır. Başta vatan ve dâvaya ihanet, içtimaî emniyet ve selâmeti bozmak gibi, "Başyücelik Devleti" üstün hâkimleri elindeki takdir hakkı ile bir kalemde ölüme kadar yükselecek cezalardan, sokaklara işemek ve sümkürmek gibi en çerden çöpten bediî suçlara, her fiilin bu meydanlarda görülecek bir hesabı vardır.

• Nihayet bizim cemiyet ve devletimizde ceza ölçüsü, her türlü ferd, cemiyet ve dâva hakkı, ahlâk, terbiye güzellik bakımından - misal bu ya - 10 kişilik oturma yerine 11 kişinin binmediği ve bilet parasının orta yerdeki üstü açık kutuya attığı bir minibüsün; ve yolda giderken arkasındaki erkekle kadının ne yaptıklarına bakmayan edepli insanların çerçevelediği cemiyet ruhunu billûrlaştırmaya mahsustur. Ve ferde değil, cemiyete acıma esasına bağlıdır.


BAŞYÜCELİKTE UMUMÎ MANZARA

• Aynı şeyleri değişik bir üslûpla ele alalım.

• ŞEHİR... Büyük ve eşsiz (Metropolis) rüyası: Fildişinden ve bir bâkirenin başörtüsü kadar temiz kaldırımlar... Altına bir milyon kişi alan kubbe... Ayna döşenmiş gibi pürüzsüz ve pırıl pırıl meydan... Ziynette tavuskuşu, sadelikte güvercin binalar... Ferdî ve içtimaî bütün müessiseler, vasıtalar, âletler... Kuşbakışı, en güzel ve en üstün nizamın peteği... Göklere doğru bir beste şeklinde yükselen vahdetli ve şahsiyetli mekân ölçüsü...

• KÖY... Tarlasının hendesesi, buğdayının şekli, öküzünün kuyruğu, horozunun ibiği, atının yelesi, arabasının nakşı, çatısının üslûbu; ve, boyu ve bosu, suratı ve giyimi, sazı ve sözü, bayramı ve seyranı, doktoru ve hocası, pazarı ve muhtarı maddî ve mânevî her kıymet unsuru içiçe tam bir asliyet, şahsiyet ve mükemmeliyet murakabesi altında büyük istihsal plâtforması...

• MÂBET... İçi nâmütenahî sade, dışı nâmütenahî muhteşem; döşemesi eczahane pamuğundan daha temiz; içine bir girenin birer ipek eldiven kadar ince ve hafif namaz ayakkabılarını giydiği kubbesi altında tek lâubalilik, sefalet, vahşet ve istismar tavrının görülmediği, saflarında her meslekten mareşal rütbelilerin dizildiği, vecd ve aşk merkezi...

• MEKTEP... Nereden gelip nereye gittiğini ve ne olmuşken ne olduğunu ve ne olacağını ve başkalarının da bu maceralarını bilen cemiyette, insan kafasının meçhuller ikliminden devşirdiği topyekûn bilgi unsurlarını, en ileri ve tezadsız ideolocya kaynağının ahlâk, terbiye ve usul gergefinde nakışlayıp, yedisinden yetmişine kadar her ferde giydiren, aziz tezgâh...

• YOL... Her noktayı her noktaya bağlayan ve hiç bir noktada hiç bir infirad ve inziva köşesi ve ihtilâtsızlık ve intikalsizlik bucağı bırakmayan muazzam örümcek ağı...

• İNZİBAT... Her yanda ve her yönde, bütün müeyyideleriyle, anne koynundaki ılık emniyet ve selâmet iklimi...

• ORDU... Dâva saldırış ve korunuşunun, en ileri fenle silâhlandırılmış insan kitlelerine verdiği başdöndürücü vezin ve ahenk şiiri; bu şiirin ahlâkı, bu şiirin terbiyesi ve bu şiirin vazife uğrunda gerçek ölümsüzlüğe götüren ölüm borcu...

• SAĞLIK... Bir ayak tırnağından bir tel saça kadar insan vücudunun her lifi ve her zerresi üzerinde, cihazlaşmış dikkat ve itina şuuru...

• GÜZELLİK... Allah'ın eşref mahlûku olan insanı, kadınlı ve erkekli, kökündeki harikulâde plâstikaya ulaştırıcı bediî tedbirler manzumesi...

• MAHKEME... Allah elindeki mutlak adalet terazisinin gölgesi altında, bütün fânilikler âlemine istihkarla bakan ve "Başyüce"nin otomobil rüzgâriyle devrilecek bir simitçi tablasının bile hakkını yerine oturtacak olan, tesir ve engel dinlemez ulvî ölçü mihrakı...

• İŞÇİ... Sırtından 9 kazanan sermayedarın kendisine 3 verdiği ve yalnız ezilip kahrolmaya mahkûm tutulduğu kokmuş Garp cemiyetlerine yüzdeyüz zıt bir topluluk çerçevesinde, bütün dertleri ve ıztıraplariyle iş ve istidat keyfiyetine göre değerlendirilmiş amele sınıfı... Bundan sonra, aynı amelede, her şeyi en parlak adalet ve içtimaî menfaat kutbuna bağlayıcı iman hedefi önünde seve seve ezilmeye hazır bir fedakârlık ruhu...

• TÜCCAR... Sermaye kuvvetiyle malı bir elden bir ele aktarıcı basit ve hasis tavassut rolünün üstünde, içtimaî ve iktisadî toplama ve dağıtma memurluğu zihniyeti; ve kör nefs menfaatine zıtlık seciyesi... Bu ruha bağlı, istendiği kadar kazanış ve kazandırış ve her yıl kazancının kırkta biriyle devlet hazinesini besleyiş...

• HAZİNE... Cemiyetin şahıs şahıs dağınık ve tek şahsiyet halinde toplu bütün dâva ve ihtiyaçlarının hak ve adalet kasası...

• POLİTİKA... Evvelâ kendisini, sonra bütün Doğu âlemini kurtarmayı, Garbı bütün müsbet bilgileri ve âletleriyle benimseyip mahrûm olduğu ruh plânına ulaştırmayı, en sonra da topyekûn Garpla hesaplaşmayı hedef tutan, inceler incesi ve uzun vâdeli plân...

• KAFA... Ruhçu, ahlâkçı, cemiyetçi, milliyetçi, şahsiyetçi, keyfiyetçi, nizamcı, müdahaleci, sermaye ve mülkiyette tedbirci...

• RUH... İslâm; ve onun etrafında herşey...



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-KANUN

· Ana ölçümüzün çerçevelediği zorlayıcı sebepler dışında kasıtla adam öldüren, en kısa bir muhakeme neticesinde, suçu sabit olur olmaz derhal idam edilecektir. Bu vatanda, insan varlığına ve mücerret hayat telâkkisine hürmet ettirmenin biricik usulü, ana ölçümüzün emrettiği vechile, bu fiili, bir insanın, ancak ve mutlaka kendi hayatını kaybedeceğini bilmesi şartiyle yapması, yani yapamıyacak hale gelmesidir. Zorlayıcı meşru sebepler dışında insan öldürenin cezası kısastır.

· Eğer cezadan murat, kötü fiilin yapılmasına mâni olmak ve kötülüğü tasfiye etmekse, cihanın en müessir ve mukaddes, hattâ merhametli ve adaletli ölçüsü halinde hırsızlığın cezası kolun kesilmesidir. Her ne şekilde olursa olsun, hırsızlığı sabit olan şahıs, ana ölçümüzün mutlak çerçevesi içinde ve umumî bir yerde kolunu kaybedecek; ve bu vaziyetin herhangi bir kaza ve malûliyetten ayırt edilmesi için, ömrü boyunca, kolunu hırsızlık yüzünden kaybettiğine dair üzerinde bir alâmet taşıyacaktır. Bu tüyler ürpertici ceza, en kısa zaman içinde hırsızlık fiilini bütün cemiyetten kaldıracağına göre, ancak bu şenî fiile taraftar olanlardır ki, daha az tüyler ürpertici ve merhametli diye vasıflandırdıkları cezaları müdafaa edebilirler. Gaye kol kesmek değil, cemiyetin her ân ruhunu kesen hırsızlığı tasfiye etmektir. Merhamete, hırsızla cemiyetten hangisinin lâyık olduğunu kestirmekse en basit bir vicdan ve idrak işidir.

· Her nevi suistimal, zimmet irtikâp, irtişa, ana ölçümüzün emrine göre hırsızlık fiiline uyar uymaz, göreceği ceza, aynen hırsıza tatbik olanıdır. Mukaddes ölçülerin içtimaî irade mihrakı olan devlet hazinesinin hırsızları, fazla olarak, taşıyacakları alâmet üzerinde bu izahı da yüklenecekler, yani fiillerinden sonra yaşayabilirlerse ölümden beter bir hayat süreceklerdir.

· Mutlak küfrün cezası mutlak ölüm olduğuna göre, ana ölçümüzün bu maddesine tatbik yoliyle, bütün vatan ihanetlerinin cezası, topluluğumuzun bağlı olduğu imana hiyanet, yani küfür sebebine bağlanarak, ölümdür. Başta Komünizma bulunmak üzere, bu vatanı küfür ve delâletin emrine verici her telâkki ve teşebbüsün cezası, sabit olduğu anda, idamdır.

· Her türlü ihtikâr, fesat, (sabotaj) vesaire benzeri ictimaî hiyanetler, zaman ve mekân nezaketine göre, yukarıdaki maddenin çerçevelediği mânaya kadar teşmil edilip sahiplerini idam sehpasının altına sürükleyici imkân kapısını daima açık bulacaklardır.

· Yol kesici ve eşkiyanın cezası, daima ana ölçümüzün ruhuna tezavüz tefsiriyle, doğrudan doğruya idamdır.

· Kanun ruhumuzun, ana ölçüye sımsıkı bağlı özü şudur: Vatanda, hayalimizdeki cemiyete çekirdek olacak tek kadınla tek erkek kalıncaya kadar, gerekirse bütün topluluğu tırpandan geçirmek ve bu hamleyi takip edici yeni cemiyetin üstün selâmet şartları karşısında, hamlemizi, adlet ve merhametin en ileri tecellisi şeklinde kabul etmek lâzımdır. Biricik usulümüz ve bütün mevzualarımızın dayanağı budur. Ürkütülmüş bir serçenin çırpınışı karşısında göz yaşlarını zaptedemiyecek kadar rikkat ve merhamet dolu bir gönülle, (Hazret- i Ömer’in gönlü) dâva uğrunda, anmızı babamızı ve çocuğumuzu mukaddes ölçünün satır kütüğüne yatırıp kesmekte tereddüt duymayacak bir şiddet kalbi (Hazret- i Ömer’in kalbi), Allah ve Peygamber dostluğuna lâyık üstün cemiyeti mutlaka gerçekleştirmek bakımından, gayemizdir.



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-ZEVK VE TERBİYE

· "Yüceler Kurultayı”dan geçip madde madde kanunlaşmak üzere, terbiye, zevk, muaşeret ve güzellik mevzuunda, bütün bu hususlar en derin bir idrak, irfan, örf ve âdet müeyyidesi altına girinceye kadar en sert zabıta ve ictimaî müdahale tedbirleri alınacaktır.

· Öyle ki, sokak, meydan ve umumî yerler, azamî derecede vekarlı, hiç kimseyi etmez ve hiç kimsenin gözüne ve ruhuna batmaz, her türlü ictimaî mevzuaya hürmetkâr, maddesi ve mânasiyle üstün insan ifadesine malik şahıslardan başka, bütün (parazit) ve kötülük cinslerinden zorla temizlenecektir.

· Büyük Doğu âleminin cemiyet kadrosunda, rastgeldiği insanı tepeden tırnağa süzen ve hiçbir göz yasağı tanımayan, sokaklara tüküren ve sümküren, sokak köşelerini ve duvar diplerini pisleyen binbir tarzda lâübali ve edepsiz tavır takınan, şuna buna lâf atan, umumî yerlerde öteberi atıştıran, umumî yerlere öteberi atan, her vesileyle itişip kakışan ve öne geçmek isteyen, her yerde nefs gemisini kurtarmak istercesine davranan ve ictimaî ahenk ve intizamı bozan, ve yüksek sesle adım başında şamata ve münakaşa koparan, muhtelif zümre kılıkları (bobstil, hippis, külhanbeyi, hafif kadın, serseri sanatkâr, gülünç köylü kılığı vesaire) içinde, bilerek veya bilmeyerek ictimaî birlik ifadelerine karşı isyan bayrağı açan ve başı boşluğu canlandıran, hâsılı terbiye, edep, zevk, mâna, muaşeret, muamele, güzellik ve ahenk ölçüleriyle barışamaz herhangi bir eda, tavır, hareket ve biçim sakatlığını temsil eden hiçbir fert bulunmayacaktır. Batı dünyasiyle elele, Doğu âlemine mahsus ictimaî murakabesizliğin türettiği bu tipler, filleri umumî kanunlar bakımından bir suç belirtmese de, derhal ve alenen yaka paça tutulup, hususî kanunların teşkilâtlandıracağı hususî bir zabıta marifetiyle takip edilecekler; ve hareketlerini kökünden kesici kuvvette bir terbiye, zevk, muaşeret ve güzellik dersi verecek cezalara çarptırılacaklardır.

· Terbiye ve zevk zabıtası her tarafta hummalı bir faaliyet halinde bulunacak ve yakaladıklarını derhal umumî zabıta merkezlerine sevkedip, oralardaki, münferit terbiye ve zevk hâkimlerinin huzuruna çıkaracaktır. Bu hâkimlerin tek ve gayet kısa celselik kararları hemen tatbik veya iş yerlerine hitaben yazılı teşhir, umumî yerlerde teşhir, nihayet ve bilhassa fiillerinin tekerrürü halinde daha şiddetli ceza şekillerine kadar varıcı müeyyideler vasıtasiyle te’dib edileceklerdir.

· İnsanların ufak ve basit kusur telâkki edegeldiği ve umumî kanunların zaptetmediği bu terbiye, zevk, muaşeret ve güzellik kusurları üzerinde en küçük bir ihmal ve müsamaha, itiraz ve müdafaa imkânı bulunmıyacaktır. Suçlunun, kim olursa olsun, yarım saat içinde hüküm giymesi için, hususî polisin resmî zaptını imzalıyacak iki tarafsız ve alâkasız şahit kâfi gelecektir.

· Terbiye, zevk, muaşeret ve güzellik murakabesini tesis edici, zabıtasını kurucu ve mahkemelerini teşkilâtlandırıcı hususî kanun, aile ve mektebin yanında, ictimaî bir teftiş ve ceza ocağı olacak; ve birçok şey yapılmasına rağmen bir türlü yerine getirilemiyen, halbuki her işin neticesini temsil eden, bu bakımdan basitliği içinde en çetin iş olan ictimaî seviyelenme dâvasını tekeffül edecektir.

· Gaye, umumî apteshaneleri, meçhul kahramanların ictimaî ve ahlâkî isyan fermanlariyle ve duvar dipleri “Eşeklerin apteshanesi” yaftası altında çiş eden sıra sıra insanla dolu, en küçük göz, kılık, eda ve tavır yasağı tanımaz nesillerin kapladığı bir diyarı, inkılâpların en çetini olan ve neticelerin neticesini belirten terbiye, zevk, muaşeret ve güzellik ölçüleri zaviyesinden üstün hayat çıkarmaktır. Haysiyetli bir inkılâbın ilk ve son şartı da budur: Ruhu, madde ve harekete nakşetmek...
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-KUMAR


· Kumar mefhumunun ifade ettiği umumî fiil, bütün şubeleri ve şekilleriyle yasaktır.

· Kumarın tarifi şudur: Herhangi bir müsbet iş ve emek mahsulü olmadan, muhtelif alet ve vasıtalarla, meçhule ve tesadüfe dayanarak, para mukabilinde oynanan oyun...

· Kumarın başlıca aletleri olan İskambil kâğıdı, zar, (rulet), (tombala) ve ayrıca bilinen ve bilinmeyen bütün alet ve vasıtalar; yapılması, satılması, satın alınması, muhafaza edilmesi ve kullanılması katiyetle memnu eşya cümlesindendir.

· Kumara ait bütün aletlerin ecnebi memleketlerden ithali yasaktır. Hangi şekil ve suretle olursa olsun, Türkiyeye ecnebi memleketlerden herhangi bir kumar aleti ithaline teşebbüs eden veya bu teşebbüse yardımcı olan şahıs hakkında …… cezası tatbik olunur.

· Kumar aletlerini memleket içinde yapanlar veya bu imal fiiline yardımcı olanlar hakkında …….. cezası tatbik olunur.

· Kumar aletlerini sadece satan, sadece satın alan veya sadece muhafaza eden şahıslar hakkında ……. cezası tatbik olunur.

· Kumarı bilfiil oynamak fiilinin cezası ……… hapistir.

· Herhangi bir kumar fiilinin, derhal zabıtaya haber vermeksizin sadece bitaraf seyircisi vaziyetinde kalmak dahi bilfiil kumara iştirak etmiş olmak sayılır.

· Resmî ve hususî bütün piyango şekilleri, at yarışlarında ve (toto)da müşterek bahisler, vesaire, bu emrin neşrî tarihinden itibaren mülga ve yasaktır. Şekil ne olursa olsun, ruhu kumar olan her fiil birdir.

· Evinde, dükkânında veya müessesesinde kumar aletleri bulunan her fert veya müessise, bu emrin neşri tarihinden itibaren 3 gün zarfında kumar aletlerini en yakın polis karakoluna teslim etmekle mükelleftir. Kulüp, kahvehane, otel vesaire gibi umumî yerler, teslim ettiği kumar aletlerinden başka ayrıca bu mevzuda hiçbir başka vasıtaya malik olmadığına ve malik olmaya teşebbüs etmiyeceğine dair birer taahhütname verecektir.

· Bu emrin neşri tarihinden itibaren bütün kulüpler, hayatlarını temin eden kumarın menfaat müeyyidesinden mahrumdur. Bu kulüpler ya kendilerini hemen tasfiye etmek veya kumarla hiçbir alâkası bulunmayan ictimaî birer mahfil haline istihale etmek hususunda bizzat karar verecektir.

· Birer miskinlik ve kumar yatağı olan kahvehanelerde de, kumarla alâkası olsun veya olmasın,hiçbir oyun ve hiçbir oyun aletine izin yoktur. Bu gibi yerlerin vaziyeti, ayrı bir emir mevzuudur.

· Hususî, resmî ve umumî her türlü mesken şekli içinde, bütün nakil vasıtalarında ve açık havada mücerret fiil bakımından yasak olan kumarın en hassas takip merkezleri hususî meskenler, yani evlerdir. Asıl ve esas bakımından her türlü tecavüzden masun olan ev, kumar mevzuunda, resmî herhangi bir merasime ihtiyaç ifade etmeksizin, her ân alâkalı memurlar tarafından teftiş edilebilir. Şu kadar ki, mesuliyetini üzerine almak şartiyle bu fiili icraya salâhiyetli memurların cebrî araştırması neticesinde masumiyeti tesbit edilen evin reisi, hükûmetten her türlü maddî ve manevî zarar ve ziyan istemekte haklı olur.

· Bir evde oynanan kumarın mesulleri, oyunculardan başka o ânda evde bulunan ve hâdiseyi müşahede eden her ferttir. Evin hizmetçisinden, cezaî mesuliyet yaşında bulunan çocuklarına kadar ev çerçevesinin her mensubu aynen kumar oynıyanların suçiyle cürümlendirilirler.

· Hapishaneler, kışlalar, mektepler, hastaneler, vesaire gibi resmî topluluk mekânlarında, o mekânın âmiri ve idare heyeti, kumar mevzuunda en sıkı murakabe tedbirlerini alacak; ve her hangi bir suç mevzuunda bizzat kumar oynatan ve oynıyanın vaziyetine geçecektir.

· Bu emrin, ictimaî ve ahlâkî bir suç olarak ele aldığı ve memlekette kökünü kazımak gayesini güttüğü kumar, onu en uzak ve alâkasız plânda bile olsa, gören ve gördüğü halde hemen müdahale ve ihbar vazifesini yapmıyan her vatandaşa da aynı suçu yüklemekte olduğuna göre tam mânasiyle müteselsil ve şâmil bir ictimaî mesuliyet ve zabıta tedbirini istihdaf etmektedir. Bu yüzdendir ki, kumar fiilini, şehirde, köyde ve her yerde, gördüğü halde derhal ihbar etmiyen her vatandaş, fiilde müşterek sayılacaktır.

· Kur’a şekline dayanarak ikramiye ve hediye tevzileri gibi tertipler, tamamiyle karşılıksız hibe şeklinde kaldıkça, kumardan sayılmaz. Fakat iştirak edenlerden bellibaşlı paralar alıp bu paraları kura neticesinde muayyen şahıslara dağıtıcı her tertip, tam bir kumardır.

· Kumar fiilinin herhangi bir cepheden suçlusu, cezasını görmeye sevkedilmeden evvel, bulunduğu mevkiin umumî bir mahallinde, göğsüne şu yafta yapıştırılmış olarak tulûdan guruba kadar teşhir edilecektir: “Türk ahlâk inkılâbının 1 numaralı hâini, kumarbaz!!!”

· Kumar fiilinin mükerrer suçlusu, vatandaşlık haklarından düşürülür, hudut dışına çıkarılır ve memleket içindeki bütün hak ve mülkiyetlerinden mahrum edilir.


BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-İÇKİ VE ZEHİR

· Bu emrin neşri tarihinden itibaren sekir verici her türlü içki ve bütün uyuşturucu ve keyiflendirici zehirler, tamamiyle yasaktır.

· Sekir verici içkiler içinde, şarap, rakı, viski, votka, apsent, cin, konyak gibi bilinen ve bilinmeyen her nev'i bulunduktan başka, bütün cinsleriyle en hafif (likör)ler ve bira dahi vardır. Bu hususta isim, şekil ve derece hiçbir kıymet ve istisna belirtmez. Prensip şudur: Çoğu en az miktarda sekir veren bir içkinin en küçük zerresi bile haram ve yasaktır. Yasak olmıyan, mümkün olsa da sarnıçlar dolusu içilse dahi en küçük sekir vermiyecek olan meşruplardır. Bu arada, pek fazla içildiği takdirde hafif bir baş dönmesi vereceği ihtimal dâhilinde olan şıra ve boza gibi meşruplar, hiçbir zaman sarhoş olacak kadar içilemiyeceği ve sarhoşluğa mevzu teşkil edemiyeceği için prensip bakımından helâl ve binaenaleyh serbesttir.

· Uyuşturucu ve keyiflendirici maddelere, esrar, afyon, (kokain), (eroin), (eter) ve bu gibi maddelerin daha bilinen ve bilinmiyen her nev'i dahildir. Bu hususta da prensip, tıbbî ve ispençiyarî bütün tertiplerle, ruhî ve gayr-i tabiî bir teessür elde etmek için kullanılan veya kullanılması mümkün olan ne kadar madde varsa, hepsine birden şâmil bir yasaktır.

· Umumî ve merkezî yasak ölçüsü "Sekir verici her şey haramdır" mealindeki Hadisî şümul dairesidir.

· Devlet teşkilâtında sarhoşluk ve keyiflenme fiiline uzaktan ve yakından yardımcı bütün iş şubeleri (onların vaziyetleri ayrı bir emir mevzuudur) bugünden mülga olduğu gibi, bu gibi maddelerin sıhhî ve ispençiyarî sahadaki istimalini mesuller ve salâhiyetliler eliyle en küçük istismar ve kötüye tevcih etmek, ölüm cezasına yakın bir şiddet belirtir.

