halidali
Asistan
- Katılım
- 9 Nis 2007
- Mesajlar
- 487
- Tepkime puanı
- 3
- Puanları
- 0
HÜRRİYET
İnsan hür değildir; hür olan, eşek veya köpek...
Tam frensizlik ve alıkoyucu melekelerden yoksunluk mânâsına hayvanî hürriyet, hayvanda bile sınırlıdır ve ona pisliğini toprakla örttürecek kadar olsun, bir hicap zabıtası telkin edicidir!
İnsanda, aynı insan tarafından biri istiklâline kavuşturulacak ve başına taç konulacak, öbürü de zindana tıkılacak ve ayağına pranga vurulacak iki zıt hüviyet vardır: Ruh ve nefs... Ruh, hürriyeti, hakikate esir olmakta bulur, nefs ise onu her istediğini yapmak mânâsına alır. Nefsin, tanrılık iddiasına kadar isteklerine pâyân yoktur.
İnsan ruhunu, tek kum tanesini açıkta bırakmamış topoğrafyası diyebileceğimiz tasavvuf ölçülerine göre, insanda İlâhî nura perde olarak yaratılan ve büyük marifete ermek için mutlaka yıkılması, eğilmesi, çiğnenmesi gereken nefs, nasıl fert plânında murakabe altına alınması zaruri bir nesne ise, misalimizin cemiyet plânına tatbikinde de, ma’şerî vicdana (toplum vicdanına) fertleri bağlayıcı bir mutlakiyet tanınması telkin edici bir keyfiyettir.
O halde, fert plânında ruha karşı nefs neyse, cemiyet plânında da ma’şeri vicdana karşı fert odur; ve mutlaka hakkı eksiksiz verilmek şartiyle sımsıkı bir disiplin cenderesi içinde kıskıvrak bağlı kalması, cemiyetinin bekası noktasından hilkat kanunu icabıdır.
Hürriyet için hürriyete talip milletler, kendi kendilerinin esiri olmaktan kaçarken, başkalarının esiri olmaya mahkûm...
Hürriyet bir gaye değil, vasıtadır ve gaye bir tarafa bırakılıp vasıta gayeleştirilemez.
Demek ki, Allahın, Kur’anında «dinde ikrah yoktur» fermaniyle doğruladığı ve hakkını bahşettiği hürriyet, hakikate ermek için, canlıların havaya muhtaç olması gibi, vicdanlara vasıta kıymetinden ibarettir ve hakikate erilince, hürriyetin en büyük tecellisi, hakka esaretten başka bir şey değildir.
Hürriyetin tecelli ettiği her yerde hak bulunamada, hakkın tecelli ettiği hiçbir yerde hürriyet müdafaa dilemez.
Hürriyetin –hak için- olmadığı yerdeki felâket, hürriyetin –sırf kendisi için- olduğu yerdeki felâketten büyük değildir. Yani zulme esaretle nefse esaret aynı belâ...
Her şeyle beraber hürriyetin de hakikati ve aslî kaynağı bizdeyken, tam bir vicdan istiklâli yolundan erilmiş, bir petek bal gibi mânası ve hendesesi içiçe, aslında muhteşem ve muazzam nizamımızı bozmak için bize hürriyet tuzağını kuranlar, hürriyetten anladıklarına zıt olarak başıboşluğumuzu sağlamaya bakmışlar; ve böylece, göğsümüze taktıkları, içyüzü gizli «hürriyet» madalyasiyle ruhumuzu esir etmeyi bilmişlerdir.
UYDURMA DİL FELÂKETİ
KISA HECELER... Aşağıdaki cümleyi, ona hususî bir mâna biçmeden, onda ayrı bir mânâ murad edildiğini hesaba katmadan, sadece Türkçe olarak okuyunuz:
«Ciğerimi delici, yüreğimi yakıcı, kafamı kemirici soru şu ki, gericiliğe mi, ilericiliği mi, ne tarafa döneceğini bilemeyene, anadilini yitirine, yolunu şaşırana, ya kuzu gibi boyuna budalaca acı acı meleyene, ya da kısa heceli ölü kelimeleri dizi dizi boşuna sıralayana, şu yeni kuşağa ne demeli; acımalı mı, acımamalı mı?”
İçinde 50 kelime ve 162 hece bulunan bu cümlede tek bir uzun yoktur ve böyle bir lisan yeryüzünde mevcut değildir.
Bu hâl, tarihinin ilk çağlarında, henüz hançeresi gelişmemiş bir millete işarettir.
Tek HECELER... Dilimiz umumiyetle tek, hiç değilse az heceli kelimelerden örülü:
Al, kal, çal, dal, ol, sol, dol, yol, ser, ver, ger, yer, yan, ban, kan, san, at, kat, tat, çat, kap, sap, tap, yap, say, yay, kay, cay, sil, bil, ek, çek, şiş, piş, ye, de, filân, falan, sayısıza kadar giden bir dizi...
Askerî kumanda sesine benzeyen ve sonlarına birer «mak» veya «mek» edatı eklenince ancak iki heceli masdarlığa çıkabilen «emr-i hâzır»lardan ibaret bu tek veya az heceli kelimeler kalabalığı içinde yabancı dillerden devşirilmiş dolgun heceler de Türk hançeresine uymadığı için bölünmüştür:
Psomi (rumca ekmek) – İpsomi...
Fikr – Fikir... Spor – Sipor... Film – Film... Nefs – Nefis... Remz – Remiz...
Vesaire...
Başka dillerde tek hecede 4 – 5 sese kadar çıkabilen (rast, drops) dolgun heceler Türkçede 2 –3 sesi aşamaz ve ancak kültürlü insanların hançeresinde yer bulabilir.
Bir dilde uzun, dolgun ve çok heceli kelimeler, tefekküriyet ve medeniyet işaretidir.
Türk milletinin, ruhunu dayayacağı üstün bir medeniyet mihrakı buluncaya kadar sürdüğü hayat içinde dili, kısa heceler bahsinde olduğu gibi, konuşmaya ve dolayısiyle düşünmeye vakti olmayan bir topluluğu ifade eder.
