Selahaddin E. Çakırgil -İslam Adına Hareket Etmek İddiası, Asıl Problem Bu...

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Yukardaki yazıdan alıntı:


Kur’an bize, başkalarının inançlarını zorla değiştiremiyeceğimizi açık olarak bildirmiyor mu? Keza, başkalarının inançlarına hakaret etmemeyi de.. ‘Lekum dinikum veliyedin.. / Sizin dininiz size, benim dinim de bana..’ ibaresi, gerçekte, sadece başka dinden olanlara değil, çok zıd noktalarda olanlar arasındaki tartışmalarda da, kabul edilebilecek bir ölçü değil midir?


alıntı bitti...


Peygamberler niye gönderildi? Savaşlar niye yapıldı? Müşrikler 360 tane puta tapıyordu. Neden onlara La ilahe illallah dedirtildi?

Allah müsade etti mi onların putlara tapmasına?


Daha burda anlaşamıyoruz. Yok öyle herkes istediği dine inansın olayı...

Belkıs kıssasına bakın, Hz. Süleyman hudhud kuşunun verdiği bilgiler doğrultusunda Belkıs'a mektup yazıyor. Güneşe secde etmeyi bırak da bir olan Allah'a secde et. Yoksa ordumu alır gelirim.

Hani senin dinin sana benim ki banaydı?


Evet büşrabetül hanım eğer ben büyük bir yanlışın içindeysem lütfen beni delillerinizle düzeltin. Yok eğer siz yanlıştaysanız artık döndüğünüzü bize bildirin...
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
Dön yönetim dön ...
Yönetim dön ve bildir , kalk ve uyar ...
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,115
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Neyden döneceğim anlayamadım doğrusu oy kullanmayan benim demokrasiyi küfür nizamı gören biziz af buyrun nereye döneceğim?

fikrini din haline getirmek tehlikelidir...
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
‘Kâfir Güler, Bizim Ahvâl-i Perişânımıza..’



Selahaddin E. Çakırgil
Yazının başlığındaki cümle, bir eski şiirde, ‘Kâfir ağlar, bizim ahvâl-i perişânımıza..’şeklindedir. Ama, bu şekilde değiştirmek daha münasib olsa gerek..

Bugün, İslam Milleti’nin yaşadığı perişanlık karşısında küffâr, evet, gülüyor ve gülmekte de haklıdır. Ama, daha da acı ve traji-komik olanı, bu emperyalist güç odaklarının bugünkü bütün bu olumsuzlukların planlayıcısı olmasına rağmen, başrolde olduklarını gizleyip, sahneye‘kurtarıcılarımız’ olarak çıkmaları..
*
Bazı müslümanlar ya da müslüman olduklarını söyleyenlerden niceleri bu durumdan çok büyük bir umutsuzluğa kapılıyorlar ve bu durumu, müslümanların yetersizliği yerine, İslam’ın bir kusuru ve yetersizliği gibi sanıyorlar. Ve çoğu yerde, ‘N’olacak bu müslümanların hali?’yakınmasını duymak, yapılan uluslararası propagandaların da etkisiyle giderek daha bir yoğunluklu olarak dile getirilmekte.. Tabiatiyle, fatura da kurnazca, İslam’a çıkarılmakta..
İslam ve müslümanlar aleyhinde bir ‘soğuk savaş’ oluşturma peşinde olan mâlum emperyalist - şeytanî odaklar bu tabloyu daha da olumsuzlaştırmak için ellerinden geleni sergiliyorlar.
*
Gerçekte, hata müslümanlarda elbette.. Ama, asla İslam’da değil..
Müslümanlar, evet hele de son 100 yıldır ve bugün bir dağınıklık, bir perişanlık sergiliyorlar, amma, kurtuluş reçetesi yine İslâm’da bulunuyor. Ve hele de İslam’dan başka bir yerde aranması halinde, bugünkü perişanlık tam bir tükenmişliğe, bitmişliğe dönecektir.
Geçmiş asırlarda da, tarihte, müslümanlar pek çok büyük felaket ve musibetlerle karşılaştılar.
Ve belki niceleri, o musibetler karşısında da, ‘Galiba artık İslam’ın ve İslam Milleti’nin sonu geldi..’ gibi zannlara kapıldılar. Ama, İslam’a ebediyyet/ sonsuzluk va’dolunmuştur. O küllerinden yeniden tutuşan bir sönmeyen ocaktır.
İsterseniz, şöyle bir hatırlayalım, son 1000 yıla yakın tarih kesimini ve zaman tünelini..
800 yıl öncelerdeki Moğol İstilâsı, müslümanlar için büyük bir felaket olmuştu. Bugün coğrafyadaki yerini, sınırlarını ve halkını çoğumuzun bilmediği Mogoliston’tan harekete geçen Moğol orduları, bütün müslüman coğrafyalarını çiğneyerek, yakıp yıkarak, ‘taş üstünde taş, omuz üstünde baş’ bırakmamayı şiar edinen bir vandallıkla bütün Horasan ve İran’ı ve Anadolu’yu ezip geçmiş, oradan da Suriye ve bugünkü Irak’a yönelmiş, Abbasî Halife- Sultanlığı’nın başkenti Bağdad’ı yakıp yıkmıştı.
Sadece Bağdad’da öldürülenlerin sayısını tarihler, o günkü nüfus açısından daha bir korkunç olan 750 bin rakamı ile ifade etmektedirler.
*
Tarih Baba’nın anlattığı acı gerçek bugün de yaşanmıyor mu?
O dönemin tarihçilerinden Qudbeddin Nehrevanî ise, o korkunç istilâ öncesi Bağdad’ın sosyal durumunu, ‘Dicle’nin kenarında, koyu gölgelikler altında yumuşak minderler ve yataklar üzerinde otururlar, sabahtan akşama ve akşamdan sabaha kadar bütün vakitlerini zevk’u safa içinde yeyip içmekle, eğlenmekle geçirirler.’ şeklinde anlatır.
Benzer bir acı durum da Abbasî Sarayı’ndadır. Çünkü, Moğol İstilası’nın Bağdad’ı ele geçirdiği sırada Bağdad’daki Abbasî Saltanatı Sarayı’nda câriye durumunda bulunan kadınların 730 civarında olduğu bildirilir.
Bir daha ayağa kalkamaz sanılan müslüman toplumları, İslam’ın öz cevherindeki hayatiyet gücünün etkisiyle yeniden kendilerine gelmişler; önüne çıkan her şeyi bir sel gibi yıkıp yokeden o istilânın ve istilacı güçlerin çekip gitmesi üzerinden 100 yıl geçmeden, tekrar ayağa kalkmaya başlamışlardır.
Nitekim, o büyük felaketin ardından yaşanan büyük perişanlık içinde miladî-1299 yılında Osmanlı Devleti boyvermiş, filizlenmiştir. Ama, o devlet de, henüz 100 yılını doldurduğu sırada; yine doğudan, bu kez de Timur’un saldırısına mâruz kalmış ve Horasan’dan, Semerqand’dan kalkıp gelen Timur, 1402’de Ankara önlerinde, Yıldırım 1. Bâyezid’i ağır bir yenilgiye uğratıp, esir almış; 100 yıllık Osmanlı Devleti parça-bölük olmuştu. Ne var ki, şehzadelerden Çelebi Mehmed duruma hâkim olup, yola devam etmiş; 50 sene sonra ise, torunu Sultan 2. Mehmed, Bizans İmparatorluğunun varlığına son vermiş ve İstanbul’u almıştır.
Yani, bir ölürüz, bin doğarız misali bir durum..
*
Aradan asırlar geçti.. Nice inişler-çıkışlar yaşandı..
Ama, açıktır ki, daha çok askerî üstünlük anlayış ve temeli üzerinde duran Osmanlı, bir çok etkenlerin yanı sıra, silah sanayii alanındaki teknolojik gelişmeleri bile zamanında yeteri kadar takib edemeyişinin de etkisiyle, hasımları ve rakibleri karşısında bocalamaya, geri düşmeye başladı ve 1683’deki ‘2. Viyana Kuşatması’ bozgunundan 13 sene sonra, düşmanlarına ilk kez toprak kaptırdığı 1699- Karlofça Andlaşması’yla sosyal bünyesinde yenilginin daha da ağır olan psikolojik travmalarını yaşadı.
*
1. Dünya Savaşı’nın bozduğu denge, hâlâ kendisine gelemedi..
200 yılı aşkın bir süre, devamlı irili-ufaklı savaşlarla hırpalanan ve kendine gelmesine engel olmaya çalışılan o sosyal bünye, nihayet, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, zuhûrundan 620 küsur sene sonra, miladî-1920’lerde, tarih sahnesinden el çektirildi. Böylece de, her ne kadar Osmanlı Devleti’nin müslümanların inançlarına uygunluk açısından ne kadar sıhhatli olduğu tartışılsa bile, müslümanların elindeki bir büyük güç olduğu, emperyalistlerin özellikle de bu gücün dağıtılması için ne büyük çabalar harcamalarından da belli oluyordu. (Henüz 50 sene öncelerde bile dünyadaki bağımsız devletlerin sayısı şimdiki gibi 200’ü aşkın değil, 90 civarındaydı; 100 sene öncelerde ise, bu rakam daha da az idi. Nüfusunun ekseriyetini müslüman halkların teşkil ettiği bağımsız devletlerin sayısı, denilebilir ki, 2,5-3 civarındaydı. Yani, Osmanlı, İran ve de biraz da Afganistan, Sudan vs. gibi coğrafyalardaki bağımsız olma yolundaki çabalar.. Diğer müslüman coğrafyaları, bütünüyle emperyalist ülkelerin elindeydi..)
Birinci Dünya Savaşı’nda mağlub olan hiçbir başka devlet, Osmanlı Devleti gibi toptan bir yıkıma uğratılmadı. Osmanlı hâkimiyetinde olan coğrafyalarlarda ise, yığınla devletçikler ortaya çıkarıldı. (Bu satırlar, ‘Ahh Osmanlı- vahh Osmanlı..’ yakınması olarak algılanmamalı.. Burada anlatılmak istenen, kendi içimizden baktığımızda bir çok yanlışlarına ve hatalarına rağmen, onun yine de müslümanların elindeki ve ıslahı mümkün büyük bir güç olması ve geniiiş coğrafyalardaki büyük müslüman toplumları yönetmekteyken, bütünüyle parça parça edilmesidir.)
Osmanlı’nın enkazı üzerinde kurulan ve devlet denilen herbir parçanın tepesine emperyalist güçler diliyle, derisinin rengiyle yerli halktan, ama, kalb ve beyinlerindeki değerleri itibariyle kendi halkları karşısında mankurtlaşan kişi ve kadroları, kuklalarını oturttular.
Bu kişi- lider veya etraflarındaki kadroların herbirisinin ipleri Londra’larda, Paris’lerde, Berlin’lerde, Moskova’larda veya Washington’lardaydı.
Yığınla devletler, karar merkezleri/ başkentler, ayrı kumanda ve beyin merkezleri bulunan yığınla ordular, ulusal bayraklar ve sınırlar diye kutsanan düzmece kavramlar ve etnik unsurlara üstünlük veren ilkel ve câhilî anlayışlar..
Bu devletlerin hemen herbirisinin arkasında da, sırtlarını dayadıkları bir takım emperyalist güç odakları.. Neyin nasıl olması gerektiğine o odaklar karar veriyor.
O merkezler bunları istedikleri /gerekli gördükleri zaman oynatıyorlar, onları birbirleriyle dövüştürüyor- savaştırıyor ve barıştırıyorlar.. Üstelik bunların çoğunun bir devlet geleneği ve kültürü de yoktu. Böyle olunca, onların herbirisinin, birbirinin düşmanı haline getirilmesi de daha bir kolaylaşıyor.
Bu durum genellikle gözden kaçırılıyor ve çoğumuz da yakınıyoruz, ‘Müslümanlar niye birlik olamıyor?’ diye..
Nasıl olsunlar?
Su başlarını, kendi halklarına ceberrut ve diktatör kesilen emperyalist kuklaları oturtulmuş..
Buna bir de birbirinden kopuk ve sadece kendisini en hakkta ve haklı; kendileri gibi düşünmeyen müslümanları ise, rahatlıkla bâtılda ve hattâ tuhaf ve ilgisiz yorumlarla şirkle, küfürle suçlayan ve imha edilmeleri için kendi kafalarından fetvâlar üreten anlayışları ekleyebiliriz.
Bu durumun ne mânâya geldiğini -haydi İran- Irak arasında 1980-88 arasında 8 yıl devam eden ve her iki taraftan en az 1 milyondan fazla insanın ölümüne yol açan savaşta taraflardan birisinin Baas ideolojisinee dayanarak savaşması yüzünden bir itiqadî aynîlik temelinden sözetmiyelim, ama- Afganistan’da, mücahid teşkilatları arasındaki ve onbinlerce-yüzbinlerce müslümanın hayatının sönmesine ve sonunda ortaya Tâlibân’ın çıkmasına yol açan korkunç boğuşmalarda gördük..
*
1990’lardan itibaren daha bir azgınlaşan emperyalizm karşısında..
1990 Ağustosu başında Saddam Irakı’nın, Kuveyt’i bir gecede işgal ve o küçük Emirliği Irak’a19. eyalet olarak ilhak ettiğini, kattığını açıklaması üzerine ortaya çıkan ve emperyalist dünyanın gelip Irak’ı korkunç şekilde ezdiği 1991-Körfez Savaşı’nda, Irak’ın müslüman halkından yüzbinlerce insanın ölümü.. O savaşta sadece Irak Ordusunun insan kaybının 215 bin asker olduğunu hatırlayalım.
Arkasından, Irak Kürdistanı’nda meydana gelen ayaklanmaları Saddam rejiminin kimyasal silahlar kullanarak bastırmaya kalkışması, yüzbinlerce- milyonlarca insanın İran ve Türkiye’ye sığınması sırasında yaşanan büyük perişanlık, kaos ve büyük sosyal travma..
Bu da yetmedi..
1995’lerde, Irak Kürdistanı’nda, Celâl Talebânî ve Mesud Barzanî güçleri arasında iki tarafında da müslüman kürd halkının gençlerinin bulunduğu ve iki yıla yakın bir süre, onbinlerce insanın birbirini korkunç şekilde öldürdüğü boğuşma..
Tabiatiyle bu arada, her buhran zamanında, sionist İsrail rejimi, fırsattan en iyi şekilde istifade ediyor ve kendisi için ileride tehlike teşkil edeceği gerekçesiyle, ikide bir Filistin’i ve Filistin’in müslüman halkını ezmeye ve yüzlerce-binlerce insanı katletmeye devam ediyor ve o cinayetler de, başta B. Amerika olmak üzere, emperyalist güç odakları tarafından ‘İsrail’in kendisini savunma hakkı’ olarak ‘anlayış’la ve hattâ sempatiyle karşılanıyordu.
Ve 11 Eylûl 2001 tarihinde B. Amerika’da, iç güvenlik zaafından kaynaklanan dünya çapındaki o büyük saldırılar olduğunda, birileri bunu hemen El’Qaide gibi bazı İslamî örgütlerin üzerine attı, bazıları da o şekilde dolaylı kabullenmeler içine girdi ve arkasından, Amerikan emperyalizmi, o saldırılarda Amerika’daki saldırılarda ölen 3 bin kadar insanının ve saldırıya uğramış olmanın intikamını almak ve iç-kamuoyunu yatıştırıp tatmin etmek adına hemen Afganistan’a saldırdı, ağır bombardıman ve füze saldırılarıyla viraneleri daha bir virane eyledi ve yüzbinleri katletti..
Müslüman dünyasından etkili bir itiraz çıkamadı..
Bununla da yetinmeyen USA emperyalizmi, bu kez de o saldırıların ardında Saddam Irakı’nın bulunabileceği ve ayrıca bu rejimin elinde kitle imha silahlarının olabileceği gibi iddialarla Irak’a da saldırdı ve bu ülkeyi tekrar yerle bir ve işgal etti; 35 yıllık kanlı Baas rejimi diktatörlüğü çökertildi, Saddam da yakalanıp idâm olundu..
Böylece Irak ülkesi, Amerikan Başkanı G. W. Bush’un deyimiyle, ‘özgürleştirildi..’ Çünkü, Bush, ‘Tanrı’sının kendisine, ‘Git, Irak’ı özgürleştir!..’ diye emrettiğini açıkça beyan etmişti.
Irak, henüz de 12 senedir kan-revan içinde.. Bombalamalar, patlamalar, silahlı çatışmalar ve hele de şu veya bu İslamî mezhebe mensubiyet adına işlenen ve günlük ortalama 30’dan aşağı düşmeyen öldürülmelerin pençesinde..
Buna bir de, çaresizlik içinde, ‘kurtarıcılık’ iddia, hayal ve ümidiyle, İslam adına diyerek silaha sarılan çeşitli örgütlerin sergiledikleri ve insana dehşet veren, İslam’ın üzerine de dünya halkları zihninde kocaman soru işaretleri konduran korkunç kanlı boğuşmaları ekleyelim.
Ve ‘Arab Baharı’ diye ortaya çıkan büyük sosyal patlamaların ortaya çıkardığı kanlı tablo ise, zaten her türlü izahtan vareste..
*
Arab diyarlarındaki sosyal patlamaların faturası ağır oldu..
Tunus’da başlayan ve Habib Burgiba ve Zeynelabidin bin Ali’nin 55 yıllık diktatörlüklerinin sona ermesine müncer olan sosyal patlamalardan sonra.. Tunus’un müslüman halkı, Râşid Gannuşî liderliğinde ‘en’Nahda (en’Nıhzeh) Hareketi’ seçimleri kazandı. Ama, üç yıllık nisbeten problemsiz bir uygulamadan sonra, Ekim-2014 seçimlerinde yapılan seçimlerde, kenara konulmanın eşiğine geldi..
Mısır’da da, 62 yıl önce 1952’de Kral Faruk’un sadece zâlim değil, aynı zamanda soytarıca olan yönetimine karşı gerçekleştirilen ve amma, kısa zamanda sahneye Cemâl Abdunnâsırve Enver Sedat gibi yeni diktatörlerin çıkmasına zemin hazırlayan 62 yıllık rejim ve hele de 1981-2011 arasındaki son 30 yıllık Husnî Mubarek yönetimi çökertildikten sonra..
Halkın hürr iradesine başvurarak yapılan seçimlerden, müslüman halkın hayallerine, ümidlerine yakın olması açısından İkhwan-ul’Muslimiyn (Müslüman Kardeşler) Teşkilatı, zafer kazanarak çıkıp, Muhammed Mursî’nin de halkın yüzde 51’inin reyi ile cumhurbaşkanlığına seçildikten sonra..
Bu zafer karşısında karşılaştıkları yenilgiyi bertaraf etmek için, şeytanî güçler, Abdulfettah es’Sisî isimli ve yazık ki Mursî’nin de güvenini kazanmış bir general eliyle, henüz iktidarının birinci yılını bile dolduramamış olan Mursî yönetimine karşı, ‘pahalılığı ve işsizliği önlemeyemediği ve iç huzuru sağlayamadığı’ gibi tuhaf gerekçelerle, kanlı bir askerî darbe yaptılar ve sadece Kahire'de Rabia-t-ul’Adeviyye Meydanı’nda bile, askerî darbeye karşı çıkan halktan 2500 civarında insan, kurşunlar altında can verdi, ama, emperyalist dünya, bütün bunları ‘demokrasinin kurulması yolunda ödenmesi gereken bedeller’ adına desteklemek yolunu seçti.. Darbeci general, demokrasiyi kuruyordu.
Libya’da 42 yıllık Gaddafî rejimi de o sosyal patlamalardan nasibi alıyor ve emperyalistlerin de yardımıyla, iktidardan düşürülüyor, Gaddafî linç yoluyla öldürülüyordu.
Aradan geçen üç yıl içinde ise, Libya, henüz de durulmadı ve nihayet geçtiğimiz aylarda, Bingazi’nin de doğusunda, Tobruk’da, başkent Trablus’dakinden ayrı, yeni bir Meclis oluşturulmaya çalışıldı, çalışılıyor; Mısır’daki darbeci General Sisî’nin ve emperyalist odakların himayesinde.. Bu ülkedeki iç savaş da kanlı şekilde sürüyor.
Yemen’de ise, 34 yıllık bir Ali Abdullah Salih diktatörlüğü, kendisinin de mensubu olduğu güçlü Husî Aşireti içindeki iç iktidar kavgasının zirveye tırmanması ve çetin silahlı mücadelelerden sonra çökertildi.. Yerine gelenler ise, bir ‘Geçiş Hükûmeti’ mahiyetindeydi.. Ama, Hûsî Aşireti liderinin ‘5 İmam şiası’ olarak isimlendirilen Zeydîyye mezhebinden ayrılıp,12 İmam Şiası olarak nitelenen İran’da yüzde 80’leri oluşturduğu bilinen şiî-müslüman halkın ekseriyetinin mensub olduğu Caferiyye mezhebine geçtiğinin açıklanmasıyla işin rengi değişti ve Caferiyye mezhebinin merkez üssü olan güç odağının da desteğiyle, başkent San’a işgal edildi, kendilerine karşı çıkanlar ‘terörist ve tekfirci’ diye nitelenerek.. Geçiş Hükûmeti ise, şimdi, sadece Husî güçleriyle ve onların dış destekleyicileriyle değil, düne kadar diktatör olarak nitelenen ve öyle de olan Ali Abdullah Salih’in de şimdi kendisini deviren kendi aşiretiyle arasını düzeltip, Husî Aşireti güçlerinin yanında yer almasıyla, daha bir zorlaşan bir mücadelenin içinde..
Henüz de ortada bir ufukta bir çözüm yolu gözükmüyor..
*
Suriye ve Irak ise, daha bir içinden çıkılmaz halde..
Suriye ise, tam bir yangın yeri..
52 yıllık Baas Partisi diktatörlüğü ve 45 yıllık Esed Hanedanı tahakkümü sonunda bu ülkede de büyük sosyal patlamalarla karşılaşılınca.. Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki tek üssü durumunda olan Suriye rejimi, İran’la da olan stratejik dostluğuyla, kendisinin en hızlı savunma gücü konumundaki Lübnan Hizbullah güçlerini de yanıbaşında bulunca, ömrünü biraz daha uzatmış oldu. Hizbullah lideri Nasrullah’ın ‘Biz olmasaydık, Esed rejimi iki günde çökerdi..’gibi beyanlarıyla, bu ülkenin nasıl kan gölüne ve viraneye çevrilmesinde kimlerin etki ve payının olduğu da hatırlanmalıdır. Suriye’de ve Irak’daki rejimlere karşı direnen ve dışardan geldiği söylenen uluslararası ‘selefî’ savaşçılar olsa bile, asıl, yerli halkın desteğiyle etkinlik kazandıkları anlaşılan işbu Esed rejimi muhalifi güçlerin herbirisi de kendi başlarına bir ayrı İslamî hedef gözetiyormuş pozisyonunda, birbirleriyle de korkunç bir boğuşmanın içinde olmaları da bir ayrı facia..
Bunların en hızlılarının ise, IŞİD ve en-Nusra gibi örgütler olduğu biliniyor.
IŞİD (ya da, arabça kısaltmasıyla, DA’İŞ) güçlerinin de, diğerlerinin de, birbirlerine karşı da nasıl amansız ve acımasız bir mücadele verdikleri ve Suriye rejimi askerlerinin usûl ve uslûbundan pek farklarının olmadığı ve Baas rejimi güçlerinin gerisinde kaldıkları söylenemez herhalde.. Ki, bu husus, kendilerinin dünyaya yaydıkları video görüntülerinden bile anlaşılıyor.
Ve 22 milyonluk bu ülkede, şimdi 7 milyon insan perişan evlerinden, barklarından, yurtlarından Türkiye, Ürdün ve Lübnan’a sığınmış durumdalar.. Ülkenin, başkent Şam/ Dımeşq dışındaki -en başta güzelim Haleb şehri olmak üzere- hemen bütün şehirleri ve bir harabe yığına dönüşmüş durumda.. Sadece Türkiye’deki Suriyelilerin sayısı 2 milyonu buluyor.
Ve IŞİD güçleri Irak’ın batısı ile Suriye’nin doğusunda, 200 bin km. kareyi bulan geniş bir alanda hâkimiyetlerini sürdürüyor.
Ancak, Irak’da, Nurî Mâlikî hükûmetinin aklaşık 9 yıllık uygulamasının özellikle son yıllarındaki, dışardan telkınle sahnelenen yanlış uygulamalarının acı meyveleri devşirilmesi, yeni başbakan Haydar İbadî döneminde geçmişteki yanlışların tekrarlanmaması için bir fırsat olabilir. Hatırlanmalı ki, Mâlikî’nin katı mezhebçiliğe doğru kayan siyasetlerine, Muqteda es’Sadr bile karşı çıkmış ve sonra Mâlikî’nin ‘Seni tutuklar yargılarım..’ tehdidi üzerine İran’a kaçmak zorunda kalmış ve daha sonra, bu iki isim, İran makamlarının çabalarıyla barıştırılmıştı.
Özellikle 2003’deki Amerikan işgalinden sonra, Irak başbakanlığına getirilmek zorunda kalınan ve amma Amerikan emperyalizminin kendisine ancak 1,5 sene kadar tahammül edip sonra vazifeden uzaklaştırdığı İbrahîm Caferî’nin bu dönemde Irak Dışişleri Bakanı olarak kabinede yer alması, bir şans olamaz mı?
*
Suriye rejiminin, kuzeydeki 910 km.lik Türkiye sınırları boyunca yaşayan 2 milyon kadar müslüman kürde daha düne kadar kimlik bile vermezken, bu sosyal patlamaların Suriye’de de ortaya çıktığı 2011’in sonbaharında, onlara geniş imkanlar vererek ve vaadlerde bulunarak, Türkiye’yi rahatsız edebilmek için, o şerit boyunca PKK’nın temsilcisi durumunda bulunan PYD isimli marksist örgütü yüreklendirmesi ise, bir başka boyut idi.
Ancak, nereden ve nasıl beslendikleri objektif olarak ortaya konulamıyan IŞİD güçleri, bir taraftan Irak’da Musul’u alıp, Bağdad’ı bile tehdid ederken, ve Felluce, Tikrit ve hattâ Kerkük’ün bazı noktalarında bile üstünlük sağlarken; diğer taraftan da Suriye’nin doğusundakiRakka ve diğer yerleşim birimlerinde hâkimiyet kurması, ve en kuzeyde, PYD güçlerinin üssü olarak görülen Ayn-ul’Arab/ Arab Çeşmesi veya Kobani diye anılan şehri de ele geçirmek üzereyken, devreye Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerinin girmesi tabloyu daha bir renklendirdi..
*
Yeni bir Mogol İstilası veya Haçlı Seferi ile karşıya karşıyayız..
Suriye rejimi bağımsız devlet olduğu iddiasıyla, Amerika’nın kendi ülkesindeki hava sahasında cirit atmasına bir de alkış tutuyor.. Kürdçü bir takım gruplar da Kobanî’de PYD güçlerinin, el kaşığıyla içilen çorba misali kazanacağı bir zaferi kutlamaya hazırlanıyorlar. Bu arada, bir HDP m.vekilinin (S. Tuncel’in), 8 Kasım günü bir gazeteci tarafından, ‘Hem IŞİD'e ABD silah verdi diyorsunuz, hem de ABD'den silah istiyorsunuz’ sözleri üzerine, "Bunu isterseniz toplantı bittikten sonra baş başa konuşalım" demesi dikkat çekiyordu.
Üzerinde büyük gürültüler koparılan ve gerçekte ise, sırf marksist-kürdçü bir hareket için bir güçlü üss olarak kullanılmak imkânı olduğu düşünülen Kobani’de iki aya yakın zamandır her iki taraf da bir netice elde edemedi. Ama, Amerika ve müttefiklerinin bombardımanları altında,Kobani’den bir virane yığınından başka bir şey kalmadı. Kobani ve çevresinin kürd müslüman halkından 200 bin kadarı ise, Türkiye’ye sığınmış bulunuyor.. 50 bin kadarı da daha önce, Irak Kürdistanı’na kaçmıştı; PYD’nin marksist bir kanton yönetimi oluşturmaya çalışması karşısında..
Ve şimdi, Türkiye, Amerika’yla NATO’da müttefik olmasına rağmen, Amerika’nın diktelerine, dayatmalarına karşı direnmeye çalışıyor.
Düne kadar Amerika’ya karşı direniyor durumda olan İran ve bazı ülkeler ise, Amerikan emperyalizmi ve nice müttefiklerinin yeni bir Moğol İstilası ve Haçlı Seferi anlayışıyla bölgede yaptığı bütün bu efeliklere zımnen destek veriyor. Velev ki, ‘Allah, bir haşereye karşı bir başka haşereyi musallat etti..’ mantığına sığınarak da olsa..
Ama, Amerika’nın IŞİD’i ortaya çıkaran aslî etkenlerden olan Suriye Buhranı’nda Esed rejiminin iktidarda kalmasını tercih eden bir tablo sergilemesi karşısında NATO üyesi bir Türkiye’yle zıd noktalara düşerken; İran’ın ise, IŞİD’e karşı mücadelede, Suriye rejiminin başı olan Esed’in diktatörlüğüne gözyuman bir siyaset izleyen Amerika’yla aynı paralele düşmesi, ilginç bir gelişme olarak kaydedilmelidir.
*
Öte yandan, Suûdî rejimi de, korkular içince.. IŞİD’çilerin ve benzeri güçlerin, Suûdî rejimine yönelttikleri, selefiliği- vehhabîliği saptırdıkları iddiasının Suûd rejiminin tahakkümü altında yaşayan Hicaz halkı içinde de tarafdar bulduğu ve amma sesini yükseltecek olanların derhal kellerinin gideceği gibi ‘kemalist yöntem’le hareket edileceği korkusuyle bir kıpırdama yok..
*
Filistin ve Kudüs, hamâsî nutuklardan başka bir şey bekliyor..
Bütün bunlar olurken..
Sionist İsrail rejimi, geçtiğimiz 5 ay öncelerde, Ramazan ve devamında, savunmasız ve ordusuz bir şehir olan Gazze’yi 55 gün boyunca ağır bombardımanlar ve füzeler altında döverken ve 500 kadarı çocuk ve gerisi de savunmasız kadınlar ve erkeklerden oluşan 2400 kadar müslüman insanı katlederken, Amerikan emperyalizmi ve onun yanında yer alan NATO dünyası ve bu korkunç katliâm ve cinayetleri, kitlevî imhaları seyrediyor ve ‘İsrail’in kendisini koruma hakkının gereği’ adına anlayışla karşılıyorlardı. Nitekim, Ağustos başında, İsrail rejiminin Gazze’deki katliâmını protesto eden Penelope Cruz isimli ünlü bir sinema oyuncusunun sionist güçler tekelindeki emperyalist medya tarafından dünya kamuoyuna ‘haftanın salağı’ diye lanse edilmesi yetmiyormuş gibi şimdi de, Amerikan Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey 8 Kasım günü yaptığı açıklamada, ‘İsrail’in Gazze’de sivil kaybını önlemekteki başarısını incelemek için uyguladığı taktikler (!?)’den övgüyle sözediyordu.
Ve bütün bunlara geçtiğimiz hafta, Kudüs’de, Mescid-i Aqsâ’ya sionist İsrail rejimi askerlerinin girmesi ve müslümanları bu kutlu mâbedde ibadetten bile alakoymaları eklendi.
Bu kutlu mâbede yapılan saldırı bile müslüman coğrafyalarında pek ilgi uyandırmadı, yazık ki..
Sadece Türkiye’den Cumhurbaşkanı ve Başbakan seviyesinde itiraz sesleri yükseltildi.
Bu itirazlar elbette yetmez; keşke bu feryadlar müslüman coğrafyalarının herbir tarafından da yükselseydi, dünyaya..
Ancak, Davudoğlu’nun, hızını alamayıp, sadece kendi Hükûmetinin ve mensubu olduğu partinin değil, bütün Türkiye Cumhuriyeti hükûmetlerinin de devamlı olarak Filistin’in ve Kudüs’ün yanında olduğundan söz etmesi ne kadar doğru idi? Hele de, TC’nin İsrail rejiminin kurulduğu geçmiş 67 yıllık siyaseti gözönüne alınınca, bu iddia ne kadar gerçekçi idi?
Ayrıca, bu itirazların dile getirilmesi yerinde ve gerekli, ama, bazı bakanların, başta AB Bakanı Volkan Bozkır’ın, İsrail rejimi askerleri için, Burdur’da yaptığı bir konuşmada "Oraya (Mescid-i Aqsâ’ya) postalla giren bu askerlere mesaj yolluyorum. Eğer oradan hemen çıkmazsanız postalınızı elinize veririz, Türkiye, ne Filistin'de, ne dünyanın başka bir yerinde, bizim kurduğumuz huzur düzenlerini bozmaya yeltenenlere izin verir. Bugüne kadar vermedi, bundan sonrada vermeyecektir!." şeklindeki içi boş, hamâsî sözler etmesi ve bunu diğer bazı bakanların da izlemesi hiç de sağlıklı bir tepki değildir, bazılarını memnun etse bile..
Çünkü, NATO’ya üye olan bir Türkiye’nin bu gibi tepkileri, NATO üyeliğiyle de, Türkiye’nin resmî ideolojisiyle de bağdaşmıyor ve bu sözlerin pratikte bir mânâsı ve değeri bulunmuyor.
Bu gibi sözleri söyleyenlerin, önce NATO çengelinden ülkeyi NATO çengelinden kurtarmaları gerekir. Ayrıca, Ortadoğu’da İsrail diye bir rejim ve güç odağının olmadığı; gaayet net olarak, Amerikan emperyalizminin ve Batı’daki bütün müttefiklerinin Ortadoğu’daki uzantısının bulunduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.
O halde, gerektiğinde Amerikan emperyalizmiyle ve onun müttefikleri olan bütün Batı ve NATO dünyasıyla karşı karşıya gelmeyi göze almadan, böyle nutukların içi boş kalmaya mahkûmdur.
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
‘Onlar Bizim Düşmanlarımızdır, Öğretmenlerimiz Değil!’