· Sekir verici içki ve uyuşturucu zehir mevzuunda murakabe ve ysak iki kutupludur. Biri, fiili içeriden dışarıya doğru kolaylaştıranlar, hazırlıyanlar, yani bunları yapanlar ve istimal sahasına sürenler... Öbürü de, fiili, içeride ve dışarıda bizzat temsil edenler, yani içkileri kullananlar... Bu iki kutbun suçlularına biçilecek cezanın dehşetini şu ölçüden anlamak mümkündür ki, resmî mesuliyet ve salâhiyete malik olmaksızın bu işi kolaylaştıran ve hazırlayanlara ait suçun cezası, birinci defasında 5 yıl müddetle şâkka hizmetleri, ikinci defasında da bütün medenîhaklardan mahrumiyetle beraber daimî hürriyet tahdididir. Hastahane, eczahane selâhiyetlileri ve doktorlar gibi şahıslardan resmî imkân ve iktidarlarını kötüye kullananlar, biraz evvel kaydedildiği gibi ölüm cezasına yakın bir ukubet tehdidi altındadırlar. Sadece ana prensipleri belirten bu hükümler dışında, hâdiseye ait teferruat, lâkika emirde ve bunun bağlı olduğu kanun maddelerindedir.

· Dış plânda sarhoşluğu tesbit edilen ferdin cezası da birinci defasında üç yıl müddetle şâkka hizmeti; ve tekerrüründe mütenasiben artacak, nihayet sahibini ömrü boyunca her türlü hürriyetten mahrum etmeye kadar gidecek cezalardır. Fiilin bu kutbuna ait tafsilât da lâhika emirdedir.

· Umumî olarak hâdiseye hangi kutup tarafından olursa olsun, şahit olup da haber vermiyenlerin cezası, aynen içki veya uyuşturucu zehiri kullananlarınki gibidir.

· Sekir verici her türlü içki ve uyuşturucu her türlü zehirin, memleket dâhilinde her bakımdan kökü kurutuluncaya kadar çalışılacaktır.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-ZİNA VE FUHUŞ

· Bugünden itibaren vatan sınırları içinde, zina ve fuhuş, her tezahür şekliyle mutlak olarak yasaktır.

· Zina, erkeklere mukabil cinsiyetin herhangi bir unsuru arasında, meşru olmıyan birleşme; fuhuş da bu hâdisenin meslek ve sanatıdır.

· Ferdî zinayı yasak eden ölçü, onun meslek ve sanat ocağı ve toplu tezahür çerçevesi olan fuhşu tabiatiyle yasak edeceğinden, ferdî zinaya karşı kanunî mânia tedbirinin öne alınması ve müdahale sınırlarının nezaket ve hassasiyetle çizilmesi icap eder. Fuhuş ise, doğrudan doğruya ictimaî plâna aksetmiş ferdî zinacılar topluluğunun nümayişi olduğu için tamamiyle satıhta ve dolayısiyle müdahalesi çok kolay bir plândadır.

· Ferdî zinaya karşı kanunî müdahale imkânı, ancak bu mahrem fiilin ictimaî tezahür plânına sarkışı ve çıkışı nisbetinde olabilir. Yoksa suçunu Allahla kendi arasında bırakan hiçbir ferdin, peşin bir şüpheyle teftiş ve tefahhusuna, murakabe ve tecessüsüne, Allah ve Şeriat; ve tâbileri olan insan ve akıl razı değildir. Böyle olunca, zina hakkındaki ölçü şudur; Ferdî zinanın ictimaî tezahür çerçevesine sarkmak ve çıkmak istidat ve teşebbüsünü gösteren her iş ve hareket madde madde gösterileceği veçhile, yasaktır. Bu fiilin, cemiyet ve aleniyet plânını masum tutan mahrem şahıs plânında işlenmemesini müeyyideleştirecek tek vasıta ise, şahsî ve umumî telkin ve terbiyeden başka bir şey olamaz.

· İctimaî ahenk ve ifadeyi alenî sızıntı çizgileriyle bozmadıkça hususî mesken, içinde kimler bulunursa bulunsun ve ne yaparsa yapsın, her türlü cebrî teftiş ve murakabeden masundur. Dâva, zina haddini dört şahidin tam ve kat’i müşahadesi kadar alenî bir tezahür şartına bağlıyan mukaddes Şerîatın zımnındaki mâna ile sabittir. İz göstermiyeni biz arayıp bulmakla mükellef değiliz. Bu hikmet bir tarafta dursun, ayrıca tecessüs etmemekle de mükellefiz. Asırlar boyunca yanlış anlaşılmamış İslâmî ölçünün hakikati budur ve bizde şüphe üzerine ev basmak yoktur.

· Hususî mesken dışında, umumî toplulukların mahremiyet belirten her mekânında, zevc ve zevce olmıyan hiç bir çift, tek başlarına bir araya gelemez. Bu mekânlar, otel, hususî vapur kamaraları ve yataklı tren kompartımanları ve benzerleridir.

· Aile pansiyonları başta olmak üzere bütün topluluk ve her türlü iş müessiseleri, göz önünden gaip mahrem plânlarda, zevc ve zevce olduğunu bilmediği hiçbir çifte, tek başlarına birleşme imkânını veremez.

· Aile efrat ve reisinin, iştigal ve maişet tarzının, şekil ve mânasının malûm ve sabit bulunmadığı hiçbir ev, hususî mesken masuniyeti içinde telâkki olunamaz; ve esasen böyle bir nikap gerisindefena maksatla hiçbir çatının teşekkülüne imkân verilemez.

· Yalnız ana prensipleri canlandıran bu emre bağlı hususî maddelerden anlaşılacağı gibi, dâvaya muhalif hareket eden ve bu muhalefeti kolaylaştıran fertlerin cezaları, takat ve tahammül üstünde ağırdır.

· Resmî ve hususî, fakat hükûmetçe sabit fuhuş müessiseleri, bu emrin intişar tarihinde derhal ve her yerde kapatılacak ve bunların bütün mensupları, lâhika emirde gösterilen kamplarda toplanacaktır. Bu kamplara, aynı zamanda, malûm ve müseccel ne kadar fâhişe varsa sevkedilecektir. Bu kamplarda tatbik olunacak muamele tarzı ve eski fâhişelerin tâbi tutulacakları (rejim) ayrı bir emir mevzuudur.

· Bütün dâva ve gaye şu noktada toplanmaktadır ki, ev, evden başka hiçbir şeye âlet edilemez bir dış murakabeye tâbi tutulur. İç murakabe yalnız onun salâhiyetli şahıslarına ve İslâmî ruhuna terkedilir ve masun bulundurulurken, ferdî zinayı kolaylaştırıcı ve müessiseleştirici imkânolar cemiyetin ve ictimaî tezahür plânlarının kâffesinden silinip kazınacak; fuhuş ise gizli ve açık her şubesiyle ve bir kalemde tasfiye edilip “fâhişe” isimli tipler, ya tam salâh ve hürriyetlerini, yahut tam murakabe ve tavziflerini devlet elinde idrak edeceklerdir. Cemiyetin iç plânını iman ve terbiye ıslâh etmeye bakarken, ona bağlı kanun da, dış plânda, namus ve iffetten başka hiç bir çizgiye zaman ve mekân vermeyecektir.



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-FAİZ

· Faiz, bizim cemiyetimizde her şekliyle mutlak olarak yasaktır.

· Asıl ve esas bakımından her şekliyle yasak olan faize, bugünkü cemiyetin zaten kanunî bir yasak belirtici bütün tefecilik ve murabahacılık nevileri dahil olduktan başka, resmî ve kanunî ölçüyle yasak olmıyan her nevi de girmektedir. Yâni resmî ve hususî hiç bir faize, faiz mefhumuna, uzaktan ve yakından faize benzer hiç bir fiile, devlet ve idare telâkkimizin tahammül etmesine imkân mevcut değildir.

· Faizin kat’î tarifi şudur: Umumiyetle borç diye alınan ve verilen herhangi bir şeyin, mislinden fazla olarak iadesini peşin bir akidle iki taraf arasında kararlaştırmak ve bu kararı yerine getirmek. Dinî ismi (ribâ) olan faiz fiili, bugün en ileri cemiyet telâkkileri ve iktisadî prensiplerince ezici sermayenin ictimaî sınıfları müstemlekeleştirmesi ve oturduğu yerde kendisini besletmesi diye anlaşıldığına göre, bizim, her hakikati ezelî bir kıdemle çerçeveleyen ana ölçümüzün hikmeti daha kuvvetle kavranabilir.

· Bu mutlak yasak, resmî ve hususî her fiil halinde faiz mefhumunu, bütün iktisadî, ictimaî ve idarî hayattan topekûn tasfiye edecektir.

· Komşusuna ödünç olarak bir tas pirinç verirken yerine bir buçuk tas pirinç isteyen bir insanın hareketi (ribâ) mefhumunun tâ kendisi olmasına mukabil, bir tas pirince sadece bir tas pirinçten başka bir isteği olmadığı halde karşılığında hediye olarak ve evvelden bilmiyerek bir çuval pirinç alan insanın faizle en küçük bir alâkası yoktur. Doğrudan doğruya ticaret ve meşru kâr ise hudutsuz mânada serbesttir. İşte faizin böylece en ince noktalarına kadar sınırları çizildikten sonra, yalnız peşin akde dayanan ve bir karzın fazlasiyle iadesini tazammun eden fiil, hususî şahıslardan başlayarak devlet müessiselerine ve resmî, hususî bütün muamelelere kadar kökünden kaldırılacaktır.

· İktisadî hayatta birer nâzım mevkiinde bulunan bankaların fiillleri de ana ölçüye uydurulacak; bankalara yatırılan paralara karşılık hiçbir faiz alınmıyacağı gibi, bankalardan alınan paralara karşılık olarak da ancak “masraf karşılığı” ve “iştirak payı” namiyle muayyen miktarlar verilecektir. Kat’î olarak bilmek lâzımdır ki, bazı iktisadî faaliyetlerin ana ölçüye tatbiki mümkün ve hareketleri sömürücü faiz mefhumundan uzaklaştırmak kabil iken, bizzat kendilerinin “faiz” tâbir ve mefhumuna iltifat etmeleri ve kendilerini böyle göstermeleri, ana ölçüye karşı kayıtsızlıklarının ve faizi muhterem addetmelerinin neticesidir. Bu telâkkiye en parlak misal de bankaların vaziyetidir. Halbuki bunların fiilini ana ölçüye tatbik, böylece faidelerini semerelendirerek mazarratlarını tasfiye, pekâlâ imkân dahilindedir.

· Faiz yasağı cemiyetin her muamelesine teşmil edilecek, devlet idaresinin bütün ruhuna hâkim kılınacak, ticaret hayatına mutlak olarak tatbik olunacak ve bu yasağa karşı en küçük hareket, ana dâvaya ihanet suçiyle cezalandırılacaktır.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-KAHVEHANE

· Bugünden itibaren, en hücrâ köyden en kalabalık şehre kadar, kahvehane mefhumunun ifade ettiği, öldürülmüş zaman ve yok edilmiş faaliyet müessiseleri baştan başa kapatılacaktır.

· İyi maksatla ağız tatlılandırmak, gazete ve mecmua okumak, arkadaşlarla buluşmak ve oraları da bir tenbelhane ve (enerji) mezbahası haline getirmemek şartiyle yeni tipte pasta ve çay salonları müstesna, eski kahvehane tipinin çerçevesi içinde her şey yasaktır. Bunlar da işi kudret ve faaliyet makteli haline getirecek olurlarsa derhal kapatılacaklardır. Bütün bir ictimaî ve ruhî israf mevzuunda hürriyet gibi lâfları dinlemak istiyenler, bizi bu lâflarla avlayıp sonra kahvehane köşelerinde apıştırmak suretiyle müstemlekeleştiren demokrasya diyarlarına gidebilirler. Bizim diyarımız, hürriyetin ve halkın değil, hakikate baş eğmenin ve hakkın vatanı olacaktır.

· İster kahvehane, ister pastahane, ister muhallebici dükkânı vesaire, iş ve faaliyet zamanı bir sürü başıboşun toplandığı her yer şüphelidir ve derhal tepeden inme bir kapatılma mevzuudur. İş ve faaliyet zamanı içinde ve dışında meşru ve mâkul buluşma, istirahat ve zevklere istinat eden her yer ise, sonuna kadar serbesttir. Ölçü bundan ibarettir.

· Bu gibi yerlerde, ne şekilde olursa olsun, oyun, içki ve fuhşu kolaylaştırıcı şeylerin mutlak olarak yasak olduğu kaydedilmekten müstağnidir.

· Sadece kahvehaneleri kapatmak ve bu tedbiri en hücra köyden en kalabalık şehre teşmil etmekle elde olunacak ictimaî fayda, en aşağı, vatanın umumî seferberliğin halinde çıkarılacak âzamî ordu mevcudu çapında bir kudretin her ân iş başında bulundurulması kadar azîmdir. Bu sayede en aşağı 2-3 milyon kişi (parazitlik)ten müstahsilliğe geçecektir. Memleketimizde kahvehanelerin tahribatı belki meyhanelerinkinden beterdir. Zararsız gibi duran bu tenbel yataklarının, kemmiyet bakımından azametidir ki, zararını son hadde çıkarmaktadır.

· İctimaî faaliyet makteli halindeki müessiselerin kontrolu, ictimaî faaliyeti nizamlama vazifesiyle, devlet manzumesindeki iş bulma ve çalıştırma teşkilâtına aittir.

· Kahvehaneleri kapatan, ictimaî faaliyet israfına mâni ölçünün hiddet ve asabiyeti o kadar büyüktür ki, şümulünü, evden itibaren yöneltmiyeceği yer yoktur. İşsizlik veya mânasız ve faydasız işin her mensubu, cemiyetten kıymet çalan ve enerji israf eden bir halin mevkiindedir.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-KÜLHANBEYLİK

· Külhanbeylik, efelik ve benzeri tabirlerin belirttiği hal, tâ kökünden kazınacak ve bu halden cemiyet sathında ve ruhunda hiçbir iz ve tohum bırakılmayacaktır.

· Külhanbeyliğin mânası ve tarihi: Külhanbeylik, doğrudan doğruya devlete ve ictimaî nizama karşı ferdî ve zümrevî bir isyan ifadesi ve bu ifadenin çerçevelediği zorbalık tavrıdır. Bellibaşlı tarihî, ictimaî ve ruhî müessirler yüzünden, Yniçeriliğin tefessüh ve tereddisi üzerine meydana çıkmıştır. Yeniçerilik ocağı kapatılınca, aynı ruh, kendisini korumak ve yeni tecelli zeminini kurmak insiyakiyle halk kitleleri içine sığınmış ve oradan (sivil) bir kılığa bürülü olarak sızmaya başlamıştır. Külhanbeylik, tefessüh ve tereddi devresinde, Yeniçeri ruhunun, ocağı kapatılır kapatılmaz, devlet ve cemiyetin aczini belirtmek için halk arasında ve (sivil) şekilde bir nevi mukavemet harbi açmasından ve çete hareketine girişmesinden başka birşey değildir. Ve hiç şüphesiz, şuur ve plânla alâkası bulunmıyan bir insiyak hamlesinin düzenlediği bu teşkilât, gittikçe an’aneleşmiş, hususî lisan, eda ve kıyafet unsurlarını bulmuş, daima aynı idarî lisan, eda ve kıyafet unsurlarını bulmuş, daima aynı idarî ve ictimaî zaafın ihtarcısı halinde müessiseleşmiş ve en zengin şekilde müritlerini devşirmenin yolunu bilmiştir.

· Külhanbeylik, efelik ve benzeri tabirlerin ifade ettiği hal, ictimaî murakabesizliğin ve bu murakabesizlik içinde iktisadî, idarî ve her türlü nizamî müeyyidelere karşı riayetsizliğin, devlet ve cemiyetten gelen bütün kayıtlar önünde mukavemetin ve tam mânasiyle yularsızlığın en parlak ve en canlı misalini heykelleştirir. Bu bakımdan herhangi bir dünya görüşünün ictimaî murakabeyi tesis adına tâ kökünden kazımak ve bütün ruhunu ele geçirip topyekûn feshetmekle mükellef bulunduğu başlıca sınıf budur.

· Külhanbeyi, zâhir plânına sızdırdığı ve kendi kendisini üniformalaştırdığı her haliyle takip edilecek ve bu hallerden hiçbirisine müsaade edilmiyecektir.

· Külhanbeyvâri giyinmek, tavır takınmak, ağız kullanmak yasaktır. Bunların uzak ve yakın benzerleri hemen yakalanıp cemiyet huzurunda teşhir edilecek ve burunlarının kırılması için en ağır muamelelere hedef tutulacaklardır.

· Şehirlerin umumî meydanlarında üstleri başları yırtılacak, bol paçaları parçalanacak, hususî şekilde muhafaza ettikleri saçları kırptırılacak, yumurta ökçeleri kırılacak; ve icabında bir külhanbeyi, halk huzurunda, dünyaya geldiğine pişman olacak şekilde, bilfiil devlet kamçısını yiyecek, zorla adam edilecektir.

· Dilenciler vesairenin merhamete sığınır ve bu ulvî duyguyu istismar eder parazitler olmasına mukabil, halkın korku hissini gıcıklar ve huzurunu tehdit fikrinden çimlenir en hain bir parazit sınıfı olan külhanbeyler, ocaklarının büsbütün söndüğü kanaati yerleşinceye kadar, en ufak emare ve delâlet unsurlarına kadar takip olunacaklar ve cezaî ölçülerin hayvanlara bile tatbik edilemeyecek kadar ağırları altında ezilip yok edileceklerdir. Öyle ki, esasen her biri bir külhanbeyi olan eşkıya, kaatil, hırsız vesaire, teker teker kendi fiilleriyle takip olunurlarken, bütün bu fiillerin doğurucu ve besleyici iklimi olan külhanbeylik, en basit ve masum delâlet unsuriyle, göze çarptığı her yerde enselenecek ve ezilecektir.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-VATAN DIŞI

· Bu emirle beraber Türk vatanının, yalnız Müslümanlar ve Türklerle meskûn, yalnız Müslümanlardan ve Türklerden ibaret bir hale gelmesi, hain ve muzlim unsurlardan baştan başa temizlenmesi için her tedbir alınacaktır.

· Temizlenmesi gereken başlıca hain ve muzlim unsurlar, Dönmeler ve Yahudilerdir.

· Dönmeler ve Yahudileri takiben, haklarında hiyanet tabirini kullanamıyacağımız halde, din ve ruh ayrılıklarından dolayı iklimlerimizden uzaklaştırılmaları gereken Rumlar, Ermeniler ve sair ufak-tefek topluluklar gelir.

· Türkiye’de sayılarını onbinden fazla tahmin etmediğimiz, böyleyken umumî Türk servetinin muazzam bir kısmını elinde tuttuğunu bildiğimiz (nüfusları umumî Türk nüfususnun onbinde üçü, servetleri umumî Türk servetinin onda biri!!!) dönmeler, bütün mal, mülk ve her türlü kıymetlerine el konulmuş ve kendilerine sadece bir yıllık geçim imkânları bırakılmış olarak, kitle halinde sınır dışı edileceklerdir. Bu hususta, bu kadar haşin ve hattâ vahşi farzedilecek bir muamelenin insanlık vicdanına karşı bütün mucip sebepleri, bütün bir tarihî geliş halinde gösterilecektir.

· Yahudiler, olanca servet ve imkânlarına sahip ve ellerinden hiçbir şey alınmamış olarak, muayyen bir vâde içinde Türk vatanını terketmiye mecbur tutulacaklardır. Yahudiden hiçbir istihale ve bize inkılâp edası kabul olunamaz.

· Rumlar, Ermeniler ve sair ufak-tefek topluluklar da, ya ait oldukları ırk din topluluğunun hariçteki müstakil devletine yahut seçecekleri herhangi bir ırk ve devlet himayesine geçmek üzere, bu devletlerle vâki olacak muslihane anlaşma neticesinde Türk vatanından çıkarılacaklar; ve servetlerinin hepsini birden muhafaza edeceklerdir.

· Servetlerini beraberinde alacak olan yabancı unsurlardan hiçbiri, Türk vatanı içinde herhangi bir gayr-i menkul sahibi kalamaz. Bunlara gayr-i menkullerinin değeri ödenir ve devletin sınır dışı para muamelesine göre bu kıymet, bellibaşlı şartlar ve şekiller altında kendilerine temin olunur.

· Türk vatanını bütün hain ve muzlim yabancı unsurlardan temizlemek dâvasında ana ölçü: “Ya bizden ol, ya bizden ayrıl”dan ibarettir; ve bizden olması isteği peşinen reddedilecek yegâne sınıfın Yahudi olması, Dönmelerin esasen bizden olduğu vehmini vererek bizden olmadığını asırlar boyunca göstermiş bulunmasındandır. Rum ve Ermenilerin bizden olmaları muhal değildir. Bu takdirde samimiyetle sevk dairemize giren her Rum ve Ermeni bizden olur.

· Tek başına kendinden ve öz cevherinden ibaret kalacak ve her türlü fesat unsurundan temizlenecek olan Türk vatanı Büyük Doğu dâvasını, elmas gibi bir ırk ve kavim aynasında parıldatacaktır.

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-SİNEMA

· Bundan böyle sinema, yerli ve ecnebi bütün nevileriyle, kat’î devlet murakabesi altına geçecektir.

· Batı dünyasının, hain bir ticaret gayesiyle bütün tefessüh mikroplarını, en kesif mikyasta, çerçeve çerçeve bir film kordelâsının içine yerleştirilmiş olarak cihana yayan ve tek çerçevesi atom bombasından daha tehlikeli olan cinayet, hırsızlık, rezalet, fuhuş, macera ve başıboşluk filmleri kat’î olarak yasaktır.

· Amerika ve Avrupadan ithal edilen filmler, ancak ictimaî, ruhî, ahlâkî, terbiyevî, talimî, bediî bir fayda temsil ve bir hikmet ve ibret telkinine mevzu teşkil ettiği nisbette kabul olunmak talihine maliktir. En küçük menfî tesirin (ki Garp ve dünya sinemacılığının binde dokuz yüz doksan dokuzu böyledir) yayıcısı olan filmlere hiçbir suretle müsaade edilemez.

· Film murakabesi ve bunların memleket içine sokulup sokulmuyacağı kararının alınması işi, hususî ve mesul bir heyete verilecektir. Bu heyetin vaziyet ve salâhiyeti ayrı bir emirle çerçevelenecektir.

· Yerli filmler de aynı prensip ve kaideye bağlıdır. Şu kadar ki, onlar, filmleştirecekleri (senaryo)ları, bütün (rejisör) ilâve ve (kompozisyon)lariyle beraber bu heyetin tasdikından geçirtmek mükellefiyeti altındadırlar. Film yapıldıktan sonra yine aynı heyete gösterilir ve onun son tasvip ve izniyle halka gösterilmek imkânına erer.

· İster yerli, ister yabancı filmlerde, ahlâkî, ruhî, hissî, fikrî, siyasî, hattâ bediî ve zevkî en küçük zaaf, sakamet ve dalâlet ifadesi, böyle bir filmin yasak edilmesi için kâfi sebeptir; ve bu hususta tek salâhiyet, memleketin en anlayışlı ve alâkalı şahıslarından seçilecek olan murakabe heyetindendir.

· Cihanın, ister yerli, ister yabancı, bugünkü örneklerine ve bu örneklerin belirttiği kıymet ifadesine göre, gösterilmesi iznini alabilecek film, hemen hemen yok gibidir. Bütün Amerikan, Avrupa, Arap, Türk filmciliği bugünkü örnekleriyle her bakımdan mahkûmdur.

· Bu nisbette titiz ölçülerde anlaşılması gereken nokta şudur ki, Büyük Doğu inkılâbı, en büyük mikyasta kıymet ve ehemmiyet verdiği sinema şubesini de bizzat himaye ve teşvik edeceği ve herbiri yepyeni bir buluş ifade edecek olan yerli filmlerle canlandırmak dâvasındadır.

· Dâvanın en dokunaklı telkin kürsülerinden biri olan sinemayı, devletimiz, bugünkü örneklerin yüzde yüzüne birden şâmil bir ölçüyle bütün kötülüklerden ayıklayıcı ve bütün iyiliklerle yeni baştan kurucu bir anlayış emrinde imha ve ihya edecektir.



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-DANS

· Dans yasaktır.