MÜCERRET MEFHUM... Türkçede, kendi öz malı olarak tek bir mücerret mefhum yoktur. Aşağıdaki, hemen her lisanda mevcut mücerret mefhumların Türkçe karşılığını arayınız:
Zaman, mekân, mesafe, zevk, şevk, mevzuu, merkez, mihrak, gaye, mefkûre, din, Allah; ve nâmütenâhîye kadar sayabiliriz. Mücerret mefhumların hattâ basitlerinden ibaret olan bu kelimelerden bir tanesini bile Türkçede bulamazsınız. «Allah» adının hiçbir lisanda eşi bulunmaz hâs ve âlem ismi olması bir tarafa, ilâh mânasına her dilde mevcut kelime bile Türkçede yoktur. «Tanrı» kelimesi «tanyeri» nden gelir ve mücerretlikle alâkasız, putperestlikten kalma bir madde ismi olmaktan ileriye geçemez. «Mevzuu» kelimesine uydurulan «konu» ise «koymak» gibi kaba ve maddî bir fiile dayanır. «Vazetmek» fiili «koymak» değildir ve onun üstünde bir mânayı (nüans – gamıza) belirticidir.
Neticede, sade ve mahdut madde isimlerine mahsus, beşerî tefekkür malzemesinden mahrum bir lisan karşısında kalıyoruz. Hattâ «dil» bile «lisan» kelimesine uymuyor da ağızdaki et parçasından ibaret kalıyor.
(FONETİK) İMLÂ... Seste tecelli eden dil, ayna veya fotoğraf camındaki hayalini yazıda bulduğuna göre, onun yazılış tarzındaki ölçü aynen kendi keyfiyetine dahil bir kıymettir.
Dünyada hiçbir dil yoktur ki, bugünkü Türkçenin yazılış derecesinde (fonetik – seslendirildiği gibi) olsun...
«Fena mı, kolaylık!» mı diyeceksiniz? Evet, kolaylık; fakat ulvî «zor» u ortadan kaldırmakla, insanı süflî bir basite götüren kolaylık!... Hece usulü yerine bugün kaim olan kelime usulünün, yani her kelimeyi kendi müstakil yazılış şekliyle bir resim gibi ezberleme ve ezberletme metodunun, zekâ terbiyesi bakımından üstünlüğü, medenî öğretim düsturları arasına girmiş ve bizim bundan haberimiz olmamıştır. (Fonetik) imlâ jandarma erlerine göredir.
Aslı ve iptîdaî haliyle fakir olan Türkçe, bugünkü yazılış şekliyle de, zihin terbiyesi gücünden yoksun bir fakirliğe düşürülmüştür.
UYDURMA DİL CİNNETİ: Dil, istikrâi, yani kendi iç ve öz kanunlariyle mevcut bir müessisedir ve dışarıdan, bütün bir lisan uydurma şeklinde müdahaleye tahammülü olamaz.
Tıpkı kâinat gibi... Esrarı ve kanunları aranır, bulunur, fakat uydurulamaz. Lisan ile kâinatın hiçbir farkı yoktur. Zira kâinatta ne varsa, karşılığı lisanda mevcut... Dil, kâinatın plânıdır ve kendi dışında başka bir kâinat ile değiştirilemez. Mecnunun her çeşidi görülmüştür ama, böyle bir dâvaya «evet!» diyeni görülmemiştir.
DİLİN PİŞMESİ: Kömür, toprak altında elmas oluncaya kadar binlerce yıl pişiyor. Dildeki kelimeler de öyle... Milletin dilinde yıllarca pişecek ki, kalble dudak arasındaki elmas dizili nâkilli vücuda getirebilirsin... Sonradan da zorla bu nâkille dizilecek her madde, o milletin ruh ve idrak temeline en korkunç bir suikasttır. Böyle bir lisanın adı da, Türkçe değil, uydurukça... Bir milletin öz dili, âlimlerin, aydınların, yabancı kültürlerle temasta olanların lisanı değil, hattâ okur – yazar olmayanların, bakkalın, çakkalın, hamalın, işçinin, dadının, babaannenin, köylünün, neferin dili... Bunların bilmediği hiçbir kelime Türkçe olamaz; ve topyekûn bir tasfiye hareketi belirtmesi bakımından tedrici bir ıstıfa ile bir tutulamaz. Böyle bir hareket, olsa olsa, bir milletin ruh nakışlarını silmek ve onu mânada cascavlak hale getirmek olur. Sadece ihanet...
ABESLER SERİSİNDEN: Türkçede meselâ «sebep», «mevzuu» gibi Türkçeleşmiş, fakat asılları arapça kelimelere karşılık, icat edilen «neden», «konu» tabirleri, vahşet hissi verecek kadar iptidâî ve sathîdir.
Evvelâ «neden?» bir sualdir ve isim yerine kaim olamaz. Her dilde onun yeri ayrı, «sebeb» in yeri ayrı...
Meselâ:
Neden bu sebebi ileri sürüyorsunuz?
Derken:
Neden bu nedeni?..
Diye mi söze başlıyacağız?.. «Mevzuu» ise vazetmekten geldiği için Türkçeye tercümesi zâhirî tesiri altında kalınarak başka bir mefhum bulamamak zoru altında o güzelim mefhum, en kaba bir müşahhasa düşürülmüş be bayağı işlerde kullanılan «koymak» masdarına bağlanmıştır. Halbuki «mevzuu», çuvala kömür konurcasına maddî bir «koyuş» fiiline yakıştırılamaz ve lisanımızda mücerret mefhum sıkıntısına gösteren, zoraki ve daima Arapçanın tesiri altında, güya ona zıt boş çabaları gösterir.
NİSPET EKLERİ: Bilimsel, fiziksel, tarımsal, siyasal, ulusal, Anayasal gibi, nispet edatı yerine (sel), (Sal), (el) ve (al) getirilerek Türkçeye mal edilmeye çalışılan tabirler, güvercinler arasında eşek arıları kadar vahşi ve yabancıdır; ve ne Türkçe, ne de halkın hançere dehâsiyle alâkalıdır. Doğal, koşul, amaç, kıvanç, uygar, özgür, soyut, somut, ilke, belge, evren, tören vesaire vesaire gibi aslî madde olmak iddiasında kelimeler de, bize Moskof işgal kuvvetleri gibi görünecek ve aşıları asla takma kalbten ileriye gidemeyecektir. 40 yıllık (bay) ile (bayan) ın, (bey) ve (hanım) tabirleri önünde uğradığı hezimet malûm...
Kat’î ve mutlak bir kaidedir ki, bir dile, aslî madde halinde kelime aşılamak, insanların beynini değiştirmeye kalkışmak gibi bir abestir.