Selahaddin E. Çakırgil
Bu satırların yazılmaya başlandığı 18 Kasım Salı sabahı gelen bir habere göre, Kudüs’de meydana gelen bir hadisede, bir sinagog’daki yahudilere saldıran iki kişi, onlardan 4-5 kişiyi öldürmüş ve kendileri de sionist İsrail rejiminin güvenlik güçlerince öldürülmüşlerdir.
Filistin’de bu zamana kadar cereyan eden ve bundan sonra da devam edecek olan bir mücadelenin yeni bir yansıması.. Yani, çok şaşılası bir durum yok ortada..
Geçtiğimiz hafta da, sionist haydutlar çetesi İsrail rejimi güçlerinin Mescid-i Aqsâ’da sergilediği ahlâksızca barbarlıkları unutmadık.
Bu noktada, Filistin’li eylemcilerin, 1972- Munih Olimpiyadları’nda sionist israil rejimi sporcularının hepsini rehine alınıp, yapılan bir kurtarma operasyonunda tamamının öldürülmesiyle sonuçlanan hadiseyi konu alan ve sionistlerin ‘üstünlükleri’ni, karşı konulamazlıklarını telkın eden bir propaganda filmindeki bir konuşmayı özetle aktarmakta fayda var.
Bir Mossad ajanı, bir yahudi tâciri rolünde, bir Filistinliyle sohbet eder, ona ümidsizlik şırıngalamaya çalışır: ‘İsrail’e nasıl karşı koyacaksınız? Artık bir devletimiz var.. İstihbarat gücü dünya çapında elimizde.. Silahların en yenisi ve güçlüsü hakezâ.. Para dersen, onun muslukları da dünya çapında elimizde.. Ve bizim bu mücadelemizin 2 bin yıllık bir geçmişi var.. Sizin ise, hiç bir şeyiniz yok.. Ümidsiz bir çırpınış içindesiniz..’
Filistinli ile, o sözde tâcir arasında şöyle bir konuşma geçer:
‘-Ne kadardır devam ediyordu sizin mücadeleniz?
-2 bin yıldır..
-Bizim savaşımız ise henüz yeni başladı.. İki bin yıldan fazla olsa bile, devam eder.’
Bu propaganda filmine, bu çarpıcı cümle, herhalde, sionistlerin mücadelesinin o kadar kolay olmayacağını anlatmak için konulmuş olmalıdır.
*
Kudüs’deki son hadiseyi ‘Son Dakika’ haberi olarak veren TRT Türk’ün -Türkiye saatiyle 08.55’de- kullandığı dil ilginçti: ‘İsrail’in Kudüs kentinde meydana gelen bir saldırıda...’
Bu nasıl bir ifade?
TRT, özel bir yayın organı değil, Türkiye devletinin bir medya organı olup ve burada yaşayan onmilyonlarca halkın vergileriyle çalışmaktadır.
Kudüs’ün bir ‘İsrail şehri’ olduğuna TRT, Türkiye devleti adına mı karar verdi, ve eğer öyle ise, o zaman da, Türkiye devleti, müslüman halkın rey ve duygularına göre mi böyle bir kabul beyanında bulundu? Biliyoruz ki, 1948’de İsrail rejimi Filistin topraklarının bir kısmında bir devlet olarak varlığını ilan ettiğinde, Türkiye devletinin o dönemdeki şefleri, ne yazık ki, o toprakların henüz 30 sene öncesine kadar, son 400 yılında Osmanlı elinde olmak üzere, asırlar boyunca müslümanların hâkimiyeti altında olduğunu bilmezlikten geliyor ve sionist silahlı haydutlar çetesinin kendilerini devlet olarak ilan etmeleri karşısında, bu yeni devleti ilk tanıyanlar arasında olmak için diplomatik bir yarışa giriyordu. Ve o utancı, Anadolu müslümanları olarak hâlâ da yaşıyoruz.
Bugün en azından resmî yayınların, halkımızın bu acısına saygı göstermesi ve kullandığı dile daha bir dikkat etmesi gerekiyor.
Gerçi, bu konuyla ilgili bir diğer haberde ise, TRT’nin bölgedeki muhabiri E. Tiyanşan nisbeten daha dikkatli bir dil kullanıyor ve haberinde, ‘Kudüs’ün İsrail işgalinde olan Doğu kısmında değil, Batı Kudüs’de..’ ifadesine yer veriyordu. Ama, İsrail rejiminin varlığını kabul eden Türkiye’nin resmî siyasetine uygun ise de, bu ifade bile, gerçeğe yine de aykırı idi.. Çünkü, sadece Kudüs değil ve Filistin’in tamamı, 70 yıla yakın zamandır siyahlı sionist haydutların işgali altındadır.
Hiç bir işgal, zaman geçmekle, bir hakk ve meşruiyyet kılıfına bürünemez.
*
Sözkonusu saldırı ve Filistin’li oldukları söylenen iki kişinin eyleminin, ‘onyıllardır, silahlı sionist haydutlar çetesi’nin işledikleri korkunç katliâm ve cinayetlere karşı verilmiş bir tepki olduğu’ şeklindeki açıklamalar yabana atılmamalıdır, ama..
Mâbedlere saldırılmasının üzerinde daha bir dikkat ve hassasiyetle durulmalıdır. Çünkü, sinagoglar, kiliseler ve mescidler, Kur’an’da (Baqara- 114 ve Hacc sûresi, 40. âyetlerde) korunması ve saygı gösterilmesi gereken mekanlar olarak anılmakta ve bu mekanlara saygı gösterilmesi hatırlatılmaktadır. On yıllardır sionist saldırılar karşısında kalan insanları anlamaya çalışmak gerekir, amma, bu, o saldırıları silahlı unsurlar yaparken, bir mâbede gelip ibadet eden insanlara saldırmak, ne kadar sağlıklı bir tepkidir, bunun üzerinde durulması gerekir. Gerçi, ilk planda ‘bunca zulümlere kayıtsız kalan yahudilerin de cezalandırılmış olduğu’ gibi izahlar yapılabilir, ama, konu, Kur’an-ı Mubîn’in bize verdiği, günlük ve konjonktürel tepkilerin ötesinde, ezelî ve ebedî ölçüler açısından değerlendirildiğinde daha dikkatli olunması gereği ortaya çıkar. Ki, bu eylemi üstlenen ‘Filistin Halk Kurtuluş Cebhesi’eylemcilerinin bu İslamî ölçülerden bütünüyle haberdar olmadıkları düşünülebilir.
Şimdi, sionist İsrail rejiminin ve arkasındaki güçlerin tepkisinin nasıl olacağı da açıktır. Hemen,İsrail’in kendisini savunma hakkının olduğu lafı ile, sionist İsrail rejiminin bütün cinayetlerine ‘yeşil ışık’ yakacaklar ve sionist İsrail rejimi de, eylemcilerin evlerini bile havaya uçurmak gibi tepkilerini tekrarlıyacaktır.
Bu arada, Mescid-i Aqsâ’nın geçen hafta sionist silahlı haydutlar rejiminin güçlerince saldırıya uğraması, oraya giren barbar güçlerin her türlü saygısızlığı sergilemesi ve müslümanların ibadetten alakonması da hatırlanabilir, elbette..
Ama, burada merhûm Ali İzzet Begoviç’in bir sözü de hatırlanmalıdır.
Bosna’da 20 yıl öncelerdeki o korkunç katliâm günlerinde Sırb silahlı unsurlarının, çetelerinin müslümanlara her türlü saldırıyı en ahlâksızca ve barbarca usûllerle yaptıkları bir sırada, bazı müslüman silahlı gençler Ali İzzet Begoviç’e gelip, kendilerinin de sırblara, onların yöntemiyle karşılık vermeleri için izin isterler.
(Rahmetli) Begoviç’in cevabı ise, son derece ilginç ve güzeldir:
‘- Sırblar bizim öğretmenimiz değil, düşmanımızdır..’
Bu kadar..
Bu yüksek anlayışı, müslümanlar olarak, sadece Filistin’de değil, diğer bütün mücadelelerimizde de unutmamalıyız herhalde..
Bu açıdan bakıldığında, HAMAS yetkililerinin, sinagog’a yapılan bu saldırıyı, bu zamana kadar sionist israil rejimince sergilenen zulümlere bir tepki şeklinde ifade etmekle birlikte, direkt olarak benimsememesi ve üstlenmemesi ilginç bir tavırdır.
Sionist İsrail rejiminin ve özellikle de başbakan Binyamin Netenyahu’nun, bu saldırıyı, bütün Filistinlilerin topyekûn ve potansiyel düşman sayılması ve cezalandırılması stratejisi için yeni bir fırsat olarak kullanacağı tahmin edilebilir.
Ve tabiatiyle, bütün emperyalist ve şeytanî güçler de onu ve cinayetlerini vargüçleriyle destekliyecekler ve kendilerinin müslüman coğrafyalarına karşı sergiledikleri yeni Haçlı Seferleri mesabesindeki saldırılarında onbinler-yüzbinler halinde katlettikleri insanları görmezlikten gelip, sadece siyonist yahudilerin ağladıkları insanlar için gözyaşı döküp, bunu saldırılarının ma’zereti ve dayanağı olarak sergileyeceklerdir.
Halbuki, sionist İsrail rejiminin yeni C. Başkanı daha geçen ay, ‘Biz, bırakın yahudiliği, insanlığı bile unuttuk galiba.. Hepimiz ruh hastasıyız..’ şeklinde ilginç bir konuşma yapmıştı, ama, bu sözler dünyada fazla bir ma’kes bulmadı, yankılanmadı..
Yazık ki, dünyadaki bu çifte standartlı tutum, müslüman coğrafyalarında da, IŞİD eylemcilerinin bazı cezalandırma usûllerinde sergiledikleri tuhaf tavırlar gibi, bir takım ölçüsüz, aşırı ve sağlıksız tepkilerin müslümanlar adına tezgahlanmasının yolunu daha bir açıyor.
*
Tekrar edelim, düşmanlarımız bizim öğretmenlerimiz ve ölçümüz değildir.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Putin'in Türkiye Gezisi, Batı Kulübü ve Refsencanî'nin İkazı

