Selahaddin E. Çakırgil -İslam Adına Hareket Etmek İddiası, Asıl Problem Bu...

kebîkec

İhvan Forum Üye
Katılım
21 Eyl 2007
Mesajlar
8,086
Tepkime puanı
1,924
Puanları
113
@muallim 08

Selahattin EŞ ile Selahaddin E. Çakırgil in AYNI KİŞİ OLDUĞUNU ben değinesiye kadar aynı kişi olduğunu ALLAH için doğru söyle biliyormuydun ?


Evet, Bir zamanlar İran Radyosundan Türkçe yayın yaptığını da bilmiyorsan benden öğren....ama bu önemli değil. Vaazın içeriği önemli. İçeriğe yönelik diyeceğin varsa buyur.
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
İslam ile anılan bir cemaatin müslümanların bu denli tepkisini çekmesi bir yana, bu tepkiden rahatsız olmamaları çok feci bir durumdur.

Hatta rahatsız olmak bir yana, kavgaya tutuşup kuvvetinin yetmediği yerde savaş hiledir hesabı bel altı levazımdan medet umar olmaları daha da fecidir.
 

Verda

Gales
Katılım
9 Nis 2010
Mesajlar
10,917
Tepkime puanı
1,010
Puanları
0
Selahaddin Çakırgil: Şeyhimiz Meyhaneye Doğru Gidiyor, Tedbirimiz Nedir, Ey Dostlar!

‘Şeyhimiz meyhaneye doğru gidiyor, tedbirimiz nedir, ey dostlar!’
(M. İqbal)

İlki 17 Kasım günü başlayan ve ‘Fir’avunluk benzetmesi, Allah aşkına nasıl bir söz, Fethullah Bey!’başlıklı yazımdan bu güne F. G. için yazdığım 4-5 yazıdaki uslûbum ortadadır. Buna rağmen, aldığım yığınla hakaret mesajına rağmen, bir müslüman olarak itidali elden bırakmamak dikkatimden uzak düşmemeye çalışmışımdır. Hiçbirisinde bir hakaret yoktur. Esasen, görüşlerimizi hakaret etmeden dile getirmek, her bir müslümanın şiarı olmalıdır. Ama, bazı şeyleri sormak, sorgulamak hakaret sayılır, saygısızlık sayılırsa, o ayrı..

İş sonunda, ‘Yolsuzluk Operasyonu’ denilen gürültülü konuya gelip dayandı. Konuyu daha bir ilginç yapan ise, gözaltına alınanlar arasında, üç Bakan oğluyla ve Halkbank Genel Müdürü ve İst.-Fatih Belediye Başkanı’nın da bulunmasıydı.

Daha da ilginç olan husus ise, bu koğuşturma ve soruşturmanın 14 aydır devam etmesine ve gizlilikle yürütülmesine rağmen, Emniyet’in alt birimlerinin bu konulardan İst. Emniyet Müdürü ve de İstanbul Valisi’ni haberdar etmemeleri.. Alt birimlerde olanların, memurların ilk planda, üstlerine, âmirlerine itimad etmediği akla gelebilir; ama, ast’ın üst’e, memurun âmirine güven duymaması, kanunen, ve mantıken kabul edilemez. Ast durumunda olanlar, bir olumsuz ve kanunsuz konu olduğunu düşünüyorlarsa, şikayetlerini, neticelerine katlanmayı göze alarak onların da üstünde olan yetkili üst makamlara bildirirler. Ama, burada bunların hiçbirisi yapılmamış ve üstelik, bir yolsuzluk iddiasında yapıldığı ileri sürülen yolsuzluğun yüzlerce misli büyük zarar ülke ekonomisine verdirilmiş ve halkın cebindeki paranın değerinin yüzde 5-6’sının uçup gitmesine vesile olunmuştur.

Buradan da anlaşılıyor ki, mahallî seçimlere 100 günden az bir zaman kala sergilenen / tezgahlanan bu operasyonla, bir siyaset mühendisliği yapılmak istenmiştir.

Nitekim, hemen Bakan’ların ve hattâ Hükûmet’in istifasını isteyen bir muhalefet tarzı sergilenmiştir. Eğer öyle olacak olsa, bu gibi iddialar ortaya atıldığında, geride ne Hükûmet kalır, ne de yıpranmamış bir makam..