· Vatan kurtarıcısı çapında eski bir Fransız devlet adamının, dansa dair sorulan suale, sırf bir yatak içinde kadınla erkeğin fiilini kastederek verdiği, “Niçin aykta?” cevabı kadar dansı izah edebilecek bir tarif olamaz. Hususiyle bu tarif, Avrupanın, millî kahraman tanıdığı bir büyüğüne ait olduktan sonra…

· Alenî ve ictimaî bir zina nazariyesinden başka bir şey olmıyan dans, belki de bu münafık cephesiyle zinadan da iğrenç bir fiil olarak, Büyük Doğu mefkûresinin hiç bir noktasında barınamayacak bir fiildir; ve bu bakımından, aynı mefkûrenin en şiddetli yasakları arasındadır.

· Kadınla erkeği müşterek ve ahekli hareketlerle vücut kıvrımlarını göstermeye davet eden ve ister bir çift, ister birçok insanın şehevî hareketlerinden ibaret olan dans, millî ve gayr-i millî bütün çeşitleriyle bizden değildir.

· Zaten murakabe ve tecessüsü mümkün olmıyan ve içinden geçen her şey Allaha havale olunmak icab eden hususî mesken müstesna, umumî ve ictimaî mekânlardan herhangi birinde, her şekliyle dans yasağı şiddetle takip olunacaktır.

· Sadece dans fiiline dayanılarak yarım asırdan beri memleketimizde ananeleştirilen balolar, ayrıca (bar)lar, (dansing)ler, (diskotek)ler, gece kulüpleri kendilerini içki yasağı bakımından sınırlamış olsalar bile, dans yasağı ölçüsiyle tâ kökünden tasfiyeye tâbi…

· Karısını ve kızını, yabancı bir erkeğin kolları içinde ve göğsü üzerinde nazarî ve alenî bir zinaya terkeden ve bundan gocunmıyan erkek, bizim anlayışımıza göre, bu halini izaha yelteneceği, nefsine özür aramaya kalkışacağı, bir fuhş ajanından daha aşağılık bir şahıstır.

· Dansa karşı nefretimizi bilhassa şiddetlendirmesi icap eden nokta, Tanzimattan beri gelen murakabe ve muhasebesiz Garp taklidi cereyanlarının, içimize, Masonlar ve Dönmeler vasıtasiyle bilhassa dansı sokarak, güzelim ahlâkımızı ifsat ettiğidir.

· Avrupalı için, kendi hususî bünyesi, telâkkisi, ruhî ve ictimaî müessiseleri bakımından bir dereceye kadar tabiî olduğu halde, bir Fransız büyüğünün bu kadar ağır bir nefret ve hakaretle vasıflandırdığı dans, Avrupalı hesabına başlıbaşına bir tahrip vesilesi olduğu halde, bizim İslâm ve millî bünyemize tatbik edildiği gün, her şeyimizi birden berhava edecek bir yıkıcılık müessiri olur. İşte böyle olduğu ve büsbütün olacağı içindir ki, bizim cemiyet ölçümüzde dansla göz önünde zinanın birbirinden farkı yoktur.



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-PARAZİTLER

· Dilenme ve dilencilik, şahit olunmuş ve olunmamış bütün nevileri ve tarzlariyle yasaktır.

· Gerçekten âciz ve çaresiz bir insanın, mahrem plânda ve Allah için birinden istiyeceği yardım müstesna olarak, umumî ve ictimaî plâna akseden her türlü dilenme ve dilencilik şekli, dinin kat’iyetle yasak ettiği bir fiil halinde en şiddetli takibe uğrıyacaktır.

· Dilenci, fiilini, izhar ettiği her yerde derhal yakalanacak, tecrit edilecek, en ağır muameleye hedef tutulacak ve cemiyeti bütün parazitlerden tasfiyeye, parazitkeri ıslaha ve faaliyet sahibi kılmaya memur hususî devlet teşkilâtının emrine suçlu olarak teslim edilecektir. Her ferdi çalıştırmak ve çalışmıyana bakmakla mükellef olan bu teşkilâta suçsuz olarak teslim olmanın şartı, parazitliğin herhangi bir fiilini irtikâp etmeden devlete başvurmaktır. Bu takdirde müracaat sahibi ağır ve cebrî muameleden kurtulur ve yalnız şefkat ve yardım görür. Onun içindir ki, cemiyetimizde, herhangi bir parazite mazeret yoktur.

· Dilenmeyi ve dilenciliği peçelemek için yapılan sahte öteberi satıcılığı vesaire (kamuflaj) tedbirleri, dilencilik bahsinde, takip ve cezayı şiddetlendirici sebeptir.

· Parazitlerin başka sınıflarını teşkil eden işsizler, serseriler ve mekânsızlar, derhal ve en küçük delâlet ve emareyle hemen yakalanır ve aynı alâkalı devlet teşkilâtına teslim edilirler.

· Çocuklarını ve aile kadrolarının masum örneklerini dilenme ve dilencilik işinde ökse gibi kullanan ana ve babalar, öz çocuklarının hayatına kasdetmiş olmak derecesinde cezalandırılacaklardır.

· Herhangi bir sefalet ve serseri kılığı bile, fiili bahis mevzuu olmaksızın, parazitliğin bir delâletidir ve takip mevzuudur.

· Sahipsiz çocuk, murakabesiz genç ve mesleksiz şahıs, herhangi uzak ve yakın bir delâletle derhal tesbit ve tecrit olunur ve hemen devlet sahabet, murakabe ve meslek emrine tâbi tututlur.

· Büyük Doğu mefkûresinin örgüleştirdiği cemiyet, cihanda ve kokmuş cemiyetlerdeki örnekleriyle tip tip ve çizgi çizgi şahit olduğumuz parazit nevilerinden hiçbirine, hiçbir köşesinde yer vermeyecektir.



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-HEYKEL

· Bizde heykel yoktur.

· Fânileri putlaştırmaktan ve toprak altında tek tel kaşı kalmamış şahısları taş halinde dondurmaktan ibaret olan heykel, İslâmî yasağı içinde bu derin hilkat sırrına karşı da gülünç ve iğrenç bir nümayiş olarak, zatı ve asliyle, bizim güzellik ve doğruluk ölçümüze sığmıyacak bir “kaba”nın ihtarcısıdır.

· Bizde âbide, taş ve tunç kütlelerini mücerrede doğru tefsir eden blokların ve nakışların üstündeki muazzam kitabelerdir. Böylece madde sanatı ve süsü, bizde, ezelî ve ebedî kelâm marifetinin mücerret çizgileri kadrosunda tecelli eden (fon)u şeklinde meydana çıkar ki, sadece bu ölçünün mihrakında kurulacak âbidelerle, bütün vatanı süslemek ve (plâstik) güzelliğe kavuşturmak da başlıca gayelerimizdendir.

· Bütün kadrosu bir iki aç ve çıplak, hasta ve alt köylü ile, aynı teşhisi ifadede müşterek birkaç hayvan ve salaştan ibaret kasabacıkların meydanında on binlerce lira sarfedilerek dikilen heykellerin, heykel dışı ve heykel üstü mânasındaki dehşet ise izahtan müstağnidir. Her şeyden evvel vatanın ve maddenin tam imar ve donatımından sonra bu imar ve donatımın tamamlandığını ifade için bir imza mahiyetinde kurulabilecek olan âbide, üstelik bu vaziyette ve putlaştırılmış şahısların heykeli şeklinde dikilecek olursa, artık belirttiği mânanın felâketini kavrıyabilmek lâzımdır. İlk iş olarak bu soydan eserleri ve mânaları dibinden kazımakla mükellefiz.

· Bir fikre bağlı olmak yerine fâni şahıslara bağlananlar o fâni şahıs dünyadan çekip gidince düştükleri hiçlik ve boşluğu heykel dikmekle gidermeye çalışırlar ve onun tunç, mermer veya alçıdan, cansız gözlerinden yardım ve teselli ararlar. Bizse, şahıslara değil, fikre ve gayeye bağlı olduğumuz için o fikir ve gayeyi, tunca, mermere ve her yere nakşetmekten gayrı yol tanımayız.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
BAŞYÜCELİK EMİRLER-MATBUAT

· Bu emrin neşriyle beraber, “Matbuat Hürriyeti" isimli millî ve ictimaî felâket vesilesi kaldırılmıştır. Bundan böyle matbuat, bilinen mânada hür değildir.

· Bu yasağa, kitap, gazete, mecmua, bröşür, afiş vesaire olarak matbuat çerçevesinin belirttiği ne kadar yayın vasıtası varsa hepsi birden dahildir.

· Şimdiki istikâmetsiz beşeriyetin en aziz hürriyetlerden biri tanıdığı fikir hürriyeti, hürriyet mefhumunu hakka esaret bilen yekpâre telâkkinin emrinde, sırf “Hürriyet için Hürriyet” faciasından ve her menfi tesire açık başıboşluktan cebren kurtarılacaktır.

· Yukarıda sayılan yayın vasıtalarının kadrolaştırdığı, roman, şiir, piyes, hikâye, tenkid, tetkik, siyaset, ilim, fikir, haber röportaj vesaire gibi bütün ifade nevileri, neşirlerinden evvel kendi kendilerini devlete tasdik ettirmek ve neşir ehliyet ve liyakatini alâkalı devlet teşekkülü marifetiyle huccetlendirmek mükellefiyeti altındadır.

· Gerçek hürriyetin gerçek hürriyetin ne demek olduğu anlaşılıncaya ve bu anlayışı doğuracak yüksek ferdî ve ictimaî irfan maya tutuncaya kadar, her şekli ve her nev’ile matbuat, en sert murakabe ve en keskin güdüme tâbi tututlacaktır. Basın, kendi kendini kontrol edebilecek hale gelinceye kadar, böyle!..

· Hususî şartları bakımından ayrı bir emir ve teşkilât mevzuu bulunan ve murakabeye tâbi yazı sahalarının en ileri salâhiyet ve ihtisas unsurlarını ihtiva edecek olan devlet murakabe kadrosu, şahsî, nefsanî ve basit mânasiyle siyasî hiç bir endişeyle hüküm vermiyecektir. Her nev’iyle matbuat, meşru ölçüde ve gerekirse en ağır üslûp içinde, yalnız şahsî tenkid yolundadır ki, yüzde yüz hür ve serbesttir. Bu noktadaki “şahs” mefhumuna, en âdi çobandan en ulvî bir Başyüceye kadar her ferd dahildir.

· İsbat edilmek şartiyle, kim ve ne olursa olsun, hayatta bulunan her ferd hakkında her şey iddia edilebilir. Fakat isbat edilemediği takdirde, cezası, kurban şahsa yöneltilen isnad ve iftiranın cezası nisbetinde olur.

· Matbuat Hürriyetine tahmmülü olmıyan zulûm rejimleriyle, sadece matbuat hürriyetinin ruh ve cemiyet sahasındaki zararlarına tahammülü olmıyan hak rejimi arsındaki farkı şundan anlamak lâzımdır ki, bunların ilkinde en büyük yasak, devre hâkim şahısları korumaktan ibaretken, ikincisinde mahfuz olan sadece mukaddes ve münezzeh mânalar, tamamiyle serbest ve açık olanlar da şahıslardır.

· Âdi ve keyfiyetsiz, fikir ve sanat cevherini bozucu eserlerden başlıyarak, iman ve ahlâk çürütücü, zıd ideolocyaları (antitez)leriylebirlikte muhakeme ve muhasebe etmeden benimseyici; hulâsa insanoğlunu hayvanî, nefsanî, şeytanî ve sakîm mânada aklî cepheleriyle istismar edici bütün yazılar kat’î olarak yasaktır.

· İman ve hidayet, küfür ve delâlet cephesinin herhangi bir fikir ve iddiasını zorla, gizli ve baskı altında tutarak kuvvet kazanmaktan müstağni ve münezzeh olduğuna göre, murakabe tedbirlerimizin ruhu, hakikatte ermiş bir topluluğun sakin ve muhteşem huzuru içinde, ictimaî ve mutlak kıymetleri “Hürriyet için Hürriyet” gibi bir ruh istimnası bahanesiyle mahv ve perişan edilmekten korumaktır. Yoksa ölçümüzün esası, küfür ve delâlet davranışlarını, hakkı tam verilmek ve âkıbeti sıhhatle tayin edilmek şartına bağlı olarak, ortaya ve aydınlığa çıkarmaktan bizi menetmez. Fakat böyledir diye, bir sütun üzerinde toplanan adedlerin doğru cem’i bir tane ve o da meydandayken, bu bir tanenin esasen malûm ve müsbet hakkı adına, önüne gelene o sütunu yeni baştan cemetmek ve hakikatleri mütemadiyen karıştırmak ve şüpheli göstermek salâhiyetini vermeyiz. O zaman, bu salâhiyeti kötüye kullanacak bir iki tecrübe bizi mahv ve perişan etmeye yeter. Aynı salâhiyeti iyiye kullanmanın da zaten mânası yoktur. Hakikat karşısında teslimiyet ve salâhiyetsizliktir ki, anlayanlar nazarında, insana en üstün hürriyet ve iktidarı bağışlar. Makinesi fevkalâde iyi işlediği için yol alan ve mesafe kazanan bir trenin, güya iyi bir niyetle her ân tekerleklerini ve âletlerinin teftişe tâbi tutmak, o treni bombalamaktan farksızdır. Onun içindir ki, bizim hakikatlerimiz, yerinde ve meşru ölçüler içinde mutlaka gerekli olan tetkik ve teftişler müstesna olmak üzere, altından rayları çekilemez katarlar vaziyetindedir.

· Evlerin kilidleri, nasıl “harîm”in korunması için bütün insanlıkça müttefikan alınmış, fakat belki (ideal) bir cemiyette mânasız bir tedbirse, bizim bir baştan öbür başa kadar murakabe altında tutacağımız matbuat da, öylece ruh “harîm”imizin kilidiyele emniyet altına alınmış olacaktır. Bu kilid noktasını, dinsize, Masona, Yahudiye, Komüniste, materyaliste, züppeye, şahsiyetsize, hayvanî ve nefsanî temayüllere karşı açık bırakarak ruhî ırzımızın hetk’edilmesine müsaade etmiyeceğiz. Günü gelip de (ideal) cemiyet doğduğu zaman, gerekirse evlerin kilidleriyle beraber matbuatın kilidlerinin de sökeriz.

· Aynı fikir ve iman bütünü içinden bize zıt ve yanlışlarımızı düzeltici her şey söylenebilir; fakat "bütün"e dokunulamaz.



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-YİNE BASIN

· Büyük Doğu nizamı, başıboşluk mânâsına, demokrasilerde olduğu gibi, bağırsak gurultusuna kadar dilediğini yazmak ve işlemekte serbest basına tahammül edemez.

· Büyük Doğu nizamında, gazetesi, dergisi, kitabı ve her şeyiyle basın, üstün insanın hak ve hakikatle kayıtlı olmasındaki hikmete uygun olarak, cemiyetçe inanılan ve bağlanılan mukaddes ölçüler tarafından kelepçelidir.

· Büyük Doğu nizamında, sözü ağıza tıkamak, fikri vicdana hapsetmek, kalblerde mevcut bir kötülüğü göre göre dışarıya çıkmaktan alıkoymak diye tarif edilebilecek (sansür)den eser yoktur. Büyük Doğu nizamında (sansür) mânevîdir ve kişinin kendi kendisine tatbik etmesi gereken bir zabıtadır.

· Kalbinde kötülük olan ve onu içinde zaptedemeyerek dışarıya atan her fert, bu fiilini serbestçe yerine getirebilir ve neticede cezasına razı olur. Nasıl ki, herkes, dilediğini öldürmekte, hiçbir fiilî mâni ile engellenmiş değil, fakat neticede cezasına katlanma durumundadır.

· İma ve cinas yoliyle de olsa, cemiyetin bağlı olduğu mukaddesat bütününe karşı her istihfaf ve hakaret onu yapanın cemiyet içinde barındırılmamasını gerektiren bir sebeptir; ve bu barındırılmayış, suç sahibinin bir daha o suçu işlemeyecek hale getirilmesinden başka bir şey değildir.

· Bunun, yani kök inanışın dışında, dallar, yapraklara ve meyvelere ait her tenkit, ne kadar ağır ve acı olursa olsun, hürdür ve hiçbir takibe uğrayamaz.

· Büyük Doğu nizamında hükûmet, tenkit ve teşhire tâbi tutulmak bakımından, en hakîr fertten daha zaiftir ve ispat edilmek şartiyle her isnada açık hedeftir. Şu var ki, isnadını ispat edemeyen, aynı isnadın veya iftiranın gerektirdiği cezaya uğrar.

· Büyük Doğu nizamında basının vaziyeti, nur yuvası gözleri semaya doğru, HAK’tan bahseden Hazret-i Ömer’e boyuna ve her cümlesinde “Allahtan kork, yâ Ömer!” diye bağıran müslümanınkine eşittir. Nasıl öbür sahabîler bu tekerlemeciyi susturmaya kalkışmışlar, Hazret-i Ömer de “bırakınız; bizim vazifemiz hakkı söylemeye çalışmak ve onunki bunları söylemektir!” demişse, bizim basınımızda HAK’ka bağlı ağacın kökü mahfuz ve müstesna, tatbikattaki her noktasını dilediği gibi tenkit etmekte her fert “nâmütenahî” hürdür.

· Büyük Doğu nizamında basın, cemiyetinin ahlâk, edep ve terbiye kıstâslarına yüzde yüz mutabakatla mükelleftir. Hiçbir san’at bahanesi, bu ölçülerden en küçük inhirafı mazur gösteremez. Bir kadının dizini gösteren resimden fikirsiz herhangi bir sövme kelimesine kadar İslâmî ahlâk, edep ve terbiye dışı her şey şiddetle yasaktır. Fikir olunca da ayrıca sövmeye yer kalmayacağını tesbite değmez.

· Büyük Doğu nizamında, başta devlet reisliği, hiç bir makam ve fert, mevcut tenkit ve yerinde isnat hürriyetine karşı imtiyaz sahibi değildir.

· Basın ve yayın her fert ve teşekkül hesabına açık bir hak olduğu gibi, devletin de hakları meyanındadır. Gazete, dergi ve kitap neşri etrafında emredici şartlarla yasaklayıcı kaideler, Büyük Doğu nizamının teşkilât manzumesinde ve bu ana ölçüler etrafında madde madde örgüleştirilecektir.

· Büyük Doğu nizamında basına ait gerçek hürriyet, bütün dünya ve insanlığın, bütün geçmiş ve geleceğiyle bir eşini görmeyici bir tamamlık belirticisidir.



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-RADYO

·Radyo, Büyük Doğu dâvasının en tesirli silâhlarından biridir.

·Milyonlara seslenen radyo, Büyük Doğu ölçüler manzumesinde iki şubelidir: Biri eğitici, öbürü eğlendirici...

·Birbirinden ayrı iki posta hâlinde faaliyet gösterecek olan bu şubelerden eğitici olanı, bütün gün vazifeli olacak ve herbiri yine ayrı bölümler halinde başlıca iki dal üzerinde çalışacaktır. Birinci dal, din, ikinci dal da umumî kültür...

·Din dalında İslâmın, zâhir br bâtın cepheleriyle, çizgi çizgi ve renk renk, bütün hüküm ve hikmetleri... Şeriat ve tasavvuf, billûrdan, muhteşem bir saray gibi, dış hendesesi ve iç cümbüşiyle Allah Sevgilisinin zâhir ve bâtınından ibaret olduğuna göre, pratikte Büyük Doğu dâvası, radyoyu, din dalında tek eksik bırakmaksızın, misilsiz bir vecd, zevk ve irfan dentlemeye memur kılar.

·Kur'ânı, Kur'ân ruhundan başka gayesi olmayan bir aletten dinlemek, onu meyhane ve türlü rezalethanelerde okumaktan farksız olan günümüzün göstermelik yayınlarına nispetle, gerçekten Allah Kelâmına muhatap olmak yerine geçebilir ve gerektiği edebi saylayabilir. Artık her şey, Allah Kelâmını dinleyenlerin her türlü hafiflik ve lâübalilikten uzak, hürmet tavırlarına ısmarlanmış olacaktır.

·Radyomuzun eğlendirici şubesine kadar hâkim olacak Kur'ân ruhu, kendi doğru, iyi ve güzel hükümlerine aykırı tek sesin mikrofondan üflenmesine müsaade ve müsamaha edemez.

·İkinci şubenin umumî kültür dalında ise, zengin bir kuyumcu vitrini manzarası içinde, sanat ve edebiyat, tarih ve siyaset, hukuk ve iktisat, felsefe ve hikmet, fen ve müspet bilgiler, ordu ve kahramanlık, çocuk ve gençlik, köylü ve işçi bölümleri, elvan elvan mücevherler hâlinde pırıldayacak ve bunlar en cazibeli ve sanatlı şekillerde, yepyeni buluşlarla sunulacaktır.

·Radyomuzun eğitici şubesine bağlı iki dalda en azılı küfür edebiyatına karşı gereken (polemik-fikir kavgası) ve (diyalektik-söz sanatı) usûl ve düsturları tâlim edileceği gibi, topyekûn imamlara ve öğretmenlere yol gösterici örneklik vaazlar ve dersler tertiplenecektir. Bunlar köy odaları ve mekteplerde, imam ve öğretmen huzurunda belli saatlerde takip edilecektir.

·Radyomuzun eğlendirici şubesi, başta müzik, folklor, temsiller, skeçler, hikâyeler, öğütler, haberler, bildiriler ve türlü buluşlar, hassasiyetle sınırlı bir edep dairesini aşamaz ve hiçbir suretle fuhşiyata kaçamaz. Mûsikînin din gözünde mahiyeti, hikmet ve tefekküre vesile olduğu nisbetle iyi, kötüye âlet edildiği mikyasta da kötü olduğuna göre; bu ölçü bilhassa ana kıstas bilinecektir.

·Pratikte Büyük Doğu dâvasının özlediği radyo, ilk mektepte çocuğu, yüksek okulda genci, orduda eri, fabrikada işçiyi, köy odasında rençberi, hâsılı evinde herkesi kucaklayıcı ve insana yaşanmaya değer hayatı belletici muazzam bir üniversitedir.

·Büyük Doğu dâvasının radyosu, göklerde ateş böceklerinden üstün bir rota sahibi olmayan cüce sesler arasında bir şimşek nârasıdır ve (televizyon)la el ele, hem kulağa hem göze hitap edicidir.

·Malûm şekli, ruhu ve idare usulüyle bugünün (T.R.T)sini, gırtlağına ot tıkayarak susturmak hususî ve ruhî bir tâlim ve idman devresinden geçirmek ve ondan sonra renk, nâme ve pırıltı halinde, feza yolcusu cins bir küheylân gibi göklere salmak, "Başyücelik" devletinin ilk işleri arasındadır.



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-ÜNİVERSİTE

· Bu emirde, olması lâzımgelenle, tasfiyesi icap eden, yanyana ve karşı karşıyadır.

· Büyük Doğu âleminin Üniversitesine ait ana prensiplerin başında, Üniversite muhtariyetinin kaldırılması vardır. Bizim Üniversitelerimiz, hürriyet için hürriyeti anlamaz; gerçek hürriyeti hak ve hakikate tâbîlik olarak tanır ve devletin bağlı olduğu hak ve hakikat kutbu adına, bu kutbun tedrisî riyasetini temsil eden Maarif cihazına teslimiyeti ve onun emirleri çerçevesinde hareketi esas bilir. Böylece muhtariyeti, bir kere muhtar olduktan sonra, sekamet ve delâlette de muhtariyet felâketinden kurtarmakta, Büyük Doğu âleminin Üniversiteleri örnektir.

· Bizim Üniversitelerimizin adı "Külliye"dir. Millî şahsiyet ve şuurun ilmî ocağını temsil edecek olan müessiseyi yabancı bir kelimeyle isimlendirmekteki abes üstüne abes düşünülemez. İstanbul, Ankara, İzmir, Erzurum vesaire Külliyeleri... Üniversitelerimizi böyle anacak ve isimlendireceğiz. Zaten "Külliye"nin küllî delâleti yeter.

· Bağlı bulunduğumuz mutlak hakikat kutbunun mutlak bir ölçüsüne uygun olarak tedrisat usulümüzde kız ve erkek karışık öğretime imkân olmadığı için, Üniversitelerimiz de, kız ve erkek Külliyeleri halinde ayrı olacaktır. Vatanın her köşesinde Üniversiteleri üretmek gayesine doğru gidilirken, kızların daha fazla ev kadını olarak yetişmelerini ve sadece ilim ve muallimliği tercih edenlerden bir zümrenin yetişmesini temin için, bellibaşlı bir merkezde bir-iki kız Üniversiteleri kurmak kâfidir.