Değiniler:
1- Rusya Lideri Vladimir Putin’in Türkiye’ye ziyareti..
Rusya Devlet Başkanı Putin, 1 Aralık günü Türkiye’ye bir resmî gezi yapacak. Bu gezinin, hem Rusya ve hem de Türkiye açısından çok önemli sonuçları olabilir. Çünkü Rusya, Kırım’ın kendisine iltihakı görüntüsü altındaki ilhakı başta olmak üzere, Ukrayna’ya karşı yürüttüğü siyaseti sebebiyle, B. Amerika ve Avrupa Birliği tarafından ağır diplomatik ve ekonomik baskılar altına alınmış bulunuyor. Ama, B. Amerika başkanı Obama, daha işin başında, ‘Bu mes’ele yüzünden, Rusya’yla savaşmıyacağız, bunu Ukrayna halkı da anlayışla karşılayacaktır..’ diyerek, Rusya’ya askerî çözüm dışında yaptırımlarla netice almayı deneyeceğinin işaretlerini vermişti. Hedef, Rusya’nın ekonomik açıdan diz çökmesini sağlamaktı..
Bu da, Rusya’ya karşı yoğun ve geniş bir ekonomik ambargo şeklinde olacaktı. Bu ambargoya karşılık, Rusya da, bu durumun olumsuzluklarını gidermek için, Türkiye pazarına daha yoğunluklu olarak yöneliyor. Yani, Türkiye için büyük bir avantaj..
Rusya da ayrıca Avrupa’ya karşı petrol ve gaz sevkiyatını kısmak tehdidini savuruyor. Diplomatik ve ekonomik savaş sürdükçe, karşılıklı olarak daha pek çok yeni taktikler geliştirilecektir.
Rusya, bu olumsuzlukları ne kadar karşılayabilir, kestirmek kolay değil.. Daha şimdiden, Rus parası ‘ruble’nin değeri büyük sarsıntılar geçirmekte ve Rusya’nın kaybının şimdiden 150 milyar doları geçtiği söylenmektedir. Petrol fiyatlarındaki yüzde 30’u bulan düşüşlerin de Rusya ve İran ekonomisi için ağır darbe teşkil edeceği sanılıyor. Suûd rejiminin ve onunla birlikte hareket eden OPEC üyelerinin petrol üretimini düşürmemelerinin ve ayrıca sanayileşmiş ülkelerdeki büyük ekonomik durgunluk ve sanayi çarklarının büyük çapta yavaş işlemesinin de petrole duyulan ihtiyacı dünya çapında azalttığı uzmanlarca dile getiriliyor. Bu durumda en büyük gelir kaynakları petrol ve tabiî /doğalgaz olan Rusya ve İran gibi ülkelerin ekonomik açıdan daha bir sıkıntılı duruma düşecekleri sanılıyor. Nitekim, İran C. Başkanı Hasan Ruhanî, geçenlerde, ‘petrolün varilinin 100 doların üstüne çıkartılamaması halinde büyük sıkıntı yaşayacaklarını’ açıkça dile getirmiştir.
Ancak, bu sıkıntılara rağmen, İran’ın nükleer teknoloji yönündeki çabalarının ilerlemesinin İran halkı tarafından ödenecek bedel olarak tahammülle karşılandığı; hakezâ, Rusya halkının büyük ekseriyetinin de, Putin’e güven duyduğu ve Rusya’nın elinden çıkan bazı bölgelerin tekrar ülke bütünlüğüne eklenmesinden tatmin olduğu tahmin edilebilir. Hattâ, o kadar ki, ‘Putin yoksa, Rusya da yok!’ denilecek derecede bir yaygın Putin hayranlığının giderek yükselmekte olduğu pek çok gözlemcilerce de dile getirilmekte..
Putin, Kırım’ın Rusya Federasyonu’na iltihakıyla noktalanan gelişmeleri anlatırken, ‘Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Kırım’ın Ukrayna’ya bırakılması karşısında yıllarca yutkunduk.. Ama, Rusya’nın o günkü şartlarında kabullenmeye mecburduk..’ demişti. Putin, yarınlarda Rusya daha fazla güçlenirse, Rusya’nın elinden çıkmasına yutkunarak seyirci olmak zorunda kaldıkları daha nice hassas konuları da hatırlayacaktır.
Putin, açıktır ki, 20 yıl öncelerde yerlerde sürünen ülkesini derleyip toplamış ve yeniden ayağa kaldırmayı başarmıştır. Denilebilir ki, bu açıdan, Tayyîb Erdoğan’la Putin arasında bir bezerlik vardır. Çünkü, Erdoğan da, yerlerde sürünen ülkesini büyük çapta güçlendirmiştir. Ayrıca bu iki liderin şahsî münasetetleri ve birbirlerine itimadları da, Rusya ile Türkiye liderleri arasında geçmişte pek rastlanmıyan cinsten, yüksek seviyede.. Ekonomik açıdan güçlü bir Rusya, Türkiye ekonomisine hem 4 milyonu aşkın turist göndermesiyle, hem de Türkiye’nin özellikle de gıda sektöründeki ihraç malları açısından çok büyük bir pazar oluşturmakta.. Keza, Türkiye’nin uluslararası üne sahib inşaat firmalarının Rusya’da büyük yatırımları üstlendiği de biliniyor. Taraflar arasındaki ticaret hacminin 30 milyar doları aşmış olması da, tarafların dikkatli bir siyasetle bu durumu sürdürmelerinde en etkili faktörlerden birisi olmakta..
Ancak, Rusya Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğunu da asla unutmamakta.. Ne var ki, Türkiye gerek 2008’deki Rusya- Gürcistan Savaşı’nda, gerekse B. Amerika ve AB ülkeleriyle sürtüşmelerinde, taraflar arasında dengeli bir siyaset izlemek sûretiyle, bu buhranlardan en az zararla çıkmıştır denilebilir.
Tayyîb Erdoğan’ın zaman zaman (Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan arasında oluşturulan ve İran’ın da gözlemci olarak katılmasına izin verilen) Şanghai Beşlisi diye anılan Şanghai İşbirliği Teşkilatı’na üye olmak arzusunu dile getirdiği ve Putin’in ise, bu konuya biraz daha olgunlaşması ve taleblerin daha ısrarlı olması için nazlıca yaklaştığı biliniyor. Ama, bu talebin AB ülkelerince de, B. Amerika tarafından da şaşkınlık ve tedirginlikle izlendiği biliniyor.
Putin Rusyası’nın Rusya müslümanları ile ilgili konularda, Çeçenistan’da olduğu gibi bir takım yeni gailelerle karşılaşmak istemediği, 30 milyonu aşkın müslüman kitlelerle iyi ilişkiler geliştirmeye özen gösterdiği, özellikle müslüman halkların mâbed ihtiyaçlarına destek verdiği de biliniyor.
Ama, bütün bunlara rağmen, Rusya’nın tarih boyunca Osmanlı’ya en yıkıcı darbeleri vurduğu ve tarihin o acı hâtıralarının sosyal hâfızalardan kolayca silinemiyeceği de ortadadır.
Ayrıca, Türkiye ile Rusya arasında en büyük problemin şimdiki durumda Suriye Buhranı olduğu da unutulmamalı.. İran ve Rusya’nın Suriye rejimini ne pahasına olursa olsun, sonuna kadar destekliyeceklerini açıklamaları ve Türkiye’nin ise, 910 km.’lik bir ortak sınıra sahib olduğu Suriye’deki Baas ideolojisi ve partisinin 50 yıllık ve Esed Hanedânı’nın da 45 yıllık diktatörlüğü bertaraf edilmedikçe, durumun düzelmesinin imkansız olduğu görüşünde olması, Türkiye ile bu ülkeler arasındaki en büyük görüş ayrılığı, ihtilaf ve gerginlik odağı..
Daha da ilginci, bu buhranın ortaya çıkardığı, IŞİD, En’Nusra, Horasan, Ahrar-ı Şâm vs. gibi ve herbirisi, İslam adına mücadele verdikleri iddiasında bulunan ve birbirleriyle de silahlı çatışmalardan uzak duramayan silahlı örgütlerin bertaraf edilmesini asıl hedef olarak gören Amerikan emperyalizmi ve arkasından giden diğer ülkelerin şimdiki durumda Esed rejiminin her türlü diktatörlüğüne gözyummayı tercih ettiği de artık ap-açık ortada.. Bu durum da, bu buhranı daha bir içinden çıkılmaz hale getiriyor. ‘Yangını söndürecek en iyi çare, yangının bizzat kendisidir, yanacak bir şey kalmayınca, yangın söner..’ gibi bir tablo ortaya çıkacağa benziyor.
Bu çetin mes’elenin Putin ile Tayyîb Erdoğan arasındaki görüşmelerde en temel mes’ele olarak masaya geleceği tahmin edilebilir. Çünkü, Türkiye, halihazırda, 2 milyona yakın Suriye’li sığınmacının yarınlarda ikiye katlanabileceğinin de kaygılarını taşıyor. Milyonlarca insana, hele de soğuk kış şartlarında iyi bir evsahibliği yapılmakta büyük sıkıntılar çekileceği açık..
Bu konuda, Putin de, 28 Kasım günü AA.’verdiği mülâkatta ilginç açıklamalarda bulunuyor ve Türkiye’ye direkt bir eleştiri getirmemeye dikkat göstererek, ‘Suriye'deki durum, ciddî bir endişe kaynağı olmayı sürdürüyor. Komşularını yakıp yıkan, süregelen şiddetli çatışma nedeniyle Türkiye'nin sırtındaki yükün tamamiyle bilincindeyiz. Bununla birlikte, hem bu ülkede hem de komşu ülkelerde, durumun daha da kötüleşmesi riski, bir zamanlar, bunlarla flört eden ve bu örgütleri cesaretlendiren Batılı ülkeler tarafından aktif biçimde kullanılan sözde İslam Devleti ve diğer radikal örgütlerin faaliyetlerinden kaynaklanıyor. Elbette Suriye dahil, kargaşalarla sarsılmış Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesinde terörist ve aşırıcı unsurlarla mücadeleyi uluslararası toplumun öncelikli hedeflerinden biri olarak değerlendiriyoruz. Şuna eminiz ki, bu tehdidin bastırılması çabaları, BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarına, başta devletlerin egemenliğini koruma ve içişlerine karışmama ilkeleri olmak üzere uluslararası hukuk normlarına dayanmalıdır.’ diyor; bugünkü Amerikan müdahalesinin Suriye ve Irak’daki bombardımanlarında bu hassasiyetlere riayet etmediğini dolaylı olarak dile getiriyor ve ’kendilerinin, Rusya Federasyonu olarak, aşırıcılarla mücadele eden Suriye, Irak ve bölgenin diğer hükümetlerine ileride de yardım sağlamaya devam edeceklerini’ vurguluyordu. 'Suriye halkının, mümkün olduğunca kısa sürede ve uygulanabilir biçimde, yaşadığı trajik olayları geride bırakması, barış ve uyum içinde yaşamasına yardımcı olmak için elimizden gelen her şeyi yapmaya devam edeceğiz. Suriye hükümeti, çeşitli muhalefet gruplar, uluslararası ve bölgesel ortaklarımız ve tabiî ki Türk meslektaşlarımız ile temaslarımız da bu amaca yöneliktir..’ diyen Putin bu arada, Orta Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasındaki tehdidlere bir bütün olarak, derinlikli bir analizle yaklaşmanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Örneğin, uzun süren Arab-İsrail ihtilafının, Filistin sorununun çözüme kavuşmamasının aşırıcılar tarafından saflarına yandaşlar ve özellikle gençlerin katılımını sağlamak için kullanıldığı gayet açıktır.’ gibi tahlillerde de bulunuyordu; kendilerinin de, sionist İsrail rejiminin bütün cinayetlerine tıpkı Amerikan emperyalizmi gibi kol-kanat gerdiğini, ’yeşil ışık’ yaktığını, bu yöndeki açık beyanlarının müslümanlarca bilinmediğini düşünürcesine..
Tahmin edileceği üzere, Putin-Erdoğan görüşmelerinin çok rahat geçmiyeceği, ancak, her iki tarafın da birbirlerine geçmişe göre daha bir yakın olmak gerekliliğini hissedeceklerini söylemek mümkündür.
*
2- Batı Kulübü’nün tedirginliğini dile getirmek rolü Almanya’da..
Erdoğan, Rusya ile yakınlaşmasını daha bir pekiştirerek, AB ve Amerika ile münasebetlerinde kendisi üzerine konulan soru işaretlerini zayıflatmaya; Putin de, 200 yıldan beri Batı Kulübü’nde yer almayı kendisine temel siyaset yapan Osmanlı ve bugünkü Türkiye’yi kendi taraflarına çekmenin mümkün olup olmayacağına dair ısınma hareketlerine yoğunluk vermeye çalışacaktır.
Hele de, başta Almanya olmak üzere, AB ülkelerinin bir bütün olarak neredeyse bir bütün olarak, Erdoğan Türkiyesi’ne besledikleri düşmanlığın hemen bütün resmî değerlendirmelerde yer aldığı, hattâ, ’Türkiye’nin NATO’dan da atılması’ yönündeki görüşlerin bile etkili siyasetçilerin ağzından tv. ekranlarında dillendirildiği ve medya propagandalarında hemen hergün daha bir palazlandırıldığı bir dönemde, Putin-Erdoğan görüşmeleri Batı dünyasında ilgiyle ve tedirginlikle izlenecektir.
’Erdoğan Türkiyesi’ne Batı dünyasında duyulan husûmetin sebeblerini burada bir-bir saymaya gerek yok.. Kısaca, güçlenen bir Türkiye istemiyorlar; kendileri karşısında geçmişteki gibi dilenircesine para isteyen, emir alan, bir Türkiye istiyorlar. Ve o zaman bütün Batı medyasında günlerdir yapılan yıkıcı yayınların, ateşe benzin dökme çabalarının bir haberleşme özgürlüğü ve hizmeti diye geçiştirilmeye çalışılması ise, daha bir tahammül edilmez durum..
Geçen yıl, Taksim- Gezi Hadiseleri sırasında, Erdoğan Hükûmeti’nin yıkılma eşiğine geldiğini zannedip, haftalarca canlı yayınlarıyla ve bütün haber bültenlerinde bu dileklerini dile getirenler, hem Mart- 2014 sonundaki mahallî seçimlerde Erdoğan’ın partisinin yine bütün rakiblerini ezip geçmesi ve Ağustos başında da ilk kez direkt halk tarafından gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın ilk turda yüzde 52 oyla seçilmesi karşısında derin bir hayal kırıklığı yaşadılar. Ama, bu gelişmeler onları yatıştırmak yerine, ’Erdoğan Türkiyesi’ aleyhine daha bir düşman yaptı.
Ve Türkiye’de olan küçücük veya sıradan bir hadiseyi bile büyük göstermeye çalışırken, kendi dünyalarında ise, olan bitenleri yansıtmamak ustalığını sergilediler.
*
Nitekim, B. Amerika’da geçtiğimiz aylarda silahsız bir siyahî gencin bir beyaz polis tarafından öldürülmesi ve geçtiğimiz hafta da 12-13 yaşında yine bir siyahî çocuğun da oyuncak tabancayla oynarken, polis tarafından ’gerçek tabanca olduğunu zannettim’ diyerek vurularak katledilmesi ve buna rağmen, bu cinayetlerin Amerikan yargı sistemince takibsizlikle sonuçlandırılması üzerine Ferguson ve diğer Amerikan şehirlerde günlerdir süren büyük karışıklıklar üzerine, emperyalist odakların emrindeki medya çevrelerinin susması ve Gezi Hadiseleri’nde pek âşıkı oldukları haberleşme özgürlüğü ve hizmetini hatırlamamaları ilginçtir. Bu duyarsızlık, geçtiğimiz bahar ayında Hamburg’da meydana gelen ve 2-3 hafta kadar süren büyük karışıklıklar sırasında da görülmüştü.
*
Böyleyken, hattâ bir T.C. vatandaşı olan ve ’Almanya’nın Sesi (Deutsche Welle)'nin türkçe yayınlarının sorumlusu olan kişinin, kendi ülkesini alman medyasında yerden yere vurması, Alman medyasındaki ve resmî çevrelerce de desteklenen ’ErdoğanTürkiyesi’ düşmanlığının boyutlarını göstermesi açısından son derece önemlidir.
Sözkonusu kişi, 28 Kasım günü, Erdoğan'ın İslam İşbirliği Teşkilatı'nın organizasyonunda müslüman ülke liderlerine "Batılılar bizim ölümüzü, petrolümüzü seviyorlar" açıklamasını yorumluyordu. Bu röportajdaki şu cümleler özellikle ilginçti:
Sunucu: Şimdi stüdyomuzda Deutsche Welle / Türkçe Yayınlar Yöneticisi Baha Güngör bulunuyor. Az önce haberde de izlediğimiz gibi Erdoğan’ın iddiaları çok çirkin. Erdoğan, “Dost gibi görünenler, bizim ölümüzü, bizim çocuklarımızın ölüsünü seviyorlar.” dedi. Bu sözleriyle Batı’ya atıfta bulunuyor. Erdoğan’ın kendisine böyle davranamayacağını söyleyen danışmanları yok mu?
Güngör: Şu anda bu konuda direnç gösteriyor muhtemelen. Diktatörler gibi davranıyor ve büyüklük hastalığına kapıldı. Erdoğan’ın dün söyledikleri aslında Batı’ya, AB’ye psikolojik savaş ilanı. Artık Avrupalıların, Erdoğan’ın 2002’de seçimleri ilk kazandığından beri yanlış ata oynadıklarını biliyoruz.
Sunucu: Erdoğan bu tarz açıklamalarıyla Türk halkından destek görüyor mu?
Güngör: Bu açıklamalarına destek görüyor. Bu tarz açıklamalarla elbette bir halkı arkanıza alabilirsiniz. Türkiye kendisini Avrupa tarafından ihmal edilmiş hissediyor.
Sunucu: Türk parlamentosu şu sıralar polis ve güvenlik güçlerinin yetkilerini artıran bir yasa tasarısı üzerinde tartışıyor. Ayrıca yasadışı gösteri yapanların da derhal tutuklanabileceği söyleniyor. Bu nasıl bir gelişme?
Güngör: Bu açıkça bir polis devletine doğru gelişimi göstermekte. Bu devlet, açıkça temel demokratik değerlerden uzaklaşıyor. İnsanlar tehlike altında, mesleki olarak da tehlike altında. Türkiye artık, Avrupa’nın bir gün AB’ye alabileceği bir ülke değil.
Sunucu: Papa bugün yeni Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda bekleniyor. Erdoğan bu ziyareti muhtemelen kendi amaçları için de kullanacaktır ancak Papa’yı, Türkiye’deki Hristiyanların durumu ilgilendiriyor. Hristiyanların durumu nasıl?
Güngör: Pek iyi değil, bu konuda iyi şeyler duymuyoruz. 1971’den beri Ortodoks Hristiyanlar, Heybeliada Ruhban Okulu’nda eğitim veremiyor. Türkiye’de yaklaşık 100 bin Katolik ve diğer Hristiyan mezheblerine mensub insanlar yaşıyor. Hristiyanların sayısı oldukça azaldı. Aslında Türkiye, Anadolu Hristiyanlığın anavatanı, ama, buralardan maalesef artık sadece kötü haberler alabiliyoruz’
Evet, bu sözler bile, uluslararası çevrelerde hangi emperyalist dalaverelerin nasıl tezgahlandığına dair gerekli bilgiyi vermeye yetiyor. Ve çoğu yersiz olan bu sözlerin sahibi, bir T.C vatandaşı..
*
Gerçi burada, herkesi aynı kefeye koymamak da gerekiyor.. Nitekim, Almanya’nın bir önceki cumhurbaşkanı olan ve ’İslam Almanya’ya da aid bir dindir..’ dediği için sevimsiz hale gelen ve üzerine bir takım yolsuzluk iddiaları atılıp, -sonunda beraet etse bile-, cumhurbaşkanlığından istifa ettirilen Christian Wulff, 20 Kasım günü yaptığı açıklamada, müslümanlarla ilgili bir algı operasyonunun devrede olduğundan söz ediyor ve ’Bazı teröristlerin bir dini ve Kuran’ı böyle barbarca kullanmaya çalışması, beni çok endişelendiriyor. Bu teröristler İslam’ın ilkelerini dahi ihlal ediyor. Bizim asıl şimdi, bizimle birlikte, ister dindar olsun, ister olmasın, ister hristiyan olsun, ister yahudi, bu ülkelerdeki terör ve şiddete karşı çıkan Müslümanların yanında olmamız lâzım..’ diyordu.
Wulff, yanlış, kötüleyici sözler ve genellemeler yerine birlikteliği ön çıkarmak zamanı olduğunu söylüyor, Almanya’yı, bu ülkede yaşayan barıştan yana insanlarla dayanışmaya çağırıyordu.
*
3- Refsencanî’den gecikmeli olsa da, yerinde ve gerekli bir ikaz..
İran'da Şahlık rejiminin, yüzbinden fazla insanın hayatına mal olan büyük bir halk hareketi ile 1979 başında devrilmesi ve İslam Cumhuriyeti nizamının kurulmasından itibaren ilk 25 yıl boyunca en önde gelen simalardan birisi olan eski cumhurbaşkanı Hâşimî Refsencanî, çok gecikmeli olsa bile, çok yerinde ve gerekli bir ikazı, iki hafta kadar önce yaptı, ama, bu sözlerin üzerinde pek durulmadı. Refsencanî’yi başka zamanlarda ağır şekilde eleştiren çevreler bile, onun bu sözlerine değinmedi, böylece de İran halkı, bu sözlerden etkin şekilde haberdar olamadı ve gerekli değerlendirmeyi yapmak imkanı bulamadı.
Refsencanî, sözkonusu konuşmasında ’Etnik, dinî ve iç meseleler İslam ülkelerini meşgul etmekte. İslam ülkeleri ortak bir politikayı takib edemedikleri için, İsrail rejimi Filistin halkına yönelik zulüm ve baskı yapmaya cesaretleniyor..’ diyor ve ’İslam ülkeleri bir milyar 700 milyon nüfusa sahib.. Yaklaşık 60 ülkeden oluşan bu ülkeler, çeşitli enerji kaynaklarıyla bölgede ve uluslararası alanlarda birinci güç olabilirdi’ dedikten sonra pek alışılmamış bir itirafta bulunuyordu.
İslamî vahdetin, / birlikteliğin önündeki en büyük engellerden birinin de mezheb faktörü olduğuna işaret eden Refsencanî, -özetle- "İslam dünyasının kendi içindeki bölünmüşlüğüne son vermek için kutsal Kur'an'a uymalıyız çünkü mezheb farklılıkları, Sünnî ve Şiî Müslümanları birbirine düşürmüş, Müslümanlar arasında mezheb farklılığı bir çatışmaya sebeb olmuştur" diyor ve şöyle devam ediyordu: ’Kur'an-ı Kerîm, (Enfâl Sûresi, 46. âyetinde) bize, ’Birbirinizle çekişmeyin, yoksa gücünüz gider..’ diyor. Ama, Biz Şiîler, bu uyarıyı görmezden gelerek, ikinci Halife Ömer başta olmak üzere Peygamber sahabesine lanetler ederek, Şiî-Sünnî ihtilaflarını arttırdık. Hattâ, bazıları bu törenleri ibadet maksadıyla yerine getirir oldu. Hz. Fatıma’nın vefat günlerinde okunan mersiyelere, ağıt metinlerine bakınız, bunun örnekleriyle doludur..’
*
Evet, bu sözlerin Refsencanî gibi bir isim tarafından -gecikmeli olsa da- dile getirilmesi son derece önemlidir ve ümmetin uyanmasına, kendisine gelmesine bir etki yapabilir. Her ne kadar bu sözlerin, İran halkı tarafından duyurulmaması için, üzerinde fazla durulmasa ve üzerine tonlarca sukût külü dökülmüş olsa bile..
Hele de bazı arab diyarlarında, ’şiî müslümanları, hattâ İsrail’den bile daha tehlikeli ve İslam’ın en büyük düşmanı’ olarak gören ve gösteren yaygın propagandaları sünnîlik adına yapanların da bu sözlerden ibret almaları ve akıllarını başlarına devşirmeleri dileğiyle..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Baas- Esed Rejimini Türkiye’den Gayri Herkes Tutuyor