Bunun içindir ki, Hükûmet, bu operasyonu âmirlerine haber vermeden uygulamaya koyan alt birimlerdeki polis şeflerine hemen vazifeden el çektirmiştir. Esasen öyle olmasaydı, o zaman, o üst makamların bostan bekçisi durumuna düşmesi kaçınılmaz olurdu. Böyle anlarda ilk yapılacak olan, düzeni sağlamaktır. Yoksa, ipin ucu bir kaçırılırsa, çorap söküğü gibi gider ve ardı-arkası kesilmeyen bir tablo ortaya çıkar. Devlet yönetiminin nasıl işlediğini, işlemesi gerektiğini bilmeyenler bu soruyu sormakta haklı sayılabilirler. Ancaak, bir polis müdürü, bir bir jandarma komutanı, bir bilmem kim, -ânında müdahele edilmesi gerekli olan ve hukukda ‘cürm-ü meşhud (ve gözönünde cereyan eden, şâhidleri ortada bulunan cinayet ve benzeri durumlarda yapılan suçüstü)- uyguluması hariç, âmirine haber vermeden, kendiliğinden bir soruşturma yapamaz, bir yönetim yetkisi kullanamaz. Kullanırsa işte böyle olur. Nitekim, Adlî Kolluk Yönetmeliği’nde son olarak bir değişiklik yapılıp, yorumla gevşetilebilen hususlar giderilmiş ve her yetkili kişiler daha net olarak sınırlara kavuşturulmuş bulunmaktadır. (Daha yığınla kanun ve yönetmelikler var ki, onlar da daha net sınırlara kavuşturulmalıdır.)
Bu bakımdan, en çok tekrarlanan, ‘O baskınları yapan polis müdürleri vazifelerinden niçin alındı?’sorusunun mantığı yoktur.

Son örnek de karşımıza çıkan tablo daha da ilginçtir. Şöyle ki, İstanbul Valisi, o operasyon haberini alır almaz, İstanbul Emniyet Müdürü’ne ulaşmak istiyor, iki saat ulaşamıyor.

İstanbul gibi, sadece Avrupa’daki onlarca devletin nüfusunu bile geride bırakan 15 milyonluk bir kocaman şehirde, Vali, Emniyet Müdürü’nü arayacak, iki saat ulaşamıyacak, kabul edilebilecek bir durum mudur bu? Halbuki, o saatlerde, operasyona dair görüntüler, hattâ nicelerinin hayal güçlerini de zorlayan dehşetli iddia ve değerlendirmelerle (ilk olarak da, son zamanlarda, Dershaneler üzerine ortaya çıkan gerilim üzerine, Hükûmet’e savaş açmış olan Cemaat denilen hareketin elindeki malûm gazetelerinin internet siteleriyle, onlara bağlı tv. kanalları başta olmak üzere) bir çok medya organında kamuoyuna aktarılıyordu. Bugünün şartlarında, bunda bir kasıd veya büyük bir ihmal yok mu? Anlaşılıyor ki, görmezlikten gelinerek, sorumluluktan kaçınılarak tezgahlanmış bir siyaset mühendisliği sözkonusu idi.

Nitekim, daha sonra anlaşılıyordu ki, bu soruşturma, bu minval üzre, gizlice 14 aydır sürmekte imiş.. Seçim sath-ı mailine girildiği, seçimlere 100 gün kaldığı bir zaman diliminde, böyle bir operasyonun arkasında bir takım iç hesabların olduğunun düşünülmesi tabiîdir.


‘Evet, bu bir toplum ve siyaset mühendisliğidir..’

Üstelik, bu Emniyet âmirlerinin, polis şeflerinin belirli bir Cemaat yapılanması içinde birbirleriyle paslaştığı ve bütün bunların da Hükûmet’ten habersiz ve hattâ Hükûmet’e karşı ‘Devlet içinde devlet’ ya da birçeteleşme yapılanması sözkonusu olursa.. Bu durumda, Hükûmet’te olan her kim olursa olsun.. Ya, iddialar karşısında çaresiz kalıp teslimiyetçi bir tavırla istifa eder, ya da bu mes’elenin üzerine gider.