· Üniversitelerimizde, hiçbirinin, hiçbir şubesinin hiçbir sınıfında yüzden fazla talebe bulunmıyacaktır. Bu ölçüye dayanarak, istek ve kalabalık miktarına göre Üniversiteleri çoğaltmak icap edecek; fakat meselâ Hukuk Fakültesinin bir sınıfında iki bin talebenin toplanması ve o sınıfı bir kargaşalık âlemi haline getirmesi gibi bir vaziyete asla imkân verilmeyecektir.

· Üniversitelerimizde, tıpkı askerî cihazlarda olduğu gibi, vatanın mânevî müdafaasiyle mütenasip bir disiplin ruhu taşıyacak, talebe Üniversitesini bitirinceye kadar bir melek hayatı sürmekle mükellef tutulacak, hiç bir ferdî ve içtimaî bir hak iddiasında bulunamıyacak, sigara bile içemiyecek; ve iki bin kişilik sınıflarda, hoca takririni verirken gerilerde (poker) oynıyan, gramofon çalan, uyku uyuyan hattâ rakı içen devirlerin ahlâkına tam bir zıddiyet ve cemiyet idealine mükemmel bir teslimiyet belirtecektir.

· Üniversitelerimizdeki tedrisat tamamen parasız olacak ve yeni eski misallerde görüldüğü gibi "derslere devam harcı", "kayıt harcı", "imtihan harcı" vesaire namiyle talebeden alınan gûya harç ve haraçlara paydos denilecektir. Böylece sırf gelir menbaı olsun diye sınıflara yığılan binlerce talebenin maddî ve manevî felâketi önlenmiş olurken, yine gelir kaynağı teşkil etsin diye başvurulan ve hattâ profesörlerin cebine kadar intikal ettiren, talebeyi haksızca çaktırma ve sınıfta bırakma şekavetinin önüne geçilecektir.

· Bizim Üniversitelerimizin talebesi, mukaddes dâvanın "Yüceler Kurultayı" makamına namzet idealist gencin bütün vasıflarına malik olmak mecburiyeti bakımından, talebelik devresi içinde her türlü maddî ve manevî murakabe, nizam ve disiplin kıymetinin mihrakını teşkil edecek; ve bu üstün mesuliyet duygusu altında, kendi şahsî muvaffakiyetsizliğiyle vatanî ve ictimaî bir felâketi müsavi telâkki edici bir ruh ve zihin haleti arzedecektir.

· Bizim Üniversitelerimizin talebesinden beklediğimiz mâna ve madde ifadelerinin tamamlığı bakımından, Üniversitelerimizin, teşkilât, ders, hoca, kitap, fikrî ve mânevî malzeme gibi her noktası tamamlanmış ve plânlanmış olacaktır.

· Ruh kökümüzden olmıyan Üniversite profesörü olamaz.

· Eser ve şahsiyet sahibi olmıyan, Üniversite profesörü olamaz.

· En küçük ahlâkî zaafı olan, Üniversite profesörü olamaz.

· Üniversite profesörü, kendisini mücerret ve arayıcı ilim ve tefekküre hasretmiş büyük münevver örneği olduğu için, başka hiçbir işle uğraşamaz.

· Bazı ihtisas bölümleri müstesna, sâf ilim plânında ezbere bilgi vermek ve bir şey öğretmekten ziyade, öğrenmenin metodunu göstermek ve mücerret bilgi hassasına erdirmekten ibaret gaye (ki üniversitenin bu gayesi her yerde bilinir ve yalnız Türkiyede bilinmez) Külliyemizde tam tecelli edecektir. Gerçek kültürden murad, nasıl, birçok şey bildikten sonra onların unutulması neticesinde insanda kalan öz, yani bilgi hassası ise, Büyük Doğu külliyesinin de hedefi, sâf ilim ve tefekkürü mayalandırarak her sahada arayıcı hamleye zemin açmak ve donmuş bilgi kalıpları içinde ruh pörsüyüşlerine engel olmaktır.

· Metodu (dinamik) olan Büyük Doğu Külliyesinin cümle kapısında, Allah Sevgilisinin şu ölçüsü vardır: "Bir günü bir gününe eş geçen, hüsrandadır."

· Büyük Doğu Külliyesinde, bütün metodolocyası (usuliyet) ve kanunlariyle ilim, olanca fazilet ve haysiyetiyle hoca, topyekûn itaat ve teslimiyetiyle talebe, birbirine inanmış ve bağlanmış vaziyettedir. Bunlardan hiçbiri de, cemiyetinin bağlı olduğu hak ve hakikat kutbuna karşı herhangi bir selâhiyet ve istiklâl imkânına sahip değildir.

· Büyük Doğu Külliyesinin, edebiyat, felsefe, iktisat, tarih gibi sâf ilim sahalarında temel ölçüsü İslâmî naslar etrafında "nâmütenahî"ye kadar giden ve her ân biraz daha genişleyen bir hikmet ufku açmak; şube şube müspet bilgiler plânında da, eşya ve hadiseleri, madde ve tabiatı zapt ve teshir etmenin dinî bir farz olduğunu kanunlaştırmaktır.

· Kulunu eşya ve hâdiseleri teshir etmesi için kendisine halife olarak yarattığını, Kur'ânında açıkça belirten Allah, elbette bir zamanlar matbaaya küfür aleti, bisiklete de şeytan arabası göziyle bakanlardan razı değildir; ve Kur'âna inanmaksızın onun emrini yerine getiren ve bize yalnız kötülüklerini devredenlerle, inandığı Kur'ânı elinde boş bir mahfaza gibi taşıyan ve Batının içyüzünü göremeyenler arasındaki hazin fark, Külliyemizin metodolocyasında en ince düğüm noktalarından biridir.

· Büyük Doğu külliyesinde felsefe, dünyada kaç bâtıl yol bulunduğunu, insanoğlunun ilk çağlardan beri hakikat yolunu bulmak için ne mahzun çileler doldurduğunu, her felsefe mektebinin ise öbürünün yanlışı çıkarmaktan gayri bir şey yapamadığını, sabit ve muhkem "doğru", "iyi" ve "güzel"i getiremediğini, bütün bunların ezelle ebed arası nurlu bir mahya halinde yalnız İslâmda toplandığını göstermek için okutulur; bu yönde ve bu mihrak fikir etrafında "Yârabbi, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!" şeklindeki Peygamber fermanına uygun, sonsuz bir arayıcılık fezası açılır, öbür sâf ilim şubeleri de onu takip ederken, müspet ilim plânında da yıldızlara kement atmaya kadar her hakkın İslâma ait olduğu öğretilir ve genç nesiller böylece vazifelendirilir.

· Ruhları bulanık, fakat akılları yetişkin yabancı ülkelerden madde sahasında bilgi toplamaya gönderilecek talebe, bu işin, bir gün nasıl olsa hesaplaşacağı Batı ordusundan sır çalmaya giden bir kurmay hüviyetindedir; ve gireceği iklimin kötü tesirlerinden hiçbirine bulaşmaksızın mukaddes sırrı vatanına taşımakla mükelleftir. Avrupada tahsildeyken fuhş hayatına kapılan ve muvaffak olamayan Japon talebelerinin, neticede bıçağı karınlarına saplıyarak intihara mecbur tutulmaları, bu mevzuda muhtaç olduğumuz disiplin, ruh tamamlığı ve karakter sağlamlığına ait bir ibret misali verebilir. Bizde intihar yok, fakat onun yerine bir daha cemiyetin yüzüne bakamayacak bir hacalet müeyyidesi vardır.

· Büyük Doğu Külliyesi, bir zamanlar kılıçla genişleyen ve fikir kılıcı kullanmaktan kendisini müstağni sayan İslâmın, tam günü gelmiş ve çığırı açılmış olarak, ruh ve ilim kılıcının bilendiği bir tezgâh olacak, bu tezgâhta ilim ve fen her çeşidiyle ve en cazibeli (ambalaj)lar içinde vitrinlerde ve raflarda istiflenecek; ve oraya sırf dış ilimleri kapmak için gelen İslâm dışı bir talebe, müslüman olmaksızın diplomasını kabul etmekten utanacaktır.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-BATIDA TAHSİL

· Vatan harîmi içinde ecnebi mütehassısa hiçbir vücut hakkı bırakmıyan kat'î ölçümüzden sonra kendi kendisine meydana şu mesele çıkıyor; Mutlaka akıl, eşyayı tefahhus ve tecessüs, maddeyi baştan başa semerelendirme ve insan iradesine râmetme mükellefiyeti altında olduğuna göre, Garplının fennine nasıl erişebiliriz; ve bunun usulü nedir? Bunun usulü, Garplıyı, hapishane gardiyanı tavriyle içimize alıp onun irade ve idare zindanında mahkûm kalmak yerine gayet ince ve ulvî bir casus sifatiyle onun harîmine girip akıl plânlarına hâkim olmaktır.

· Bu mücerret ifadenin kastettiği müşahhas dâva, Batı âlemine gönderilecek talebe meselesidir; ve bu mesele, tam 137 yıllık halledilmemiş dertlerimizden biridir.

· Şarkla Garp dünyaları arasındaki muhasebede Garbın zaferini ve Şarkın iflâsını kabul etmiş ve başımızı bunca belâya salmış köksüzler, şahsiyetsizler ve züppeler kolunun bu vatanda doğurduğu mustarip hayret devrinden beri, hem bir şeyler öğrenmesi için Batı âlemine talebe gönderirken, hem de bir şeyler öğretmesi için ecnebi mütehassısları içimize çekerken, mevzuun dehşet ve nezaketine en küçük bir nüfuz bile gösterebilmiş değiliz. Onların içine giderken de, onları içimize alırken de iflâsını kabul etmiş bir mahkûm tavrını 137 yıldır sadakatle muhafaza etmiş bulunuyoruz. Bu tavır devam ettikçe, Garplıdan devşireceğimiz, gıda yerine daima zehir olacaktır.

· İşte mahkûmiyetimizi başından sonuna kadar Garplı hesabına sigortalayıcı bu ruh haleti yüzündendir ki, bizde Avrupaya gönderilen talebe, ona körü körüne hayran kul ve köleler ve ondan ilim devşirme yerine onun bütün fesat dolaşlarına peşinen düşmeye hazır "cepte keklik"ler mahiyetinde kalmıştır. Bu biçare keklikleri, fuhuş, kumar, içki, başıboşluk, şüphe, inkâr ve her türlü ruhî tereddi ocağında kızartıp helmeleştiren Avrupalı da, onlara kendi müspet ilimlerinden sadece basit reçete ve umumî (bandrol) bilgili hafif bir cilâ çektikten sonra, kendilerini vatanları hesabına değil de, vatanlarına ihanete memur birer Garplılık (ajan)ı sıfatiyle geldikleri yere iade buyurmuştur. Meşhur (Şinasi)den itibaren yine meşhur (Nâzım Hikmet)e kadar, Avrupaya gidiş ve gelişlerimizin çerçevelediği mâna daima budur!

· İşte bu tarzda gidiş gelişlerin an'anesini kıracak; ve Batı âlemine anavatanda yepyeni bir ruh teçhizatiyle hazırlanmış, ballibaşlı vasıflarda, plânlı bir kitleyi akın ettirip kendilerini orada ve burada sevk ve idare edecek bir ölçüdür ki, usulümüzün ruhudur. Bu ölçüye göre, Batı âlemine gönderilecek talebe, bir taraftan her şeyi öğrenmeye muhtaç bir tavır temsil ederken, öbür taraftan her şeyi bilen bir iç edanın da sahibi olacaktır. Yani bir taraftan en basit bir talebe, öbür taraftan en muğlak bir âlim... Kendi gayesinin âlimi...

· Bu harikulâdeliği meydana getirebilmek için mutlaka vatan içi büyük bir inkılâba ve müstakil bir dünya görüşüne zaruret vardır ki, zaten bu olmadan, ortada, görüşülecek tek mesele yoktur; ve bu hususta bütün kefalet, ruhunu kâinatın biricik mimarîsine dayamış olan Büyük Doğu mefkûresinden başka bir şey değildir.

· Japonlar, Şark milletleri arasında, bâtıl ve sapık mânasiyle de olsa az çok bu ruh istiklâlini tutabilmiş insanlardan oldukları için, memleketlerine tek ecnebi mütehassıs sokmadıklarından başka, talebelerini Garp Dünyasına gönderirken de hayli sert ve haşin ölçüler göstermişlerdir. Şu kadar ki, onların misalinden ibret alınabilecek taraflar bulunmakla beraber, misallerini tam bir yekparelik ve tamamlık içinde mütalâa etmeye imkân yoktur. Onlarınki, Garp Dünyasına talebe göndermek işinde, basit ve dikenli bir gururdan ve bu gururun haşin birkaç tedbirinden ileriye geçemez. Bizimki ise, nâmütenahî ince, yumuşak, fakat o nisbette kat'î ve sert; ve ruhunu âlemin yegâne gerçeğine bağlamış insanların bükülmez ve eğrilmez (rejim)ini temsil edecektir.

· Avrupaya gönderilecek talebe, plânı bütün teferruatiyle hususî bir iş temsil ve ayrı emirlere mevzu teşkil etmek üzere, burada ve daha ilk mektepten itibaren gayet dikkatli ve sistemli bir teftiş ve tetkik neticesinde seçilecek; bunlar müstesna bir (rejim) altında talim ve terbiye gördükten sonra, cihana ebedî rengini getiren Şark dünyasının ebedî rengini silmeye memur Garplının her türlü sırrını çalıp getirmek gibi en ince bir mükellefiyetin şartlariyle donatılarak kol kol Garp dünyasına sevkedilecektir.

· Ve bunlar, evvelâ tâbi tutulacakları vatan (rejim)i bakımından ruhî ve ahlâkî cepheleriyle o türlü yetiştirilecektir ki, Garp illerinde herhangi bir günah ve fesat öksesine düşmekle, Allah ve Resulüne ihaneti bir tutacaklar ve dâvayı şahsî günah seviyesinin çok üstünde mütalâa edebilmek kıvamına erdirileceklerdir.

· Onlar için, Garp Dünyasında muvaffak olamamak ve kendilerini onlara kaptırmak diye bir hâdise, ancak Allah sayesinde ve Allahın lûtfiyle muhal bilinecektir. Şu veya bu suretle orada ayağı kayan, hiç değilse derhal memleketine dönecek ve artık kendisini bu şerefli "memuriyet"e lâyık görmeyici ihlâs ve şecaati daima gösterebilecektir.

· Esasların esası olan bu müceret ölçüler, idrak ve tedbir âlemine nakşedildikten sonra, işi bir baştan öbür başa plânlamak; ve bilhassa Batı âlemine gönderilecek masum talebe kılıklı ulvî irfan casuslarını yetiştirici iç teşkilâtı kadrolaştırmak pek kolaydır. yeter ki, oraya gidecek olanlar, birkaç nesil sonra artık bu gidiş gelişleri lüzumsuz kılıcı ve her şeyi memleket siçinde kefalet altına alıcı büyük ve ihyakâr tavassuta unsur teşkil ettiklerini iyice anlasınlar ve bu anlayışa göre fikir ve ahlâk sahibi olsunlar...



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-ECNEBİ MÜTEHASSIS

· Bu emirle beraber, memleketin talimî ve tatbikî her sahasında ecnebi mütehassıs yasaktır.

· Ecnebi mütehassısın tarifi, bir iş, meslek veya ilimde ustalık sahibi olan gayr-i Müslim şahıstır.

· Sadece fennî ve tatbikî sahalarda bir dereceye kadar tahammülü kabil olan ecnebi mütehassısı, bilhassa sâf ilim ve sanat sahasında iki başlı bir felâket telâkki ediyoruz. Şöyle ki, ecnebi mütehassıs, bize hiçbir bilgiyi mal etmiyeceğine karşılık, ilim perdesi altında ruhumuzu sistemle bozmaya memurdur.

· Tarihimizde, inkılâp âbidelerini bile ecnebi mütehassıslara yaptıran devrin, bu milleti müstemlekeleştirmekten başka gaye gütmeyici ruhunu ifadede bu misal, âzamî derecede parlaktır. Millî olmak iddiasında bir inkılâp, kendi âbidelerini ecnebilere ısmarlamakla, kendi bakirelerini kadınlığa irca için ecnebilere müracaat etmek arasında bir fark bulunduğunu iddia edemez. Biri maddede oluyor, öbürü mânada...

· Mutlaka fethetmekle mükellef bulunduğumuz Batı dünyasının aklî teçhizatını, Batılı ustaları her selâhiyetle harîmimize çekerek elde edemeyiz; üstelik kendimizinkini kaybederiz. Bu işin çaresi, harikulâde üstün münezzeh, hattâ mukaddes bir hırsız ruhiyle onun harîmine girip her şeyini devşirmektir.

· Bilhassa bütün maarif teşkilâtı; üniversite, yüksek mektep ve liseler... Bilhassa bütün ordu teşkilâtı; askerî talim ve terbiye müessiseleri ve birlikler. Ve nihayet bütün vekâletlerin çerçevelediği bütün iş ve tatbik sahaları dâhil olarak, ecnebi mütehassısın bulundurulabileceği tek yer yoktur.

· Bu emrin neşri tarihinden itibaren umumî devlet ölçüsü, herhangi bir müessisenin, ya millî heyetiyle mevcut ve kendi kendisini idare eder ve her ân terakkiye doğru yürür mahiyette olduğu, yahut bir gün varlık şartlarına erinceye kadar mevcut olmadığı ve mevcut olmak için her çileye başvurmak borcu altında bulunduğundan ibarettir.



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ: HARF DÂVASI

• Bu emirle beraber ilim ve ihtisas ehlinden bir heyet kurulup aşağıdaki suallerin cevabını hazırlıyacak ve tam mânasiyle ilim ve hakikatle teyitli olarak Başyücelik makamına verilecektir. Sualler on dört tanedir.

• İsmine “Arap harfleri” denilen, tam on asır Türk medeniyet kadrosunun ifade unsurunu teşkil etmiş ve on asırlık millî irfanın temeli mevkiinde bulunmuş harfler, hakikatte sadece ve kavmî mânada Arap harfleri midir, yoksa kavim üstü bir mâna ile “”İslâm harfleri” mi? Bu hususta dinî, tasavvufî, ilmî ve aklî bürhanlar nelerdir?

• Kavim üstü, küllî bir şümulle bütün mü’min beşeriyete atfedilip edilemiyeceği bir ilim meselesi olan harflere “Arap harfi” ismini vermek mümkün oluyor da, doğrudan doğruya ve münhasıran Lâtinlerin malı olduğu ilmen sabit harflere nasıl “Türk harfleri” denilebiliyor?

• Her iki harf manzumesi üzerinde, mücerret ve müşahhas imtiyaz ve faydaları bakımından bir nefs muhasebesi, bir mukayese vazifesi yerine getirilmiş midir?

• Bizzat Lâtin harfleri dünyasına mensup bir ilim ve fikir adamının dünyada en mütekâmil ve ince harfler olarak “Arap harfleri”ni gösterdiğini; ve kendi milleti için, kültür kökünü değiştirmek muhali olmasa, bu harfleri tavsiye edeceğini bilen var mıdır?

• Harf inkılâbı sırasında Amerikalı bir terbiye mütehassısının “Türklerin eski harflerini kaldırıp atması, kendi hesaplarına, Amerikanın, bütün madenlerinden mahrum olmasından daha ağır bir kayıptır!” sözü gerçekten vâki midir? Amerikalı profesör, şüphesiz ki, kendi misyoner ve politikacılarının iştirak etmiyeceği bu sözüyle ne demek istemiştir? Nihayet ilmî insafı çatlamıştır da ondan mı?

• Garptan bütün müspet bilgilerini ve her şeylerini alan, bütün medeniyet unsurlarını iktibas eden Japonlar, cihanın en çetin ve gülünç derecede iptidaî harfleri olan kendi yazılarını acaba niçin muhafaza etmişlerdi?

• Eski harflerin öğrenilmesindeki zorluk, acaba tedris metodlarının sakatlığından mı, yoksa bizzat harflerin bünyesindeki çetinlikten mi doğmaktaydı?

• Eski harflerin imlâsındaki kargaşalık, acaba bu hususta sabit ve kat’i bir usul eksikliğinden mi, yoksa bizzat harflerin kendisinden mi gelmekteydi?

• Eski harflerin bütün millete ve aşağı tabaka halka teşmil edilememesindeki zaaf, acaba o devrin maarifine mi, yoksa harflerin zatına mı aittir?

• Yeryüzünde, o da kısmî olmak şartiyle, İtalyanca, Fransızca, Yunanca gibi cihanın en büyük dilleri pekâla bunu yerine getirebileceğine göre, Lâtin harflerinin dilimize tatbikindeki (fonetik) mazhariyet, acaba hakikatte ve sâf zekâ bakımından bir fayda mıdır, yoksa bir mahzur mu? Yani (fonetik) olmıyan ve kelime usulüne dayanan yazı şekillerinin zekâyı beslemesinde hususî bir pay yok mudur? (Fonetik) usul, insanı, pek basit ve ucuz bir (avantaj)a karşılık, içinde hapsedilip kalacağı ve avâm seviyesinden yukarıya çıkarmıyacağı bir kabalığa mahkûm etmez mi?

• Birbirine bağlanan, bağlandıkça şekil değiştiren ve birbiri içinde hall-ü hamur olan şekillerle, herbiri kaba zincir baklaları ve çakıl taşları gibi daimî bir ssertlik muhafaza eden şekiller arasında, bediî olduğu kadar aklî rüçhaniyet ve galibiyet hangi taraftadır? Ve bu rüçhaniyet ve galibiyetin ilk bürhanı olarak eski harflerin stenografya kıymeti, telâfisi mümkün bir kayıp mıdır?

• Nihayet eski ve yeni harf nesillerinin birbiriyle mukayesesinden çıkacak hüküm, mücerret zekâ, irfan ve şahsiyet bakımından hangi cepheye üstünlük yöneltecektir?

• Bin kişilik bir cemiyette dokuz yüz kişinin imzasını atabilecek ve (Karagöz) gazetesini sökebilecek kadar okur-yazar olması mı; sadece yüz kişinin tam okur-yazar ve her türlü fikir çilesiyle dolu olması mı, o cemiyet hesabına üstün bir not belirtir?

• Acaba harf inkılâbını yapanların ve hattâ eski harfler içinde çocukluğunu ve ilk mektep çağını idrak edip de peşinden yeni harfleri öğrenenlerin, bütün hususî ve samimî ifadelerinde yalnız ve yalnız eski harfleri kullanmaktan başka bir şey yapamamaları, sadece alışkanlıkla izah edilecek ve içine eski harf kudret ve imtiyazından hiçbir pay karıştırılmayacak bir hâdise midir?



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-KIYAFET VE ŞAPKA

· Prensip, şahsiyetimizin, bütün maddî tezahür çerçevelerinde, baştanbaşa istiklâl kazanmasıdır. Bu istiklâl ifadesini, ruhumuzdan başlıyarak, en hurda madde unsuruna kadar nakşetmekle mükellefiz.

· Dâvanın, müşahhas unsurlar kadrosunda, (1) numaralı maddesi, kılığımız ve serpuşumuzdur.

· Tarihî "haşr-ü neşr"leri bakımından aynı kıyafet ölçüleri içinde pişmiş olmalarına rağmen Avrupalı milletlerden her birinin öbürüne nazaran keskin farkları varken, sbizim gibi apayrı ve zıd kökten gelen bir milletin, Avrupayı, orta malı ve hususiyetsiz (gardrop) plânında maymunvârî taklid etmesinden daha hazin bir iflâs tavrı olamaz.

· Dâva, ne şalvara, ne de kavuğa dönmekte. Madde unsurlarının, bizzat madde sıfatiyle hiç bir kıymet ve haysiyeti yoktur. Herşey mânada...

· Dâva sadece, Yirminci Asır hayat tarzının dâvet ettiği şeklî zaruretler içinde, şahsiyetimize lâyık müstakil kılık ölçüsünü bulmakta...