Ukrayna’da son bir 1 yıl içinde meydana gelen ve yüzlerce insanın hayatına ve iktidar değişikliklerine yol açan büyük karışıklıkları fırsat bilen Putin Rusyasının, ‘kendisine iltihak ettiği’ görüntüsü altında, Kırım’ı ilhak edivermesi ve Ukrayna içinde devam eden iç-savaş’ın başka bölgelerde devam etmesinde de etkili olmaya çalışmasından sonra, AB ülkeleri ve B. Amerika tarafından kuşatılmak istenmesine karşı çareler ararken, elini Türkiye’ye uzatması, ortaya ilginç bir tablo çıkardı.
Çünkü, ‘Erdoğan Türkiyesi’ de güçlendikçe, (Tayyîb Bey’in 3 Aralık günü kültür ve san’at alanında seçilen devlet sanatçılarına ödül verildiği törende, ‘Türkiye’nin hervele yaptığı’ şeklindeki benzetmesiyle), özellikle son yıllarda, kapitalist emperyalizm dünyasının güç odaklarında Tayyîb şahsında Türkiye’ye de nasıl bir husûmet beslendiği daha bir açığa çıkmıştı.
Tayyîb Erdoğan ve V. Putin arasında şahsî güvene de dayanan yakın ilişkilerin ivmesiyle, ekonomik ilişkiler daha bir gelişme imkanına kavuşacak gibi.. Hele de Putin’in, ‘Bulgaristan üzerinden Avrupa’ya akıtılacak olan Güney Akım Projesi’ni durdurduğunu ve bunun yerine Türkiye üzerinden yeni bir hat oluşturulması projesi üzerinde çalışıldığını açıklaması, Avrupa’da buz etkisi yaptı.
Özellikle de, Türkiye gibi NATO üyesi olan bir ülkenin, NATO’nun en büyük tehdid kaynaklarından birisi olan Rusya ile böylesine büyük çaplı ekonomik bağlar geliştirmesi, Batı ittifakınca elbette huzursuzlukla takib edilecektir.
Nitekim, Almanya’da hükûmetin parlamentodaki önde gelen isimlerinden ve CSU’nun dışpolitika sözcülerinden birisi Florian Hahn, 3 Aralık günü Alman N-TV kanalına yaptığı açıklamada, Türkiye ile Rusya arasında varılan ve gaz satışını genişleten anlaşmayı, ’Bir NATO ülkesinin Rusya’ya verdiği yanlış işaret’ olarak nitelendiriyor, Putin’in batıya mesaj vermek için Ankara’yı seçmesine dikkat çekiyor ve ‘Türkiye’nin kimlerle yakınlaşacağına ve ne tür anlaşma yapacağına kendisinin karar verebileceğini’ belirttikten hemen sonra, ‘Ancak, Türkiye NATO üyesi olduğu gerçeğine uygun tavır sergilemeli ve NATO çıkarlarına uygun davranmalı.. NATO üyesi bir ülkenin Rusya’ya bu denli yakınlaşmasını doğru bulmuyorum..’ diyor; dahası, Türkiye’den, ‘Suriye krizi boyunca alman askerleri ve patriotlarıyla koruduğumuz bir NATO ülkesi’ şeklinde söz ediyor, fatura çıkarıyor ve ‘Türkiye’nin şu anda iç politika bakımından da AB değerlerinden uzaklaştığını’ da sözlerine ekliyordu.
Ancak..
‘Suriye Krizi’ denilince..
Bu konuda, iki ülkenin siyasetlerinin birbiriyle taban tabana zıd olduğu zâten biliniyordu.
Putin Rusyası’nın Suriye konusunda kararlı olduğu ve Suriye rejimini sonuna kadar destekliyeceğini bir daha ortaya çıktı. Bunu da tabiî karşılamak gerekir. Çünkü, 40-50 yıl öncelerde Rusya (o zamanki adıyla Sovyetler Birliği) Ortadoğu’da kapitalist emperyalizm dünyasından çok daha etkindi. Irak ve Suriye’deki Baas rejimleri, Nâsır Mısırı, Gaddafî Libyası, Bumedyen Cezayiri, Ca’fer Numeyrî Sudanı, o zamanlar bir devlet olan Güney Yemen, büyük çapta Sovyet Rusya’nın manyetik alanında idi.
Bugün ise, sadece Suriye kalmış bulunuyor Rusya’nın manyetik çekim alanında.. Bu bakımdan, Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki tek üssü konumunda olan Suriye’yi kolayca elden çıkarmıyacağı açık..
Üstelik, Suriye’nin Rusya’ya Doğu Akdeniz’de sağladığı stratejik imkanları Türkiye ona sağlıyamazdı. Çünkü, hem Türkiye, geçmişten beri Rusya ile birbiriyle uyuşmayan jeo-politik ve religio-politik ve de stratejik açıdan, farklı dünyaları temsil eden iki bölge gücü idi; hem de, son 60-70 yıldır, Türkiye direkt olarak NATO üyesi bir ülke ve bu NATO üyeliğine de, Stalin Rusyası’nın açık tehdidleri üzerine girmeye mecbur kalmış bir ülke..
Bu bakımdan hem tarihî kökleri ve hem de bugün içinde bulunulan dünya şartları açısından Rusya ve Türkiye’nin -hele de geçmişte, Osmanlı döneminde-, güç yarıştırması yapmış olan iki güç odağının bugün ittifak yapması son derece zor gözüküyor. Çünkü, bugün birbirlerine geçmişteki liderlere nisbetle daha yakın durabilen Putin ve Erdoğan fânîdirler; tarihi hâfızâ ise, insan ömrüne nisbetle çok daha uzun ömürlüdür.
Buna rağmen, bu iki ülke bugün, her konuda görüş birliği içinde olamasalar bile, birbirleriyle kavga etmeden, birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılayan iki komşu olmanın olabilirliğini, savaşsızca bir komşuluk oluşturmanın mümkünlüğünü sergilemek durumundalar.
Bu bakımdan, bu iki güç odağının Suriye Buhranı konusunda taban tabana zıd bir noktada olmalarını, birbirleriyle ileride askerî bakımdan karşı karşıya gelmek gibi bir noktaya vardırmadan sürdürebilecekleri söylenebilir. Üstelik bu noktada her iki taraf da, gaayet net durumdalar.
Her iki taraf da, bu konuda karşı ve zıd yaklaşım içindeler.. Ama, B. Amerika ve bütünüyle NATO dünyasının, Türkiye’ye kara ordusunu Suriye’ye sokması konusunda yaptığı onca baskı, entrika ve taktiklere Erdoğan yaklaşmadığı gibi; Putin de, daha bu krizin başında ‘Suriye yüzünden bir savaşa girmeyecekleri’ni net olarak açıklamış bulunmaktadır.
*
Rusya, Amerika- İsrail, AB ülkeleri, Mısır, İran.. Esed’in korunmasına aynı çizgide..
Buna rağmen, iki tarafın tam karşı kanaatlerde oldukları, Putin’in son Ankara gezisinde bir kez daha ortaya çıktı.
Putin, bir soruya karşılık verirken, ’Suriye'deki durumun normal olmadığı konusunda ortak düşüncemiz mevcud.. Orada çeşitli terör gruplarının güçlenmesini istemiyoruz. Orada yaşayan bütün insanlar kendilerini nasıl güvende hissedebilirler ve yönetim konusunda nasıl eşit haklar elde edebilirler, bu konuda işbirliği yapmalıyız.
Ama, bu kararlar öncelikle Suriye'nin halkı ve siyasi güçler için uygun olmalı. Daha önce Suriye ile ilgili tutumumuzu açıkladım.
Esed'in iktidarda kalması konusunda ısrarcı mıyız?
Ben bunun Suriye halkına sorulması gerektiğine inanıyorum. Seçimlerde Esed'in oy oranı oldukça fazla oldu.
Biz orada normal bir durum olduğunu düşünmüyoruz..’ diyordu.
Putin’in bu diplomatik sözlerine karşılık, Tayyîb Erdoğan çoğu zaman yaptığı gibi, yine hemen ve diplomatik olmayan bir netlikte ve ‘dünyada darbeciler hep yüksek oylarla gelirler.. Esed'in meşrulaştırılması gibi bir çaba var..’ çıkışıyla karşıladı.
Erdoğan, Suriye konusunda Putin’e anında verdiği karşılıkla kendi görüşlerini bir kez daha tekrarlıyor ve şöyle diyordu:
’Esed rejimini yok farz etmek gerekiyor. Bu konuda 4 yıllık bir süreç içerisinde birçok görüşmemiz oldu. Ben Suriye'deki mevcud yönetimin bu durumlarını çok açıkça ortaya koydum.
Suriye'deki şu halin bir çözüme ulaştırma konusunda mutabıkız, yöntem konusunda ayrılık var. Oradaki DEAŞ terör örgütüne yönelik ortak kanaate sahibiz. Hattâ, BM'de sayın Lavrov'u da dinlemiştim. Kendileri de DEAŞ terör örgütüne karşı ortak platform içerisinde yer alma düşüncelerini söylemişlerdi.
Dünyada senin teröristin iyi, benimki kötü diye bir anlayış olamaz. Teröre karşı ortak mücadele platformu şart.’
Bu sözlerinden sonra, Erdoğan konuya bir başka açıdan da bakıyor ve şöyle diyordu:
‘Konuya mezheb açısından bakmaya kalkarsak sorunu çözemeyiz. ’Esed giderse ne olur?’ yaklaşımı da çok yanlış. Esed rejimini yok farz etmek gerekir. Esed ile beraber burada netice almak mümkün değil..
Burada Suriye'yi oluşturan bütün farklı kesimlerin oluşturacağı bir yönetimin oluşması gerekir. Bu anlayışla biz Suriye'ye karşı tavrımızı sürdürüyoruz.
Suriye seçimleriyle ilgili bir değerlendirme yapıldı.. Dünyada darbeciler hep yüksek oyla gelirler. Yüzde 90, yüzde 95 oyla.. Bizde de darbelerden sonra yapılan seçimlerde, açık oy, gizli tasnifle seçim neticelenir, ondan sonra istedikleri bir netice açıklanırdı. Bunun biliyorsunuz Mısır'da da neticesini aynı şekilde gördük. Kimler seçime katılabildi, kimler katılamadı? Aynı şekilde Suriye'de de seçime kimler katıldı, kimler katılamadı? Demokratik bir ortamda bu seçimlerin yapılamadığını görüyoruz. Nitekim Mısır'da demokratik bir seçim yapıldığında Mursî yüzde 52 gibi bir oyla iktidara geldi. ...Bunu görmemiz gerekir.’
Putin, Erdoğan’ın, kendisinin yanlış düşündüğünü zımnen söylediği bu sözlerini hiç renk vermeden, tepki göstermeden dinliyordu. Erdoğan sözlerinin sonunda, Suriye Buhranı’nında çözümün kimlerin elinde olduğunu da zımnen açıklıyor ve ‘Türkiye, Rusya, İran ve Arab Birliği’nin ortak çalışma yapması gerektiğine de değiniyordu.
*
Erdoğan’ın bu sözleri ne kadar gerçekçidir?
Amerika ve NATO dünyası, Suriye Buhranı’nın, -Erdoğan’ın dediği gibi-, üçlü veya dörtlü tarafların çabasıyla halline izin verir mi?
Bu, muhal..
Amerika bu kadar mı güçlü?’ denilebilir..
Ama, bu durum onun güçlü olmasından değil, son çağın en büyük ve en kural ve sınır tanımaz zorbası olmasından kaynaklanıyor.
Evet, B. Amerika, kendisini ‘dünya jandarması’ olarak gören, bir en büyük zorba.. O kadar zorba ki, Irak ve Suriye’de -sadece IŞİD’e karşı değil- kendi planları açısından tehlikeli gördüğü, her güç odağına karşı, uluslararası medyanın propaganda savaşıyla birlikte saldırıyor, dilediği yeri düşman mevzii olduğu ve teröre karşı çıkmak iddiasıyla bombardıman ediyor; ki, bunlar bazen okullar, sivil yerleşim birimleri, mabedler, hastahaneler bile oluyor. Bunu yaparken de, haydi, Irak’ı 11-12 sene öncelerde zâten işgal etmişti; Suriye’yi de, fiilen işgal edip, bombardımanlarını aylardır sürdürüyor.
Hiç bir BM. Güvenlik Konseyi kararı olmadan.. Yani, uluslararası hukuk açısından bir dayanak olmaksızın ve de Suriye’nin toprak bütünlüğü veya bağımsızlığı gibi laflara hiç aldırmadan.. Çünkü, onlar için, yüzbinlerce insanı katleden ve başkent Şam’ın bir kesimi dışında bütün bir Suriye’yi dört yıla yakın zamandır hava bombardımanlarıyla, füzelerle viraneye çeviren Baasçı- Beşşar Esed diktatörlüğünnü mevcud durumda tercih edilecek en iyi rejim olarak değerlendirdiğini fiilen gösteriyor. Nitekim, Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerinin üç aya yakın zamandır kendi ülkesini bombardıman edişini, Beşşar Esed, ‘Bu mevzileri onlar bombardıman etmese, zâten ben edecektim..’ dercesine sessizce ve sevinçle seyrediyor. Halbuki, aynı rejim, Türkiye’nin Suriye toprağına bir adım atması halinde, bunu bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne bir saldırı ve savaş sebebi sayacağını açıklamakta; uluslararası hukuk kurallarını hatırlayarak..
Şübhe yok ki, Türkiye’nin de, -bir takım odakların emriyle değil, kendi müstakil karar ve iradesiyle- duruma müdahale etmeye kalkışması halinde, Suriye rejimi de, onun koruyucusu olan Rusya ile, hattâ Amerika ve müttefikleri de Türkiye’ye karşı çıkacaklardır.
İlginç bir diğer nokta da, Amerika ve müttefiklerinin Irak ve Suriye’deki mevzıleri bombardıman etmesinin mâlî bedelini Irak’dan tahsil etmesi.. Nitekim, geçenlerde Irak’ın yeni dışişl. bakanı İbrahîm Caferî, o bombardımanların karşılığı olarak Amerika’nın kendilerinden 500 milyon dolardan fazla bir meblağı istediğini, halbuki, başlangıçta böyle bir şeyden söz edilmediğini yakınarak dile getirmek zorunda kaldı.
Bu dar mezheb kalıplarından nasıl kurtulacağız?
Ama, bu noktada ilginç bir diğer güç odağı daha var, bölge açısından: İran..
Suriye’nin bombardıman edilişine IŞİD’i bahane ederek, o da alkış tutuyor.. Arada bir, IŞİD’in Amerika ve İsrail tarafından oluşturulduğu gibi iddialardan da el çekmeden.. Ama, Suriye ile olan 910 km.’lik ortak sınırı sebebiyle, kendi güvenliğini gerekçe göstererek, Türkiye müstakil olarak duruma müdahale etmeye kalkışacak olsa..
İşte o zaman, neler-nasıl olur, onu kestirmek zor.. Erdoğan, Putin’e, Suriye konusunda Rusya, İran ve Türkiye arasında üçlü ya da Arab Birliği ile dörtlü bir çıkış yolu aramayı teklif ederken..
O çevreden, devamlı vurgulanan, Erdoğan’ın sünnîcilik yaptığı iddiası..
Halbuki, Tayyîb Erdoğan, bu gibi konulardaki hemen her konuşmasında, şiîlerin sünnî mescidlerine, veya sünnîlerin şiî mescid veya türbelerine İslam adına imiş gibi göstermeye kalkışarak saldırmalarına, bombalar patlatmalarına, yığınla insanların bu şekilde öldürülmelerine devamlı karşı çıkıyor.
Bunu samimiyetsizce söylenmiş sözler olarak niteleyenler ve onun sünnî mezhebçilik yaptığı konusunda kalb okuyanlar yok değil..
Öyle olduğuna ihtimal vermiyorum, ama, diyelim ki, öyle.. Pekiy, karşı taraf ne yapıyor?
Bakınız, İnqılab Muhafızları Ordusu’nun, 8 yıl süren İran-Irak Savaşı yıllarındaki başkomutanlarından ve hâlen de çok etkili resmî vazifelerde bulunan ve geçen seneki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de aday olup dikkat çekici oy alan Muhsin Rızâî’ye bağlı olması hasebiyle yarı resmî bir mahiyetteki bir internet sitesi olan ‘tabnak.ir’de 30 Kasım günü, ‘Erdoğan’ın, Nebel ve ‘Ez-Zehra şiîlerine saldırmak için planı..’ başlığı altında neler yazılıyor.
Efendim, Suriye’de, Haleb’in kuzey batısında, Türkiye sınırları yakınında Nebel ve Ez-Zehra isimli iki şiî yerleşim birimi varmış da.. Erdoğan buraları yokettirmek için planlar yapıyormuş.. Bu yerleşim birimlerine Erdoğan’ın desteklediği ‘terörist gruplar’ca yapılan saldırılarda şimdiye kadar bin’den fazla kişi katledilmiş, ama, direniş yiğitçe sürüyormuş.. (Bu isimde yerleşim birimleri belki vardır, ama, o mekanlardaki sivil halk kesimlerinin hangi din, mezheb veya ideolojiden olduğunu da bilmiyorum, ama, bu satırlarda iddia edildiğine göre, onlar gerçekten de şia mezhebinden bir taife var midir, bilmiyorum..)
Yazıda, ‘Erdoğan’ın, üç sene önce, abdest alıp, Şam’daki Emevi Camiinde, biraderleriyle -yani IŞİD’çi ve en’Nusra’cı teröristlerle- namaz kılacağını söylediği, ama hedefine varamadığı’ belirtiliyor. ‘Bugün müşterek sınır yakınlarındaki o teröristler Suriye ordusunun ve onların mücahid müttefiklerinin çizmeleri altında eziliyor ve Haleb’in de bu vatansızlardan kurtarılması an meselesi..’ imiş.. ‘Erdoğan İran’dan ve şiîlerden intikam da intikam almak ve , Haleb’in bu teröristlerin elinde kalması için çırpınıyor, ve bu günlerde 800 milyon dolara mal olan sarayından, bu şiî yerleşim birimlerinin kanlı şekilde ezilmesini seyrediyor’muş.. ‘Erdoğan, ordusunu Suriye’ye sürmeye cür’eti olmadığı için, selefleri gibi, ‘yeniçeri’lerden istifade ediyor’muş.. ‘Ama, İran’dan korkuyor’muş..
Bu cümlelerden daha da ilginci şöyle: ‘Son üç sene zarfında, İran, en seçkin generallerini, Suriye’ye yardım etmeleri için açıkça Suriye’ye göndermiş ve onların yardımları sâyesinde, türk ve arabların viran edici planları etkisiz hale getirilmek istenmiş, ama, Türkiye gizlice Suriye’ye gelip uğursuz hedeflerine varmak’ istemiş.. Bunun için de, ‘Kuzey Suriye’de faal olan tekfirci vehhabi, en’Nusra, Khorasan gruplarına, Kafkasyalı teröristlere yardım ediyor’muş..
Yazının son paragrafı ise, daha bir ilginç..
Aynen şöyle: ’Ankara liderleri çok iyi biliyorlar ki, bu günlerde Irak ve Suriye’de Ehl-i Beyt (a) harimi savunucularının çizmelerinin, vehhabîlerin kulaklarını sağır eden sesleri, gerektiğinde ve gerekli emir verildiğinde, diğer sınırlarda da hazır olacak ve İran, ulusal menfaatlerini ve müttefiklerini savunmak için en münasib adımı atmaktan ve, irade ettiğinde İran halkının hareketini önlemek isteyen bütün çabaları etkisiz hale getirmekten asla geri durmayacaktır. (...)’
*
Bu yazıya gelen yüzlerce yorumda dile getirilenler ise, -ironisi bile gönle girân geliyor ama, tam da müslümanların vahdetine hizmet edecek (!!!) şekildeydi!! Müslümanların mezhebî taassubla birbirinin boğazına sarılmasını daha bir teşvik eden öylesine cümleler ki sıradan kimselerin kaleminden çıkmadığı da anlaşılıyor.
Yazık!.
Bu sözleri yayımlayan medya organlarının Erdoğan’ı sünnici , mezhebçi olarak suçladıklarını da hatırlayalım.. O zaman, insan sormadan edemez herhalde, ‘Pekiy, o öyle ise, siz nesiniz ve necisiniz?’ diye.. Kendi halini gizlemek için, başkalarını aynı şekilde suçlamak durumu gibi bir şey..
(Hatırlayalım, Pennsylvania Şeyhi, yıllarca, ‘İranlılar taqıyye yapar..’ deyip dururken, meğer asıl ‘taqıyye’yi kendisi yapıyormuş ve kendisini o yolla gizliyormuş.. Burada da aynı kurnazlık veya taktik durum, galiba..)
*
Bu ve benzeri yazıların herhangi bir yayın organında değil, resmî ağırlığı olan kişilerin elinde ya da doğrudan devlet tarafından yayımlanan medya organlarında, gazetelerde hem de sıklıkla yer almasını nasıl izah etmeli?
Ankara’dakiler bu gibi tehdid yazılarından korkar mı bilmem; ama, ben bu gibi anlayışlardan ürperiyor ve de dehşete düşüyorum.
Allah aşkına, bu mudur İslam’ın bize öğrettiği?
Bu kadar katı mezhebçiliği kim yaparsa yapsın, Allah’a sığınıyorum.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Herkesi Herkesten Şüphelendiren Bir Mücadele Tarzı..