ARAP İŞGALİ YERİNE GÂVUR İŞGALİ... «Enflâsyonist ekonomi, emisyon ve devalüasyon skandalleri, anarşik realiteler, kaliteli ve kalifiye eleman azlığı, entellektüel kıtlığı, koalisyon zoru, nasyonalist klik ve partilerin politik espri ve plândan mahrumluğu, her alanda potansiyel düşüklüğü, rasyonel enerji ve lâboratuar idesine uzaklık, mistik ve sembolik illüzyonlar, atmosferimizin bazları olmuştur.» Şu 43 kelimelik cümleden, 6 adet «ve» yi, 28 adet de yabancı kelimeyi çıkaracak olursanız, Türkçeye ne kaldığını dehşetle görürsünüz!
Aslî bünyesini berhava ettikten sonra üzerine bu kadar yabancı kelime üşüşmesine ses çıkarmayan bir dil, ilmî bir kat2iyetle mevcut değil demektir.
Besbellidir ki, atılmak istenen şey dil değil, Türkün ruh cevheridir.
Ruhumuzun ırzına geçtiği sanılan Arapçaya karşılık, ruh ismet ve iffetimiz gâvurcaya takdim ve teslim edilmiştir.
DÖNME AĞZI... Dilimize dönme ağzı hâkim olmaya başlamıştır. Bu ağzın ilk tecellilerinden biri, şart edatı olan «ya» kelimesine eklediği, «dahi», da... Ya da... Türk şivesinde böyle bir ağız yoktur. Bizde şart edatı «ya» iki kere kullanılarak kendisini belirtir:
Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin!
Veya:
Ya kurtarıcını bulursun, yahut gümler, şapa oturursun!
Fransızcada olduğu gibi, her dilde de böyle...
İslâm düşmanı bir «eleştirmeci» den kalma ve daha nice Yahudi, Ermeni, Rum şivesine kadar yanaşma bu dil, dikkat edilecek olursa Moskova’nın milletleri çürütme plânından hususî bir madde olarak solcu ağızların edasıdır.
Bu minicik sivilce noktasını küçümsemeyiniz! O, kanser işaretinden başka bir şey değil... İşaret küçük ama delâleti büyük...
Onların ağziyle hüküm:
Ya dil niteliğimizi sınırlarımız gibi koruyacağız, ya da...
Şimdi kendi ağzımızla:
Yahut, sınırlarımızı bile tehlikeye sokacak bir ruh kaybı içinde, sessiz sedasız, çürüyüp gideceğiz!
TEŞHİS VE ÇARE... Tek ve kısa heceli kelimelerden örülü... Dar, basık ve ancak gözle görülür maddî hüdiseleri anlatmaya muktedir... İçinde hiçbir mücerret yok... Nihayet, uydurma kelimelerin sıvası altında fakirliği büsbütün aşikâr... Dönme ve tatlısu frenklerinin sefil ağızlarına kadar âlet... Irzını işgal ordularına teslim edercesine ecnebi kelimelere kucak açmış bir dil... Bu dil her şeye rağmen Türkün, içinde duğup öldüğü ruh kalıbıdır ve bütün dâva onu kurtarmanın yolunu bulmakta...
Cedlerimizin İslâmı kabul edip kâinat çapında bir tefekkür ve tahassüs hazinesi yüklendikleri ân, takdir ettiler ki, kumanda seslerinden ibaret tek ve kısa heceli, âhenksiz, sadece yalçın madde plânına bağlı, mücerret mefhumdan yana sıfır derecesinde bir dille ne insan, ne cemiyet, ne de devlet teşkil edilebilir. Artık Türk, madde fâtihliğinden, onunla beraber mâna fâtihliğine geçmiştir, bunun için de maddî kılıcına eş bir mâna kılıcı lâzımdır. Halbuki elinde, mânevî kılıç adına, çelik değil, bir saman parçası bile yoktur? Ne yapsın?
Aynı ruh akrabalığı içindeki büyük dillerden devşirmecilik...
Türk, İslâmiyeti kabul ettikten sonra düşünmeye başlamıştır. Bu, anlayan ve insafı olan için riyazî bir hakikattir. İşte bu Türk, yani İslâmiyeti kabul ettikten sonra gerçek Türk’ü bulan Türk, ilk iş olarak, kaba müşahhaslardan ileriye geçemeyen dilini zenginleştirmek zaruretini idrak etmiştir. Bunun için de, Batılının, Yunanın ve Lâtin kaynaklarına uzanışı gibi, öz kültür kaynağının iki örnek diline el uzatmış ve Türkçenin çarşafı üzerine Arap ve Fars ağaçlarının meyvelerini tek yol kabul etmiştir.
Ecdadımız aynen batı dillerinin eski Yunan ve Lâtin kaynaklarına el atması şeklinde, bağlı bulunduğu İslâm medeniyetinden âlet ve unsur sağlar ve bu medeniyetin iki büyük lisanını kaynak edinirken o büyük lisanlar içinde öylesine erimiş ve öz şahsiyetini feda etmiştir ki, aldığı unsurları aslî maddeler halinde benimseyip Türk diline uydurmayı, Türk gramer ve hançeresine mal etmeyi ihmal etmiş ve doğrudan doğruya Arapça ve Farsçanın ifade mimarilerine esir olmakta bir mahzur görmemiştir. Şahsiyet şuurundan mahrum bulunmayı gösteren bu hal hataların en büyüğü olmuştur.
Cedlerimiz Arapça ve Farsça gibi iki azametli dille temasa geçince kendilerine hiçbir istiklâl hakkı tanımadılar. Büyük bir selim akılla bu dillerden devşirdikleri kelimeleri, aslî maddeleri, öz hançerelerine ve lisan mimarîlerine (gramer) tatbik etmeyi düşünmediler. Onları kendi mimarîleri içinde kabullendiler ve hattâ bir «münevver» için, Osmanlıcayı değil, Arapça ve Farsça bilmeyi esas saydılar.
Hatâ bundan oldu ve bu hatânın tepkisi, yolların en yanlışı halinde, lisanı topyekûn ana sermayesinden yoksun bırakmaya kadar vardı. Başımızdaki bugünkü kurbağaca, işte bu dil şahsiyetsizliği yüzünden!..
Arap ve Fars kelimelerinin kanımızda eritilmeden bünyemizde pörtükleşmesi üzerine, kapı, asla Türkçe olmayan birtakım uydurmalarla, (Lâtin) kaynaklı kelimelere açılmış ve meydana hiçbir kumaş hususiyet ve kıymeti olmayan bir yamalı bohça çıkmıştır. Üstelik Türk lisan mımarîsine (sarf ve nahiv) uymayan bir Selânikli dönme ağzı... Bu, doğrudan doğruya millî ruhun katledilmesi hâdisesidir; ve artık bu bahiste son söz «sebep» ve «netice» nin tespitinde kalmıştır.