Bu son gelişmelere karşısında, Hükûmet, yolsuzluk iddialarının üzerini örtmeden, kanûnî süreç devam ederken; siyaset mühendisliğine kalkışanların üzerine gitmeyi de ihmal etmemiştir.
Şimdi, suçlanan bir takım insanlar var.. Bunların mevcud hukuk düzeni içinde suçlu olup olmadıklarına mahkemeler karar verecek.. Onlar karar verinceye kadar yapılan suçlamalar yersizdir.
Nitekim, medyada en ağır şekilde suçlanan, kamuoyunda fısıltılarla, düzmece haberlerle de renklendirilerek anlatılan iddialara rağmen, gözaltına alınan 91 kişiden sadece 26 kişi tevkif edilmiş, tutuklanmış bulunuyor.
İçişleri Bakanı Muammer Güler ve Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğulları ile Halkbank Genel Müdürü de tutuklananlar arasında.. (Ki, bu iki Bakan’ın artık istifa etmeleri gerekir, ahlâken.. Çünkü, oğullarının yargılanmasının üzerine bir gölge düşebilir..) Suçlamalar, rüşvete aracılık etmek, rüşvet almak, vs.. Ama, Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayrakdar’ın oğlu ile İst.-Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir de serbest bırakılmış bulunuyor. Halbuki onlar hakkında da neler- neler anlatılmıştı.

Bu arada, bu operasyonun tabiî seyrinden çıkarılıp, bütün dünyayla birlikte, âdetâ Erdoğan Hükûmeti’nin sonunun geldiği gibi iddialarla verilmesiyle, sadece sadece faizlerde meydana gelen 10 milyar liralık artış, tam da faiz lobisinin istediği bir netice değil miydi? Ekonominin diğer alanlarında meydana gelen değere kayıplarıyla bu rakamın 30 milyarı aştığı bu alanın uzmanlarınca dile getiriliyor. Ama, bu gürültülü operasyonun bedelini de halk ödeyecek tabiatiyle..

*
Bu arada hatırlanması gereken ilginç bir konu da, Ergenekon ve Balyoz Yargılamaları sırasında, bu mahkemelerin, Hükûmet’in emriyle çalışan düzmece mahkemeler olduğunu söyleyen ve hattâ ortaya çıkan silahları, bombaları, roket ve füzeleri bile polisin koyduğunu iddia eden muhalefet partilerinin, şimdi, bir seçim semeresi elde etmek ümidiyle olmalı, bu son operasyona var güçleriyle sarılmış bulunmaları..
Yine ilginç olan bir diğer konu da, 28 Şubat 1997 Zorbalığı’yla ilgili yargılama tutuklu bulunan em. generallerden içerde kimsenin kalmaması ve hepsinin de tahliye edilmesi..
Ama, F.G.’nin, bu generaller hakkında, ‘o yaşlı-başlı kimselerin içerde tutulmasından rahatsız olduğunu’ belirtip, ‘elimde olsa onları serbest bıraktırırdım..’ demesinin bir-iki hafta sonrasında, onların bütünüyle tahliye edilmeleri ilginç değil mi?

Bu durumda, Devlet içinde bir paralel devlet oluşturma, bir çeteleşme peşinde olanların bulunduğu’ şeklindeki sözlerin daha bir yerli yerine oturduğundan söz edilemez mi? Başbakan da, Bu kirli bir operasyondur..’ derken, bunu kasdediyor olmalı.. Bülend Arınç da, daha önce dirsek temasında olduğu ve hep saygıyla sözettiği kesimle ilgili olarak tam bir hayal kırıklığı yaşamış olmalı ki, Bazılarının bu kadar alçalabileceğini, belden aşağı bu kadar vurabileceklerini düşünmemiştik.. Çok planlı, psikolojik bir savaşla karşı karşıya bulunduğumuzu söyleyebiliriz.. demek zorunda kalıyordu. Çünkü, porno filmlerinden benzer tipleri araklayıp, bunların Numan Kurtulmuş ve diğer bazı iktidar mensublarına aid olduğunu söyleyecek kadar pervasızca ve en haram şekilde suçlamalarda bulundukları da görülüyordu. (HAS Parti denemesi günlerinde, hangi hareketin, Kurtulmuş’a umut bağlayıp, birlikte çalışmak için Amerika’larda bile görüşmeler yapıldığı ve birlikte çalışılacağının açıklanacağı sırada Kurtulmuş’un, AK Parti’ye geçmesiyle, bazılarının iştahlarının kursaklarında kaldığına dair ciddî rivayetlerin; şimdi onun aleyhinde tezgahlanan çirkin suçlamalardaki etkisi üzerinde de düşünülmelidir.)