(Önce bir -iki noktaya genişçe değineyim:
1- Doğduğum topraklardan, halihazırdaki ömrümün yarısını alan bir süre boyunca uzak düşüşüm, inşaallah önümüzdeki günlerde sona erecek. Ancak, bu konuda gerekli kanunî işlemlerin yapılması uzun sürüyor.
Bir taraftan, 24 Aralık -6 Ocak arasındaki Noel tatilâtı yüzünden polis makamlarındaki işlemlerin yapılamayışı; diğer taraftan, ülkeme dönebilmem için gereken pasaportun verilmesi önündeki engeller..
Derken.. Son anda, 1979 ve 83 yıllarında, hakkımda 163. maddeye aykırı olarak, yayın yoluyla propaganda yapmak suçlamasıyla verilmiş olan tutuklama kararlarının, o madde kaldırılalı, 20 küsur sene geçtiği halde, Emniyet’teki bilgisayar sistemlerinden hâlâ da silinmemiş ve aradan geçen 32 seneye rağmen korunmuş olması durumuyla karşılaşıldı.
Emniyet yetkilileri, ‘Biz hukukçu değiliz, bu gibi adlî emirleri sistemden kendiliğimizden silemeyiz, bize mahkemelerin emir vermesi gerekirdi’ diyorlarmış, haklı olarak..
Şimdi o kayıdlar temizlenmeye çalışılıyor.
Komedinin de ötesinde bir durum..
2- Fiilen bulunduğum coğrafyadan ayrılacağım ihtimali üzerine, bazı ziyaretler ve sohbet için davetler daha bir yoğunlaştı. Çeşitli coğrafyalardan gelen sohbet toplantılarının herbirine katılmam yolundaki taleblerin herbirisine olumlu karşılık vermek durumunda olamadığım için mâzur görüleceğimi umarım.
Bu cümleden olmak üzere, geçtiğimiz iki hafta boyunca.. Önce Essen ve Neuss şehirlerinde yapılan sohbet toplantılarından sonra..
Almanya’nın orta-batısındaki Köln’den 500 km. doğudaki Nürnberg’e ve oradan 500 km. kuzeydeki Berlin’e ve oradan Bremen üzerinden Köln’e dönüşle tamamlanan bir-kaç günlük ziyaretler boyunca, saatlerce süren bu sohbetlerde ele alınan konular, müslümanların ortak problemleri etrafında bir görüş alış-verişi ve de serbest kürsü mahiyetindeydi. Bu sohbet toplantılarında konuşulanların hepsini burada anlatmak mümkün değil.. Ama, o ziyaretlerden bir-kaç fikrî tabloyu yansıtmakta yine de fayda vardır sanıyorum.
MÜSİAD’ın Nürnberg’deki şubesinin konferans salonunu dolduran hanımlı-erkekli bir grupla yapılan ve saatler süren sohbet toplantısında dile getirilenlerden hele de bir konuya bilhassa değinilmesi gerekiyor.
Bir hanım kardeşimizin dile getirdiği ve son zamanlarda daha bir artan boşanmaların ortaya çıkardığı sosyo-psikolojik travmalar konusu bu cümleden.. Ayrıca, erkekler arasında son zamanlarda daha bir artan ikinci evliliklerin ve aile bozulmalarının taraflar ve hele de çocuklar üzerindeki derin olumsuz etkileri üzerinde dile getirilenlere özellikle değinmek gerekiyor.
Hele de, erkeklerin kendi aralarında latife yollu da olsa, yeni evlilik düşünülüp düşünülmediği konusundaki konuşmaların, müslüman erkeklere asla yakışmadığını burada da tekrarlamalıyım. Bu gibi konularda hanımlar kadar erkeklerin de lâtife yollu konuşmalarının ahlâkî açıdan insanı küçülten durumlara yol açacağını unutmamak gerekir.
Ayrıca, Avrupa ülkelerinde kaybolup giden nesillerin nasıl korunacağı konusunda da uzuun sohbetler oldu..
Bu noktada da hatırlanması gereken husus, kaybolup giden nesillerin sadece Avrupa’da olmadığı, her yerde olduğu; ama, karşılığında müslüman ailelerin ve yeni nesillerin de geçmişe göre daha şuûrlu olarak geliştiği, ümidsiz olunmaması gereğine dair görüşler üzerinde durulmayı hak ediyor.
Bu konular konuşulurken, insanın zihninde ister-istemez, Yahyâ Kemâl gibi birisinin bile 95-100 yıl öncelerde yazmış olduğu ‘Ezansız Semtler’ yazısı canlanıyordu. Ki, Y. Kemâl o yazısında, müslümanların çocukluk rüyasını görerek yetişenlerin daha sonra o atmosferden uzaklaşsalar bile, bağlanacağı yeri bilenlerin yine de anne-millet’e dönebileceklerini, ama, nereye döneceklerinin bilgisinden bile mahrum olanların asıl problemi oluşturacağını söylüyordu.
Bizim değerlerimize pamuk ipliği ile de olsa bağlanmak isteyen ve ipleri tamamen koparmamış olanları dışlamak yerine, onları celbetmek ve kazanmak yolundaki çalışmalara ağırlık verilmesinin gerekliliği de üzerinde durulan bir diğer konuydu. Çünkü, insan ilişkilerinin korunmasında celbetmek, def’etmekten önce gelir. Bir kimseyi uzaklaştırmak isterseniz, bir-iki kelimeyle onu kırıp, uzaklaştırabilirsiniz, ama onu kazanmak isterseniz, bu bir hüner ister..
Evet, yıkmak bir maharet istemez; yapmak ise, başlı başına bir hüner ve maharet ister. Merhûm Mehmed Âkif’in deyişiyle:
Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir..
Onu en çolpa herifler de emin ol, becerir.
Sâde, sen gösteriver 'işte budur kubbe' diye,
İki ırgat ile iner şimdi Süleymaniye..
Ama, gel kaldıralım dendi mi, heyhat o zaman
Bir Süleyman daha lâzım, yeniden bir de Sinan.
Gerçekten de, Suleymaniye Camiinin kubbesini iki çolpa amele bile bir anda çökertebilir; ama, yeniden yapmak için.. Bir Sinan daha lâzımdır, bir de Süleyman..
Bu açıdan bakıldığında, 100 sene önceki nesiller ‘artık, her şeyin bitmekte ve, ‘devlet-i ebed müddet’in (sonsuza kadar varolacağına inanılan) devletin sona ermekte olduğunu, Deccâl’ı beklemekten gayri bir şey kalmadığını’ söylerken, bugünün müslüman nesilleri yarınların dünyasını kendi inandıkları değerlere göre kurmanın bilgi ve heyecanıyla daha bir donanmaktalar..
O halde, bugünkü nesillerin nasıl bir tablo oluşturduğu konusunda psikolojideki, ‘yarısına kadar dolu bardak ve yarısına kadar boş bardak’ örneği burada da tekrarlanabilir.
Bu sözlerle fizikî olarak aynı şey anlatılıyordur, ama, dünyaya ve hadiselere, gelişmelere iyimser bakanlar, yarısına kadar dolu der; karamsar bakanlar ise, yarısına kadar boş der.
250-300 yıl öncelerde, ‘Dâr’ul Harb durumundaki diyarlarda müslümanların devamlı ikametleri caiz değildir..’ diye, Osmanlı, Batı dünyasında daimî elçilikler bile açmazken, şimdi milyonlarca müslüman, hiç kimseden şer’î bir cevaz almamaksızın, bu diyarlara kendiliklerinden gelip rızklarını aramaya ve buralarda doğup ölmeye bile başladılar ve kaybolan nesiller var ise de, kazanılan bir takım yeni durumlar da bulunuyor.
Ve bugün birçok Batı Avrupa ülkesinde ve özellikle de Almanya -özellikle eski Batı Almanya bölümündeki- şehirlerinin herbirisinde, hiç de küçümsenmiyecek derecede müslüman koloniler yaşamakta olup, bu insanlar Almanya sistemi içinde kalarak, kendi değerlerine göre bir hayat tarzı kurmanın derdini ve dikkatini yüreklerinde ve beyinlerinde taşıyan binlerce insan birbirleriyle özellikle de câmi merkezli oluşumlarda bir araya gelmektedirler. Bu açıdan hiç de Anadolu şehirlerinden geri kalmayan bir noktadalar denilebilir. Yani, kendimize gaz vermeye, hava basmaya gerek olmadığı giibi, karamsar olmaya da gerek yok..
*
Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist (Nazi) Partisi’nin merkezi ve merkez üssü olmakla ve 2. Dünya Savaşı sonunda da Nazi liderlerinin ve ünlü alman kumandanlarının pek çoğunun kurşuna dizilmesiyle neticelenen ünlü Nürnberg Yargılamalarının yapıldığı şehir olmasıyla şöhret bulan bu şehirdeki dostlarla uzuun sohbetlerden ve bir gece geceledikten sonra Berlin’e geçildi, trenle..
Karla kaplı ve uçsuz-bucaksız ovalar ve çoğu çamla kaplı ormanlar..
Leipzig, Wittenberg üzerinden..
Berlin, Noel Tatili eşiğinde ve soğuk mu soğuktu.. Eksi 10-13 derecelerde..
Buna rağmen, tatilden istifadeyle, Berlin oldukça canlı, hareketliydi.. Çoğu, Uzak-Doğu’lu çekik gözlüler olmak üzere büyük turist kitleleri heryerde göze çarpıyordu. Hele de ünlü Brandenburg Kapısı civarı cıvıl cıvıldı.
Bu arada, yahudilerin de bu tatil günlerini fırsat bilip bu özellikle o mekanı iyi değerlendirdikleri görülüyordu.
Her yerde İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında yahudilerin sürgünlerde, pogromlarda maruz kaldıkları sürgünler, işkenceler, katliâm ve diğer acı tabloları yansıtan fotoğraflar..
O yürek burkan tabloları her yerde tekrar tekrar çıkarıyorlar karşınıza..
Ve o sahneleri seyredenlere, siz o anda Gazze’de ve bütün Filistin’de savunmasız, ordusuz bir halkın üzerine en gelişmiş silahlarla bombalar yağdıran bir İsrail rejiminin zulmünü hatırlatamadığınız müddetçe.. İnsanlar hep İsrail’in mazlûmiyetine odaklanacaklardır.
*
Berlin’de Türk Eğitim Derneği’nde arkadaşlarla saatlerce süren sohbetler, çeşitli konular etrafında.. Daha sonra, Berlin’in -Anadolu’dan gelenlerce- kurtarılmış bölgesi dile latife konusu edilen Kreuzberg semtindeki bir restoranda daha dar çerçevedeki bir arkadaş grubuyla gecenin 12’sini deviren sohbetler..
*
Bu arada, eski Doğu Berlin’de (yani komünist Doğu Almanya bölgesinde) bulunan Treptower Park’daki Rus mezarlığı ve Sovyet zafer âbidelerine de değinmek gerekiyor.
Kocaman bir alan..
Alanın girişinde orak-çekiçli Sovyet Rusya âbideleri ve armaları..
Bu bölgeyi ziyaret edenleri, ölen askerlerin hâtırâsı önünde saygıyla eğilmeyi telkın eden nöbetçi asker heykelleri karşılıyor. Alana inildiğinde, meydanın ilerisinde dev bir rus askerinin heykeli, gözalıcı.. Elinde silahı ve ateşin içinden kurtarılmış bir çocukla çok merhametli bir görüntü veriyor..
Bu rus askerinin ayakları altında Hitler’in Gamalı Haç işareti parça olmuş..
O heykele varıncaya kadar, yolun iki tarafında, aynı mermer röliyefler..
Bir taraftakilerin üzerinde rusça, diğer taraftakilerin üzerinde almanca olarak, Stalin’in sadece Hitler’i değil, alman halkını da aşağılayan, onlara hakaret teşkil eden sözleri..
Öylece duruyor. Yabancılara karşı düşmanlık bayrağını açan neo-nazilerin, dazlakların, kendilerini aşağılayan bu sözlere tepki göstermemesi ilginç..
O sözlerin herbirinin altında J. Stalin’in imzası bulunuyor.
Stalin cümlelerinde ise, rus tarihinin -başta Napolyon’u 200 yıl öncelerde Moskova önlerinde bozguna uğratan ünlü rus kumandanı Mareşal Kutuzov gibi- ünlü kumandanlarının isimlerini saydıktan sonra, ‘Lenin’in gücü üzerinize olsun.. ‘ mânâsına gelen ibareler..
Burada daha da ilginç olan, enternasyonalist bir dünya öngören komünist sistemin lideri Stalin’in, -kendisi bir gürcü olduğu halde-, rus nasyonalizminin ünlü isimlerine sığınması, onları sahiblenmesi ilginç..
Aynı durum almanlar için de geçerli..
Almanlar eski bütün Doğu Almanya’da olduğu gibi Doğu Berlin’de de yarım asrı bulan komünist döneme aid bütün rusça isimleri kaldırmışlar, meydanlardan, caddelerden.. Ama, bir alman olan Karl Marx ve Friedrich Engels’in isimleri duruyor.
Ama, bu konuda bir ilginç ironi gözleniyor denilebilir.. Nitekim, bir yerde bir restoranın ismi dikkatimi çekti, kocaman kırmızı harflerle, Karl Marx Grill yazıyordu.
Kapitalizm, komunizmin o ünlü ideologuna da yeni bir rol vermiş gibiydi.. Köşeyi dönmüş eski proleterler şimdi herhalde, bol bol Karl Marx grill /kebab yiyorlardır. Latin Amerika’nın 50 yıl öncelerdeki Fidel Kastro’varî devrimci isimlerinden Che Guevera’nın fotoğrafının Amerikan sigaralarında reklam malzemesi olarak kullanılmasındaki gibi bir ironik durum..
*
Başka coğrafyalarda da olunsa, yine anayurtta olmak duygusuyla..
Berlin’deki arkadaşların kendi aralarında devamlı konuştukları konuların başında, son zamanlarda Türkiye içinde paralel yapı diye nitelenen durum etrafında..
Genelde suçlanan tarafa meyilli oldukları sanılanlar durumu sessizce geçiştirmeye çalışıyor.
Bu arada arkadaşlardan birisi, F.G.’nin son kez 26 Aralık günü girdiği bir beddua transından daha haber verdi. Adı geçen kişi, özür dilenmesi konusunun gündeme getirildiğini hatırlatarak, ‘Zâlimden özür şöyle dilenir: Deyip ettikleri yalanları, iftiraları, intikam duygularını, hırsızlıklarını, haramîliklerini itiraf ederek ‘Biz milletten özür diliyoruz!’ derlerse şayet, bu bir yönüyle günah işlemiş bir insanın tevbe etmesi gibidir, Allah onu kabul eder, biz de kabul ederiz..’ dediğini aktardı. Sanki, kendisi birilerinin hırsızlık veya haramîliğini hükme bağlamakta yetkili bir makam imiş gibi..
Şahsen bu söz dalaşından ve temelde müslüman olan tarafların birbiriyle böylesine mücadele etmesinden rahatsız olduğumu belirttim, bunu tekrar belirtmeliyim. Ayrıca, bir tarafın devlet mekanizmasıyla böylesine mücadeleye girmesi geçmişteki siyasetlerinde yokken, şimdi müslüman kimliği öne çıkan bir isim karşısında bu kadar hırçın olmasını anlamadığımı; bir laik güç ve iktidar odağı karşısında böylesine bir dikleşme içine girmesinin muhal olduğunu da belirttim /belirtmeliyim.
Ayrıca, kendi hareketlerine ‘tarikat’ demekten kaçınsalar bile, sosyolojik açıdan tarikat olan bütün hareketler gibi bu ‘tarikat’ın da uzun süre ayakta kalabileceğine ve kısa sürede tamamen bertaraf edilmesinin mümkün olmadığına dair kanaatlerimi de tekrarladım, /tekrarlıyayım.
Bir siyasetçi olan Erdoğan’ın sözlerinin, F.G.’in sözleriyle bir kıyaslaması yapılsa, daha mutedil, daha ölçülü olduğunu ve emsali nicelerine göre epeyce kültürlü de sayılan F.G. gibi, bir insanın ağzına ise, o dile getirdiği lafların yakışmadığını, ama, etrafındakilerin ona yanlışını hatırlatamayınca, onun da pupa-yelken gittiğini; bağlılarından kimsenin de, ‘kral çıplak’ diyemediğini belirttim.
Bütün tarikatlar ve dinî veya sosyal hareketler gibi, o da sınırlarını bilerek hareket etmiş olsaydı; Devlet’in içinde faaliyet gösteren bir tarikat yerine, devleti olan bir tarikat durumuna gelmeyi hedef almasaydı, onun cemaatinin de sosyal hayat içindeki faaliyetlerinin devam edebileceği açıktı.
Ama, onlar bu gün, sosyal ve resmî yönetim mekanizmasının içinde bir örümcek ağı gibi her yeri sarmışlar, her yere görünmez adamlarını koymuşlar, siyasî iradenin karşısına, hukukî kılıflar içinde kalmaya dikkat ederek çetin ve kurnazlığa dayalı bir mücadele metoduyla çıkmış bulunuyorlar. Kendilerine göre bir takım şer’î ruhsatlardan istifa ettikleri için, objektif olarak suçlanmaları da zor oluyor ve onlar da her yerde mâsum hukukî dayanaklar adına, kurnazlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Yine de, kalblerde olanı kimse okuyamıyacağına göre, şer’an delil olmayacak suçlamalarla hareket edilmemesi ölçümüz olmalıdır.
*
Öğle namazını Berlin Şehidlik Camii’nde kılıyoruz..
Camiin yarısı doluydu neredeyse..
Geride kalan boş kısımda ise, küçük çocuklar, rahatça oynayabilecekleri sıcak ve yumuşak bir mekan bulmanın de sevkıyle, alabildiğince koşuşuyorlar, eğleniyorlardı. Cemaaatten bazıları -özellikle bizim nesilden olanlardan bazıları ise-, çocukları azarlıyorlardı.. ‘Bırakınız, çocuklar camilerde diledikleri gibi koşsunlar, oynasınlar..’ denildiğinde, daha bir hışımlananlar vardı, burası oyun yeri değil diyerek..
Halbuki, Mehmed Âkif, hâtırâtında, babasıyla camie gittiklerinde, büyükler namaza durunca, halılar üzerinde ne âşıkâne şekilde koşuştuklarını anlatırdı, 130 sene öncelerde..
Çocuklar için camilerden kalan hâtırâ, çocukluk rüyalarını böylesine süsleyen tablolar olsa ne mahzuru var?
Câmi bilmeyen, Kur’an ve ezan işitmeyen, namaz kılındığını görmeyen, kandil ve bayram gecelerinin manevî havasını yaşayamayan çocuklar -Yahyâ Kemâl’in deyimiyle-, ‘müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görecekler’di.
Berlin Camii’nin avlusunda bir de mezarlık var..
Bu mekan hukuken de Türkiye toprağı sayılıyormuş.. Ama, burası bir ümmet mezarlığı mânâsını da yansıtıyor. Kimi taşlar 200 yıl öncelerden kaldığından iyice yıpranmış, yazıları tam olarak okunmuyor, ama, eski bir İran sefirinin / elçisinin mezarı.. 100 yıl öncelerdeki İran’da saltanat süren Qacar Hanedanı’nından bazı şehzadelerin mezarları, Afganlı bazı diplomatlar.. Keza, Balkan’lardan, Mısır’dan, Kırım’dan; Baku’dan, Hindistan’dan değişik müslüman isimlerin mezarları..
Osmanlı’nın son döneminin İttihad-Terakki’sinin ünlü isimleri.. 1920’li yılların başında ermeni teröristlerce öldürüldükleri mezar taşlarında yazılı bulunan Bahaeddin Şakir ve Osmanlı’nın Beyrut Emniyet Müdürü Azmi Bey, bu isimlerden bazıları..
*
Isınmak için, şöymlele bir kahve içilecek yer arıyoruz.. Ama, her taraf tıklım tıklım.. Hele de, Berlin’in Doğu ve Batı’sını 1961-89 arasında ikiye bölen ünlü duvarın civarı ve Amerikan ve Sovyet geçiş noktaları etrafında, kocaman bir rus askeri posterinin ve duvarda asılı tutulan orak-çekiçli Sovyet bayrağının altında fotoğraf çektiren binler..
*
Bir akşam üzere karanlık basarken Berlin’den ayrıldık.. 4 saatlik bir yolculuktan sonra
birkaç saatliğine de Bremen’deki dostları ziyaret edip oradan da Köln’e döndük..
Ve bu yansıtışlardan sonra, gelelim asıl konumuza.)
***Kişi, böylesine hatasız kabul edilince, ‘kral çıplak kalır’ elbette..
Evet, biraz önce ‘kral çıplak’ deyimi geçti.
Dilerseniz, önce, bu ‘kral çıplak’ hikayesinin bir ilginç versiyonunu tekrar hatırlayalım..
Bir gün, bir adam gelir, bir krala, ‘Efendimiz haşmetmeab..’ der..
‘Size öyle bir elbise dikeyim ki, bu zamana kadar hiç bir kral tarafından giyilmiş olmaya.. Öyle bir fevkalade bir kumaş.. Yalnız tabiatiyle biraz servet akıtmak da ister..’
Kral vekilharcına emir verir ve gereken servet akıtılır, ve o kişi de terzibaşı olarak ilan edilir.
Terzibaşı uyanık adamdır..
Algı operasyonunun önemini, propagandanın gücünü, toplumun bazen nasıl bir sürü durumuna düşürülebildiğini iyi bilmektedir.
Her tarafta, krala emsali olmayan bir elbise dikildiği anlatılır fısıltı halinde..
Ama, bir tuzak daha vardır..
‘Amann haaa...
Bu elbiseyi câhiller göremiyecek, makamına lâyık olmayanlar ve de kralı için kötülük düşünenler de göremiyecek..’
Kimse de câhil olduğunu sergilemek istemez elbette..
Makamına lâyık olmadığını ise, kral bile göstermek istemez..
Kral konusunda kötülük düşünmek ise, zâten tehlikelidir.
Yani, herkes pur-dikkat..
Terzibaşı birgün kralın huzuruna çıkar.
Elinde çok nadide bir kumaşı gösterir.
‘Aman efendim şu letafete, şu zarafete, bu güzelliğe bakınız.. Şu kıvrımların güzelliğine..
Kral, bir şey göremez ama, o kumaşı göremeyenlerin makamına lâyık olamıyacağı şeklindeki propagandanın gücüyle, ‘terzibaşı’nın elinde tuttuğu kabul edilen o nadide kumaşı sıvazlar.. ‘Maşaallah terzibaşı, bravo..’ der.
*
Nihayet, günü gelir ve kralın yeni elbiselerini giyme töreni yapılacaktır, bir stadyumda..
Kralın halkı toplanır, herkes dikkatli, kral da dahil..
Kral ortaya çıkar, bir Prusya generali edâsıyla mağrur mağrur yürür, podyumda..
Herkes çığlıklar içinde alkışlar..
-Yaşşaaaa kralımız.. Tanrı sizi başımızden eksik etmesin..
Halk, yöneticiler sınıflar, askerler, sermayedârlar..
Hiç kimse cahilliğini, makamına lâyık olmadığını sergileyecek veya kralı için kötülük düşündüğü mânâsına gelecek bir zanna yol açmak istemez..
Sadece dedesinin yayındaki bir çocuk, ‘Dede yahu, bu adam deli mi ne, orta yerde çırılçıplak dolaşıyor..’ der..
Dede, ‘Susss!’ der ve ‘torun’unun ağzını kapatır, bir de tokat aşkeder.
‘Suss.. Her doğruyu her yerde söyleme.. Vardır bir hikmeti..
Dedenin adı, Tarih’tir..
Tarihte çıplak krallar da vardır hep, ona çıplaksın diyemeyip alkışlayanlar da, ‘Tarih Dede’ler de, ağzının kapatılacağını ve tokatı yiyeceğini bile bile, doğruyu söyleyenler de..
*
İmdiiii.
Şu Pennsylvania Şeyhi’nin durumu da böyle..
Kimse, ‘Muhteremin de muhteremi efendimiz, yanlış yapıyorsun, kimse gerçeği sana söyleyemiyor.’ diyemiyor..
O da, giderek daha bir frenlenemez halde.. Dahası, kendisinin çektiği inlemelerin bile bağlıları için bir rahmet olduğunu bile hatırlatarak, ‘Bazen mustarib bir ruhun inlemesi ile Allah topyekûn bir ümmeti bağışlar.’ diyerek, hepimizin bağışlanmasında rol oynayabileceğini de hissettiriyor.
Samimî ya da körü-körüne bağlıları ise, onun sözlerinin gerçekte Hz. Peygamber’in görüşleri olduğunu, Hz. Peygamber (S)’in sözlerinin onun ağzından dökülmekte olduğu gibi lafları ediyorlar.
Her ne söylerse söylesin, hikmet ve hattâ nebevî veya ilahî bir ikaz ve ihtar olarak algılanıyor, neredeyse..
Ki, giydiği kıyafetle anılan birisi de geçenlerde, hiç duyulmamış bir sözü ‘hadis-i nebevî’ diye bir söz aktarıyor ve, ‘bu hadisi, hadis kitablarında bulamazsınız, haaa.. Bunu ehlullah ve evliyaullah mânâ âleminde almışlardır..’ diyebiliyordu. O dediklerinden birisinin de kendisinin ‘efendi hazretleri’ dediği kişi olduğu anlaşılıyordu.
İnancın insanı hamaqate sürükleyen bir şekilde kullanılmasının ilginç bir tezahürü..
‘Elbet put olur, öpülen eller ve etekler,
Elbet öpen oldukça, bulunur öptürecekler..’
diyen şair boşa söylememiş..
*
İnançların suistimali her yerde vardır ve her yerde tehlikelidir..
Bu durum yeni de değildir. Sadece başka dinlerin mensubları ve inanç bağlıları arasında değil, Müslümanlar arasında da böyle cereyanlar hep olagelmiş ve Peygamberler dışındaki birileri de kendilerinin Allah’la ve Peygamberle irtibat halinde olduğunu hissettirmiş, rüyalarında Peygamber’den emir aldıklarını söyleyip, bunu kendileri için şer’î delil gibi sayanlar asırlardır hep olmuş ve müridleri de onların propagandasını öyle yapmışlardır.
‘Bana itaat eden, Peygamber’e itaat etmiş olur.. Peygamber’e itaat edenin de bana itaat etmesi şarttır..’ şeklindeki iddialar hep olagelmiştir.
‘Allah’ın ihsanlarından birisi de budur ki, uyku haricinde, derûnî bir sezgiyle Peygamber’i görmek ve onunla devamlı irtibat kurmak mümkündür.. Ve bu irtibat bir an bile kaybolmaz.. Hattâ, bizim Pîrimiz, Hz. Peygamber’e büyük-küçük her şey hakkında sualler bile sorar ve cevabını alır.. Bu, manevî ilim sahiblerine verilen en büyük ihsandır..’ denilen nice örnekler vardır ki, bugün o anlayışı yazık ki, müslüman coğrafyalarının hemen her köşesinde de görmek mümkündür; sadece F.G.’nin bağlıları yapıyor değil bunu..
Ve bu bağlılardan hemen hiç kimse de, ‘Kral çıplak yahu..’ diyemiyor. Diyenler de hemen susturuluyor, Tarih Dede geleneğince..
Bu güne kadar, ondan ayrılmaksızın, ‘Siz burada yanıldınız, yanılıyorsunuz..’ diyen bir tek örnek var mı? Yoksa, hatasız, ismet sıfatına sahib, mâsum bir yüce kişi mi icad edilmiştir?
*
F.G.’nin 22 Aralık günü yayınlanan bir konuşmasına da bu açıdan bakılabilir. Sözkonusu kişi, son bir yıl boyunca etmedik acaib bedduaları, çıldırmışcasına dillendirdikten sonra.. Kendisine veya başında bulunduğu hareketin devlete sızma çabalarına karşı hışımlı beyanlarda bulunan Tayyîb Erdoğan’ı kasdettiği anlaşılacak şekilde ve ‘paralel paranoyası’na kapılmış bir kişi olarak niteledikten sonra şöyle diyordu: '...Dün, arkadaşlar sadece en galizlerini seçmişlerdi, benim elime verdiler kocaman bir dosya, bir seneden beri tam 400 tane küfür lafı var. İnanın Lenin, Allah'ı inkâr ettiği halde, marksizm çizgisinde, o ezip öldürdüğü insanlara o kadar küfür lafı etmemiştir. …Hitler, her şeyi o Nazizm'e bağlamak isteyen ve ona muhalif gelen herkesi yok etmek suretiyle bir yönüyle dünyada farklı bir şey tesis etmeye çalışan o insan, o kadar merhametsiz, o kadar gaddar olmasına rağmen 400 tane küfür kullanmamıştır. Efendim, bunlara belki dense küfür müçtehidi denir. Oturup kalkıp sürekli kafalarını o istikamette kullanmak suretiyle kafalarında küfür üretiyorlar ve lisanları da ona tercüman oluyor.
(...) Bir insan onu söylerken ‘ne derece beni dinin dışına iter?' onu düşünmesi lazım. ‘Ne derece dalalete sürükler, dalaletin hangi vadilerinde gezdirir, mümin olarak?' bir ona bakmak lazım. (…)Enbiya-i izam (as) hazeratı, onca olumsuz şeye maruz kalmalarına rağmen, onun milyonda biri, onların lisan-ı nezihlerinden sadır olmamıştır.
Efendimiz (sas), onca kötülüklerine rağmen kime it demiştir, kime eşek demiştir? Kime haşhaşi, kime sülük demiştir. Ölçü O ise şayet, bence O'nun ortaya koyduğu ölçülere uymayan şeyler, ölçüsüzlüktür. Bu ölçüsüzlükleri irtikâp eden insanlar da ölçüsüz, muvazenesiz, dengesiz ve densiz bir kısım mahluklardır. (...)’
Bu sözleri söyleyen kişinin, son bir yıldır yaptığı beddualarda kullandığı en ağır ve yakışıksız söz, tavır ve nitelemeleri ortadayken; küfürbazlığı başkasına nisbet etmesi tuhaf değil mi? Bu sözlerin, kendisine de döndürülebileceğini nasıl olur da düşünemez? Hırsının bu kadar mı esiri olmuştur?
Bu boğuşmanın sonu nereye varacak?
F. G., Hükûmet ile bir kör mücadelenin içine girdiğinin işaretini veriyor.
Birkaç ay önce F.G.’nin sözcüsü durumundaki yayın organlarından Zaman’da, ‘Pakistan’da siyasî bir mücadeleye girmiş bulunan Tâhir-ul’Qadri liderliğindeki hareket’ ile F.G. ve hareketi arasındaki bir benzerliğe, üstelik de bir akademisyen tarafından bir reddiye yazılırken, temel farklılığın siyasetle ilgilenmemek olduğuna değiniliyordu. F.G. Hareketi, güya siyasetle ilgilenmiyordu.
Bilmiyorum, o yazıya, o gazetenin okuyucularından bir itiraz geldi mi, ‘Bizi kandırmaya kalkışmayın..’ tarzında..
Bugün, artık, Türkiye’deki en canlı ve en yıpratıcı muhalefeti, sadece F.G. Hareketi’nin yaptığını söylemek bir ölçüsüz beyan olmaz herhalde..
*
F.G. Hareketi’nin de siyasetin taa içinde olduğu öteden beri bilinmiyor değildi..
F.G.’nin 12 Eylûl 1980 Darbesi’ni yapanları nasıl alkışladığı, o zamanki yazılarıyla sâbit.. Hele de, 1989’lardan itibaren, ‘Başörtüsü yasaklamaları’ sırasında, ‘Örtü füruattandır..’ diyerek laik rejimin yanında yer aldığı da hakezâ..
Sonra, 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde, ‘Bizim onunla içtiğimiz su bir yere gitmez..’ dediği Erbakan’a ‘Başaramıyorsun, çekil git!.’ gibi laflar etmesi de onun siyasetin içinde olduğuna delil sayılamaz, değil mi?!!
Ve de, ‘Cebrail gelip, parti kur dese yine de kurmam ve siyasetle meşgul olmam..’ diyen bir kişinin, Nisan- 1999’da yapılan seçimlerde kazanıp Meclis’e başörtüsüyle giren Merve Kavakçı Hanım’a karşı, ‘Bu kadına haddini bildirin..Burası devlete meydan okuma yeri değildir..’ diye tepinen Ecevit’in o zorbalıklarını, faşistliklerini görmezlikten gelip, ‘türk siyasetçileri için fazilet timsali’ nitelemesi yapan da F.G. idi ve hiç siyasetle meşgul değildi!!!
Yıllarını İsrail zindanlarında geçiren ve hayatını tekerlekli sandalyede sürdüren Şeyh Ahmed Yâsin’in sionist İsrail rejimi güçlerince bir nokta vuruşuyla füzeyle öldürülmesi günlerinde ona ve mücadele arkadaşlarına sahib çıkan müslümanları yatıştırmak için, Amerikan ağzıyla terörist yakıştırması yapanın kim olduğu da unutulmamalıdır. Ona göre, ‘terörist müslüman olamaz, müslüman da terörist olamaz’ idi. Ama, kimin terörist, kimin de özgürlük savaşçısı sayılacağının kriteri Amerikan kriterlerinden farklı mıydı? Üstelik, ‘Filistinlilerin devlet olmadığını, devlet olmayanların özgürlük savaşı veremiyeceklerini’ söyleyen de başka bir mütefekkir miydi? Yani, İsrail rejimi ‘Bana karşı savaş verebilirsin..’ diye izin verdiğinde, caiz olan bir özgürlük savaşı anlayışı!!.
Daha sonra ‘Mavi Marmara eyleminin, otoriteden izin almadan gittiği için suçlayanın, yani İsrail rejiminden izin alınmasını isteyenin kim olduğu da hatırlanmalıdır. Ki, şimdilerde artık Kara Marmara nitelemesi yapıyor.
F.G.’nin bağlılarının devlet içindeki yapılanması ve örtülü örgütlenmesi sırasında kendilerinden olmayan namazında-niyazında insanları bile bulundukları kurumlardan kaçırmaya çalışıp, bu yönde kemalistlerle, laiklerle işbirliği yaptıkları da biliniyordu..
Bütün bu hususlar Erdoğan’a yıllarca önce hatırlatılıyordu. Ama, o, 80-90 yıldır, devlet yönetiminin içine sistematik bir şekilde yerleşmiş bulunan masonik, laik odaklar dururken, bir asra yakın zamandır dışlanan alnı secdeye değen insanlarla uğraşmayın gibi bir yaklaşım sergiliyordu, haklı olarak.. Bir çok cemaatlerin, tarikatların farklılıklarını ve birbirleriyle gizli-açık mücadelelerini bilen Erdoğan’ın o yaklaşımı da mâkul sayılabilir.
Ama, o, fazla iyimser davranmasının bedelini ödemek durumunda kaldı. Aldatılmış olmanın inkisarını yaşadı.
Bir iyineyeti suistimal eden ve İktidarı zahmetsizce tadanlar ise, hattâ, Şubat- 2012 başında MİT Musteşarı’nı bile yargı kurumlarındaki gizli güçleriyle tutuklamaya kalkışan yönetim entrikalarına kalkışıp, Erdoğan gibi bir İslamî kimliği öne çıkan bir isme karşı çetin mücadelelere de girişebileceklerini de ortaya koyunca.. İpler koptu..
Evet, ‘28 Şubat 1997 Zorbalığı’ günlerinde üzerine biraz gelen askerî çevrelere selam çakan ve ‘bütün okullarımı devlete devretmeye hazırım..’ diyen F.G., şimdi Erdoğan’a karşı mücadele verebileceğinin hayaline kapılıyordu. F.G.’nin başka bir siyasetçiye karşı böyle bir mücadeleye giremiyeceği ise, geçmişteki örneklerinden anlaşılabilir.
Devletin en hassas organlarının, en üst yetkili isimlerinin, istihbarat ve güvenlik birimlerinin dinlenmesi ve bu dinlemelerin F.G. etrafındaki bir ekip tarafından değerlendirilip çeşitli mizansenlerde kullanılması ise, ortaya yeni yeni çıkmakta..
Bunlara herhalde kimse ihtimal veremiyordu. Öyle ki, Erdoğan’ın en yakınındaki, en güvendiği Koruma Müdürü olan kişinin bile, en hassas mekanlara ‘böcek’ denilen en gelişmiş teknolojik dinleme cihazlarını yerleştiren kişi olarak belirlenmesi entrikanın boyutlarını göstermektedir.
Şimdi, Erdoğan hem aldatılmış ve hem de kolayca hazmedilebilecek birisi gibi görülmenin hıncıyla hareket etmekle de suçlanıyor, ama, bu mücadeleyi sadece bu gerekçelerle izah etmek zor.. Henüz açıklanmayan daha başka konular da devrede olabilir.. Nitekim, Erdoğan son zamanlarda sık sık bir ‘üst-akıl’dan ve karanlık odaklardan bahsetmekte..
Böylece, birilerini yönlendiren uluslararası güç odaklarının varlığından haber verilmekte, adı verilmese de.. Burada, bu üst-akıl nitelemesine en yakın güç odağının yapışık kardeşler konumunda bulunan Amerika- İsrail olduğu ve F.G. Hareketi’nin, bu güç odaklarının hoşnudluğunu kazanmaya yıllardır özen göstermesiyle birlikte düşünülebilir.
Açık olan şu ki, eğer Erdoğan biraz gevşek davranırsa, yönetim mekanizmasının daha alt birimlerinde daha da yumuşak davranılacaktır. Üstelik bu satırların sahibi bile onların üzerine bu kadar sert gidilmesinin geri tepebileceğinin gözönüne alınmasını düşünmektedir; ‘tazyik olunan şey genişler’ şeklindeki fizik kanununun sosyal hadiselerde geçerli olabileceği ihtimaliyle.. Ama, devlet yönetimini belirsiz ve gizli bir gücün etkilemesi de kabul edilemez.
Öte yandan, FG. Hareketinin üst birimlerine bağlı oldukları düşünülen veya bu hususta ipucu elde edilen kimselerin belirlenmesi, son derece zor..
Ayrıca, niceleri, kendilerine ileride muhalif veya rakib olması muhtemel kimseleri bertaraf etmek için kolayca ve sorumsuzca ‘paralelci’ suçlaması yapabilmekte, listeler hazırlamakta..
Ki, bu noktada F.G. de aylarca önce, ‘Konumunuzu korumak için, beni eleştirebilir, bizi aldattı, yanıltıldık diyebilirsiniz..’ diye gerekli ruhsatı vermişti, bağlılarına..
Bu durumda, gerçekten yanıldığını söyleyenle, konumunu korumak için öyle konuşan arasındaki farkın nasıl anlaşılacağını kim kestirebilir?
Çünkü, kimse kalblerde olanı okumak durumunda olamaz. Kimse şer’an ve hukuken geçerli bir delil olmadıkça, diğerini suçlayamaz.
Ama, yönetim mekanizması içinde hele de yargıda ve Emniyet’te, bu yapıya bağlı olanların nasıl bir gizli direnme içine girdiklerinin o kadar çarpıcı örnekleri var ki, bunlar karşısında yönetim sorumluluğu taşıdıkları halde başını kuma gömenler olursa ortada kalıverirler.
Bu açıdan, zor bir konu..
Ve hangi açıdan bakılsa, sadece müslümanlarası değil, her türlü insanî ilişkileri de gizli niyetlerle sarmalayıp zehirleyen ve kimsenin kimseye güvenmediği; herkesin diğerini ispiyoncu, zannedebileceği bir noktaya doğru sürüklenilmektedir.
Bu çıkmaz yolun çıkarı, F.G.’nin ya, kanunî çerçeve içinde açık siyasî mücadeleye girmesidir. Ama, muazzam malî imkanların üzerinde oturan F.G. bugün, sözleriyle, sanki ülkede hırsızlık ve haramîliklere karşı savaş veren bir politik figür halinde sahnededir, ama, bunu siyasî yapının gereği olan şekillere riayet ederek yapmamakta; ınkılabçı / devrimci denilebilecek bir yolu tercih ettiğine dair bir işaret de vermemektedir. Bu durumda ya açıkça siyaset yapması, ya da, siyasî mücadeleden gerçekten elçekmesi gerekmektedir. Hükûmet’in de devlet mekanizması içine sızmaya çalışan her türlü hukuk dışı teşebbüsleri, sadece Erdoğan’ın uhde ve omzunda bırakmayıp, tarafsız ve ciddî şekilde sürdürmesidir.
Unutulmamalıdır ki, şu anda, daha başka tarikat veya cereyanlar da meydana gelen boşluktan istifadeyle, devlet mekanizması içine kanunî çerçeveler dışında sızmaya çalışıyor olabilir.
Bu da unutulmamalıdır. Aksi halde, yarınlarda daha başka hayıflanmalara da düşülebilir ve müslümanların birbirleriyle olan irtibatlarındaki güvensizlik ve kuşkuculuk daha bir derinleşebilir. Bunun vebali de bu tabloyu oluşturanların, en başta da F.G.’nin omzunda olur.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
‘İslamofobia’nın Şerrinden Uzak Kalmak İsterken..