· Şahsiyetimizin, ruhumuza üflenen korkunç hayretle beraber, nasıl kılığımızıda hayretler içinde bırakıcı bir buhrana düştüğüne misal, Tanzimattan bugüne kadar devre devre (gardrop) unsurlarımızdır. Artık şalvarı içinde, yeni zamanların gerektirdiği çevikliği bulamıyan eski tip, zorla pantalonu benimserken, bu hakîr madde paröasının nefs muhasebesinden uzak; ve fesiyle pantalonu, cübbesiyle potini arasında en canhıraş hayreti belirten bir tezad ifadesine maliktir.

· Nihayet bu milletin başına zorla ve kanunla yerleştirilen şapka, (Giyyom Tel)in direk üzerinde selâmlamaya mecbur edildiği zulûm şapkası hâdisesinden daha ağır bir cebirle, şahsiyetimizi topyekûn Garba teslim ettirilişimizin, yüzde yüz palyaço haline getirilişimizin, bir paspas üzerinde millî ırzımızı Avrupalıya feda etmeye zorlanışımızın resmî, alenî ve nihaî hamlesi olmuştur. Binaenaleyh şapkada, şapkayı aşan bir mânâ vardır. Bütün dinî, millî, bediî, tarihî ölçülerimizin istikrah duyduğu bu unsuru başımıza geçirmeye mecbur tutulmakla topyekûn mukaddesatımızı, tarihî can düşmanımızın emrine vermeye zorlanmış oluyorduk.

· Halbuki şapkada, dinî, millî, bediî, tarihî ölçülerle, bizzat maddesi bakımından, muhabbet veya nefret hissine değer hiçbir kıymet ve haysiyet mevcut değildir. Bütün kıymet ve haysiyet, onun remz ve âlem teşkil ettiği ruh ölçüsündedir. Bu da küfürdür.

· Bize zorla ve cihanda bir eşi görülmemiş kanunî bir mükellefiyetle şapkayı giydiren fikrî saik, şahsiyet ve hüviyetimizi küfre teslim etmekten başka tek gat-ye sahibi değildir. Yoksa ne fes, fes olarak güzel; ne de şapka, şapka olarak çirkindir. Nitekim bir Müslümanın, gölgesine bile el değdiremiyeceği salip, bizzat şekli bakımından hiçbir suç sahibi değilken, remzi olduğu küfür noktasından suçlunun suçlusu ve çirkinin çirkinidir. O, sadece âlemi olduğu mâna adına küfrü temsil eder; binaenaleyh küfrün, madde çerçevesinde tâ kendisi sayılır.

· Salip üzerinde olduğu gibi, ona yakın ve uzak her unsur üzerinde de, zıd mânayı temsil derecesine göre dinî ölçü buyken, millî ve bediî ölçüler de başka türlü değildir. Bütün kabahati, ruhumuzla ruhu arasında maddî bir tefrik al1mati olarak Hristiyan el tarafından şekillendirilmek olan şapka, bize, mücerred millî ve bediî ölçülerle deşiddetle istikrah vericidir.

· İşte bu bakımdan, milletlerarası kıyafet (konvansiyon-anlaşma)ları içinde umumî kılığımızı en keskin ve güzel çizgilerle şahsiyetlendirmek için inceden inceye cehd sarfederken, şapkayı büsbütün başımızdan çıkarıp atmak ve yerine bütün Doğu âlemini ziynetlendirecek ve en ileri şahsiyet ifadesine ulaştıracak millî bir icad koymak başlıca vazifemizdir.

· Bütün san'atkârlarımız bu millî icada şekil vermek için çalışacaklar ve modellerini tetkik edilmek üzere Başyüceliğe tevdi edeceklerdir. Nihayet belli başlı bir şekil üzerinde karar verilip "Yüceler Kurultayı"nda bu şekil tasvib edildikten sonra, keyfiyet millete mal edilecektir.



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-KADIN KILIĞI

· Kadın kılığı, bu emirden itibaren edep hadlerine girecektir.

· Bu hadlere girmek, ölçümüzün kadın vücudunda görünmesine müsaade ettiği kısımları açık bırakıp, görünmesine müsaade etmediği kısımları örtülü bulundurmaktır.

· Edep hadleri mahfuz bulundurulmak şartiyle kadın kılığında, ne kadar süs, zarafet, güzellik unsuru varsa tatbik olunabilir.

· Yepyeni ve misilsiz şartların çerçeveliyeceği Büyük Doğu âleminde kadın, hadleri mahfuz tutarak, zevkî ve bediî her bakımdan zenginleştirmek ve bütün cihana örnek diye takdim etmekle mükellef olduğu kılığını, bir taraftan mücerret kadın zarafet ve şahsiyetinin en ileri ifadesi, öbür taraftan da İslâmî ve ahlâkî edeplerin en mükemmel tecellisi halinde âbideleştirecektir.

· Büyük Doğu âleminin kadını, bu kılığa girdikten sonra, artık ona, ev, mektep, salon, daire, konser, konferans, merasim; zatiyle dinî bir yasak belirtmiyen her yer açık ve serbesttir.

· Dâva, ne kadını bir konserve maddesi gibi simsiyah çarşaflar içinde lehimleyip hava temasından uzak bulundurmak, ne de sokağa atılmış bir yemek gibi köpek nefslere peşkeş çekmektir. Dâva, kadını birbirine zıt iki bâtıl telâkki arasında, ancak Şeriatin kendisine tâyin ettiği içtimaî hüviyetiyle heykelleştirip cemiyet meydanına dikmektir. Yani dâva, fazlası ve eksiği olmadan, bu mevzuda aynı ve asliyle Şeriati tatbik etmektir.

· Kadın kılığı mevzuunda yobaz, şeriat emrini, kadını utanılacak ve korkulacak bir madde gibi büsbütün iptal etmek diye anladığı için bizzat şeriate karşı kabahatli; son üç çeyrek, yarım ve bilhassa çeyrek asırlık hal de, kadını bütün perde ve hicaplarından soyarak nazarî ve içtimaî bir zina ve iştiha unsuru şeklinde meydana arzettiği için suçludur. Bu iki cürüm de, bir ana ölçünün sağından, öbürü solundan kaymak suretiyle, biri bilmeden, öbürü bile bile hakikate karşı ihanettir.

· Kadın kılığının tâbi olacağı had meselesiyle, bu had üzerinde bina edilecek güzellik dâvasını, en ileri din ve (estetik) adamlarından bir heyet tesbit edecektir.

· İslâmiyetin resmettiği kadını, bir fıçı içinde oturur ve ancak fıçının tıpasından ses verip ses alır (asosyal-lâ içtimaî) bir ucûbe sananlar, Büyük Doğu âleminin İslâmiyete bütün gerçekliğiyle uygun kadınını gördükleri zaman, iman ile güzelliği ve ahlâk ile zarafeti bir araya getirmiş olmanın harikası, yani İslâmiyetin olduğu gibi tecellisi karşısında, Firavn hayret ve dehşetiyle apışıp kalacaklardır.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-VÂİZLER

· Bu emirden itibaren camilerdeki vaaz ve ders kürsüleri, bu kürsülerin gerektirdiği üstün şartları nefslerinde pırıltacak insanlar yetişinceye kadar boş kalacaktır.

· Camilerde Müslümanlara bütün dinî ve hayatî incelikleri anlatmaya memur üstün şartlı nefslerin yetiştirilmesi işi, yakın ve uzak mazi dâhil olarak, örneksiz bir inkılâp olacaktır.

· Bu dâvaya ait metod ve plânın teferruatı mahfuz kalmak üzere, başlıca esas, şu ânda ortalığı saran basit, kaba, sığ, bilgisiz ve her türlü incelikten ve ruh avlama san'atından mahrum, sadece çirkinleştirici ve kabalaştırıcı, soğutucu ve kaçırıcı vâizler kitlesinin bir tırpanda tasfiyesidir.

· Hristiyanların bir papazı yetiştirirken nazara aldıkları irfan ve san'at şartlarını mütalâa edecek olursak, asırlardan beri vâizlerimizi yetiştirmekte ve onları ruh avcılarına mahsus umumî şartlardan mahrum bırakmakta gösterdiğimiz ihmal derecesinin azametini anlarız.

· Bundan böyle, dinî bilgi, tasavvufî zevk, umumî irfan, muaşeret edebi, terbiye, zarafet, derinlik, telkin ve tebliğ sanatı bakımından tamamlığı kat'î ve resmî olarak çerçevelenmiş şahıslar dışında hiçbir ferde, muazzez ve münezzeh cami kürsülerinde yer yoktur.

· Ahırındaki yanaşmaya bağırır gibi, zift dolu bir zulmet hunisine benziyen ağzının bütün açılış imkâniyle ve bir sövme toniyle hırlıyarak, dini, şeriati ve bütün mücavir hakikatleri kendi öz nefslerinin tavla zarı eb'adındaki darlık ve basıklığına tatbik eden, Allah ve Resulü adına, Allah ve Resulünün murat buyurmadığı hükümleri kesip atan, böylece Allah ve Resulüne karşı celâdet göstermekten kaygı duymıyan ve ruhlarında zerre miktarı esrar idrakine yer bulundurmıyan hamlık ve kabalık örneklerine paydos diyecek inkılâp, bizimkidir. Bizim bunları tasfiye etmekten muradımızsa, malûm din düşmanları gibi din mümessillerini ortadan kaldırmak değil, böyle din düşmanlarına zuhur ve tecelli imkânı veren sahtelerini kaldırıp hakikîlerini getirmektir.

· Bizim, en kısa zaman içinde çizgi çizgi billûrlaştıracağımız ve heybetle kürsüsünde heykelleştireceğimiz vâiz tipi, muazzam bir vecd, aşk, heyecan ve fedakârlık ruhunun temeline dayalı koskoca bir irfan, beşerî fikir maceralarına vukuf, insan ruhunun esrarına nüfuz kıymeti içinde, derin bir zarafet, zevk ve esrar idrakinin örneği olacaktır.

· Dinimize, dairenin dışından ve içinden kasteden iki cereyanın sonuncusunu, işte nâmütenahî derin ve esrarlı İslâm şeriatinin bu ehliyetsiz avukatları temsil ediyor. Bunlar, ilk cereyanı kuvvetlendirmekte çok defa şuursuz olarak başlıca âmildirler. Başımıza iç küfrü üşüştüren de bunlardır.

· Biz, her şubesiyle, dış cereyanı kökünden baltalamak cihadına içimizi en müsaffâ hale getirmenin baş tedbiri olarak, Allah sevgisine vekâlet makamı olan mübarek kürsüyü ehline teslim ve ehlinin şartlarını tesbit etmeyi hedef tutuyoruz.

· Bizim vâiz tipimiz, her noktasından, korkutmak yerine sevindirmek, zorlaştırmak yerine kolaylaştırmak, soğutmak yerine müjdelemek, acılaştırmak yerine tatlılaştırmak emri tüten mukaddes hadîsin imtisalcileridir; ve çepçevre kuşatıcı, bağlayıcı, mıhlayıcı ve bir daha bırakmayıcı birer diyalektika ustasıdır.



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-YİNE KILIK

· Kravat ve pantalon içimize Tanzimatla girdi.

· Kravat ve pantalonu aşağı tabaka halk, büyük yığıın, bir türlü benimseyemedi, sevemedi ve ruhunun giyim-kuşam ölçüsüne uyduramadı.

· Kravat ve pantalon, sadece Batıyı uzaktan tanımış ve marifetine körü körüne inanmış olmak mânasına küçük aydın, hem Batı ve hem de Doğu irfanının sathında, yarı münevver bir sınıfın üniforması haline geldi; o sınıf tarafından da hâkimiyet ve şahsiyetle kuşanılamadı.Ve işte o sınıf, tavrındaki zaaf ve taklid edasını, seziş plânında büyük yığından gizleyemedi.

· Aşağı tabaka halk, büyük yığın, kravat ve pantalonu belki korkutucu, fakat asla güven duygusu vermeyici ve akrabalık göstermeyici bir şey diye bakmıştır.

· Bugün mazisi yarım asra yaklaşan şapkaya gelince, o, giydirenlerce de giyenlerce de hiçbir zaman bünyeleştirelememiş ve horozun ibiğine dikilen bir (kokard) mahiyetini aşamamıştır.

· Şapkayı getirenlerden, bir-iki şahıs müstesna, hiçbiri, onu giymeyi beccerememiştir. Kan kırmızı devrimci bir İnönü veya bir Recep Peker'in başlarında şapka, Rus mujiğinin tepesinde karnaval külâhı kadar sun'î ve (bediî) uygunsuzluktan uzaktır. Nitekim bu tipleri soysanız ve onlara entari ve pijamadan hangisinin uygun düşeceğini araştırsanız, varacağınız netice, tiksindikleri entari olacaktır. Bunlar, dâvalarını yaşamayan samimiyetsizler...

· Bize Tanzimattan beri gelen inkılâb kadrolarından hiçbiri, Batıyı (realite) ve (estetik) plânlarında yaşamış, Batının derisi içine girmiş ve onu iki dünya arası bir mahsup muamelesi neticesinde benimsemiş değildir. Bu hâle de en parlak delil, Tanzimat Paşasının dizi çıkmış pantaloniyle galoşu, göbeği üzerinden kemeri düşeen setresiyle fesi arasındaki şaşkınlık manzarasıdır.

· Şapkayı getiren zümrenin, yine birkeç fert müstesna, Batı kılığında son (estetik) merhale olan frak içindeki komik tablosunu ele alırsanız, kravat ve pantalondan sonra şapkayla tamamlanmak istenen hâdisenin ne hazin bir cilâdan ibaret kaldığını anlarsınız.

· Bu vaziyete göre, kasketini ters çevirip namaza duran köylüyü suçlumaya mahut fraklılarda hak yoktur. Asıl hak, şapkanın nasıl tutulacağını ve giyileceğini bildiği halde onu hayatı boyunca başına geçirmemiş olanlardır. Bu ölçüden çıkarılacak ders, Batıyı Batılıdan daha derin ve ileri bir kavrayışla anladıktan sonra ondan uzak kalmayı bilmenin sırrına ermektir ki, dâvayı tâ merkezinden kavramaya götürür.

· Şapkanın kabulü sıralarında bir Fransız fıkracısı şöyle yazmışt: "Türkler şapkayı kabul ettilker ve başlarına geçirdiler. Manzaraya bakan onun rûha değil, kelleye geçirildiğini anlar. Bu da inkılâb demek olmaz!".. Teşhis doğrudur: Ruh, başına geçireceğini taklitle almaz, kendisi bulur.

· Suç ne kravat, ne pantalon, hattâ ne şapkadadır. O şapka ki, kenarlı şekliyle, Haçlılar Seferlerinde, hristiyanlar kendilerini müslümanlardan ayırmaları için, bir giyim-kuşam eşyası olmak yerine bir ruh alâmet ve sembolü diye icad edilmiştir. Suç, sadece, bu unsurları şahsiyet hesabına vuramamaktadır. Bu bakımdan kravat, pantalon ve şapka, bir buçuk asırdır gardrop kadrosunun dışına çıkmadığımızın ve iç maktâlara nüfuz edemediğimizin maddî işaretleri olmuştur.



BAŞYÜCELİK EMİRLER-KÖY İMAMI

· Kırkbin köyümüz mü var; kırkbin imama muhtacız.

· Ortalama yaşları yirmibeşi geçmeyecek olan bu imamlar, kasaba vr şrhirledeki üstün rütbeli ağabeylerinden daha değerli ve bir nevi hayat fedâileri...

· Hususî enstitü ve kurslarda, yetiştirilecek olan bu imamlar, Türk köyünün mânevî temeli...

· Nasıl her Türk köyü, şehadet parmağı gibi göğü gösterren bir minare etrafında halkalanmışsa, öylece, bu imamların döşeyeceği mâna zemini üzerinde yükselecektir.

· Bu imamların en küçük vazifesi namaz kıldırmak, en büyük işi de bütün ibâdet şekillerinden tütücü ruhu köyün bütün hayat ve faaliyet şubelerinde canlandırmaktır.

· Bu imamlar köyün ruh ve o ruha bağlı madde terbiyesine memur...

· Ne jandarma gibi emir ve yasaklama, ne de köy öğretmeni şeklinde sınıfta bırakma müeyyidelerine malik bulunacak, yani hiçbir icra kuvveti bulunmayacak olan bu imamlar, sadece vicdan işçileri olarak, köylünün ruhuna nüfuz edici telkin ve nasihat ustalarıdır.

· Büyük Doğu idealinin köy imamı, köy öğretmeni ve köy muhtarından ibaret üçüzlü köy hükûmetinde imam ruh, öğretmen kafa, muhtar da el... Ve kuvvetler tam bir işbirliği âhenginde...

· Köylünün dünya ve ötesine ait vazife ve iş ölçüsü, ruhî ve ahlâkî yönleriyle, kendi seviyelerine göre bu imamların gergefinde nakışlanacak, öğretmen aynı dâvanın umumî bilgisini verecek, muhtar nizamını koruyacak ve üçü birden gerekli paylarla hep o hedefi izleyecektir.

· Köylüyü toprağına ısındırmak, onu hükûmet politikası istikametinbde bir üretim gayesine bağlamak, "ya devlet başa, ya kuzgun leşe..." düsturu altında her ân cemiyet hizmetine hazır tutmak; hâsılı gelin saçı gibi örgü örgü tarlası, namaz tülbendi kadar temiz ev, Yunan heykelleri şeklinde sıhhat ve kuvvet pırıldatan vücudiyle, maddesi, ebediyet yollarının cemiyetine desteklik vasfiyle de ruhu bakımından yetiştirmek... İşte, tarihin bir eşini görmediği bu imamlara düşen borç...

· Yiyeceği, içeceği, giyeceği ve her türlü harcayacağı, köylü tarafından sağlanacak olan bu imamlar, her ân camide, meydanda, köy evinde, kahvehanede, tarlada, köylü ile yanyana ve dizdizedir.

· Üniversite üstü, ince ve nazik ruh cihazları marifetiyle yetiştirilecek ve beş senelik köy hizmetini doldurmadan şehre intikal edemeyecek olan bu yepyeni vecd, aşk, ideal ve fedakârlık sınıfına ait şartlar, nasıl yetişecekleri, yetiştirecekleri, vazifeleri ve hakları bakımından, madde madde örülü bir plâna dayanacaktır.

· Bu imamlar ruh doktorlarıdır ve şifaya kavuşturamayacakları ahlâkî âfet yoktur.

· Bu imamlar yer ve göğün kurtarıcı habercileridir.

· Bu imamlar bütün insanlığın beklediği devlet nizamının (betonarme) harcıdır.



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-SUBAY

· Subay, orducu (militarist) Büyük Doğu idealinin icrada mihrak şahsiyetidir.

· Büyük Doğu ordu manzumesinde subay, gayesine sımsıkı perçinli olduğu cemiyetin müdafaa ve taarruz gücünü maddede temsil eder ve maddede böyle bir temsilciliğin mânada gerekli bütün vasıflarını üzerinde taşır.

· Nice emsalinde görüldüğü üzere, sadece maddi ve kahhar bir kuvvetin azizleştirilmesi ve nefsânî bir sultaya yol açması mânasına alınamayacak olan Büyük Doğu militarizması, bütün insanlığa, icabında tam bir vicdan hürriyeti, icabında da operatör bıçağı gibi cebir ve zorla tatbik edilecek bir ideal manivelâsıdır; ve bunun subayı, temsil ettiği bu manivelâyı bütün kanun ve hikmetleriyle tanıyandır.

· Her sahada Büyük Doğu yetiştirme mektebi, subayı, yeniçeriliğin saffet ve fazilet çığırında olduğu gibi, bülûğ yaşında ele alacak, orta ve yüksek tahsil devrelerinde, hususî usullerle ruh ve madde kıvamları bakımından en yüksek dereceye erdirecek ve "Altun Ordu"nun elmas şahsiyeti olarak vazifesi başına dikecektir.

· Büyük Doğu idealinin subayı, maddede ve mânada ccemiyetinin en şık, en pırıltılı tipidir.

· Büyük Doğu idealinin subayı, büyük fikir, dâva ve politika ocağı "Yüceler Kurultayı" emrinde, dimağa bağlı eldir. Büyük velî İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin ifadesiyle "yıkayıcı elinde ölü" gibi itaatli.. Ve bu körü körüne -tam gördükten ve anladıktan sonraki körlük- itaat borcunun tasavvufî bir zevkle idrakine malik...

· Büyük Doğu idealinin subayı, günlük politikayla uğraşmayı, kılıcında kırık gibi, hüsran ve felâket sayar.

· Büyük Doğu idealinin subayı, şahsını ve sınıfını hiçbir imtiyaz hissine kaptırmaz ve öz cemiyetine karşı hiçbir kuvvet şuuru beslemez.

· Büyük Doğu idealinin subayı, fert, cemiyet, iman ve gaye hâlinde her kutbiyle tam bir âhenk belirtici millet ve devlet bünyesinde, mhal farz olarak temel kanunlara tam bir ihanet gördüğü zamandır ki, müdahale sırasının kendisine ve sınıfına gelip gelmemiş olduğunu muhakeme eder; ve bu mutlak kayıt dışında, öz beynini ezen bir yumruk ve öz vatanını işgal eden bir kuvvet olmaktan nâmütenahî uzak durur.

· Büyük Doğu idealinin subayı, kuvvetin şirret değil, mahçup bir şey olduğunu kestirecek kadar ince bir irfanla, edep, terbiye, vekar, muaşeret bilgisi, prensip asabiyeti, disiplin humması, umumî kültür ve her türlü ahlâkî kıymet bakımından, en parlak ruh teçhizatını üniforması üzerinde taşıyan bir haşmet, haysiyet ve fazilet heykelidir.

· Büyük Doğu idealinin subayından, bazen şaşırması, tökezlemesi ve nefsine uyması mümkün sivillere mahsus ayıp ve suçlardan hiçbiri sudûr edemez, etmemesi için her tedbir önceden ve sonradan tamamlanmış bulunur; ve eğer böyle bir hâl görülecek olursa gerektireceği ceza, sivillerinkinden misillerce ağır ve açacağı şeref yarası şifâsız olur. Böylece Büyük Doğu idealinin subayı, İslâmdan başka hiçbir orduda bulunmayan, yaşarken gazi, ölürken de şehit olmak rütbesinin emrettiği fikrî, ruhî, ilmî, fennî, usulî, inzibatî, bediî, ahlâkî bütün kıymetleri, her yıldızının içinde ayrı bir güneş gibi pırıldatıcı bir kahraman namzedidir.



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-İŞÇİ

· İşçi sınıfı bizde, orduda nefer gibi, cemiyetine karşı hiçbir sınıfî ve nefsanî hak iddiasına kudreti olmayan; ve her hakkı cemiyeti tarafından tekeffül edilen tâbi zümre...

· İşçi sınıfı bizde, kendisini gözü kapalı, doktora teslim eden bir hasta vaziyetinde, her himayeyi, doktorun ilmine mütenazır olarak, cemiyetinin bağlı olduğu adalet ölçüsünden bekler ve aksiksiz görür.

· İşçi sınıfı bizde seviyesine göre, bir talim ve terbiye sistemi içinde, her şeyden evvel 19uncu asrın ikinci yarısından bu yana, kendi hakkında uydurulan ütopyaları ve bu ütopyaların tatbik sahalarındaki sahtekârlıkları yakından görecek ve cemiyetinde fâni, ayrıca meslekî imtiyazı olmayan idealist işçiyi örnekleştirecek ve cihana takdim edecektir.

· Bu vasıflar içinde bizim işçimiz, demokrasilerin, bir taraftan patronu şişirirken, öbür tafatan işçiye cemiyetini tehdit hakkını tanıyan tezatlı sistemine zıd olarak, grev, boykot, (lokavt) ve her türlü direnme ve ayaklanma kudret ve selâhiyetinden arınmıştır.

· Açık bir ictimaî (şantaj) ifade eden ve karnı açıkanı ekmeği, üşüyeni kömürü, yoluyu nakil vasıtası, hastayı ilâcından yoksun bırakma tehdidi yolundan hak arayan böyle liberalizma maskaralıklarından Büyük Doğu ikliminde ve işçisinde tek bir iz bulamazsınız!