Yapılacak tek şey, dilimize girmiş bütün Arapça ve Farsça kelimeleri benimseyip aslî maddeler halinde kabullenmek, onları kendi «sarf ve nahiv» dünyasından ayırmak, kendi (gramer) ve hançere dehâmıza terketmek, bütün uydurukçaları atmak, Batı dillerinden gelenleri de yalnız teknik plânda olmak şartiyle almak ve aynı muameleye tâbi tutmak, yani Türkçeleştirmek...
ÖLÇÜLER: Cahil dadının, basit köylünün, bakkalın, çakkalın, amelenin, bekçinin, çöpçünün bilmediği dil Türkçe değildir.
Alman dilinin kıvamlanmasında en büyük rolü oynayanlardan (Göte) diyor ki: «Bir millete yapılacak en büyük fenalık, onun diliyle oynamaktır.» Bir milletin diliyle oynamak, onun hayatiyle oynamaktır.
Dillere daima yeni kelime aşıları yapılabilir. Fakat bu aşıların tutması, yahut tutmaması bahsinde zor kullanılamaz. Yeni kelimeler ve iştikaklar halkın kabullenme duygusuna ve hançere dehâsına bırakılır ve bu işi sadece sanatkârlar yapabilir.
İşte, Türk dili evvelâ müşahade altına alınamamış, ecdadımızın ne yapmak isteyip de tam beceremediği incelik noktaları görülememiş, aksine ve sadece İslâm nefretiyle ulvî mefhumların aziz eşyası süprüntülüğe atılmış, bunların yerine frenklerin de güldüğü frenk şapkâlı barbar eşyası yığmak modası alıp yürümüş, bütün idrak melekelerini kavurucu bir ruh yangını mânevî vatanı silip süpürmüş ve neticede bugünkü kısırlaştırıcı, iğdiş edici, her türlü büyük kafa yetiştirmeye engel ve eser vermeye mâni felâket iklimi doğmuştur.
İKTİDARLARIN HİKÂYESİ
Bazı rejimler, kalabalıkları, sırf ruhlarının çengellerinden tutar. Ruh müeyyidesi o kadar sağlam bir dayanaktır ki, halka, midesinden ve maddesinden her fedakârlığı yaptırabilir. İman kutupları saygı gördükçe güç yerindedir. İsterse inanış bâtışa olsun...
Bazı rejimler de, kalabalıkları, sırf midelerinin kancalarından tutar. Gıdasız kalan ruha mukabil halkın kursak ve bağırsak hayatı, ortada ruh diye bir kaygı bırakmaz. Bir nebat ve hayvan hayatıdır, gider. Toprak versin, mideler yutsun da ne olursa olsun...
Birinci soydan rejimler için şu veya bu madde aksaklığı, verimsizliği, sıkıntısı diye bir şey olamaz. Fakat ikinci cinsten rejimlerde en küçük bir darlık oldu mu, her şey tepetaklaktır. İnsanlar birbirine girip boynuz boynuza gelmeye ve çifteler savrulup duvarları yıkmaya başlar.
İşte o zamandır ki, ruh, madde sıkıntısının miskin bahanesi arkasında boy gösterip kendi eksikliğinin ne demek olduğunu ihtar eder.
Şüphesiz ki, kalabalıklar, ruhundan ziyade maddesiyle avlanmaya müsait... Yalnız madde cephesinin kemmiyet hesaplarıdır ki, kalabalıklarca kolayca anlaşılır. Kedilere ve köpeklere kadar şâmil bu bedahet duygusu insanda yaşarken, onun yerine ruhu ve mefkûreci görüşleri yerleştirmek çok zor...
Fakat esas bu zorlukta... Ayakta durabilmek, tahammül ve sabır gösterebilmek, bir iş ve hamle hedefine yöneltici cehdi sağlayabilmek için ruha el atmaktan gayri çare mevcut değildir.
Eski C.H.P. iktidarı, ne birinci, ne de ikinci soydan bir rejim olabilmiş; halkın hem ruh çengellerini sökmüş, hem de mide kancalarını kırmıştır. D.P. iktidarı ise, halkta bir ciğer kanseri haline getirilen bu ruh belâsını olduğu gibi yerinde bırakıp, sadece mideleri ve maddeleri imar yolunda bir şey beklemiştir.
Bu vaziyette bir millet hareketi, ancak halkın ruhuyla beraber maddesini de harap edici bir tutuma karşı fışkırmak icap ederken, böyle olmamış; ve halkın ruhunu olduğu yerde bırakıp maddesini uzun vâdeler ve muvazenesiz hesaplarla süslemeye kalkışan bir idare, sadece iktidar makamında bulunduğu için, on senelik değil, 27 yıllık hıncın tokatını tek başına yemiştir.
Neticede halk, tâ ciğerinden, o türlü sarsılmıştır ki, bizzat midesini ve maddesine ait bütün ihtiyaç iştihalarını kaybetmiş, hayat plânındaki varlık şevkini asgariye indirmiş ve İhtilâl sonrası iktisadi buhrana, açık bir ruh aksülâmeliyle yol açmıştır.
Demek ki, yıllardır, ruhu ve maddesiyle harap edilen halk, İhtilâl sonrasında, bu hâle sadece ruhiyle karşı koymuş; ve Adalet Partisini millet eliyle çizilen çevrenin merkezine meccanen oturtup ondan da önce ruhunun intikamını almasını beklemiştir.
Fakat gelen rejim bu nükteyi anlayamamış ve her şey basit bir madde muhafızlığına döküp bir gün hakkını aramaya kalkacak olan ruhun her şeyi elinden alabileceğini hesaba katmamıştır.
Hulâsa: C.H.P. bu milleti yoktan var ettiği iddiasiyle açıkgöz ve sahtekâr bir madde kurtarıcılığı imtiyazına dayanarak Türkün ruh köküne zıt, bu kökü baltalayıcı ve onu Batı uşaklığına bend edici, her türlü fikir ve dünya görüşünden yoksun öyle bir yol açmıştır ki, bu yol, onu takip eden bütün partiler ve iktidarlar tarafından sadece küçük idare ve tatbikat plânlarında tenkit edilmekten başka karşılık görememiş; ve şu veya bu farklarla, hattâ şimdi onun kendisine yeni bir hüviyet araması ve gençlik aşısına el atması farkına rağmen, tek fârikaları İslâm düşmanlığından ibaret, çeyrek aydın ve cüce politikacıların yolu olmakta devam etmiştir.