Tataristan’ın Kazan civarında 1878’de dünyaya gelip uzuun sürgün yıllarından sonra 1954 yılında İstanbul’da vefat eden merhûm Ayaz İshakî’nin hâtırâtını okumuştum yarım asır öncelerde..
Komünistlerin Tataristan şehirlerini de bir bir ele geçirmesi ve direnmek isteyen herkesi korkunç bir öldürme hazzıyla yoketmesi karşısında doğduğu toprakları, bir müezzinin ağlayarak okuduğu son bir akşam ezanını takiben terkedişini ve yakılıp yıkılan şehirleri-köyleri anlattığı satırları yürek parçalayıcıydı.
Hele, ‘Songi ezan, mongli ezan.. Gitti Kazan, hem Astrahan..‘ (Sonuncu ezan, hüzünlü ezan.. Hem Kazan gitti, hem Astrahan..) şeklindeki ağıt cümleleri hâlâ da zihnimde kalmıştır.
*
Bu satırların sahibi (o zamanki durum itibariyle, resmî tatil günlerinde karakollarda içki- eğlence vs. etkenlerle dikkatlerin daha zayıf olacağını gözönünde bulundurarak) 29 Ekim 1980 gecesi Van-Yüksekova’nın Esendere sınır karakolu civarından yatsı ezanı okunurken doğduğum coğrafyadaki son ezan olması açısından daha bir hüzünlendiren o atmosferde ayrılmak zorunda kaldığı ülkesine, uzuuun bir ayrılıktan sonra 9 Ocak 2015 Cuma sabahı dönmüş ve aynı ülkede 35 yıl sonra ilk ezanı, kar altındaki Ankara’da Kocatepe Camii‘nde dinlemek süruruna kavuşmuş bulunuyor ve bu sonucun gerçekleşmesi için çaba harcayan, emeği geçen herkese teşekkür ediyor.
Köln’den uçağa binmek üzere olduğum saatlerde, Nürnberg’de ikamet eden ve bir hukukçu olan Handan Hanım kardeşimin telefonda söylediklerini burada tekrarlamalıyım.
‘Ağabey, 35 sene öncelerde İslamofobi‘ye (İslam korkusuna, paranoyasına) kapılmış olanların zulmünden kurtulmak için ülkeni terketmek zorunda kalmıştın, şimdi ise, bu kez de Batı Avrupa ülkelerinde İslamofobia cereyanı giderek yükselirken ne ilginç bir kaderdir ki, eskiden İslam’dan korkulan ülkene yeni ümidlerle dönüyorsun..‘
*
Ülkeden uzak kaldığım yıllarda ve özellikle son 12 yıl boyunca meydana gelen sosyo-ekonomik değişikleri, gelişmeleri veya olumsuzlukları gözetlemek, müsaid olmayan hava şartları açısından henüz mümkün olmadığından o konuyu geçiyorum.
Sadece şu kadarını belirteyim ki, uçak Ankara hava sahası üzerinde alçalmaya başladığında çift yollar, viadükler, karla kaplı bir zeminde olsa bile, maddî açıdan gelişmiş ülkelerdeki manzaraları yansıtıyordu.
Uçak daha da alçaldığında ise, karşılaştığım tablo ilginçti.. Eski Ankara dışında, Ankara’nın yeni bölgelerinde mâbedsiz şehir kurmakla iftihar eden kemalistlerin içini karartacak bir şekilde, hemen her mahallede hiç de küçük sayılmayacak onlarca camiin yükseldiği görülüyordu.
Gerçi ‘Bu câmilerin cemaati ne kadardır?’ diyenler olmaktadır, ama, özellikle de Cuma ve bayram namazlarında bu câmilerin dolup taştığı bir gerçekmiş.. Bu da, sosyal dokuda meydana gelen bir takım zaaflara ve bozulmalara rağmen, kitlelerin son kertede bağlanacakları yeri bilmekte ve bulmakta zorlanmıyacakları açısından bir imkan ve merkez oluşturmakta.. Yani, geniş kitleler ihtiyat-yedek kuvvet olarak değerlendirilirse, bu mâbedlerin, o yedek güçlerin olgunlaştırılmasına hizmet edeceği ve onlara dönecekleri yeri bildirmek gibi bir rol ifâ edeceği açıktır.
Nitekim, gerek Kocatepe Camii’ndeki Cuma namazı ve Cumartesi günü de Hacıbayram Camii’ndeki öğle namazı sırasında her iki camiin tıklım-tıklım oluşu da bu tesbiti güçlendirmektedir.
Bu konulara ilerdeki günlerde daha teferruatıyla değinmek üzere..
*
Birkaç gündür, dostlarla çeşitli mekanlarda sohbetler yapmaktayız. Tahmin edileceği üzere, bir takım yanlış işlerin yapılmakta olduğundan da yakınılmakta..
Buna şaşmamak gerek.. Bilâkis, bunun tersi bir iddia şaşırtıcı olurdu.
‘Gerçi, mülk ve emvâl için lâzımdır ricâl,
Amma, ricâl için de lâzımdır mülk ü emvâl..’
diye boşuna söylenmemiştir.
Kaldı ki, Hz. Peygamber (S)’in terbiyesinden geçmiş insanlar dan nicelerinin bile, Uhud Gazvesi öncesinde kendilerine verilen ve ‘Uhud okçuları mevzilerin terketmesinler..‘ emr-i nebevîsine rağmen, savaşın kazanıldığını ve ganimet dağıtıldığını görünce yerlerini terkedip ganimet paylaşımına koştukları görülmüş ve bunu fırsat bilen müşrikler toparlanıp tekrar saldırıya geçince tarihimizin en büyük ilk yenilgilerinden birini almıştık.
Böyle zamanlarda siperlerini, mevzilerini terketmeyen Uhud Okçuları’ndan olabilmek kolay değildir.
Birbirimize dua ve yardım edelim ki, ayaklarımız kaymasın. Yanlışsız, hatasız bir hayal peşinde olmaksızın, pusuda bekleyen tehlikelere karşı sürekli teyakkuz halinde beklemekten gaafil olunmaması temennisiyle..
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,115
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Bir 'Ölü General'in Ardından