· (Karl Marx)ın "patron kasasında kârdan her metelik, hakkı eksik ödenen işçinin emeğinden hırsızlamadır!" düsturu, maliyet hesabiyle kâr arasında, tespiti gayet kolay bir bilânço arzeden sınaî manzumenin bu basit ve sathî ifadesinden faydalanılarak ileriye atılmış bir (diyalektik) oyunudur. Bu takdirde, zararlı patrona ait her meteliği tazmin etmekle mükellef bulunanın işçi olup olmadığı sorulabileceği gibi, 1 kilometrelik yola sırtında100 kilo yükü 5 liraya taşıyan hamala bağlı hakkın da neyle ve nasıl hesap edilebileceği sorulabilir.

· Bütün dâva, malın ve mutlak mülkiyetin Allah ait olduğunu bilen bir cemiyette, en adaletli bir kıymet takdiri ölçüsüyle emekleri değerlendirmek; ve komünizma ütopyasını dışarıya doğru şımartıp içeride esir gibi kullandığı işçiye, mutlak bir askerî nizam içinde, patron emekçi muvazenesinin sadece İslâmiyette bulunduğunu göstermektir.

· Mü'min sermayenin işçisi mazlum ve haksızlığa mahkûm olamaz.

· Mü'min işçi ise cemiyet içinde ayrı bir sınıf olmak imtiyaz ve istismariyle nefsine hâkimiyet tanıyamaz, ve her zümreyle beraber hakka mahkûm olduğunu takdir eder.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-SERMAYE VE PATRON

· Büyük Doğu idealinin nakışlandırdığı cemiyette sermaye mü'mindir; yani patron mü'min...

· O halde bu sermaye, (Karl Marx)ın ele aldığı sömürücü, kemirici ve faiz isimli bir nevi yağ bağlama imtiyaziyle gçbek şişirici bir vasıta değil, her ân nefsinden şüphe ve her lâhza kendisini murakabe edici bir kuvvet merkezidir.

· İslâmda esas bakımından kirli bir nesne olan mal ve para, temizliğini helâlde arar ve zekâtta sağlarken -zekât mefhumu temizlenmeden gelir- vasıtalık ettiği emek takdirinde de adalet ölçülerinin en dakik, en rakik, en refik ve en şefik alanını gözleyicidir.

· İslâmın şeriatte "Seninki senin, benimki benim!" hükmü, ferdî mülkiyet hakkını tespit ettiğine, tarikatte "Seninki senin, benimki de senin!" ölçüsü de ahlâk plânında kefâlet belirttiğine, hakikatte ise "ne seninki senin, ne benimki benim; hepsi Allahın!" düsturu her şeyi kökünden hall-ü fasl eylediğine göre, bu çerçeve içindeki sermaye, patron, kâr ve mülkiyet hakkına, topyekûn bütün sistemler ve emekçiler kurban olsun...

· İslâmda, sermayenin urlaşma (hipertirofidehhâme) arzederek vücudu kemirmeye başlamasını, zekâta tâbi kıymetlerini (kâr, serbest ana para, mal dahil) her sene kırkta birini (yüzde iki buçuk) muhtaçlara ayırmak ve budamak suretiyle önleyici, durgun ve hareketsiz sermayeyi çeke çeke eritici, buna rağmen iş ve para hareketi sayesinde yükselen kâr ve mülkiyeti makbul sayıcı ilâhî sistem, "içtimaî adalet" diye bangır bangır bağıranların, gök dururken yerde aradıkları güneştir.

· Bizde patron, ister devlet, ister şirket, ister fert, emekçiyi, babasına hizmet borcunda evlât kabul eder; ve evlâda mahsus sımsıkı disiplin içinde, yine evlâda mahsus bütün koruma şartlariyle destekler. Bu destekleyiş o kada ileri ve hiçbir yerde görülmemiş soyundandır ki, emekçi, miras hakkı müstesna, hak ve ihtiyaç derecesine göre zorlama hakkına malik bulunmaksızın patronunun olanca imkânını tasarrufu altında tutar.

· Patronu, işçi hakları mevzuunda zorlama selâhiyeti işçi ve emekçide değil, idarî ve içtimaî murakabe mihrakındadır.

· Tavuk ve yumurta gibi, patron olmayınca işçi, işçi olmayınca da patron olamayacağı hakikati önünde, patrona düşen, işçi sayesinde vücut hikmetine kavuştuğunu; işçiye düşen ise, çalınmış bile olsa kendi hakkına ve gücüne tecelli zemini açanın patron olduğunu bilmek ve onun iyisine bağlanmaktır.

· Serbest sermaye veya mamul eşyası 10 milyon ve kârı 1 milyondan ibaret, 100 işçi çalıştıran bir patron, para ve malından 250 bin, kârından da 25 bin lirasını, zekât olark dağıtacağına göre, işçilerine her yıl, açıktan, hepsi birden zekâta müstehak farziyle, 2750şer lira verecek ve bu kat'î müeyyide üzerine dayalı binbir ahlâkî fedakârlık şekli icad edecektir.

· Büyük Doğu idealinin nakışlandırdığı cemiyette patronla işçiyi kaynaştıracak en büyük ruhî ve ahlâkî müeyyide, hizmetçileriyle aynı sofrada yemek yiyen Kâinatın Efendisi; ve ata, kölesiyle nöbetleşe binen Hazret-i Ömer'den süzülen mânadır.



BAŞYÜCELİK EMİRLERİ-FABRİKA

· Büyük Doğu idealinde minarelerle fabrika bacaları, tek ve çift hesabiyle aynı dizide ve yanyanadır.

· Türkiye de 10 veya 1000 veya 10000 veya 100 bin câmi ve mescit ve bir o kadar da minare varsa, aynı miktar ve mikyasta fabrika bacası yükseltilmesi, câmi ve minarelerin başlıca ihtarıdır. Öyle ki, her minare bir fabrika bacasiyle nişanlı...

· Büyük Doğu idealince eşya ve tabiatı teshir gayesinin remzi olan fabrika, hiçbir cihaz, âlet, yedek parça, akaryakıt ve muharrik unsurunu dışarın getirtemez. Bu imkânın doğacağı ve bir "devr-i daim" nizamına gireceği güne kadar da hiçbir makineleşme ve sınaî istihsale gerçek göziyle bakılamaz.

· Makineyi yapacak makineyi yapabilme ehliyeti meydana gelinceye kadar, idealimiz madde hünerine malik ellerde esir bilinecek; ve o zâlim madde boyunduruğundan kurtulmak için, müspet bilgi fedâileri, gerekirse gece uykularını 1 saate indirecek ve millet kepekle toprağı karıştırıp yiyecektir.

· Makineyi yapacak makineyi yapabilme ehliyeti başlar başlamaz da, eser ne kadar iptidaî olrsa olsun, baş tâcı edilecek ve meselâ yabancı bir elçiliğin davetine, yerli yapı külüstür bir otomobille giden Başbakan, herhangi lüks bir Avrupa veya Amerike arabasiyle gitmekten çok üstün bir tesire ve ona göre kelâm hakkına sahip olacağını bilecektir.

· Batı adamının, cihazını, âletini, parça parça her şeyini dışarıdan getirdikten sonra plânını, mühendisini, baş ustalarını, hattâ birçok dalda hammaddesini ve muharrik kuvvetini bile Batıddan devşirip, çocukların resimli takozları gibi burada düzene sokturduğu, ismine "montaj sanayi" denilen, bir de utanmadan firmasına "Türk" sıfatı eklenen fabrika soyu, Büyük Doğu ideolocyası gözünde (teknoloji) ******liğinin en sefil ve rezil şeklidir.

· Büyük Doğu ideolocyasının vatanında fabrikaya hâkimiyet, mühendisinden işçisine kadar, Anadolu köylüsünün ker*** yoğurur ve tezek kuruturken gösterdiği beceriklilik ve dış yardıma ihtiyaçsızlık nisbetinde olacaktır. Öküzünün kurutulmuş derisinden yaptığı kaytaniyle esterinin hamudunu tamir eden köylüdeki iptidaî iş hâkimiyeti, bütün vatanı kaplayacak fabrikalarda, alâkalılarca, ayniyle âli plânda tecelli etmek borcundadır.

· Ziraî ve sınaî temellerin karşılıklı ve kâmil âhengi içinde yükselecek olan fabrika, vatan müdafaasından topyekûn beşerî saha bırakmayacak ve bir zamanların İngiliz sanayii eşyası üzerindeki (Made in England-İngilterede yapılmıştır) kaydı yerine ve aynı iftihar uslûbiyle "Türk malı" damgasını taşıyacaktır.

· Büyük Doğu ideolocyası, minarelerden yükselen ezanlarla Batı ruh ve kültürünü yenmek dâvasını güderken, fabrika bacalarından yükselen duman kıvrımlarının göklerdeki nakşiyle de maddeye hâkimiyet hünerini Batıdan koparıp almak gayesini temsil eder.



VESAİRE

· ZEVK İDRAKİ: Pratikte Büyük Doğu dâvasını kalen kalem göstermeye ne imkân ne de lüzûm vardır. Her şey, bu dâvanın ruh tohumunu ele alıp her sahada ağacını şekillendirmek ve yetiştirmekten ibarettir. Esas etrafında dal dal şekillendirme işi, izahtan müstağni bir zevk idraki işidir.

· EMİR (YAP!)-YASAK (YAPMA!) Pratikte Büyük Doğu dâvası emirler ve yasklar, yeniden ruh ve şekil verileceklerle, kökünden kazınacaklar halinde iki bölümlü...

· YASAKLAR: Asıl dâvamız müspet olarak yapılması gerekenler, yani emir manzumesine girenler olduğuna göre, yasakları pratikte ve içtimaî tatbikat sahasında kısaca şöyle hülâsa edebiliriz; bütün ölçülerimizin temel dayanağı olan ana kıstasa aykırı her şey... Evvelâ sonu "hane" ekiyle bitenler: Umumhane, meyhane, kumarhane, bazı hayllariyle kahvehane, her türlü tembelhane, rezalethane vesaire...

· CÂMİ VE MESCİD: Yapılacakların başında, 1000 küsur yıldır ruh ve şekli bulandırılmış olan câmi ve mescidi aslî haline getirmek vardır. "Câmilerinizi sâde ve şehirlerinizi zinetli bina ediniz!" meâlindeki Peygamber emri, evet 1000 küsur yıldır tatbikçisini bulamamış ve aksine şehirleri sefil ve mâbedleri şahane bina etmek mânasına alınmış olarak, hakikatine Büyük Doğu ideolocyasında kavuşacak; ve dünyamız, muazzam ve muhteşem şehirlerin her tarafında, son derece sade, basit, mücerret çizgili, fakat o nisbette heybetli, vekarlı ve mânalı mâbedlerle donanacaktır. Câmiden gaye, şekil değil, ruhtur, ve orası, maddesiyle seyredilip hayran kalınmanın değil, içinde ve mücerret bir dünyada erimenin yeridir. Bu zamanadek dikkat edilemeyen bu mânayı Büyük Doğu dâvası maddeye nakşedecek ve doktorkların yaralara bestıkları bezler kadar temiz, içinde hiçbir lâübalî harekete müsaade edilemez ve her ân teftiş ve murakabe altında câmiin, yani gerçek İslâm mabedinin ne demek olduğunu gösterecektir.

· BANKA: Ölçü dışı bütün kötü ve menfî taraflarından arınmış, kazanç şeklini temel ölçüye uydurmuş ve yalnız temel iktisadî nâzım ve sermaye kuvvetlendiricisi roliyle makbul...

· SPOR: Hiçbir kumara âlet edimeksizin, sadecehâkim ruhun uygun bedenine yardımcı olarak ve asla kendi başına azizleştirilmeyerek ve ruhu karartmasına imkân verilmeyerek caiz ve lâzım...

· SİNEMA VE TİYATRO: Dâvaya tam tatbik edilmiş olarak en şerefli iki telkin kürsüsü...

· MÛSİKÎ: Kötülük ve süflîliğe âlet edebilecek her tatbik şekliyle (meyhane ve oyun musikîsi) yasak, iyilik ve ulviliğe vesile her şekliyle de (sâf sanat ve ilâhî tefekkür) benimsenecek ve müessirleştirilecek güzel sanatlar kolu...

· ÂBİDE: Heykele mukabil, millî kıymetler, hatıralar ve ölçülerin, harikulâde mimarî ifadeleri ve mücerred çizgileri içinde belirtici tarz...

· MİLLî KÜTÜPHANE: Maarif cihazı emrinde, şehirlerde kubbeleşen ve köylerde tek odaya kadar inen, üçsüz bucaksız kitap harmanı...

· PARTİ, BİRLİK, DERNEK, KULÜP, SENDİKA: Ancak, nizamın zedelenmesi, fikrin gürültüye gitmesi ve hakların çalınması ihtimalini yaşatan rejimlerde, bellibaşlı sınıf ve zümrelerin, dâvalarını veya cemiyete karşı haklarını savunmaları için kabul edlen bu zaaf ve menfîlik müesseselerinden hiçbirine yer yok, sadece onların devlet hamle ve teşebbüslerini tamamlayıcı hayır ve müsbet teşekküllerine izin vardır.

· KILIK VE KIYAFET: Büyük Doğu ideali, daima bir evde baba sıkıyönetimi tavriyle milletinin kılık ve kıyafetine kadar müdahalecidir; ve başta kadın kılığı bulunmak üzere, ahlâk, edep, zarafet ve şahsiyeti esas tutar.

· ZABITA: Son derece şefkali, terbiyeli, halk emrinde fakat en küçük bir zorbalık ve külhanbeylik edasına kadar bütün kalabalıkları takip edecek ve (estetik-bediî) bakımından bile suçlandıracak derecede dikkatli, bilgili, kudretli bir zabıta...

· Büyük Doğu idealinin hüküm sürdüğü diyarda Batılı elçi, memleketine şu yolda bir rapor yazacaktır; "Görülmemiş bir nizam, disiplin, iş ve fikir birliği hendesesi içinde, bizim medeniyetimize bağlı bir aydının ancak cehennem hayatı kabul edebileceği bir yaşayış şekli..."

· Büyük Doğu idealinin pratikteki şekilleriyle dünyası, bir sefa çerçevesi değil, ilâhî aşk ve gaye uğrunda bir cefa çevresidir.

NOT:

Bütün ideolocya örgüsü ve Başyücelik emirleri, başta Türkiye bulunmak üzere hiçbir memleketin temel nizamlarını kendi ruhundaki nizamla değiştirmek ve bunun propagandasını yapmak gibi ameliye plânında bir maksat gütmez; sadece, yine başta Türkiye bulunmak üzere topyekûn insanlığa, içinde bulunduğu halin tahlili ve tenkidi zaviyesinden, muhtaç bulunduğu nizamı, sâf fakir, tasavvur ve nazariye plânında ve hiçbir kanunun suç biçmediği şekilde göstermekle kalır.

İdeolocya Örgüsünün, bu âna kadar görülenlerle, bundan sonra görülecek kısımlarına bu ölçüyle bakmak lâzımdır.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
TEMEL PRENSİBLER

RUHÇULUK

Ruhçuluk, eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahade ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlamak anlayışıdır.

Ruhçu odur ki, beş hasse kadrosu içindeki ham ve kaba madde âlemini, o kadronun dışında ve üstünde, gıyabında ve mâverasında, üstün bir sebep kutbuna iliştirerek mânalandırır.

Hakir bir gözyaşı damlası, herhangi bir dış tesir yüzünden herhangi bir guddenin maddî tagayyürüne mi işarettir; yoksa aynı maddî tekevvün zincirinin başında, maddeye hâkim, fakat madde çerçevesinde gâip, üstün ve manevî bir kuvvete mi delâlet? Sualin ikinci şıkkına «evet!» diyen ruhçudur.

Ruhçunun usulü (enfüsî – sübjektif) ve onunla berbaer muğdil ve girift, maddecinin usulü de (âfâkî – objektif) ve onunla beraber basit ve düpedüzdür? Öyle ki, ruhçu, kâinatı topyekün ebediyet yolcusu insanın mihrakında toplarken, maddeci, kâinatı topyekûn fenâya mahkûm maddenin mihraksızlığında dağıtır.

Maddenin uzviyet üzerine doğrudan doğruya tesirinden doğma hayvanî ve nebatî ihsasların üstünde bütün haz ve elem manzumesiyle beraber, vatan, millet, aile, aşk, merhamet, namus, kahramanlık gibi mefhumlar, baştanbaşa ruhçuluk kadrosunun mallarıdır.

Ruhçuluğun ufuk çizgisi Allahçılıktır; her Allahçı, kendi kendisine ve en mükemmel ruhçudur; fakat her ruhçu mutlaka Allahçı değil… Ama Allaha erişemeyen ruhçu, bir zaviye teşkil eden iki hattın çapraz gidişini kabul ettikten sonra, birleşme noktasını inkâr eden tezatlı insana benzer ve hiçbir kıymet belirtmez.

Sebepleri ve neticeleri üzerinde sonsuz tekerlemelere düşmeden billûrlaştıralım ki, biz, ruhu ve ruhçuluğu, hava tabakasının yeryüzüne mıhlı olması gibi, bütün kemmiyet ve keyfiyet plânlariyle insanın tahayyüz sahasına perçinli görüyoruz. Onun olmadığı yerde bizce, bütün kemmiyet ve keyfiyet plânlariyle insan ve insan hayatı nâmevcuttur.

Madde ilimlerinin, büyük ruh muvazenelerini altüst edecek ve kurucusunun elinden kaçıp kurtulacak kadar murakebesiz terakkisini çerçeveleyen asrımızda, (robot)laşmış insanoğlunu yeniden avlama ve maddeyi yeniden sindirme kudretinde bir imanın fışkırmaması yüzünden, dünya, en derin buhranını çekti ve nihayet bu buhranın fiil halinde kıymetini yaşadı ve hâlâ onu yaşamakta…

Bugün, gelenin, önde getirdiği ulviyetten ziyade, gidenin arkada bıraktığı süfliyet manzarasından anlıyoruz ki, bize eski ruh muvazenemizi, eski aşk huzurumuzu getirecek olan büyük imân manzumesini bilmesek ve tanımasak da, ona ihtiyacımız mutlaktır; ve bu seziş, devrimizde tam bir bedahat şerefine ulaşmıştır.

Dinin ruhunu yıkmak üzere kurulan komünizmanın sabık mekânında ardına kadar açılan kilise kapıları; en bâtıl politika uğrunda bile olsa bütün verimini ruhçuluğundan alan nazizmanın insan ve makineye tahakküm hamleleri; ve ruhçuluğun en hür barınağı demokrasya âleminin dilinden düşmeyen «Allah» âvâzeleri şahittir ki, medenî insanlık dünyası, yeniden ruhunu ve yeni ruhçuluğunu arama yolundadır.

BÜYÜK DOĞU’nun, bütün bir vatan kurtarıcılığı çapında gördüğü ruhçuluk, ilmî ve felsefî delâleti içinde, ferdî ve içtimaî bütün mukaddesler zeminini kucakladıktan sonra, bu zeminin ufuk çizgisine de muhtaç olanıdır; yâni Allahtan gelen, Allaha giden ve arada, yeni insan ve cemiyeti bütün mukaddesleriyle ihtiva eden ruhçuluk… Ve bizim elimizde ruhçuluk, Allaha, hem de Peygamberinin mutlak yolundan bağlı olmanın bir neticesidir. Gerçek mânasiyle mü’minlerin, eşya ve hâdiselere bakışındaki mizaç ve uslûp ölçüsü… Bütün cemad, nebat, hayvan ve insan kadrolariyle kâinatın, ezelî ve ebedî, kendi kendini aşma cehdi içinde derin bir mâvera humması çekmesi ve bütün iş ve hamle merkezlerini bu nokta etrafında ayarlaması mefkuresi… İşte ruhçuluk…



KEYFİYETÇİLİK

Ruhçuluk, ahlâkçılık, milliyetçilik, cemiyetçilik, nizamcılık, müdahalecilik, sermaye ve mülkiyette tedbircilik diye isimlendirdiğimiz dokuz ölçüden her biri, her birine bağlı olduğu gibi, keyfiyetçiliğimiz de, ölçülerimizden teker teker hepsine ve hususiyle şahsiyetçiliğimize ilişik…

Şahsiyetçiliğimiz, nasıl insanlar arasında ibdâ çilesi çeken sınıfı imtiyazlandırma dâvasından ibaretse, keyfiyetçiliğimiz de, insanî verim çerçevelerini, üstün bir kıymet hükmüne bağlama işi…

Keyfiyetçilik; bütün insanî verim şubelerinde, (çok)tan ziyade (tek)in kanunları üzerinde derinleşmek; her iş vâhidini, onu saran mücerret oluş cevherine gore değerlendirmek dâvası…

Nabzında, maddî ve manevî her verimin ana cevherine nüfuz etmek kaygısı çarpan keyfiyetçilik, her şeyin, sâf, halis, gerçek ve daimî cephesini arar; ve sâflık, halislik, hakikîlik ve daimîlik çizgilerinin kurduğu dört köşe çerçevedir ki, kevyfiyetin tecelli plânını bulur.

Keyfiyetçiliğin baş usulü, herşeyde ana cevhere nüfuz etmek gayesi bakımından, nâmütenahî bir tecrittir; tecritlerin en soylusundan fışkırıp teşhislerin en ihtişamlısında billûrlaşan bir ruh; ve bu ruhun, en derin mücerretle en katı müşahhası evlendirdiği zemin üzerinde, bütün eşya ve hâdiseleriyle dünya…

Keyfiyetçiliğimizde herşey, insan ve cemiyet için olduğu kadar, kendisi, kendi sâf cevheri içindir; ve bu iki aidiyet kutbundan hiçbiri, karşılığının zararına inkişaf etmez.

Keyfiyet, zamanın, kemmiyet de mekânın ressamı olduğuna göre, ruh ve maddeyi birbiri içinde erginleştiren keyfiyetçiliğimizin, ruh ve madde kutupları arasında attığı büyük âhenk köprüsü, sâf şiir, sâf ilim, sâf fikir ve her şeyde sâf ve hakikiyi gösteren bayraklarla donatılmıştır.

Arap atı, İngiliz kumaşı, İsviçre saati, Alman piyanosu, Acem halısı kendi âleminde neyse; nefasette Türk tütünü, kıymette Türk parası, nizamda Türk ordusu, güzellikte Türk kadını, sağlamlıkta Türk erkeği, sistemde Türk idaresi, incelikte Türk politikası, usulde Türk mektebi, gerçeklikte Türk ilmi, derinlikte Türk tefekkürü, sâfiyette Türk sanatı, imanda Türk ruhu ve her şeyde ve her şubede Türk varlığı o olmalıdır. Gaye budur. İşte, ana hedefleriyle, her unsuru tecritlerin en meçhul iklimlerinden avlanıp, teşhislerin en malûm yuvalarına oturtulan keyfiyetçilik dâvamız…

Keyfiyetçiliğimizin birinci derecede düşman tanıdığı görüş ve usûl, (Damping)çilik zihniyeti; ve bir zamanlar komünizma plânında görüldüğü gibi, ruhunu kaybetmiş madde ve kemmiyet cümbüşlerine inanmak dalâletidir.

Bugün Amerika, bütün iş şubeleriyle, keyfiyeti ikinci plâna alan muazzam bir kemmiyet köpürüşü; Avrupa da, kemmiyete mağlûp hazing bir keyfiyet çöküşü…

Keyfiyet olmadan kemmiyet, milyonların sıfıra darbına müsavidir.



ŞAHSİYETÇİLİK

Bütün insanlığı tek sıra üzerinde hizaya getirseler, o sıranın yüksekliği bakımından ulaşacağı en dik had içinde en uzun boylu tek şahsiyetin irtifaıdır.

100 milyonluk bir cemiyetin, 100 milyon köşeli bir yıldız gibi, ruh ve akılda en ileri zirvesi, köşeler içinde en fazla çıkıntılı, en ziyade fırlak olanıdır; yâni tek şahsiyet üzerinde düğümlenmiş bulunanı…

Şu kadar ki, insan ve cemiyet hayatının nâmütenahî çapraşık ve girift oluş sırları içinde ve şahsiyetler arasında, şube şube, bu teki veya tekleri sıhhatle tartacak hiçbir terazi bulunmayacağına göre, dâva, bu teki veya tekleri ele geçirip geçirmemekte değil; bütün bir zümre adına, sıhhatle benimsenmesi pek kolay olan ana gayeyi ele geçirmekte… Gaye yerinde olsun da isterse her zaman ona varmak mümkün olmasın.