‘Bu gibi çirkin ve haram yöntemlerle F.G.’nin ve çevresinin ne gibi bir ilişkisi olabilir?’ denilebilir. İlk planda halkı gibi de görülebilir, bu sual.. Ama, biz bu konuya, 10 Aralık tarihli ve ‘Dehşetli bir itiraf, ithamdan da öte ve belden aşağı..’ başlıklı yazıda değinmiştik. O yazıda, F.G.’nin, şimdi çok yüksek makamlarda olan birinin, yıllarca önce, nefsine mağlub olup, bir günah işlemek üzere, gece yarısından sonra yola çıktığının kendisine bildirilmesi üzerine, hemen tanıdığı birisine telefon ederek o gidişi önlediği’ne, ve böylece, ‘yüksek makamlarda bulunan herkesi şaibe altında bırakacak şekildeki haram ve dehşetli iddiası’na değinilmiş, bu gibi konuların kendisine nasıl, kim tarafından ve niçin bildirildiği gibi hususlar sorulmuştu.. (O yazıya bakılabilir..)
*
Yahudi lobileri, İsrail ve USA emperyalizmi ve dostları niçin memnun olmasınlar?

Bu operasyonun bir de dış uzantıları da var.

Yolsuzluk soruşturması konusunda, siyasî bir komplo olduğu ve bu komployu Gülen Cemaati'nin uluslararası bir destekle yaptığı, İsrail’in de bu desteği sunan ülkelerin başında olduğu ileri sürülürken..
Alınız size bir örnek..

Tel Aviv Üni. Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi’nden Hay Eytan Cohen Yanarocak, 20 Aralık günü BBC’de yaptığı değerlendirmede ilginç laflar ediyor, Türkiye’deki son yolsuzluk operasyonunda İsrail'in etkisinin olduğu yönündeki iddiaları zımnen kabul ile, ‘AK Parti ile Cemaat arasındaki krizde, İsrail’in,Cemaat' tarafını seçmesi ihtimali’nin şaşırtıcı bulunmaması gerektiğini belirterek -özetle-, ‘Eğer İsrail böyle bir destekte bulunmuşsa, böylece kendisi açısından 'bir taşla iki kuş vurmuş olabilir. Burada, İsrail hem, İran'ın illegal denilen ekonomik faaliyetlerine, hem de sıkıntı yaşadığı AK Parti hükümeti’ne zarar vermeyi düşünmüş olabileceğini’ söylüyordu.


Bu yorumcu, daha sonra şu yorumları da yapıyordu:

"21 Nisan 2013 tarihinde Amerika’da Halkbank’a karşı, Kongre’deki 47 tane senatörün yaptırım uygulama talebi var, aynı gün Halkbank, bu ithamları reddediyor. Neydi bu ithamlar? İran Türkiye’ye doğalgaz satıyor, bunun karşılığında türk lirası olan bu paralar altına çevriliyor ve altın Dubai üzerinden İran’a intikal ettiriliyordu.
Dolayısıyla Halkbank, burada İran için yaptırımları delen bir paravan örgüt gibi bir şey oluyor. Bunun üzerine 47 Senatör yaptırım istedikten sonra Zafer Çağlayan altın ihracatının hiçbir ülke farkı gözetmeksizin devam edeceğini söylüyor. Zafer Çağlayan’ın oğlunun içeride olmasının sebebinin Çağlayan'ın İran konusundaki ısrarı olabileceği akıllara gelmiyor değil.
Yine baktığınız zaman belki de yabancı istihbarat örgütleri, Halkbank’ın başındaki Süleyman Arslan'ı İran’a altın transferleri konusundaki işlemlerden ötürü belki takibe almış ve bu takib sırasında Arslan’ın herhangi bir şekilde yolsuzluk yaptığını tespit ettikten sonra Erdoğan hükümetine karşı Gülen Cemaati’nin elini güçlendirmek için kullanmış olabilirler. Veya Erdoğan’a karşı bir başka güçlü cephe yaratmayı da amaçlamış olabilirler.
Burada İsrail için iki önemli ayak var, birincisi Halkbank ve ikincisi Rıza Sarraf.
Hay Eytan Cohen, ’İsrail ve Gülen Cemaati’ arasındaki muhtemel bir işbirliği konusundaysa şu yorumu yapıyordu:
"Mavi Marmara, Davos (Erdoğan’ın sionist İsrail rejimi C. Başkanı Şimon Perez’e ağır şekilde hitab ettiği ve’One minute’ diye meşhur olan hadise), Anadolu Kartalı’nın iptali, TRT’deki Ayrılık dizisi vs. üzerinden sürtüşmeler yaşanırken..