Sultan Alpaslan,
bilindiği üzere, miladî- 1071’de, Malazgirt’te Bizans imparatoru Romenos Diogenes’i mağlub ve esir eder. Mağlub imparatoru huzuruna getirtir ve sorar:

-‘Ben sana esir düşseydim, bana nasıl davranırdın?’
*‘Önce, gözlerine mil çektirirdim..’
-Pekiy, benim sana nasıl davranacağımı beklersin?
*Herhalde öldürtürsün..
-Hayır, ben seni öldürtmeyeceğim.. Allah’ın bana lûtfettiği bu zafere bir şükran nişanesi olmak üzere, seni azâd ediyorum.
*
Ve, mağlub hükümdarın emrine, yüzlerce muhafız vererek, onu taa İzmit kapılarına kadar gönderir. Evet, düşmanı asıl mağlub etmek, işte bu yüce gönüllü davranıştadır.
Ama, Romenos Diogenes, İzmit’ten öteye, (yani, Alpaslan’ın muhafızları geri döndükten sonra) İstanbul’a doğru giderken, kendi tebaının hışmına uğrar, o ayrı bir konu..
Ancaak, tarihî rivayetlerden birisi de budur ki, Alpaslan, (bugün Türkmenistan’da bulunan)Merv’e doğru dönerken.. Bugün kuzeydoğu İran’da, ‘Aqqal’ah’ / (Akkale) olarak anılan mekana geldiğinde.. O kalenin kumandanı Yûsuf Bey’in bir aykırı hareketi kendisine bildirilir. Yûsuf Bey,bağışlanma talebinde bulunur, ama, herhalde, Sultan, onu dinlemeden bağışlamak yolunu seçmez. Ve, onun huzûruna getirilmesini emreder. Ancak, Yûsuf Bey, zencire vurulu olarak getirilir..
Yûsuf Bey, kendisinin öldürüleceği korkusu içindedir, o halde Sultan’dan önce davranmalıdır: -‘Ben sizi âdil bir Sultan olarak bilirdim ve en büyük düşmanınızı bile karşınıza bu şekilde elleri ayakları bağlı olarak getirtmezsiniz..’ diye tahrik eder, Sultan’ı..
Alpaslan da o tabloyu kendisine yakıştıramamış olmalı ki, hemen ellerini-ayaklarını çözdürtür, Yûsuf Bey’in..
O da hemen o anda, (diz kapağına kadar, çorab yerine sarılan) dolaklarının arasında sakladığı bir zehirli hançeri çektiği gibi Alpaslan’a fırlatır.
Alpaslan ağır şekilde yaralanır.
İki gün kadar sonra da vefat eder.
Vefat etmeden önce der ki, Alpaslan: ‘Dün bir tepeden, onbinlerce askerimin resm-i geçitini, onların yeri-göğü titretircesine yürüyüşlerini seyrederken, ‘Benim gücümle rekabet edecek var mıdır?’ diye gurura kapılmıştım.
Bugün ise, dünkü o gücünden dolayı gurura kapılan Alpaslan'ı görünüz ki, bir hançer darbesiyle bu dünyadan gidiyor..’
*
Gençlik dönemimizin iddiasız, sessiz-sadâsız ve ismi bile bilinmeyen, fazla öne çıkmamış bir üst rütbeli kumandanı olan ve amma, eline fırsat geçince, darbeler yapan, fırtınalar estiren ve tahminleri alt-üst eden bir canavara dönüşen Kenan Evren isimli darbeci general, 98 yaşında ölmüş..
Ölü yatağında -ya da, son demlerinde- çekilmiş fotoğrafına baktım.. Nasıl da sessiz ve çaresiz yatıyordu..
Tıpkı, Adolf Hitler’in 2 yaşındayken çekilmiş, mâsum bakışlı fotoğrafındaki gibi idi.
Ama, o 2 yaşındaki çocuk, sonraları bir diğer Stalin, bir M.K. , bir fir’avun kesilmişti.. Şimdi 98 yaşında hayata vedâ eden bu general’in ölüsü de bir zamanlar, tufanlar, kasırgalar estiriyordu; küçük dağları kendisinin yarattığını sanan bir canlı idi..
*
Şimdi, hattâ bazı müslümanlarca bile sıkça hatırlatılan bir ölçü var, ‘Ölülerin aleyhinde konuşmayın..’ diye..
Bu ifade herhalde, -ölüleri değil-, ‘Ölülerinizi hayırla anınız.’ mânâsında olmalı veya anlaşılmalı..
Çünkü, Kitabullah bize geçmişteki nice kötü insanların kötülüklerini ibret olsun diye, ders alalım diye aktarıyor. Şeddad’lar, Nemrud’lar, fir’avunlar, Ebi Leheb’ler, vs..
O halde, bütün ölenlerin değil de, ölenlerimizin, yani aynı inancı, aynı değerleri paylaştıklarımızın bir takım yanlışlarının, zaaflarının kendilerini savunamaz hâle geldikten sonra konuşulmasının, bir adâletsizliğe ve de toplumda fenalıkların sıkça tekrar edilmesinin yeni bir takım yanlışlara ve fesadlara zemin hazırlayabileceği tehlikesi açısından olsa gerek, konuşulmaması tavsiye edilmiş olmalıdır. Üstelik, ölülerimizin hesabının artık onlarla Allah arasında kaldığını düşünmek, bir dipsiz kuyuya taş atmak gibi sonu gelmez yanlışlara giriftar olmaktan ve gelişigüzel yargılamalara kalkışmaktan da yeğdir. Ve, güzel bir ölçü..
*
Ölümler karşısında sevinmeye gelince..
Bu, çok sığ bir tepki olmalı..
Çünkü, kendi hayatını ve inanç ve değerlerinin hayatiyetini başkasının ölümünden bekleyen bir anlayış, hiç de tercihe şayan olmasa gerek..
Kaldı ki, tarih boyunca ne büyük kötü adamlar vardı ki, öldüler-gittiler ve gerilerinde, kendilerinin ölümünden sevinen nicelerini bıraktılar. Ama, o kötü bilinen, kötü kabul edilen kötülükler bitmedi.. O halde, kişilerin ferd ferd ölmesi değil, asıl önemli olan, yanlış zihniyetlerin yok olması veya edilmesidir. Nitekim, asırlardır, nice kötü insanlar öldüler, ama onların zihniyetleri hâlâ da yaşamakta..
Bu bakımdan, bu yazıda sözü edilmekte olan ölü general veya general ölüsü üzerinde fazla konuşmaya gerek yok.. Velev ki, bu satırların sahibi, onun güçleri tarafından yakalanamayınca, 1982’lerde, vatandaşlıktan bile atılmış ve bu durum 10 yıl kadar sürmüş olsa bile.. Ki, o zaman, ona hitaben, ‘General! Beni vatandaşlıktan atmışsınız. Yersiz bir zahmete katlanmışsınız.. Çünkü seninle belki aynı coğrafyada idik, ama aynı milletten değildik, aynı inanç dairesinde değildik..’ çerçevesinde bir yazı yazdığımı hatırlıyorum..
Onun hakkında, intikam duygusuyla değil, adâlet duygusunun yerine gelmesi ve lâyık olduğu yerde olabilmesi için, yargılanması yolunda dilekçe verenlerden birisi de bu satırların sahibi idi.. Ama, bugün onu, işlediği cinayetlerle, kurduğu entrikalarla, tapındığı ve daha bir tapınılır hale getirmek için bir siyasî lideri, daha bir putlaştırdığı eylemleriyle ve millete bir deli gömleği gibi giydirdiği ve silah zoruyla kabul ettirdiği anayasasıyla, tarihin çöpsepetine atıyor ve de adl-i ilâhîye havale ediyorum.
Şimdilerde bakıyorum, ona çoğu kimse saldırıyor.. Ama, onların birçoğu dünlerde, 35 sene öncelerde, ona alkış tutuyordu ve tamamen haksız da sayılmazlardı.. Çünkü yanıltılmışlardı, ve onu âdetâ bir ‘kurtarıcı’ olarak karşılamışlardı. Medya aracılığıyla, kamuoyu kullanılmış, büyük halk kesimlerine, ‘Ordu nerede yahu?.. Niye seyirci kalıyor bu duruma?..’ dedirttirilmişti.
*
Bir anekdot: Miladî-1987 idi, galiba.. Hacc mevsimi, Mina’da, bir çadırda, bir ikindi vakti, merhûm Gönenli Mehmed Efendi ile karşılaşmıştık; rahmetli dostum (Ensar Vakfı Başkanı)Ahmed Şişman ve de Ali Rıza Demircan hocayla birlikte.. Önceden şahsî bir tanışıklığımız yoktu. Ama, ‘Hocam, ben de sizin rahle-i tedrisinizden geçmiş birisiyim..’ deyince, aramızda bir ünsiyet peyda olmuştu.. İki saat kadar süren uzuuun bir sohbetimiz olmuştu; çeşitli konularda..
Sonra biraz serzeniş konusuna da gelmişti sohbetin sırası.. ‘Hocam, yalnız hanımlara yaptığınız hitaben verdiğiniz bazı vaazların kaseti ulaştı bana.. Orada, Kenan Evren’den övgü ile sözediyor vePeygamber Efendimizin himaye kanadları, Kenan Paşa’nın üzerindedir..’diyordunuz.. Bu yanlış değil miydi?’ diye, onu rencide etmeyen bir uslûbla eleştirimi dile getirdiğimde, itirazımı kabullenmiş gibi bir edâ ile, ‘Evet, evlâdım da.. Ama biliyor musun, İstanbul’da bile, akşam, yatsı ve sabah namazlarına kimse gelemez olmuştu câmilere.. Akşam olur olmaz herkes evine kapanıyor, gece namaz için bile dışarı çıkamıyordu, anarşi ve terör korkusundan ve hangi kör kurşunun nereden geleceğinin belli olmadığı o ortamda.. Kenan Paşa geldi de, millet yeniden yatsı ve sabah namazları için de evlerinden çıkar hale geldi idi..’ demişti.. Dedikleri yanlış değildi, aynen de öyleydi.. Ama, halkı işte öylesine sıkboğaz etmişler ve oyunu öylesine kurmuşlardı.. Çünkü o askerî darbenin halk tarafından kabul edilebilmesi için ve ordunun hükûmet darbesine karşı çıkılması ihtimalini bertaraf etmek için, bu gerekliydi..
Yani, hemen hergün, ülke çapındaki sağ-sol sokak savaşlarında ortalama 25-30 kişinin öldürüldüğü, ekonominin iyice durduğu ve halk kitlelerinin iyice bunaltıldığı o günlerde, askerlerin sahneye inandırıcı ve de bir ‘beklenen kurtarıcı’ rolünde çıkması için, durumun iyice olgunlaşması, anarşi ve terörün kontrollü şekilde daha bir arttırılması gerekiyordu.
*
Nitekim, o dönemde Konya’da 2. Ordu Komutanı olan Bedreddin Demirel isimli bir orgeneral, daha sonra hâtıratında -özet olarak- şunları yazacaktı: ‘Ordu müdahalesinin, 1979 yılı Temmuz ayının 11’nci gecesi yapılması planlanmıştı. Ama, ordunun halkla karşı karşıya gelmemesi için, durumun iyice olgunlaşması gerekiyordu, müdahale onun için ertelendi ve ancak 12 Eylûl 1980 gecesi uygulamaya konulabildi..’
Evet, aynen öyle.. Anarşinin iyice azgınlaşıp ‘olgunlaşması’ ve askerî darbeye, ‘armut piş, ağzıma düş..’ denilecek bir ortamın oluşması için, müdahale 15 ay daha ertelenmiş ve o arada da binlerce insan daha, sağcı ve solcu diye birbirini öldürmüştü. Hattâ öyle ki, sabahleyin ‘solcu’birisinin öldürülmesinde kullanılan tabancayla, öğleden sonra ‘sağcı’ birinin öldürüldüğü tesbit edilmişti.. Generaller ise, bu durumun daha da artmasını planlıyorlardı. Çünkü sahneye ‘kurtarıcı’olarak çıkmaları gerekiyordu.. Müdahalenin haklı sayılabilmesi için bu gerekliydi.. Esasen, Kenan Evren de hâtıratında, açıkça yazmıştı, ‘askerin solcu güçlerle karşı karşıya getirilmemesi için, devreye Ülkücüler’in sokulması taktiğine başvurulduğu’nu..
Haa... O günkü iktidarın (Demirel’in ve ortaklarının) ve başka Ecevit olmak üzere diğer siyasîlerin bu neticenin elde edilmesinde hiç mi bir kusuru yoktu? O şartlarda, bir ‘erken seçim’ kararıyla millete gidilebilir, oyun belki bozulabilirdi. Ama, o zaman da, hemen bütün siyasî kararların alınmasında etkili olan ve ancak şimdi, son senelerde etkisi istişare çerçevesine indirgenmiş olan ‘MGK’ (Millî Güvenlik Kurulu) ve diğer Derin Devlet güçlerince, ‘öyle bir anarşi ortamında seçim ve ülke güvenliğinin sağlanamıyacağı’ gibi gerekçelerle bu yönde bir karar alınması önlenmişti, belki de..
Ve, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi’nin hemen arkasından, anarşi büyük çapta duruvermişti. Halbuki, daha önce de Sıkıyönetim vardı, Demirel, ‘asker’in istediği her kanunu hemen çıkarttırıyordu. Asker o zaman niye durduramamıştı, anarşiyi? Nitekim, Demirel, Evren’e çok sonraları, ‘Sen Genelkurmay Başkanı mıydın, yoksa, Antalya’da tapu müdürü müydün?’diye soruyordu; darbenin hemen arkasından anarşinin durması üzerine..
*
Bir ‘ölü general’in arkasından daha çok şeyler söylenebilir; ama, bu anlatılanlar bile yeter herhalde.. O, cinayetleriyle, entrikalarıyla, asıl hesabın verileceği yere gitti.
Allah’u Tealâ’nın kulları hakkındaki her türlü tasarrufunun, ‘adl-i ilahî’ gereği, rahmet olacağını da hatırlayarak..
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,115
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Müslüman’ın, İslâmî Bir Dünyayı İstememesi, Mümkün mü?
Rusya lideri Vladimir Putin, Suriye’deki bir rus savaş uçağının Türkiye hava sahasını ihlal etmesi ve 5 dakika içinde 10 kez uyarılmasına rağmen, bu yasak hava sahasını terk etmemesi üzerine düşürülmesiyle ilgili gelişmeler konusunda görüşlerini açıklarken, Bu uçağın Rusya’ya aid olduğunun Türkiye tarafından bilinmemesi mümkün değil..’diyor.