İnsan hür değildir; hür olan, eşek veya köpek...
Tam frensizlik ve alıkoyucu melekelerden yoksunluk mânâsına hayvanî hürriyet, hayvanda bile sınırlıdır ve ona pisliğini toprakla örttürecek kadar olsun, bir hicap zabıtası telkin edicidir!
İnsanda, aynı insan tarafından biri istiklâline kavuşturulacak ve başına taç konulacak, öbürü de zindana tıkılacak ve ayağına pranga vurulacak iki zıt hüviyet vardır: Ruh ve nefs... Ruh, hürriyeti, hakikate esir olmakta bulur, nefs ise onu her istediğini yapmak mânâsına alır. Nefsin, tanrılık iddiasına kadar isteklerine pâyân yoktur.
İnsan ruhunu, tek kum tanesini açıkta bırakmamış topoğrafyası diyebileceğimiz tasavvuf ölçülerine göre, insanda İlâhî nura perde olarak yaratılan ve büyük marifete ermek için mutlaka yıkılması, eğilmesi, çiğnenmesi gereken nefs, nasıl fert plânında murakabe altına alınması zaruri bir nesne ise, misalimizin cemiyet plânına tatbikinde de, ma’şerî vicdana (toplum vicdanına) fertleri bağlayıcı bir mutlakiyet tanınması telkin edici bir keyfiyettir.
O halde, fert plânında ruha karşı nefs neyse, cemiyet plânında da ma’şeri vicdana karşı fert odur; ve mutlaka hakkı eksiksiz verilmek şartiyle sımsıkı bir disiplin cenderesi içinde kıskıvrak bağlı kalması, cemiyetinin bekası noktasından hilkat kanunu icabıdır.
Hürriyet için hürriyete talip milletler, kendi kendilerinin esiri olmaktan kaçarken, başkalarının esiri olmaya mahkûm...
Hürriyet bir gaye değil, vasıtadır ve gaye bir tarafa bırakılıp vasıta gayeleştirilemez.
Demek ki, Allahın, Kur’anında «dinde ikrah yoktur» fermaniyle doğruladığı ve hakkını bahşettiği hürriyet, hakikate ermek için, canlıların havaya muhtaç olması gibi, vicdanlara vasıta kıymetinden ibarettir ve hakikate erilince, hürriyetin en büyük tecellisi, hakka esaretten başka bir şey değildir.
Hürriyetin tecelli ettiği her yerde hak bulunamada, hakkın tecelli ettiği hiçbir yerde hürriyet müdafaa dilemez.
Hürriyetin –hak için- olmadığı yerdeki felâket, hürriyetin –sırf kendisi için- olduğu yerdeki felâketten büyük değildir. Yani zulme esaretle nefse esaret aynı belâ...
Her şeyle beraber hürriyetin de hakikati ve aslî kaynağı bizdeyken, tam bir vicdan istiklâli yolundan erilmiş, bir petek bal gibi mânası ve hendesesi içiçe, aslında muhteşem ve muazzam nizamımızı bozmak için bize hürriyet tuzağını kuranlar, hürriyetten anladıklarına zıt olarak başıboşluğumuzu sağlamaya bakmışlar; ve böylece, göğsümüze taktıkları, içyüzü gizli «hürriyet» madalyasiyle ruhumuzu esir etmeyi bilmişlerdir.
UYDURMA DİL FELÂKETİ
KISA HECELER... Aşağıdaki cümleyi, ona hususî bir mâna biçmeden, onda ayrı bir mânâ murad edildiğini hesaba katmadan, sadece Türkçe olarak okuyunuz:
«Ciğerimi delici, yüreğimi yakıcı, kafamı kemirici soru şu ki, gericiliğe mi, ilericiliği mi, ne tarafa döneceğini bilemeyene, anadilini yitirine, yolunu şaşırana, ya kuzu gibi boyuna budalaca acı acı meleyene, ya da kısa heceli ölü kelimeleri dizi dizi boşuna sıralayana, şu yeni kuşağa ne demeli; acımalı mı, acımamalı mı?”
İçinde 50 kelime ve 162 hece bulunan bu cümlede tek bir uzun yoktur ve böyle bir lisan yeryüzünde mevcut değildir.
Bu hâl, tarihinin ilk çağlarında, henüz hançeresi gelişmemiş bir millete işarettir.
Tek HECELER... Dilimiz umumiyetle tek, hiç değilse az heceli kelimelerden örülü:
Al, kal, çal, dal, ol, sol, dol, yol, ser, ver, ger, yer, yan, ban, kan, san, at, kat, tat, çat, kap, sap, tap, yap, say, yay, kay, cay, sil, bil, ek, çek, şiş, piş, ye, de, filân, falan, sayısıza kadar giden bir dizi...
Askerî kumanda sesine benzeyen ve sonlarına birer «mak» veya «mek» edatı eklenince ancak iki heceli masdarlığa çıkabilen «emr-i hâzır»lardan ibaret bu tek veya az heceli kelimeler kalabalığı içinde yabancı dillerden devşirilmiş dolgun heceler de Türk hançeresine uymadığı için bölünmüştür:
Psomi (rumca ekmek) – İpsomi...
Fikr – Fikir... Spor – Sipor... Film – Film... Nefs – Nefis... Remz – Remiz...
Vesaire...
Başka dillerde tek hecede 4 – 5 sese kadar çıkabilen (rast, drops) dolgun heceler Türkçede 2 –3 sesi aşamaz ve ancak kültürlü insanların hançeresinde yer bulabilir.
Bir dilde uzun, dolgun ve çok heceli kelimeler, tefekküriyet ve medeniyet işaretidir.
Türk milletinin, ruhunu dayayacağı üstün bir medeniyet mihrakı buluncaya kadar sürdüğü hayat içinde dili, kısa heceler bahsinde olduğu gibi, konuşmaya ve dolayısiyle düşünmeye vakti olmayan bir topluluğu ifade eder.