‘Mavi Marmara’nın gitmesi yanlıştı, otoriteden izin alınmalıydı..’
tarzı açıklama yapan birine kanınız kaynar, doğru mu? Hele ki bu harekete bağlı olan yazarların çoğu sıklıkla, Today’s Zaman gazetesinde veya Zaman gazetesinde İsrail’le ilişkilerin onarılması gerektiğinin altını çizerse doğal olarak, siz gerek Birleşik Amerika, gerek İsrail olarak bu oluşuma göz kırparsınız, bu çok normal bir şey..”

Elbette, bu sözleri bir kesin delil olarak da değerlendiremeyiz. Çünkü, sahibinin dünya görüşünü biliyoruz. Ama, ’Cemaat’ denilen hareketin, -en başta F.G. olmak üzere- üst kademelerinin gidişatı da, bu yorumlara uygun bir çizgi göstermiyor mu?
Nitekim, 21 Aralık günü, B. Amerika’nın en etkili gazetelerinden New York Times (NYT) konuyla ilgili haberinde, “Uzmanlar, tırmanan siyasi krizin, Fethullah Gülen’in Türk devleti içinde biriktirdiği gücü gösterdiğini söylüyor” yorumunu yapıyor ve Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’den, ’Gülen’in takipçilerininGezi Parkı protestocularının Erdoğan hakkındaki şikayetlerinin birçoğunu paylaştığı’ şeklindeki görüşleri aktarıyordu. Mezkûr yazar, daha sonra, ’(Hükümetle Gülen Hareketi arasında) İlk çatlakların Mavi Marmara krizi ile çıktı. Sayın Gülen’in tutumu çok netti. Türkiye’nin dış politikasında maceraya atılmaması, Batı’ya yönelimini sürdürmesi ve dış politika meselelerini diyalogla çözmesi gerektiğini hep söyledi.” diyordu.
Yani, ’Cemaat’, Hükûmet üzerinde aklınca bir şemsiye açıyor, ona bu şemsiye altında hareket edebileceği bir alan belirmeye çalışıyor, büyük oynuyor; sırtını bir yerlere dayayan birileri, -yabancı medyada dillendirildiği üzere- gönüllü sürgünden devlet idare etmeye kalkışıyordu.
*
Bu sözlerdeki çelişkiler bir yana, o beddualar da n’oluyor?

Bu vesileyle, F.G.’nin sitesinde 20-21 Aralık gecesi yayınlanan konuşmasından bazı başlıklara da bakmak gerekir.