İşte, bir cemiyette bütün temsil hakkı; mutlak olarak, fikirde, san’atta, ilimde, fende, siyasette, idarede hülâsa yapıcı ve kurucu insanî verim şubelerinin hepsinde, en uzun çıkıntılı yıldız köşelerinin, dolayısiyle en üstün şahsiyetlerindir.

Dünya fikir tarihi boyunca çile doldurmuş her soylu kafa, bir bedahet kolaylık ve zerafetiyle hemen kestirir ki, cemiyet için belli başlı bir sınıfa istinat etmeyen hiçbir fikir sisteminin mimarî temeli atılamaz. Öyleyse bizim sınıfımız, o cemiyet içinde, bir bahçenin ağaçları gibi, en olgun ve örnekli ruh ve kafa yemişiyle yüklü, üstün şahsiyetler manzumesi…

Her cemiyet hak ve hakikatini tanıdığı sınıfın vücut hikmetini ve imtiyazını bilecektir. Bâtıl ve müflis komünizma, bu hikmet ve imtiyaz adına işçi sınıfının ıstırabını sistemleştirmişti. İmdi, malûm ola ki, bir cemiyette tek mahkûm fert kalmaması için biricik hâkimiyet makamı, Allahın, idrak çilesini doldurmaya ve ona göre hayat çatıları kurmaya memur ettiği üstün kullar manzumesine bağlı; ve biricik hikmet ve imtiyaz, idrak ıstırbaının kahramanlarına ait…

Biz de bir sınıfa bağlıyız. Fakat her sınıfı içine alan bir sınıf… Bu, her zümreyi bütün dertleri ve ıstıraplariyle kucaklayan ve kendi öz nefsinden başka her nefsi düşünen, mücerred bilmek ve anlamak çilesinin yakıp tutuşturduğu, cins yaradılışlar çevresidir. Hak ve hakikatimizi dayadığımız ıstırap da, her acının üstünde, mücerret idrâk ıstırabı…

Gelen her inkılâp, hakkın kendisinde olduğunu iddia edecektir. Bütün tarih boyunca hiç kimse hakka zıd olduğunu söylemiş ve söyleyecek değildir. Hakka mahkûmiyet ise hâkimiyetin tâ kendisi olduğuna gör, bizim şahsiyetçiliğimiz, hakkın en üstün kaza ehliyetini temsil edenleri hâkim kılma dâvasından başka bir şey değildir.

Kudret Sahibinin, ezelî ve ebedî saltanatını inkâra kadar hür yaratmasına rağmen tam ve mutlak irade ve hâkimiyeti altında tuttuğu varlıklar gibi, İlâhî mimarînin, bu ulvî mânaya eş olarak insanî mimarîye tatbikinden ibaret olan ve gerçek imanla sarmaşdolaş bulunan bu yepyeni sistem, şu ânda, muztarip ve muhteliç dünyanın rahmindeki çocuktur; gelmekte ve gelecek olan, yalnız o…

Bütün bâtıl ve müflis sistemler arasında, biricik doğru ve muzaffer, fakat eksik ve zayıf, ve aslî merkezinden mahrum bir tertip olan demokrasya ve liberalizma nizamının gerçek tekevvünü, yarın parlâmentoların, milletler adına kabul ettiği ve binbir tezada boğduğu hâkimiyet mefhumunu, hak adına yepyeni bir şuur ve sisteme sokup kendi içlerinden birer yüceler kurultayı fışkırttığı gün belli olacaktır.

«Büyük Doğu»nun kafasında, bir Mebuslar Meclisi değil, bir «Yüceler Kurultayı» yaşamakta; ve bu «Yüceler Kurultayı»nın kürsüsünde «Hâkimiyet milletindir» levhası yerine «Hâkimiyet hakkındır» düsturu ışıldamaktadır.



AHLÂKÇILIK

«Kimin malını aldımsa, işte malım, gelsin alsın; kimin sırtına vurdumsa, işte sırtım, gelsin vursun!» diyen Allah Sevgilisinin ahlâkı…Buna muhtacız.

Çölde, devesine, kölesiyle nöbetleşe binen Reisler Reisinin ahlâkı…Buna muhtacız.

Sokakta, zina halinde gördüğü bir çift insanın üstüne cübbesini yayıp «Yarabbi, ne yazık; gizlenecek yerleri de yok…» diye fısıldayan Mezhep Kurucusunun ahlâkı… Buna muhtacız.

Söz verdiği yerde günlerce dostunu bekledikten sonra, ona zımnen yalancılık isnat etmemek için günlerce yerinden kıpırdayamayan Velâyet Büyüğünün ahlâkı… Buna muhtacız.

«Bulunca şükrederiz, bulamayınca sabrederiz!» sözüne, «Horasan’ın köpekleri de böyle yapar; bulunca dağıt, bulamayınca şükret!» karşılığını veren Vecd Kahramanının ahlâkı… Buna muhtacız.

Yıllardır, mustarip nefsinin biricik dileği bir içim soğuk suyla bir damla ekşi ayranı ona çok gören büyük Çilekeşin ahlâkı… Buna muhtacız.

Şeyhinin ocağına, tam 40 yıl, cetvel tahtası gibi dümdüz odunlar taşıyarak tam 40 yıl sonra beliren «dağda hiç eğri odun yok mu?» dikkatine, «senin kapından eğrilik geçemez» cevabını bastıran ulvî dervişin ahlâkı… Buna muhtacız.

Ayyaş padişahın gösterdiği camiye bakıp «güzel, güzel amma, yanında bir meyhane eksik!» cinasını yapıştıran muhteşem Hâkimin ahlâkı… Buna muhtacız.

Atının ayağı çamura batınca, üstünü başını bulayan âlime dönerek «bu çamurlu elbiseleri öldüğümüz zaman sandukamıza örtsünler; ulema ayağından sıçrayan çamur şerefimizdir!» tavrını takınan örnek Sultanın âhlakı… Buna muhtacız.

Ahdine hain düşman kralının kesik başını, mızrağının ucunda, «işte verdiği sözü tutmayan başın âkıbeti!» diye gezdiren fâtih Yeniçerinin âhlakı… Buna muhtacız.

Yâni bizim ahlâkımız; kökümüzün, kaynağımızın,beşiğimizin, ocağımızın ahlâkı… Buna muhtacız.

Millî ahlâk mefhumunu, başta din olmak üzere, o milletin bütün iman ve mukaddesat manzumesi içinden süzülüp gelen bir vâkıa telâkki etmenin ahlâkı… Buna muhtacız.

Şu ânda dünya kıymetinin yangınını çerçeveleyen pencere karşısında, ahşap damlar gibi çöken milletlerin püskürttüğü kıvılcım yağmuru içinde, insanoğlunu, yeni bir ruh ve ahlâk inşa etmek cehdiyle şahlanmış görmenin ahlâkı… Buna muhtacız.

Batı dünyasının, kendi içinde ve kendi kendisine karşı, kaybedilmiş bir ruhla bir ahlâkın gûya kurtuluş savaşını yaptığını bilmek; ve bu beşerî savaş dışında artık hiçbir hayata yer kalmadığını anlamak şuurunun ahlâkı… Buna muhtacız.

Ve bu ana-baba gününde, en soylu ahlâkın kaynağından gelen Türk milletinin, hem kendisine, hem de dünyaya ait ruhî ve içtimaî kıymetler kadrosunun dışında kaldığını, cesaret ve samimiyetle tesbit etmenin ahlâkı… Buna muhtacız.

İslâm ahlâkı…Buna muhtacız.

Ahlâk ve ahlâkçılık budur.



MİLLİYETÇİLİK

Her tavus kuşu mutlaka mutlaka bir yumurtadan çıkar; ve tavus yumurtasından her çıkan, mutlaka tavus kuşudur; öyle amma, gaye, tavus yumurtasından çıkmış olmak değil, tavus kuşu olmaktır… İşte milliyetçiliğimizin tek ve kesafetli bir misal içinde mânası!

Tavus kuşu, sebepte değil, neticede tavus kuşudur; bu bakımdan tavus kuşunun şahsiyeti, geriye doğru mânasız ve değersiz yumurta kırıklarında değil, ileriye doğru müstesna bir renk ve çizgi heyetindedir… İşte milliyetçiliğimizin tek ve kesafetli bir misal içinde ruhu!..

İsterse karga veya devekuşu yumurtasından çıkmış olsun, neticede bütün şartlariyle tavus kuşu olabilen her varlık, tavus kuşunun bütün hakkına maliktir… İşte milliyetçiliğimizin tek ve kesafetli bir misal içinde kıymet ölçüsü!…

Demek ki biz, gerçek milliyetçiliği, geriye doğru değil, ileriye doğru, menba istikâmetinde değil, mansap istikâmetinde, tohum üstünde değil, ağaç, üstünde karar kılıcı bir anlayış ve görüşe bağlıyoruz.

Bu demektir ki, biz, tarih plânında fışkırışımıza zemin teşkil eden ırk ve toprak şartlarını geride bırakmış; her türlü ırk ve toprak hakikatine ilgili, fakat her türlü ırk ve toprak yobazlığına düşman, ileri bir görüş ve anlayış içinde milliyetçiyiz.

Amma yumurta olmazsa tavus olmazmış; varsın olmasın, bu zaruret bize hiçbir şey kaybettirmez. Dairenin bulunduğu her yerde mutlaka bir merkez bulunacağı, fakat her merkez bulunan yerde mutlaka bir daire bulunmayacağı gibi tavus, yumurtayı ihata ve ihtiva eder de, yumurta tavusu ihata ve ihtiva edemez.

Bizim milliyetçiliğimiz, belli başlı bir topluluğa ait madde ve kemmiyet hakikatlerinin mâverâsında, sadece ruh ve keyfiyet vâkıalarına bağlı, cevherini posasından süzen ve yalnız cevhere nisbet kabul eden bir telâkkiden ibaret.

Türk, bizim nazarımızda, belli başlı bir inanış, bağlanış, düşünüş, seziş, hatırlayış, duyuş, davranış ve bildiriş hususiyetleri içinde, belli başlı bir iman, mukaddesat, tefekkür, tahassüs, hayal, hatıra, meşrep, eda ve lisan birliğinin ördüğü, tek nüshalı ve şahsiyetli bir ruh nescinden ibarettir; mutlak ve müstakil bir vâhit temsil eden bu ruh nescinin zarfı da Anadoludur.

Ya şu boyuna Türk ruhu, Türk ruhu dediğimiz şey nedir ki?.. Türk ruhu dediğimz şey, iki vâhidin mecmuundan ibarettir: biri, onu kendi dışında olduran, öbürü de bu olan şeyi kendi içinde renklendiren, şekillendiren, seslendiren, kokulandıran, iklimlendiren iki vâhit… Vâhitlerden ilki, Türkün duygu ve düşünce mihrakında pırıldayıcı mutlak ve müstakil iman ışığı, ikincisi de bu ışık etrafında, hususî ve mahallî, bütün bir tahassüs ve tefekkür seciyesidir.

Vâhitlerden ilki, ırk ve kavim seviyesinin üstünde, bütün insanlar çapında ve hâkim; öbürü de yalnız ırk ve kavim kadrosunda ve tâbidir.

Demek ki, zaten aslında ve lûgatta bir kavmin ruhunu dayadığı iman kaynağı mânasına gelen ve son zamanlarda gerçek delâletinden kaydırılıp kavmiyet mânasına kullanılmaya başlayan milliyetçilikten anladığımız, bir zarf işi olmaktan ziyade bir mazruf işi; ve mazruftaki dünya görüşüne, insan, cemiyet ve kâinat telâkkisine bağlı bütün bir tahassüs, tefekkür, eda ve ifade kadrosu işçiliğidir.

Bu ruhî ve kadronun ırkî plânda kendi maddesine karşı sevgisi, ancak belli başlı bir vâhidin doğurduğu böyle bir ruha yataklık etmekten ibaret ve yalnız bu kayd ve şartla sınırlıdır.

İşte bizim milliyetçiliğimiz; İslâma bağlı Türk ruhunun, bu mutlak kadro içinde Türk duygu ve düşünce hususiyetlerinin milliyetçiliği!.. Ve işte cihan ölçüsünde milliyetçilik!..
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
SERMAYE VE MÜLKİYETTE TEDBİRCİLİK

Sermaye ve mülkiyette tedbircilik, 19 uncu Asırla 20 nci Asrın en buhranlı dâvası, dehhâmeleşmiş ferdî sermaye ve mülkiyet illetinin deva meselesi…

Yuvarlandıkça kütlesi büyüyen ve kütlesi büyüdükçe yuvarlanması şiddetlenen kardan bir küre gibi, bütün içtimaî emek ve iş vâhidini, birike birike, adaletsiz ve ölçüsüz, basit bir mekanika zaruretine esir edici başıboş ferdî sermaye sistemi, ne bizim dünya görüşümüzle barışabilir, ne de eşiğinde bulunduğumuz yeni dünyanın şartlariyle…

Sosyalizma ve Komünizma bu yüzden doğdu; Faşizma ve Nazizma da Liberalizma faciasına, bunların bir aksülâmeli halinde, boş yere bir ruh ve cemiyet müeyyidesi aradı.

Şu kadar ki, Müslümanın, hem Hıristiyana, hem Yahudiye, hem de Allahsıza zıt olması, bunların da kendi aralarında biribirine aykırı olmaları gibi, bizim dehhâmeleşmiş ferdî sermayeciliğe düşmanlığımız, bugünkü haliyle kapitalizmaya zıt olduğu kadar, hattâ daha fazla; komünizma ve sosyalizmaya aykırıdır.

Bizim, başıboş, dehhâmeleşmiş ferdî sermaye ve mülkiyette tedbirciliğimiz, bu âna kadar ana hatlarını çizdiğimiz 6 temel ölçünün billûrlaştırdığı dünya görüşü içinde her ferde, her iş sahasında, her mülkiyet hakkını veren, fakat bu mülkiyetlerin başka emek ölçülerini körletecek, onları emeksiz tasarruf edecek, onların bedavadan hisse senetlerini toplayacak surette birikmesine, sistemleşmesine ve teşebbüse geçmelerine mâni olan; böylece büyük bir sanatkâr, bir mütefekkir, bir kâşif, bir asker ve bir hammal ve bir memur arasında, her birinin değişik kazanç ölçüleriyle temsil edecekleri iş vâhitlerini, sadece hikmetsiz bir teraküm hikmetiyle yutmak iktidarına set çeken, yeni dünyanın müjdecisi, kurtarıcı sistemdir.

Bu sistemin tek cümle içinde madde ve ruh mekanizmasını belirtmek için, şehri su baskınına karşı korumak gayesiyle açılmış büyük kanal misali verelim: Şehirde nasıl her santimetre murabbaının çekeceği sudan fazlası bu kanala akacak, orada toplanacak, istenilen istikamete sürülecek, böylece şehir su baskınından kurtarılmış olacaksa; bizim cemiyetimizin ferdî sermaye ve mülkiyet çevrelerinde belli başlı mikyasları taşıran kıymetler de, ellerdeki ölçülü kalıplara göre, kendi kendisine taşacak, cemiyet sarnıcına akacak, orada toplanacak ve devlet emrinde içtimaî sermaye ve mülkiyeti temsil edecektir.

Devlet emrindeki içtimaî sermaye ve mülkiyet, bütün cemiyeti, bütün uzuvlariyle, beşikten mezara kadar kefalet ve sahabet kanatları altında tutacaktır.

Ancak böyle bir nizam altındadır ki, bütün ömrünce hâmızlı hava yutmaya mahkûm bir madde işçisinden, beynine kan terleterek insanlığa hayat inşa eden bir fikir işçisine kadar, az veya çok, her türlü emek vâhidi, bu vâhitlerin itibarî senetlerini, keyfiyet değerleri dışında, sadece kemmiyet imtiyazlariyle köpürten zümrelere karşı, acıklı iflâsından kurtulacaktır.

Bugün yalnız ana prensibini belirtmekle kaldığımız bu sistem kapitalizma ile sosyalizma arasında her birinin eğri taraflarını tasfiye edip doğru taraflarını birleştiren, iktisadî bir mihraktır; kendisi de mihrakların mihrakına bağlıdır.

Hazım cihazı yoliyle gelen ıstıraplarımız, ıstırapların en kabası olsa da, en göze görüneni, yâni en gerçek kabul edileni bulunduğuna göre, bu plânda bir asırdır kurtuluşunu arayan insanlık, komünizma gibi, başıboş kapitalizmadan bir derece daha bâtıl ve üstün hak ve keyfiyet değerlerini dibinden kazıyıcı müflis bir tecrübeden sonra, bu havanın tahakkuk vasatîsini, sadece ferdî sermaye ve mülkiyetin dehhâmesine mâni tedbirler manzumesinde bulacaktır.

Ve hemen belirtlelim ki, yeni sistem, ezelî ve edebî İslâmdan başka hiç bir şey değildir.



CEMİYETÇİLİK

«Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya, hemen ölecekmiş gibi öbür dünyaya çalışınız!» ölçüsü, cemiyetçiliğimizin bütün ruhunu hikmetlendirir; zira ferdin yeryüzü plânında fanî olduğu dünya kendisi, ebedî olduğu dünya da cemiyetidir. Öbür dünya ise, cemiyetiyle beraber ana gayesi…

Ferdin yeryüzü plânında bekasını temsil eden öbür dünyası cemiyet, dindarların hakikî öbür dünya karşısındaki teslimiyetine mütenazır olarak, bütün şahsî nefsaniyet enaniyetlere baş kesdirici üstün hüviyet kutbudur; ve fert, hemen ölecekmiş gibi, her ân bu kutupta bekasına çalışacaktır. Zira mutlak bekaya giden yol, bu nisbî bekadan geçer.

Şu kadar ki, bizim cemiyetçiliğimiz, cemiyetçiliği mutlak mânada ele alışına karşılık, dâvanın hakkı nisbetinde aksi dâvanın da hakkını gözeten bir bütünlük ifade ettiği için, günümüzün liberalizma sistemine aykırı bazı müflis (rejim) tecrübelerinin anladığı mânada ferdi esir ve iptal edici haşin bir mezhep değil, onu bütün buutlariyle tesis ettikten sonra cemiyette ikmal edici en ileri müessisedir; ve dolayısiyle fert, bu müessisede, hiç ölmeyeckmiş gibi kendi kıymet ve menfaatlerine memurdur.

Dâva, hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya ve hemen ölecekmiş gibi öbür dünyaya çalışmanın belirttiği tezat içindeki harikulâde vahdet ve ahengi kavramaktadır. Zira işarte ettiğimiz gibi, öbür dünyaya giden yol, bu dünyadan başlar; ve bu bu dünyadan başlayan yol, öbür dünyaya gider.

İşte, sistem makinemizde, aksi dâvanın bu emniyet musluğuna sahip olduktan sonra, belirtebiliriz ki, mutlak mânada devletçilikle elele, mutlak mânada cemiyetçiliğimiz, mimarîsindeki yumuşaklık ve tatlılık içinde, sertlik ve acılığın en ileri haddidir.

Fert, bu yepyeni sistem içinde, olmak ve oldurmak için hürriyetlerin en yumuşak ve en tatlısına malik olacak; ve cemiyet, yine bu yepyeni sistem içinde, yine olmak ve oldurmak için, hâkimiyetlerin en sert ve en acısına sahip bulunacaktır; ve bu iki zıt kutup arasındaki vahdet ve ahnek sırrı, şahsiyetçiliğimizin çerçevelediği üstün yaratılışlar elinde yemiş verecektir.

Bundan sonra, din, ahlâk, namus, şeref, can, mal, ilim, sanat, fikir, bütün ruh ve madde kıymetleri fertlerin maşrapasiyle cemiyet küpünü dolduran yekpare bir mevcuttur, ve bu mevcudun hakkı, fertleri kendi iradeleri üstünde doğruya, güzele, sonsuza erdirmek için, hakların en azizidir.

Fert, ulvî ve insanî cephesiyle bizim cemiyetimizin hâkimi ve feda edicisi, süflî ve hayvanî cephesiyle de mahkûmu ve feda olunanıdır.

Bizim cemiyetimizin ve cemiyetçiliğimizin kadrosunda, başı boş tek kum tanesi, tek buğday tohumu, tek keçi yavrusu ve tek insanoğlu aramayınız!



NİZAMCILIK

Nizam ve nizamcılık, başlı başına bir oluş değil, her oluşun ayrılık kabul etmez iş ve hareket şartı… Ve bunun büyük şuuru…

Görmek hâdisesinin meydana gelmesi için, nasıl görülecek madde, görecek göz ve ışıktan ibaret, üç ayrı ve mutlak unsura ihtiyaç varsa, biz de bütün hayatı, fikir, insan ve nizamdan ibaret sayıyoruz. Demek ki nizam ve nizamcılık, bizce, kitap okunan bir odada, kitap, okuyucu unsurlarının yanında, ışıktır.

Nizamın bir gaye değil, vasıta, fakat bütün gayelere hâkim kudrette bir vasıta olduğunu tesbit eden aklımız, nizamcılık dâvasını ruhumuza tercüme ettirince,, derin ve girift kâinat nizamı altında, bu dâvayı ince tasavvufî anlayış çevreleyecektir. Öyle ki, yer yüzünde, ne fikirsiz ve hareketsiz tek nizam, ne de nizamsız tek fikir ve hareket kabul edebileceğiz.

Nizam, topyekûn ruhun, topyekûn maddeye işlediği ölçü şiiridir; ve öyle kudretli bir varlıktır ki, her türlü oluş cevherinin bir adım önünde gider, gittiği her yerde oluş gerçekleşir, olduğu zaman her şey var, olmadığı zamanda her şey yok olur. Adeta ruhun mu onu, onun mu ruhu doğurduğu muammalaşır ve nihayet nizam, en mücerret mânasiyle, ruhun iskeleti halinde karşımıza çıkar.

Bizi tabiat düşündürsün: Üstüne taş atılmış durgun bir suyun halkacıkları, bir ağacın yaprakları, dalları, gövdesi ve kökü, havada bir kuş topluluğunun hatları arasındaki nizam, bunlardan her birinin bizzat tecelli aynasıdır; ve bu nizamlar, büyük ve merkezî kâinat nizamındaki vahdetin kol kol şubesi…

Bizim anladığımız ileri ve üstün insan nizamına gelince, bu her türlü ham ve kaba istif ve sürü tertibine zıt, her ferdin bizzat kendi şahsında inandığı şeyle cemiyette inandığı şeyin mevkiini alması ve koruması hâdisesidir. Tıpkı camide, imam arkasındaki topluluğun, kalkar, eğilir, oturur ve yatarken şahıslar ve cemiyet halinde temsil ettiği mükemmel iman ve şuur nizamı…

Yurdumuzu saran bütün cemat, nebat, hayvan, insan ve mefhum kadrosunun, tek ve ana bir plan etrafında, bir arının petek mimarîsine kavuştuğunu görmek ve petekteki nizam çizgileriyle sınırlı hücrelerin, en saf ve hakikî balla taşdığına şahit olmak… İşte gaye ve nizam bir arada…

Bizim, maddî ve manevî bütün varlık unsurlariyle bütün vatanı içine alan nizamcılık dâvamız, o hesap manzumesinden bir ifadedir ki, onda ferdî kayıtlar küçük hesap zümrelerinde, küçük hesap zümreleri tâlî hesaplarda, tâlî hesaplar esasî umumî mizanda, umumî mizan ise alacakla vereceği denkleştirmiş bir muvazene fikrinde sımsıkı bir mutabakat levhasıdır; ve bu mutabakat levhasında tek kuruşluk bir cem hatası, bütün muvazeneyi allak bullak edici amil sayılmaya ve hemen yok edilmeye mahkûmdur.

Nizam ve nizamcılık, kalın hatlarını teker teker çizdiğimiz, bundan sonra da lif lif ayıracağımız ruhun aynasıdır; ona bakmadan ne biz kendimizi görebiliriz, ne de o, bu ruha dönmeden herhangi bir mevcudu kadrolaştırabilir.