MÜCERRET MEFHUM... Türkçede, kendi öz malı olarak tek bir mücerret mefhum yoktur. Aşağıdaki, hemen her lisanda mevcut mücerret mefhumların Türkçe karşılığını arayınız:
Zaman, mekân, mesafe, zevk, şevk, mevzuu, merkez, mihrak, gaye, mefkûre, din, Allah; ve nâmütenâhîye kadar sayabiliriz. Mücerret mefhumların hattâ basitlerinden ibaret olan bu kelimelerden bir tanesini bile Türkçede bulamazsınız. «Allah» adının hiçbir lisanda eşi bulunmaz hâs ve âlem ismi olması bir tarafa, ilâh mânasına her dilde mevcut kelime bile Türkçede yoktur. «Tanrı» kelimesi «tanyeri» nden gelir ve mücerretlikle alâkasız, putperestlikten kalma bir madde ismi olmaktan ileriye geçemez. «Mevzuu» kelimesine uydurulan «konu» ise «koymak» gibi kaba ve maddî bir fiile dayanır. «Vazetmek» fiili «koymak» değildir ve onun üstünde bir mânayı (nüans – gamıza) belirticidir.
Neticede, sade ve mahdut madde isimlerine mahsus, beşerî tefekkür malzemesinden mahrum bir lisan karşısında kalıyoruz. Hattâ «dil» bile «lisan» kelimesine uymuyor da ağızdaki et parçasından ibaret kalıyor.
(FONETİK) İMLÂ... Seste tecelli eden dil, ayna veya fotoğraf camındaki hayalini yazıda bulduğuna göre, onun yazılış tarzındaki ölçü aynen kendi keyfiyetine dahil bir kıymettir.
Dünyada hiçbir dil yoktur ki, bugünkü Türkçenin yazılış derecesinde (fonetik – seslendirildiği gibi) olsun...
«Fena mı, kolaylık!» mı diyeceksiniz? Evet, kolaylık; fakat ulvî «zor» u ortadan kaldırmakla, insanı süflî bir basite götüren kolaylık!... Hece usulü yerine bugün kaim olan kelime usulünün, yani her kelimeyi kendi müstakil yazılış şekliyle bir resim gibi ezberleme ve ezberletme metodunun, zekâ terbiyesi bakımından üstünlüğü, medenî öğretim düsturları arasına girmiş ve bizim bundan haberimiz olmamıştır. (Fonetik) imlâ jandarma erlerine göredir.
Aslı ve iptîdaî haliyle fakir olan Türkçe, bugünkü yazılış şekliyle de, zihin terbiyesi gücünden yoksun bir fakirliğe düşürülmüştür.
UYDURMA DİL CİNNETİ: Dil, istikrâi, yani kendi iç ve öz kanunlariyle mevcut bir müessisedir ve dışarıdan, bütün bir lisan uydurma şeklinde müdahaleye tahammülü olamaz.
Tıpkı kâinat gibi... Esrarı ve kanunları aranır, bulunur, fakat uydurulamaz. Lisan ile kâinatın hiçbir farkı yoktur. Zira kâinatta ne varsa, karşılığı lisanda mevcut... Dil, kâinatın plânıdır ve kendi dışında başka bir kâinat ile değiştirilemez. Mecnunun her çeşidi görülmüştür ama, böyle bir dâvaya «evet!» diyeni görülmemiştir.
DİLİN PİŞMESİ: Kömür, toprak altında elmas oluncaya kadar binlerce yıl pişiyor. Dildeki kelimeler de öyle... Milletin dilinde yıllarca pişecek ki, kalble dudak arasındaki elmas dizili nâkilli vücuda getirebilirsin... Sonradan da zorla bu nâkille dizilecek her madde, o milletin ruh ve idrak temeline en korkunç bir suikasttır. Böyle bir lisanın adı da, Türkçe değil, uydurukça... Bir milletin öz dili, âlimlerin, aydınların, yabancı kültürlerle temasta olanların lisanı değil, hattâ okur – yazar olmayanların, bakkalın, çakkalın, hamalın, işçinin, dadının, babaannenin, köylünün, neferin dili... Bunların bilmediği hiçbir kelime Türkçe olamaz; ve topyekûn bir tasfiye hareketi belirtmesi bakımından tedrici bir ıstıfa ile bir tutulamaz. Böyle bir hareket, olsa olsa, bir milletin ruh nakışlarını silmek ve onu mânada cascavlak hale getirmek olur. Sadece ihanet...
ABESLER SERİSİNDEN: Türkçede meselâ «sebep», «mevzuu» gibi Türkçeleşmiş, fakat asılları arapça kelimelere karşılık, icat edilen «neden», «konu» tabirleri, vahşet hissi verecek kadar iptidâî ve sathîdir.
Evvelâ «neden?» bir sualdir ve isim yerine kaim olamaz. Her dilde onun yeri ayrı, «sebeb» in yeri ayrı...
Meselâ:
Neden bu sebebi ileri sürüyorsunuz?
Derken:
Neden bu nedeni?..
Diye mi söze başlıyacağız?.. «Mevzuu» ise vazetmekten geldiği için Türkçeye tercümesi zâhirî tesiri altında kalınarak başka bir mefhum bulamamak zoru altında o güzelim mefhum, en kaba bir müşahhasa düşürülmüş be bayağı işlerde kullanılan «koymak» masdarına bağlanmıştır. Halbuki «mevzuu», çuvala kömür konurcasına maddî bir «koyuş» fiiline yakıştırılamaz ve lisanımızda mücerret mefhum sıkıntısına gösteren, zoraki ve daima Arapçanın tesiri altında, güya ona zıt boş çabaları gösterir.
NİSPET EKLERİ: Bilimsel, fiziksel, tarımsal, siyasal, ulusal, Anayasal gibi, nispet edatı yerine (sel), (Sal), (el) ve (al) getirilerek Türkçeye mal edilmeye çalışılan tabirler, güvercinler arasında eşek arıları kadar vahşi ve yabancıdır; ve ne Türkçe, ne de halkın hançere dehâsiyle alâkalıdır. Doğal, koşul, amaç, kıvanç, uygar, özgür, soyut, somut, ilke, belge, evren, tören vesaire vesaire gibi aslî madde olmak iddiasında kelimeler de, bize Moskof işgal kuvvetleri gibi görünecek ve aşıları asla takma kalbten ileriye gidemeyecektir. 40 yıllık (bay) ile (bayan) ın, (bey) ve (hanım) tabirleri önünde uğradığı hezimet malûm...
Kat’î ve mutlak bir kaidedir ki, bir dile, aslî madde halinde kelime aşılamak, insanların beynini değiştirmeye kalkışmak gibi bir abestir.