Bir konuşmanın içinde bile, birbiriyle çelişen, bazen hiddetli, bazen şefkat gösterili ifadeler. ’Şefkat yöntemiyle açılmayacak kapılar yoktur. Hiddetle, şiddetle ve fezâzetle hiçbir problem çözülemez. Şiddet, hiddet, öfke.. Bütün bunlar muvakkat birer cinnettir. Cinnetle insanlar tedavi edilemez. Mecnunlar, insanları tedavi edemezler.’ (…)Kim nasıl davranırsa davransın, başkalarının muamelesi, dünya görüşü, hayat felsefesi ve konumu ne şekilde olursa olsun, mü’mine düşen Kur’ânî olmak, Sahih Sünnet çizgisinde hareket etmek ve Râşid Halifelerin yolundan ayrılmamaktır. Bu cümleden olarak insanların ayıplarıyla meşgul olmak kat’iyen doğru değildir.’ diyen bir kimse, daha geçen hafta, ‘devletle, siyasî iktidarla asla mücadele etmek gibi bir niyet yoktur..’ demişken, daha sonra da şu cümleleri kurabiliyordu:
’(…) Şayet ayıp sadece ayıplamada kalmayıp -hafizanallah- gıybetlere giriliyorsa, bu istikamette bir de olmadık şeyler yapılıyorsa, iftiralarda bulunuluyorsa, nâsezâ, nâbecâ sözler söyleniyorsa.. Bir de umum dünyaya yayarcasına, duyururcasına bu mesele icra ediliyorsa, bir de heyetler bu mevzuda gıybet tahtasına, iftira tahtasına raptediliyor, gez-göz-arpacık deyip onlar hedef alınıyorsa -hafizanallah- umumun hukuku söz konusu olması itibariyle âmme hakkıdır, Allah hakkıdır.. Onca cemaat haklarını helal etmeyince -ben yine o tabiri kullanmak istemiyorum, başkalarının kullanmasına bağlayarak diyeceğim- eğer benim yerimde başka biri olsaydı: “Böyle densizce yaşayan insanlar, kat’iyen Cennet’e giremezler; başlarını yerden kaldırmasalar bile, İslam adına bazı şeyler yapsalar bile!..” gibi ahkâm kesmelerde bulunuyor ve sonra da, ‘Yakışıksız, münasebetsiz şeylere aynıyla mukabelede bulunmamalıdır. Mü’mine “alçak” dememelidir. Bir gün Allah (celle celaluhu) böyle diyeni, gerçekten realite planında alçaltır da tarihe öyle alçalmış olarak kaydedilir. Gelecek nesiller de onu alçalmış bir insan olarak yâd ederler.’ diyor ve şöyle devam ediyordu: (…)Umuma ait şeyler çalınmış çırpılmışsa, bunu ne Mecelle kurallarıyla siz şöyle böyle yumuşatabilirsiniz, ne de başka demagojilerle ve diyalektiklerle. Âmme hakkıdır bu. Umumun hukukuna tecavüz edilmişse, bir tek arpa umum milletin hakkıysa, o yenmişse, o mevzuda birisi göz yumuyorsa, o da o haramîlerle müşterek demektir. İşte orada göz yumulamaz. Burada bu göz yummama mevzuunda esas budur, temel budur, usul budur.
(…) Burada bir şey demek aklıma geliyor. Şimdiye kadar hiç dememiştim, (…) demeden kendimi alamayacağım. Hiçbir zaman da demek istemediğim bir şeyi demek geliyor içimden. (…) Eğer hakikaten bu olumsuz şeylerin üzerine giden arkadaşlar.. kimse onlar tanımıyorum, binde birini bile tanımıyorum.. bu işin üzerine “Hukukun ve aynı zamanda sistemin, dinin ve aynı zamanda demokrasinin gerektirdiği şeyler bunlardır.” deyip arınma adına, yıkanma adına, temizlenme adına, kirlerin öbür tarafa kalmasına meydan vermemek adına bir şey yaparken dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa… bize de nisbet ediyorlar, dolayısıyla ben bizi de onların içinde görerek diyorum.. dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa, yaptıkları şey Kur’an’ın temel disiplinlerine aykırıysa, Sünnet-i Sahiha’ya aykırıysa, İslam’ın hukukuna aykırıysa, modern hukuka aykırıysa, günümüz demokratik telakkilere aykırıysa.. Allah bizi de onları da yerlerin dibine batırsın, evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Ama öyle değilse, hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm atmak suretiyle onları karalamaya çalışanlar.. Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkan vermesin.
Dememiştim, demeden edemedim. O kadar diş gösterildi, o kadar salya atıldı, o kadar kimse tahrik edildi, o kadar o “twit”lerde o mel’un düşünceler bir yönüyle vizesiz rahat dolaştı ki, demeden edemedim. Şimdiye kadar demediğimi dedim.’
*
Umulur ki, bu hışımlı ifadelerinden sonra, bu sözlerin sahibi biraz rahatlamış olsun.. Ama, benim hiç bir hakaret içermeyen yazılarımdan dolayı, kendisine bağlılık ve onu sahiblenmek adına, yığınla hakaret mesajları yazanların hakaretlerini ona göndersem, ne der acaba?
Ayrıca, kendisine arka çıkan laiklerin, ulusalcıların, kemalistlerin, yeni müttefikler olarak desteğine demeli? Geçmişte onu görmezden gelen veya hakaret ve alay eden çevrelerin şimdi onun her konuşmasını yayınlamalarına ne demeli?
‘Ben Cebrail gelip parti kur dese, asla siyasetle meşgul olmam..’ diyen bir kişinin ve cemaatinin geldiği nokta açısından ilginç bir durum değil mi?