Anlaşılıyor ki, Putin, başka usûllere ne kadar tevessül eder, bilinmez; ama, en azından hâlihazır durumda, psikolojik savaş taktiklerine sımsıkı tutunmaya çalışıyor ve bu yolla netice alabileceğini sanıyor herhâlde..
Çünkü, ‘Türkiye mevcud liderliğiyle İslâmlaşıyor..’ diyerek, İslamofobia (paranoia derecesinde İslâm korkusu) sarmalında olan özellikle kapitalist emperyalizmin kamuoyuna,‘İşte, sizin korktuğunuz IŞİD / DAİŞ tipi İslâmcılardan birisi ve bu, daha da tehlikeli, çünkü 80 milyonluk bir ülke onun liderliğinde İslâmlaşıyor.’ demek istiyor.
*
Esasen, kapitalist emperyalizmin büyük merkezlerinde ve etkin medya organlarında, özellikle Şubat-2009’da Davos’ta Tayyîb Erdoğan’ın üzeri, (İsrail rejiminin o zamanki c.başkanı sıfatlı) Şimon Perez’in yüzüne karşı, ‘One minute..’ diyerek çok sert bir uslûbla yalanlarını çarpmasından bu yana, çizilmişti ve halk desteğini kaybetse diye bekleniyordu.. Ama, Gezi Hadiseleri’ndeki mâlum uluslararası destek netice vermedi; seçimlerden de beklediklerini bulamadılar.
Şimdi Putin, Tayyib Erdoğan’ı köşeye sıkıştırabileceği umuduyla, elinde koz zannettiği başka hususları da devreye sokma çabasında ve DAİŞ’in zihinlerde uyandırdığı korkulu izdüşümüne Erdoğan’ı da eklemeye çalışıyor.
Hatırlanacağı üzere, bugün Putin’e ek olarak, hele de son iki-üç yıldır, Tayyib ErdoğanıDAİŞ’in destekçisi gibi gösteren ve Putin’le sıkı-fıkı ilişkiler kuran bir İran da var..
*
Aynı şekilde, Amerika’da da bir yıl sonra yapılacak Başkanlık seçimlerinin özellikle Cumhuriyetçi adayları (Donald Trump vs.) ‘seçilirlerse, câmileri, yasaklayabilecekleri’nden bile dem vurabiliyorlar.
Putin’in İslâmlaştırma suçlaması karşısında, Tayyib Erdoğan’ın ‘Yahu, bu ülkenin yüzde 99’u müslüman.. Onun İslâmlaştırılacağından söz etmenin mantığı nedir? Bu, benim,‘Birilerinin Rusya’yı hristiyanlaştıracağı..’ gibi bir suçlama yapmam kadar tuhaf olmaz mı?’ demesi, çok yerinde..
*
İslâmcılık.. Bir suçlama konusu olunca saçma ve hattâ hezeyan... Çünkü, bu suçlamayı yapanlar, inanç özgürlüğüne saygılı olduklarını söylüyorlar ve İslâm’a da..
Putin de, Rusya’da müslümanlara gülücükler dağıtıyor, zaman zaman.. Putin ki, kendisi komünist rejim döneminin eski bir KGB ajanı olmasına rağmen, bugün Rusya Patriği’ne protokolde birinci sırada yer veriyor. Çünkü kendi halkının değerlerine itibar ediyor.
Ama, aynı kişi, Tayyib Erdoğan’ı, Türkiye’yi İslâmlaştırmakla suçladığı zaman, komik ve hattâ absurd / saçma bir duruma düşüyor. Ki, Erdoğan, kendi halkının değerlerine sadece dışardan saygı duyan birisi değil, o değerlerin içinden yetişmiş birisi.. Bu, gizli-kapaklı değil.. Bu gerçeği, hâlâ, komünist-ateist-laik dönemlerden kalma korkular içinde olanlara nasıl anlatmalı?
Umulur ki, Putin’in bir suçlama olarak yaptığı bu değerlendirme, kalbinde maraz olmayan ve ama sadece basit günlük siyasî rekabetle kendilerini Erdoğan düşmanlığı mihverinden koparamayan nicelerine bulundukları yer ve safı yeniden düşündürecektir.
*
DAİŞ veya benzerlerinin, İslâm adına yaptıkları uygulamalarla müslümanların ve İslâm’ın üzerine çamur atılmasına zemin hazırlamalarına, inancının şuûrunda olan her müslüman gibi, Erdoğan’ın bakışı da ortadadır. Ama, aklı başında hiçbir müslümandan ‘Ben müslümanım, ama, İslâmcı değilim..’ demesi beklenmemelidir.
Çünkü, bir kimse, ‘Ben Müslümanım..’ dediğinde, dünyaya bakışının genel çerçevesini ortaya koyuyor ve hayatını ve dünyasını inandığı değerlere göre kurmayı tasarlıyor demektir.
Bundan daha tabî ne olabilir?
*
Star
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,115
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
NATO Kendi Dünyası İçin Vardır, Türkiye İçin Değil
Önce bir ayrı konuya değinelim:
Cumh. gazetesinin Gen. Yy. Md. olan kişi ile, gazetenin Ankara temsilcisi, 26 / 27 Kasım gecesi tutuklanmış.. Bu kişilere yüklenen suçlama, kısaca, MİT’e aid ve Suriye’ye gitmekte olduğu ileri sürülen araçlarla ilgili olduğu bildirilen fotoğrafları yayınlamaları ve ülkenin gizli sırlarını ifşa etmeleri, terör örgütüne aid haberlerin propaganda mahiyetinde yayınlanmasına yardımcı olmaları, Hükûmeti çalışamaz hâle getirmek gibi neticeler doğuracak fiillere teşebbüs etmeleri.. vs..
Hukukî suçlama gerçi böyle değil, ama, onlar için ileri sürülen suçlamanın anlaşılması açısından, böyle bir türkçeden türkçeye tercüme faydalı olabilir.
Bu kişileri, tarafdarları kahraman gibi gösteriyorlar, gösterebilirler. Ama, bu suçlamaların basın özgürlüğüyle ne gibi bir ilgisi vardır?
Benzer suçlamalar, onların karşı oldukları kesimlerden birileri için ileri sürülseydi, ne yaparlardı, hangi ağır suçlamalarla hainlik manzumeleri döktürürlerdi, tasavvur edebilirsiniz..
Medyada, böyle bir tarafgirliğin varlığını reddetmek mümkün değildir..
Bu kişilerin tutuklanmasıyla ne elde edilecek gibi vs. gibi sualler sorulabilir elbette..
Ama, şu kadarını hehâlde bir ön kabul hâlinde bilmek gerekir ki, her devletin birtakım gizli alanlarının, istihbarat bilgi ve kaynakları ve sırlarının olduğu gerçeğiyle birlikte değerlendirmek gerekir.
İlginç olan, bu fotoğrafların yayınlanması üzerinden aylar geçtiği hâlde, yargının ancak aylar sonra harekete geçmiş olması.. Tutuklama, bir tehlikenin ve yanlışın yolunun kesilmesi için tedbir mahiyetinde ise, niye bu kadar geç? Bu tutuklama, bir cezalandırma kurumu mahiyetinde ise.. O da bir ayrı yanlış..
*
Ama, daha ilginç olanı, bu tutuklamalar karşısında Amerikan Hükûmet Sözcüsü’nün de devreye girip, konuyu ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğüne aykırı görmesi..
İyi de, Wikileaks belgelerini sızdırıp, gizli amerikan belgelerini yayınladığı üç yılı aşkın zamandır, Londra’daki Kolombia B. Elçiliği binasında saklanan ve oradan dışarı çıksa hemen yakalanıp Amerika’ya götürüleceği kesin olan Julian Assanje, niçin orada?
Çünkü, Amerikan ulusal menfaatlerine zarar verdiği suçlaması yapılıyor..
Keza, Amerikan gizli CIA belgelerini açıkladığı için dünyada kaçacak delik arayan ve sonunda Rusya’ya sığınan Edward Snowden isimli CIA ajanı kişinin yıllardır süren durumu da ortada değil mi?
Amerika’nın sırları açıklanamaz. Başka devletlerin ise, gizli belgelerinden bile söz edilemez!
*
Aynı durumu Almanya için de söyleyebiliriz.. Ağustos-2015 başında, Alman gizli belgelerinden bazılarını açıklayan ’netzpolitik.org’ isimli internet sitesinin iki editörü aleyhine, Alman Federal Savcısı Harald Range vatan ihaneti suçlamasıyla dâva açmadı mı?
Gerçi, yükselen itiraz ve gürültüyü bastırmak için, o savcıya o vazifeden el çektirildi..
Ama, o iki kişi hakkındaki dâva sessizce hâlâ da sürdürülüyor..
Daha başka ülkeler de benzer örnekler yığınla..
*
Böyleyken.. Bunları, en çok da bu konuda başka ülkelere ders vermeye çalışan sözde özgürlükçü ülkelerin ikiyüzlülüğünü anlatmak için hatırlatıyoruz..
Bu gibi durumlar ortada iken, hele de Ortadoğu gibi, en karmaşık savaşların, boğuşmaların yaşandığı bir coğrafyadaki bu ülkede medya mensubları kendiliklerinden, özgürlük adına, ülkenin her türlü gizli sırrını açıklayabilir mi?
Eğer, bu sorunun cevabı, 'evet', ise, en başta bu tutuklanan kişiler, başka ideolojik grupların benzer çabalarına da asla itiraz etmeyeceklerine dair söz verebilirler mi?
*
Tekrar edelim, birilerinin tutuklanmasına sevinmeyiz, ve hele de suçsuz iseler, başlarına sıkıntılar gelmesine hiç sevinmeyiz.. Sadece çifte standardlı davranılmaması ve bu alanda kimsenin enayi yerine konulmaması içindir..
*
Bu konuya bu kadarca değindikten sonra, dünden yarım kalan asıl konumuza geçebiliriz,
*
NATO'yla yüzleşmenin zamanı geçiyor bile..
Dün özetle demiştik ki, Osmanlı Devleti’nin, duraklama ve çöküş döneminde, Avrupa’ya her yaslanmasının, yakınlaşmasının ve hattâ onun vesayetini kabul edecek bir noktaya gelmesinin en büyük etkenlerinden birisi, Rusya’dan üzerine gelen tehdidler ve saldırılardır..
Bu, 1699’daki Karlofça Andlaşması’ndan bu zamana kadar hemen daima hep böyle olmuştur. Ve sonunda, Türkiye NATO vesayetine de Sovyet Rusya’nın 1945’deki tehdidleri yüzünden sebeb olmuştur.
*
Ve amma, asıl mes’ele bugün şu..
Türkiye, Bruksel’deki NATO merkezinden düğmeye basıldığı zaman, hemen ordusunu NATO kumandanlığının emirlerine göre harekete geçirmek durumundadır, ama, Türkiye bir saldırıya maruz kalırsa, aynı hassasiyet, NATO merkezince, Türkiye için de gösterilecek midir?
Bu soruya evet demenin zorluğu son günlerdeki tablodan da anlaşılabilir..
*
Nitekim, NATO dünyası bu konuyu nasıl atlatabileceklerini düşünürken, 'Türkiye için bir bedel ödemeye değer mi?' havasını yansıtmaya çalışıyorlar.. Hâlbuki, onlar kendilerine yönelik bir tehlike olduğunda, NATO içinde, B. Amerika'dan sonraki en büyük askerî güç olarak bilinen Türkiye'nin kendileri için bir sivri mızrak ve bir fedaî fonksiyonu göreceğinden kesinlikle emindirler..
Hatırlayalım..
11 Eylûl 2001 tarihinde Birleşik Amerika'da, ve üstelik ülke dışından değil, kendi ülkesi içinden ve iç güvenlik zaaflarından meydana gelen saldırılar üzerine, zamanın Amerikan Başkanı G. W. Bush, bütün NATO ülkelerinin, NATO andlaşmasının 4. maddesinde belirtildiği üzere saldırıya uğrayan bir üyenin yardımına koşmaları yolundaki emredici hüküm gereği, kendilerinin yardımına koşmalarını ihtar etmişti. Hâlbuki o saldırılar bir dış ülke saldırısı değil, USA içindeki bir iç güvenlik zaafının eseriydi.
Bu bakımdan biraz tereddüdlü davrananlar, Bush'un, 'Ya bizdensiniz, ya da bize karşı..' gibi kategorileştirici mantığı karşısında başka bir yol bulamıyorlar ve Amerika'nın emredici isteği üzerine yardıma koşuyorlardı..
Şimdi ise, Türkiye bir NATO üyesi olarak kendi sınırları dışından bir tehdidle karşı karşıya kalınca.. İpe un sermeye çalışıyorlar, birtakım yarım ağız sahiblenmelerle zevahiri kurtarmaya çalışıyorlarsa, bu, onların Türkiye'nin yarınlarda kendilerinin yardımına koşması ihtimalinden dolayıdır.. Çünkü, Türkiye'nin problemleri kendisine aiddir, ama, NATO'nun problemleri, elbette ki en başta Türkiye'nin problemi olmak zorundadır. Çünkü, Türkiye onlar için, bir jandarma hükmündedir, jandarma kendisini fedâ edebilir, ama, jandarmanın koruması gerekenler bedel ödemezler..
*
Niteklim, kapitalist emperyalizmin etkili sözcülerinden sayılan dergilerden ing. Economist'in 27 Kasım günlü başyazısında Rusya'ya aid bir savaş uçağını düşürülmesi, "kaçınılabilir ve kaza olması zor" bir gelişme olarak değerlendiriliyor ve "Rusya tahrik edici, Türkiye de asabî bir şekilde davrandı. Hâlbuki, herkesin vazifesi, kazananın IŞİD / DAİŞ olmamasını sağlamak.." diyordu. Yani, 'koyun can derdinde. kasab mal derdinde..' misali bir durum..
Economist ayrıca Rusya'nın Suriye'deki askerî operasyonunun esasında iyi gitmediği yolunda sinyaller olduğunu ve bu savaşta asıl rolün Türkiye'ye düşebileceğini de hatırlatıyor ve şöyle devam ediyordu:
"Türkiye'nin hareketinin olumsuz etkilerini sınırlamak için iki şeye ihtiyaç var. Birincisi, NATO müttefiklerinin Türkiye'yi kamuoyunda desteklemeyi sürdürmesi. (...) Yeni hava sahası ihlallerini önlemek ve birlikte hareket edildiği mesajını vermek, NATO'nun çıkarınadır. Bu noktada Türkiye'ye destek verilmesi gerekir.".
"İkinci ve daha özel olarak ise, NATO üyesi ülkeler Türkiye'ye daha kontrollü davranması ve davranışını değiştirmesi çağrısında bulunmalı. Türkiye IŞİD'e karşı verilen mücadeleyi aksatıyor. Suriye'de cihadçıları yok etmekten çok, kürdleri vurmakla ve Esed'i görevden uzaklaştırmakla ilgileniyor. (...)".
"Gerginliğin büyümesinden kaçınmak işin kolay tarafı. Zor olanı ise hem Türkiye'yi hem Rusya'yı, IŞİD'e daha fazla odaklanmaya ikna etmek. Türkiye'nin, destek aldığı NATO müttefiklerine karşı sorumlulukları olduğunu da anlaması gerek. Bazı türkler, IŞİD'le savaşın sadece kürtlere yardımcı olacağını söylüyor. Bu doğru bile olsa, IŞİD'in Türkiye'de tahribata yol açtığı unutulmamalı. (...) Ayrıca eğer Türkiye gerçekten sayın Esed'den kurtulmak istiyorsa, bunun tek yolu Rusya ile birlikte çalışmaktır. Onunla savaşmak değil.".
*
Evet, bu satırlar bile, Türkiye'ye biçilen vazifeleri ve Türkiye'nin kendi problemlerinin ise, sadece Türkiye'yi ilgilendirdiğini dile getiriyor..
Dahası, Rusya S-300 füzelerini Türkiye'nin güney sınırlarının hemen yanına, Suriye'nin Lazkiye şehri civarına yerleştirdi.. NATO bu gibi durumlarda, ânında ve yerinde savunmadeğil, elastik savunma stratejisini kabul ettiğinden, bir zıdlaşma olsa bile, askerî karşılaşma olsa bile, NATO, saldırıya nereden ve ne zaman karşılık vereceğini kendisi belirleyecektir.
O zaman da, Türkiye bir başka Irak ve Suriye'ye dönüşebilir, NATO'nun hayıflı bakışları arasında..
Türkiye, NATO'yla irtibatını ciddî olarak gözden geçirmelidir.
*
Diriliş Postası
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,115
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
İslam Adına Hareket Etmek İddiası, Asıl Problem Bu...
Dünkü yazımda, hemen her yerde, insanlarımızın, ‘İran niye böyle yapıyor? Bu yaptıkları, farsçılık ya da mezhebçilik değil mi?’ diye hayıflananarak sorduklarından söz etmiştim.

Bu hayıflanmanın sebebi, İran’ın sıradan bir devlet olmadığından, yaptıklarını İslam Cumhuriyeti adı altında, İslamî bir devlet olarak yaptığı iddiasından kaynaklanıyordu.
İran ise, kendi anlayışına göre, farsçılık da yapmıyor, mezhebçilik de yapmıyor!!!.
Çünkü, Şahlık düzeninin devrilmesinden sonraki İran’da, toplumun ana birleştirici harcı, İslâm’dır. Buna göre de kişilerin kavmî- etnik köklerine bakılmaz. İnkılab’ın lideri (merhûm) İmam Khomeynî, 200 yıl öncelerde cedleri Arabistan’dan Keşmir’e gitmiş ve oradan da Orta İran’dakiKhomeyn şehrine gelip yerleşmiş, arab entisitesinden ve de ‘seyyid’ olarak anılan bir aileye mensub.. Ve İran’da hemen hiç bir dikkatli müslüman, onun etnik açıdan hangi kavme mensub olduğunu düşünmezdi bile..
Bugün İnkılab Rehberi veya Dinî Lider diye anılan ve İran sisteminin tepesindeki isim olan Ali Khameneî de, Tebriz’in güneyindeki Khameneh kasabasındandır ve etnisite açısından bir azerî türküdür. Ama kimse onun fars etnisitesinden olmadığını düşünmez bile.. Tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi, etnik köken, ölçü olarak alınmaz.
Bu açıdan, bir farsçılık iddiası, fiilen de mantıkî dayanaklardan mahrumdur. Esasen, İran’da fars, azerî, kürd,arab, türkmen, belûc, lor, gilek, tevaliş, lezgi vs.. gibi yığınla etnik unsurlar vardır.
*
İran mezhebçilik de yapmıyor!
Çünkü.. Mezheb, bir dinin farklı yorumlarından kaynaklanan farklı yolları ifade için kullanılır bizde.. İran’da ise, mezheb ve din aynı mânâda kullanılır ve bu ülkede 500 yıldır hâkim olan 12 İmamMezhebi, (Caferiyye ya da Şia), İslam’ın tek gerçek yorumu olarak kabul edilir; diğerleriyse,İslam’ın yanlış ve hattâ sapık kolları.. Böyle olunca da mezhebçilik değil, İslamcılık yaptığını düşünüyor.
Ama, insaf ile düşünelim, Ehl-i Sünnet olarak nitelenen cereyan da, kendisini gerçek İslam ve diğerlerini, İslam’ın yanlış ve hattâ sapık kolları olarak nitelemiyor mu?
Asıl mes’ele burada.. İslam’ın tek ve gerçek temsilcilik iddialarından vazgeçilse, taraflar kendilerini aynı tevhîd ve nübüvvet inancından beslenip gelişen İslam ağacının dalları olarak görseler ve ‘birimizin kırılması, diğerlerimizin de zayıflaması demek olur’ deseler, çoğu mes’ele hallolur. Ama, bu denilemiyor ve bu mezheb farklılığı, âdetâ din farklılığı gibi temellere oturtuluyor.
*
Gerçekte ise, İran devletlerden bir devlet ve her devlet gibi, kendisine göre bir strateji belirleyip ona göre hareket ediyor. Ama, bu siyaset, İslam adına yapılıyor olduğundan, İslam açısından gerçekten de tutarlı mı, değil mi? Mes’ele bu noktada..
Bu satırların sahibine göre, bu siyasetin, İslam adına savunulabilecek bir tarafı yoktur. Ama, hele de, dünyanın büyük maddî güçleriyle ‘5+1’ denilen nükleer müzakareler yapıp, Amerika’yla da barıştıktan sonra, İran, bir güçlülük vehmine kapılmış ve de güç zehirlemesine uğramıştır.
Ne var ki, Baas Partisi’nin ve Esed Hanedanı’nın Suriye’deki 50 yıllık kanlı diktatörlüğünü ayakta tutabilmek için, kendi askerî ve milis güçleri yetmeyince; Rusya’yla da işbirliği yaparak, Suriye’yi ona ezdirmeyi de kabullenmiştir. Bunun İslam adına savunulacak bir tarafı yoktur.
Ya, Putin’in Suriye’de zafer kazanması için, (bütün Cuma imamlarının tek merkezden yönlendirildiğine göre) Cuma namazlarında ülke çapında dua ettirme seansları?! Ve Irak’ın çok yönlü etkiler altındaki rejimini Türkiye aleyhine kışkırtmalar..
*
Özellikle de, Suriye Buhranı’nın başından beri, 5 seneye yakın zamandır, İran ve Türkiye, bu buhranın iki tarafı gibi gösteriliyor. Halbuki, bölgedeki halkı müslüman olan bütün ülkeler bu buhranın ikinci derecede oyuncuları.. Asıl oyun kuranlar, Amerika-İsrail, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya vs. gibi devletler..

Haksöz Haber
 
Üst