ARAP İŞGALİ YERİNE GÂVUR İŞGALİ... «Enflâsyonist ekonomi, emisyon ve devalüasyon skandalleri, anarşik realiteler, kaliteli ve kalifiye eleman azlığı, entellektüel kıtlığı, koalisyon zoru, nasyonalist klik ve partilerin politik espri ve plândan mahrumluğu, her alanda potansiyel düşüklüğü, rasyonel enerji ve lâboratuar idesine uzaklık, mistik ve sembolik illüzyonlar, atmosferimizin bazları olmuştur.» Şu 43 kelimelik cümleden, 6 adet «ve» yi, 28 adet de yabancı kelimeyi çıkaracak olursanız, Türkçeye ne kaldığını dehşetle görürsünüz!
Aslî bünyesini berhava ettikten sonra üzerine bu kadar yabancı kelime üşüşmesine ses çıkarmayan bir dil, ilmî bir kat2iyetle mevcut değil demektir.
Besbellidir ki, atılmak istenen şey dil değil, Türkün ruh cevheridir.
Ruhumuzun ırzına geçtiği sanılan Arapçaya karşılık, ruh ismet ve iffetimiz gâvurcaya takdim ve teslim edilmiştir.
DÖNME AĞZI... Dilimize dönme ağzı hâkim olmaya başlamıştır. Bu ağzın ilk tecellilerinden biri, şart edatı olan «ya» kelimesine eklediği, «dahi», da... Ya da... Türk şivesinde böyle bir ağız yoktur. Bizde şart edatı «ya» iki kere kullanılarak kendisini belirtir:
Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin!
Veya:
Ya kurtarıcını bulursun, yahut gümler, şapa oturursun!
Fransızcada olduğu gibi, her dilde de böyle...
İslâm düşmanı bir «eleştirmeci» den kalma ve daha nice Yahudi, Ermeni, Rum şivesine kadar yanaşma bu dil, dikkat edilecek olursa Moskova’nın milletleri çürütme plânından hususî bir madde olarak solcu ağızların edasıdır.
Bu minicik sivilce noktasını küçümsemeyiniz! O, kanser işaretinden başka bir şey değil... İşaret küçük ama delâleti büyük...
Onların ağziyle hüküm:
Ya dil niteliğimizi sınırlarımız gibi koruyacağız, ya da...
Şimdi kendi ağzımızla:
Yahut, sınırlarımızı bile tehlikeye sokacak bir ruh kaybı içinde, sessiz sedasız, çürüyüp gideceğiz!
TEŞHİS VE ÇARE... Tek ve kısa heceli kelimelerden örülü... Dar, basık ve ancak gözle görülür maddî hüdiseleri anlatmaya muktedir... İçinde hiçbir mücerret yok... Nihayet, uydurma kelimelerin sıvası altında fakirliği büsbütün aşikâr... Dönme ve tatlısu frenklerinin sefil ağızlarına kadar âlet... Irzını işgal ordularına teslim edercesine ecnebi kelimelere kucak açmış bir dil... Bu dil her şeye rağmen Türkün, içinde duğup öldüğü ruh kalıbıdır ve bütün dâva onu kurtarmanın yolunu bulmakta...
Cedlerimizin İslâmı kabul edip kâinat çapında bir tefekkür ve tahassüs hazinesi yüklendikleri ân, takdir ettiler ki, kumanda seslerinden ibaret tek ve kısa heceli, âhenksiz, sadece yalçın madde plânına bağlı, mücerret mefhumdan yana sıfır derecesinde bir dille ne insan, ne cemiyet, ne de devlet teşkil edilebilir. Artık Türk, madde fâtihliğinden, onunla beraber mâna fâtihliğine geçmiştir, bunun için de maddî kılıcına eş bir mâna kılıcı lâzımdır. Halbuki elinde, mânevî kılıç adına, çelik değil, bir saman parçası bile yoktur? Ne yapsın?
Aynı ruh akrabalığı içindeki büyük dillerden devşirmecilik...
Türk, İslâmiyeti kabul ettikten sonra düşünmeye başlamıştır. Bu, anlayan ve insafı olan için riyazî bir hakikattir. İşte bu Türk, yani İslâmiyeti kabul ettikten sonra gerçek Türk’ü bulan Türk, ilk iş olarak, kaba müşahhaslardan ileriye geçemeyen dilini zenginleştirmek zaruretini idrak etmiştir. Bunun için de, Batılının, Yunanın ve Lâtin kaynaklarına uzanışı gibi, öz kültür kaynağının iki örnek diline el uzatmış ve Türkçenin çarşafı üzerine Arap ve Fars ağaçlarının meyvelerini tek yol kabul etmiştir.
Ecdadımız aynen batı dillerinin eski Yunan ve Lâtin kaynaklarına el atması şeklinde, bağlı bulunduğu İslâm medeniyetinden âlet ve unsur sağlar ve bu medeniyetin iki büyük lisanını kaynak edinirken o büyük lisanlar içinde öylesine erimiş ve öz şahsiyetini feda etmiştir ki, aldığı unsurları aslî maddeler halinde benimseyip Türk diline uydurmayı, Türk gramer ve hançeresine mal etmeyi ihmal etmiş ve doğrudan doğruya Arapça ve Farsçanın ifade mimarilerine esir olmakta bir mahzur görmemiştir. Şahsiyet şuurundan mahrum bulunmayı gösteren bu hal hataların en büyüğü olmuştur.
Cedlerimiz Arapça ve Farsça gibi iki azametli dille temasa geçince kendilerine hiçbir istiklâl hakkı tanımadılar. Büyük bir selim akılla bu dillerden devşirdikleri kelimeleri, aslî maddeleri, öz hançerelerine ve lisan mimarîlerine (gramer) tatbik etmeyi düşünmediler. Onları kendi mimarîleri içinde kabullendiler ve hattâ bir «münevver» için, Osmanlıcayı değil, Arapça ve Farsça bilmeyi esas saydılar.
Hatâ bundan oldu ve bu hatânın tepkisi, yolların en yanlışı halinde, lisanı topyekûn ana sermayesinden yoksun bırakmaya kadar vardı. Başımızdaki bugünkü kurbağaca, işte bu dil şahsiyetsizliği yüzünden!..
Arap ve Fars kelimelerinin kanımızda eritilmeden bünyemizde pörtükleşmesi üzerine, kapı, asla Türkçe olmayan birtakım uydurmalarla, (Lâtin) kaynaklı kelimelere açılmış ve meydana hiçbir kumaş hususiyet ve kıymeti olmayan bir yamalı bohça çıkmıştır. Üstelik Türk lisan mımarîsine (sarf ve nahiv) uymayan bir Selânikli dönme ağzı... Bu, doğrudan doğruya millî ruhun katledilmesi hâdisesidir; ve artık bu bahiste son söz «sebep» ve «netice» nin tespitinde kalmıştır.