MÜDAHALECİLİK

Müdahalecilik, cemiyetimizin her unsuriyle fâni olduğu büyük topluluk mihrakında, cephe cephe bütün ferdî murakabe hakkını, fertleri aşan bir irade ve idare kutbuna bağlamak sistemidir.

Müdahalecilik, cemiyetimizde, ferdin öz nefsi üzerindeki, nebatî, hayvanî ve insanî murakabe hakkını (tırnağın uzama şeklinden, su ve iman ihtiyacına kadar) kendisini kendisinden daha iyi koruyacağına emin bulunduğu bir topluluk cihazına, kendi iradesiyle teslim etmesi; ve o cihazın, bütün cemiyeti fert fert teslim alması keyfiyetidir.

Müdahalecilik, şu bildiğimiz bayat devletçiliği, derinliğine, genişliğine ve yüksekliğine, çok daha zengin mikyasta plânlaştıran bir görüş içinde, çocuğu üstünde babadan, karısı üstünde kocadan, hastası üstünde doktordan, talebesi üstünde hocadan, borçlusu üstünde alacaklıdan ve nihayet fert üstünde, o ferde ait fotoğrafın sahibinden bir derece üstün, ictimaî bir murakabe ehliyetine inanmak, bu ehliyetin makamını ve iş cihazını kurmak ve bu cihazla fert arasında, bir vücûdun uzuvlariyle beyni arasındaki âhenk sırrına ermek dâvasıdır.

Bende iki (ben) var; biri (ben) dediğim zaman işaret ettiğim irade ve hüviyet merkezi, öbürü de bu irade ve hüviyet merkezinin emri altındaki vücût; işte bu ilk (ben), herkeste herkesi idareye memur olarak, ictimaî irade ve hüviyet merkezinin tayin ettiği bir mümessil olacaktır; yâni ben, benim başıboş sahibim olmayacağım, hakikî sahibim olan cemiyetin, kendi üzerime diktiği vekil olacağım ve her vekil gibi asîlin hüküm ve idaresi altında bulunacağım.

Her ferdin, kendi ferdiyeti üzerinde, bölünmez bir bütün fikrinin ayrı ayrı vekâletini temsil etmesindeki mânayı anlayan, başta cemiyetçilik olarak, bütün ölçülerimizle içiçe müdahalecilik ölçümüzün de ruhunu anlar.

Akîdeler –ki öpüştüğü her dâvanın aksi dâvası tarafından kurulmuş pusulara düşmek kaderine mahkûmdur- zıt cephelerini emniyet altına almadıkça kuru ve haşin bir softalık zindanında mahpus kalırlar; bu bakımdan, mutlak ve pazarlıksız müdahaleciliğimiz, insanın bizzat sevdiği şeye ve inandığı gerçeğe esir olması gibi, kendi eliyle kendisine tahakküm edilecek bir sistem halinde billûrlaştırılmak ihtiyacındadır; öyle bir sistem ki, tırnağımız nasıl gömülü olduğu eti acıtmazsa, o da bize, kendimize rağmen dışarıdan gelen bir tırnak gibi batmaz.

Bizim müdahelciliğimiz, Demokrasyanın, fert hürriyetinden doğarak, binbir tezat içinde bunalan ruhunu, en üstün inkılâp plânında, hiç incitmeden, yeni zaman ve mekâna ulaştırmak ve bütün menfi kutuplarından temizlemek hamlesidir.

Bizim müdahaleciliğimiz, iman borcunu, sopa, kasatura ve tokmakla ödenmeğe dâvet etmeyen Allahın şart koştuğu kalbî itikat, yâni gerçek hürriyet şartındaki sırrın dünyaya tatbiki işidir.

Bizim müdahaleciliğimiz, başbuğumuzdan dümen neferimize kadar, cemiyet kadromuzun her uzvunu sımsıkı bağlayıcı, şahsın selâhiyetini yükselttikçe dâvaya esaretini derinleştirici, içinden hiçbir nefsanîlik kokusu sızdırmayıcı o hâkim ölçü ruhudur ki, evindeki taharet bezine kadar müdahale pençesine alacağı fert, eğer bu müdahalede dâva dışı en küçük nefsanîlik ve şahsî ve keyf edası bulursa, şehrin en yüksek noktasına çıkar, oradan, başka bir şahsın nefsanîliği uğrunda incitilen muazzez ferdiyeti adına avaz avaz haykırır ve anayasanın yıkıcısını, anayasanın intikam eline teslim etmek kefaletini bulur.

Anlaşılıyor ki, bizim müdahaleciliğimizde iki mahkûm vardır; biri hayvanî ve nebatî hürriyet; öbürü de ferdî ve nefsanî tasallutların her türlü zalim istibdadı!..

Ve yine bizim müdahaleciliğimizde iki hâkim vardır; biri hakikata esaretten başka birşey olmayan gerçek hürriyet; öbürü de her ferdi aşan ezelî ve ebedî kanunlar karşısında tam ve mutlak teslimiyet…

Bizim müdahaleciliğimiz, başımızı ve ruhumuzu dayadığımız iman kökünün en mahrem lifidir.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
BU HAL

Bu hal, Kanunî Sultan Süleyman’ın hemen arkasından başladı; ve 4 asırdır hiçbir değişiklikle aslını ve mayasını değiştirmeden geldi.

Bu hal, kışırda kabuk bağlayan ve iç vecdini kaybeden sözde imanla, bir türlü iman haline gelmeyen gülünç inanışların bazı kör nefsaniyetlerde belirttiği tarihî yobazlıktır.

Bizde değişiklik adına ne yapılmışsa hep kışırda, deri tabakasının üstünde oldu; ve tarihî ham yobaz, bir an evvelki yobazlığın tam tersine dönmüş ve eskisinin düşmanı diye ortaya çıkmış olarak hep ayni asla ve mayaya sadık kaldı.

Sakın yobazı, bir dâvaya, onun en mahrem çilelerini çektikten sonra kıl ve nokta feda etmeksizin emirlere sımsıkı bağlanan ulvî adam sanmayınız! Yobaz, her sahada, asla anlayamadığı ve iç yüzünü göremediği tecelliler karşısında papağan gibi hep ayni aksülâmelleri gösterip «Nuh» diyen, fakat «Peygamber» demiyen; ve insanda en büyük İlâhî nimet, ruh ve fikri, bekçi sopası, tulumbacı nârası ve «yurya!» çığlığıyle boğmaya kalıkışan, böylece inanışları kör ve havasız nefsaniyetine indiren insan kılıklı insan tersidir.

Yobaz, sadece Allahı bulmak için düşünmeye, ürpermeye ve kıvranmaya memur insanoğlunun en büyük düşmanıdır; ve en sefil hayvanlar arasında bile bir eşi bulunmaz esâtîrî hayvandır.

İslâmlığın en ince kanunlarından biri, bir müslümana küfür isnad edildiği zaman eğer o kimse gerçekten küfürde değilse, küfrün, bir kurşun gibi geriye teperek isnad edicisini bir daha dirilmemecesine öldüreceğidir. Böyleyken, bir zamanların müslümanlık taslayan yobazı, mukaddes ve muazzez Şeriatin gözünde asla suç olmamak şöyle dursun, hattâ teşvik ve rağbet mevzuu olan işlere küfür damgasını vurmakla teferrüd etmişti.

Bir asırdan beri nesil nesil, bir derece daha katılaşa katılaşa gelen yobazlarsa, şimdi aynı hüneri dinsizlik ve Allahsızlık yolunda göstermek istiyor; ve insanoğlunun ebedî varlık ve kurtuluş yolunda istikamet göstermek isteyenleri hemen damgalayıveriyor: «Soysuz, vatansız, mürteci, inkılâp düşmanı!»

Sen, ruh bağırsaklarındaki inkıbazı itfaiye hortumlarının sökemeyeceği ve kafasındaki sertliği şahmerdanların kıramayacağı Yirminci Asır yobazı! Münzevî bir karıncanın bile ayağının kıpırdattığı noktada, bir faaliyet ve hayatiyet merkezi varken, ne olur, o kaskatı kafanı bir lâhza çevir de ne dediğimize, ne yaptığımıza bak ve bir lâhza düşünmeye çalış! Sonra elinden gelirse bize fikirle mukabele et! Fikir, senin gözünde kolera mikroplarının sahası mıdır ki, onu gördüğün her yerde üzerine kireç dökmekten başka çare bulamıyorsun?

Dünün bir türlü ölçü ve insafa gelmez yobazları, kazan kaldırdıkları mevzularda bir izah ve müdafaa tavrı gördükleri zaman şöyle haykırırlardı: «Söyletmen, vurun!»... Ve bir kelime söyletmeden vururlar, kelleleri uçururlardı. Doğruysa doğru, yanlışsa yanlış olarak yine bizzat fikirle tesbit edilmesi gereken fikirden bu derecede korkmak için, insan geçinenlerin, maymunlar ve leş kargaları arasında bile kendilerine bir müttefik bulamamış olmaları lâzım değil midir?

Bugünün yobazları, dünün, hiç olmazsa aslı hak olan bir dâvada hak suretinden geçinen zavallılarına nisbetle, aslı haksızlık olan dâvaların bâtıl suretine mıhlı ve her bakımdan sultanî iman yağmacıları ve fikir kaatilleridir.

Avrupalının kendi içinde çoktanberi tasfiye etmiş bulunduğu bu hal, bizde tâ dibinden ve kökünden kazınmadıkça, bunu kazıyacak cemiyet ve terbiye usullerine erilmedikçe, hiçbir bahsi ele almaya usûl bakımından imkân yoktur. Büyük ve gerçek Türk inkılâbının başı, tarihî yobazlığın tâ kökünden kazınması hadisesine dayanmalıdır.



ASIL DAVA HEP’ÇİLİKTE

Bin ciltlik dâvamızı, bir cilde, bir yaprağa, bir satıra, bir cümleye dökülebileceğimiz gibi, bir heceye de yerleştirebiliriz. O hece şudur: Hep!..

Evet, hep!.. Hep’e bağlanmak, hep’çi olmak... yol budur! Yani yolun ana metodu, bu!..

Hangi dâvanın adamı olursa olsun, hep’çi olmayan hiçbir şeyci değildir.

Biz hep’çiyiz; ve İslâm, gökte tek yıldız ve yerde tek kum tanesi bırakmamak şartiyle her şeyi mihrakında toplayıcı hep’çilik ruhu...

Kuvvet, sadece bu metodu sımsıkı tutmak ve topyekûn eşya ve hâdiselere tatbik etmekten geldiği gibi, zaaf da onu gevşetmekten, kısmaktan, boyuna arazi kaybetmeye ve tâviz vermeye mahkûm kılmaktan doğar.

Nihayet bu hal, İslâmın fezayı kuşatan dairesini daralta daralta, tebeşirle kondurulmuş bir nokta kadar küçültmeyedek varır. Böyle olmamış mıdır?

Hikmetlerine eremediği ölçülerin kabuklarına sımsıkı yapışıp onlar dışında dünyayı kapkara gören, iç ve dışa hâkim, derinliğine ve genişliğine bir âleme yol bulamayan (gûya imana yakın) dar ruhlarla, işi gücü boyuna fedakârlık etmek, safra atmak, buhar koyuvermekten ibaret (mutlaka küfre yakın) tâvizci mizaçların halidir bu...

Bu halin tarihi bizde 4 asırlık... Tanzimata kadar gelen ilk 2 buçuk asırda dar ruhlular, ondan sonraki 1 asırda da tâvizci mizaçlar iş başında... Geriye kalan yıllarda ise imana uzaklık ve küfre yakınlık diye bir meseleye yer bile kalmamıştır.

Halk Partisi şekavet idaresinin İkinci Dünya Savaşı nihayetine tesadüf eden devresinde, Hristiyanlık dünyasından cebir yoliyle gelme sözde hürriyet havası içinde, kömür yüklü bir kamyondan yere düşmüş tek bir parça halinde, İslâma içinden karıncaların bile geçemiyeceği bir muvazaa deliği açıldığını ve yine sözde müslümanların bununla yetindiğini görüyoruz.

Firavun’un ehramına taş taşımaya mahkûm esirlere, kuru ekmekle beraber ayda bir kere hoşaf lûtfedilircesine, efsane çapında bu hasis muvazaa, aradabir Allahın ismini andığı için gafil halka mümin görünen başbakanlar tarafından her fırsatta «teokratik idare» tabiriyle şeriate saldırarak açığa vurulduğu ve gözlere sokulduğu halde kimsede bir anlayış yoktur. Bu halin verdiği sahte teselli bakımından da, cebrî küfürden beter olduğuna dair yine kimsede bir takdir hissi mevcut değil...

Muvazaa ve muvazaacılık, olmanın, olmaya doğru gitmenin değil, olmamanın, olmak istidadını her ân biraz daha baybetmeye yönemenin işidir. Yamalı bohça, çingene bohçası marifeti...

Atla eşek arasında muvazaa oldu mu, meydana katır çıkar. Doğurmayan, eser vermeyen, yalınız yük taşıyan hakîr hayvan... Muvazaacı budur!

Bir hep’çi yıkılacak olursa, çelikten bir putrel gibi bütün gövdesiyle devrilir; fakat vücudunda bir zerrecik bile koparılmasına, bir talaşcık bile yontulmasına tahammül edemez. Ne mesuttur o insan ki, devrilenlerin bile şeref ve haysiyet sahibi olduğu hep’çilik dâvasında, ezelden ebede kadar ayakta duracağını bildiği sisteme bağlanmış ve onun muhasebesini «hep» üzerinden vermeyi borç bilmiştir.

Biz, inanmanın Allah için olduğunu bilenler, fakat neye olursa olsun, mücerret inanmaktaki gücü anlayanlar, bâtıla inananlardan ziyade, hiçbir şeye inanmayanlardan tiksiniriz. Zira bâtıla inandığın halde mücerret inanma cevherini kaybetmeyen delâletteki adam, bir gün aynı cevheri Hakka çevirecek olursa ondan halis bir mü’min doğabilir. Ama hiçbir şeye inanmayan ve boyuna inkâr etmekten başka işi olmayan gübre insandan, çıksa çıksa tezek çıkar. Bu yüzdendir ki, komünist, ilericilik taslayan, kendi öz ruh kökünün haini, başıboş bir devrimbazdan daha az iğrençtir. Zira devrimbazın ne kitabı, ne mezhebi, ne dünya görüşü, ne kafa çilesi vardır. Kısacası, hayvanî nefsi ve nebatî duygularından başka hiçbir şeyi yok...

Demek ki, hep’çi, toptancı, yekûncu olabilmek için, kâinata hâkim kanuna ermek, ona inanmak, bağlanmak ve zerre feda etmemecesine yapışmak lâzım...

İslâm, işte bu kanunlar manzumesinin ismidir ve mücadelesini «hep» üzerinden tanzim borcundadır.

Pratikte ve müşahhasta Büyük Doğu dâvası, her iş şubesiyle, nazariyede ve mücerrette en büyük prensibimiz olan hep’çilik usulüne bağlıdır.



GELİŞ VE GİDİŞİMİZ

Alçalma günlerimizden, hele Tanzimattanberi, hiçbir asrın, hiçbir yılının, hiçbir ayının, hiçbir gününün, hiçbir saatında, Türk milletini gerçekten uyandırma hamleleri görülmedi.

Alçalma günlerimizden, hele Tanzimattanberi Türk milletini, kendi öz kökünden dallarına kadar, devir devir bütün bir nefs muhasebesi ehliyetine ulaştırabilecek hiçbir yetiştirici içtimaî şart doğmadı.

Türk milletine, evvelâ nefsini, sonra dünyasını, ilk defa kâinatını, sonra yine nefsini teşhis ettirici idrâk ve irfan melekesi, inhitat günlerimizden ve hele Tanzimattanberi bir türlü mahyalaştırılamadı.

Türk milletine, dâvaları ve aksi dâvaları hiçbir gün öğretilmedi, gösterilmedi.

Türk milletine, niçin, hâlâ öz eliyle bir dikiş iğnesi yapamadığı ve bir fabrikanın parçalarını yabancı diyarlardan getirip burada kurmakla bir sanayi sahibi olunamayacağı sırrından asla bahsedilmedi.

Gerçek münevver ve dünya meselelerinin çilesini çekmiş en aşağı bir milyon adam yerine, niçin bir düzine insan bile yetiştirilemediği Türk milletinin yüzüne, saffet, samimiyet ve halisiyetle haykırılmadı.

Şu İkinci Dünya Savaşının hangi ruhî, içtimaî, iktisadî, siyasî, müessirlerden doğduğunu izah edebilecek kıratta bir devlet ve siyaset adamı istidadına bile tesadüf olunamadı.

Tam 27 yıllık CHP devresi içinde 29 yaşında kumar, 39 yaşında içki, 49 yaşında ihtikâr, 59 yaşında sahte vatan edebiyatı reçetelerine eş kuvvette hiçbir şey zuhur etmedi.

Şu kadar yıllık şekavet devri, tamamiyle mühmel bir madde plânı içinde Türkün ruh ve ahlâkını sistemle kemiren bir rol oynadı; ve nihayet işleri Allahın âni bir kolayına getirme cilvesiyle, yeni, fakat eski devrin tesirinden dışarıya çıkamamış partilere yol açıldı ve bir şekavet ocağının yıkılmasına rağmen aradaki bu kök alâkası, artık yeni bir zuhurun da talihini karattı.

Demokrat Parti, Halk Partisinin tam zıddı olamamanın vebalini, asıl onun suçlarını kendisine yükleyen fikirsiz bir ihtilâl darbesi yüzünden hayatiyle ödedi ve bu sır da anlaşılamadı.

Nihayet, «bana şifa getirin!» diyen millet «şifanı sen tâyin et!» gibilerden kuru bir hürriyet vaadinden başka bir şey verilemedi; ve ruhî, ahlakî fikrî, harsî, idarî, içtimaî, iktisadî; siyasî plânlarda dumanla boğulmuş bir ülkede her şey güneşin doğuşiyle batışı arasındaki kısa zaman içinde bir «idare-i maslahat» canbazlığına iliştirilip bırakıldı.

Dramımız, son yıllarda, en hâd fışkırışlardan sonra birdenbire felâketli bir müzminlik devresine geçmiş bir hastalık manzarası arzetmeye başladı.

Bu gelişten sonra bu gidişin tek ümit hedefi, Allahtan yeni bir hâd devre yaratmasını dileyerek, onda, tam ölüm ihtimaliyle içiçe tam şifayı aramaktır.



ASIL İNKILÂP

Eski teşhibimiz: Bir asrı aşan bir zamandan beri, türlü sun’î gübreler ve kimyevî yemlerle bir Noel ağacını beslemeye çalışıyoruz. Batılılık dedikleri ağaç... Yemişleri, Noel ağaçlarının dallarındaki takma ve iliştirme eşyadan ibaret... Bu meyveler ağacın Türk milleti olması gereken kökünden doğma ve beslenme değildir.

Dal dal taşıdığı takma ve iliştirme eşya altında bu ağaç tıpkı Noel ağaçlarının bir sarhoşluk gecesi sonundaki kusulmuş haline dönmeye mahkûm...

Nitekim hep böyle oldu ve hep böyle olacak...

Ya bu dallardaki yemişlere yeni bir kök bulacaksınız, yahut ağacın öz kökünü dallarına hâkim kılacaksınız! Hilkat kanunu bu; başka türlü olamaz!

Bizde bir asır üstüne bir çeyrek asırdan beri dallarımızın nimetini dışarıdan taşıyanlar bu sistemsiz ve temelsiz marifetlerine karşılık sistem ve temele dayalı olarak içeriden kökümüzü kurutmaya baktılar. Halbuki dışarıda ne kadar dal nimeti varsa hepsi mde belli başlı bir kökten gelme. Kökü yabancıda ve yemişi bende bir nakli ve iktibas işine inanabilmek için hayvan olmak bile fazla...

Yeni zaman yemişlerini olduracak hamleyi, eğer 4-5 asırdır kendi ağacımızın kökünden geçinerek devşirmedikse bunun sebebini nihayet köksüz yaşamaya razı oluşumuzdaki, ruha nüfuz edememek ve hep sığlarda kalmak sebebiyle birleştirmeli...

Dünün her türlü dal nimetine düşman din hikmetleri dışı ham kaba softası neyse bugünün Noel ağacı simsarı küfür yobazı odur!

Birbuçuk asıra yakın bir süredenberi gelen inkılâpcılarımız anlıyamamışlardır ki, âdi at, ıstıfa süzgecinden geçirile «safkan» derecesine ulaştırılabilir; fakat eşekle evlendirilecek olursa meydana katırdan başkası gelmez.

Tanzimattan beri gelen, medeniyetler arası muvazaacılığımız, işte böyle atla eşeği evlendirmeye kalkışmaktan öteye geçmemiştir. Zira medeniyetler arası mahsup sırlarına ermiş, bir tefekkür sınıfı yetiştirilmemiştir. En büyük millî zaafımız işte bu tefekkür eksikliğindedir.

Cumhuriyet devrinden beri büsbütün kurutulan ve ortaya olanca lûgatçesi birkaç hırıltıdan ibaret, çilesiz, ıstırapsız, meselesiz bir nesil çıkaran ruh ve fikir iklimimiz, eğer dâva bir anda idrak edilip sıhhî imdat ekipleriyle üzerine varılmazsa, bütün rotanın topyekûn kanser illetine tutulmasından daha felâketli olabilir.

Asıl inkılâp, cüce ve yarım oluş devirlerini kapayıp kendimize dönmek ve 4 asırdır kaybettiğimiz kendi kendimiz 21 inci Asrın eşiğinde ve onun icapları önünde yeniden murakabe ve keşfetmek olacaktır.



FELİX CULPA – MES’UT SUÇ

Lâtince bir tabir... Mes’ut hatâ, kutlu suç mânasına...

Bu tabir, Türk tarihinin son safhasını dolduran köksüz ıslah hareketlerinin ve sahte kahramanların iç yüzünü ifşa etmesi bakımından bir şaheser... onda, muhtaç olduğumuz üstün idrakın en büyük ve en incesine yol açan bir anahtar değerini buluyoruz.

Eski Romalı, bu tabiri, dışından mes’ut gibi görünüp de iç yüzü felâketli işler hakkında kullanıyor. Evet, eski Romalı, bir hâdisenin dış yüzünde kalmayıp iç maktâlarına kadar işleyici bir göze malik olmanın bugün Batı dünyası tarafından şiarlaştırılmış akıl harikasına malik bulunuyordu.

Böylece, daldaki meyvenin kökle alâkasını şart koşucu oluş kanununu, yoksa illetli kök üzerindeki, ağaç dalına yapışık iğreti meyveden hiçbir hayır gelmeyeceğini pek güzel belirtiyor bu tâbir...

(Felix Culpa) yı gayet açık bir misale kavuşturmak için, yedek parçası, muharrik kuvveti, hattâ ham maddesi dışarıdan gelen bir fabrika düşünelim: Bu fabrika, kurulduğu memleket hesabına, dış cephesi mübarek bir cinayetten başka bir şey değildir.

Bünyeye uymayan, bünye içinden gelmeyen ve iktisadî, içtimaî, ruhî, siyasî, ana dayanağını bünyede kuramamış olan her ıslah hareketi bir (Felix Culpa) dır.

Tanzimattan bugünedek, devrim, verim, eser, nizam adına ne yapılmışsa, hepsi birer (Felix Culpa)...

Mağrur, fakat hakikatte mahrum (Felix Culpa) larla ezmeye çalıştıkları mahzun, fakat hakikatte her şeye malik şahsiyetimizi müdafa etmek için bu anahtar mefhum en büyük silâhlardan biridir.

«Eser, eser!» diye tepindikleri şeylerin karşısına bu tabirin gözlüğüyle çıkıp bakınız: Sinan’ın eserleri gibi gerçek ve şahsiyetli bir bina mıdır gördüğünüz, yoksa gece-kondular semtine bitişik ve deniz kumundan yapılmış bir gök-delen misâlinde, sahiden gökleri delen ve ağlatan bütün sahte oluşlarımızı seyredebilirsiniz.
 
Üst