Yapılacak tek şey, dilimize girmiş bütün Arapça ve Farsça kelimeleri benimseyip aslî maddeler halinde kabullenmek, onları kendi «sarf ve nahiv» dünyasından ayırmak, kendi (gramer) ve hançere dehâmıza terketmek, bütün uydurukçaları atmak, Batı dillerinden gelenleri de yalnız teknik plânda olmak şartiyle almak ve aynı muameleye tâbi tutmak, yani Türkçeleştirmek...
ÖLÇÜLER: Cahil dadının, basit köylünün, bakkalın, çakkalın, amelenin, bekçinin, çöpçünün bilmediği dil Türkçe değildir.
Alman dilinin kıvamlanmasında en büyük rolü oynayanlardan (Göte) diyor ki: «Bir millete yapılacak en büyük fenalık, onun diliyle oynamaktır.» Bir milletin diliyle oynamak, onun hayatiyle oynamaktır.
Dillere daima yeni kelime aşıları yapılabilir. Fakat bu aşıların tutması, yahut tutmaması bahsinde zor kullanılamaz. Yeni kelimeler ve iştikaklar halkın kabullenme duygusuna ve hançere dehâsına bırakılır ve bu işi sadece sanatkârlar yapabilir.
İşte, Türk dili evvelâ müşahade altına alınamamış, ecdadımızın ne yapmak isteyip de tam beceremediği incelik noktaları görülememiş, aksine ve sadece İslâm nefretiyle ulvî mefhumların aziz eşyası süprüntülüğe atılmış, bunların yerine frenklerin de güldüğü frenk şapkâlı barbar eşyası yığmak modası alıp yürümüş, bütün idrak melekelerini kavurucu bir ruh yangını mânevî vatanı silip süpürmüş ve neticede bugünkü kısırlaştırıcı, iğdiş edici, her türlü büyük kafa yetiştirmeye engel ve eser vermeye mâni felâket iklimi doğmuştur.
İKTİDARLARIN HİKÂYESİ
Bazı rejimler, kalabalıkları, sırf ruhlarının çengellerinden tutar. Ruh müeyyidesi o kadar sağlam bir dayanaktır ki, halka, midesinden ve maddesinden her fedakârlığı yaptırabilir. İman kutupları saygı gördükçe güç yerindedir. İsterse inanış bâtışa olsun...
Bazı rejimler de, kalabalıkları, sırf midelerinin kancalarından tutar. Gıdasız kalan ruha mukabil halkın kursak ve bağırsak hayatı, ortada ruh diye bir kaygı bırakmaz. Bir nebat ve hayvan hayatıdır, gider. Toprak versin, mideler yutsun da ne olursa olsun...
Birinci soydan rejimler için şu veya bu madde aksaklığı, verimsizliği, sıkıntısı diye bir şey olamaz. Fakat ikinci cinsten rejimlerde en küçük bir darlık oldu mu, her şey tepetaklaktır. İnsanlar birbirine girip boynuz boynuza gelmeye ve çifteler savrulup duvarları yıkmaya başlar.
İşte o zamandır ki, ruh, madde sıkıntısının miskin bahanesi arkasında boy gösterip kendi eksikliğinin ne demek olduğunu ihtar eder.
Şüphesiz ki, kalabalıklar, ruhundan ziyade maddesiyle avlanmaya müsait... Yalnız madde cephesinin kemmiyet hesaplarıdır ki, kalabalıklarca kolayca anlaşılır. Kedilere ve köpeklere kadar şâmil bu bedahet duygusu insanda yaşarken, onun yerine ruhu ve mefkûreci görüşleri yerleştirmek çok zor...
Fakat esas bu zorlukta... Ayakta durabilmek, tahammül ve sabır gösterebilmek, bir iş ve hamle hedefine yöneltici cehdi sağlayabilmek için ruha el atmaktan gayri çare mevcut değildir.
Eski C.H.P. iktidarı, ne birinci, ne de ikinci soydan bir rejim olabilmiş; halkın hem ruh çengellerini sökmüş, hem de mide kancalarını kırmıştır. D.P. iktidarı ise, halkta bir ciğer kanseri haline getirilen bu ruh belâsını olduğu gibi yerinde bırakıp, sadece mideleri ve maddeleri imar yolunda bir şey beklemiştir.
Bu vaziyette bir millet hareketi, ancak halkın ruhuyla beraber maddesini de harap edici bir tutuma karşı fışkırmak icap ederken, böyle olmamış; ve halkın ruhunu olduğu yerde bırakıp maddesini uzun vâdeler ve muvazenesiz hesaplarla süslemeye kalkışan bir idare, sadece iktidar makamında bulunduğu için, on senelik değil, 27 yıllık hıncın tokatını tek başına yemiştir.
Neticede halk, tâ ciğerinden, o türlü sarsılmıştır ki, bizzat midesini ve maddesine ait bütün ihtiyaç iştihalarını kaybetmiş, hayat plânındaki varlık şevkini asgariye indirmiş ve İhtilâl sonrası iktisadi buhrana, açık bir ruh aksülâmeliyle yol açmıştır.
Demek ki, yıllardır, ruhu ve maddesiyle harap edilen halk, İhtilâl sonrasında, bu hâle sadece ruhiyle karşı koymuş; ve Adalet Partisini millet eliyle çizilen çevrenin merkezine meccanen oturtup ondan da önce ruhunun intikamını almasını beklemiştir.
Fakat gelen rejim bu nükteyi anlayamamış ve her şey basit bir madde muhafızlığına döküp bir gün hakkını aramaya kalkacak olan ruhun her şeyi elinden alabileceğini hesaba katmamıştır.
Hulâsa: C.H.P. bu milleti yoktan var ettiği iddiasiyle açıkgöz ve sahtekâr bir madde kurtarıcılığı imtiyazına dayanarak Türkün ruh köküne zıt, bu kökü baltalayıcı ve onu Batı uşaklığına bend edici, her türlü fikir ve dünya görüşünden yoksun öyle bir yol açmıştır ki, bu yol, onu takip eden bütün partiler ve iktidarlar tarafından sadece küçük idare ve tatbikat plânlarında tenkit edilmekten başka karşılık görememiş; ve şu veya bu farklarla, hattâ şimdi onun kendisine yeni bir hüviyet araması ve gençlik aşısına el atması farkına rağmen, tek fârikaları İslâm düşmanlığından ibaret, çeyrek aydın ve cüce politikacıların yolu olmakta devam etmiştir.