Muhammed İqbal
’in deyimiyle; ‘Şeyhimiz meyhaneye gidiyor, tedbirimiz nedir, ey dostlar?’

http://www.haksozhaber.net/seyhimiz-meyhaneye-dogru-gidiyor-tedbirimiz-nedir-ey-dostlar-27704yy.htm
 

kebîkec

İhvan Forum Üye
Katılım
21 Eyl 2007
Mesajlar
8,086
Tepkime puanı
1,924
Puanları
113
@agbi burayı da kaçırma....

''Tel Aviv Üni. Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi’nden Hay Eytan Cohen Yanarocak, 20 Aralık günü BBC’de yaptığı değerlendirmede ilginç laflar ediyor, Türkiye’deki son yolsuzluk operasyonunda İsrail'in etkisinin olduğu yönündeki iddiaları zımnen kabul ile, ‘AK Parti ile Cemaat arasındaki krizde, İsrail’in,Cemaat' tarafını seçmesi ihtimali’nin şaşırtıcı bulunmaması gerektiğini belirterek -özetle-, ‘Eğer İsrail böyle bir destekte bulunmuşsa, böylece kendisi açısından 'bir taşla iki kuş vurmuş olabilir. Burada, İsrail hem, İran'ın illegal denilen ekonomik faaliyetlerine, hem de sıkıntı yaşadığı AK Parti hükümeti’ne zarar vermeyi düşünmüş olabileceğini’ söylüyordu.

Bu yorumcu, daha sonra şu yorumları da yapıyordu:
"21 Nisan 2013 tarihinde Amerika’da Halkbank’a karşı, Kongre’deki 47 tane senatörün yaptırım uygulama talebi var, aynı gün Halkbank, bu ithamları reddediyor. Neydi bu ithamlar? İran Türkiye’ye doğalgaz satıyor, bunun karşılığında türk lirası olan bu paralar altına çevriliyor ve altın Dubai üzerinden İran’a intikal ettiriliyordu.
Dolayısıyla Halkbank, burada İran için yaptırımları delen bir paravan örgüt gibi bir şey oluyor. Bunun üzerine 47 Senatör yaptırım istedikten sonra Zafer Çağlayan altın ihracatının hiçbir ülke farkı gözetmeksizin devam edeceğini söylüyor. Zafer Çağlayan’ın oğlunun içeride olmasının sebebinin Çağlayan'ın İran konusundaki ısrarı olabileceği akıllara gelmiyor değil.
Yine baktığınız zaman belki de yabancı istihbarat örgütleri, Halkbank’ın başındaki Süleyman Arslan'ı İran’a altın transferleri konusundaki işlemlerden ötürü belki takibe almış ve bu takib sırasında Arslan’ın herhangi bir şekilde yolsuzluk yaptığını tespit ettikten sonra Erdoğan hükümetine karşı Gülen Cemaati’nin elini güçlendirmek için kullanmış olabilirler. Veya Erdoğan’a karşı bir başka güçlü cephe yaratmayı da amaçlamış olabilirler.
Burada İsrail için iki önemli ayak var, birincisi Halkbank ve ikincisi Rıza Sarraf.
Hay Eytan Cohen, ’İsrail ve Gülen Cemaati’ arasındaki muhtemel bir işbirliği konusundaysa şu yorumu yapıyordu:
"Mavi Marmara, Davos (Erdoğan’ın sionist İsrail rejimi C. Başkanı Şimon Perez’e ağır şekilde hitab ettiği ve’One minute’ diye meşhur olan hadise), Anadolu Kartalı’nın iptali, TRT’deki Ayrılık dizisi vs. üzerinden sürtüşmeler yaşanırken..

‘Mavi Marmara’nın gitmesi yanlıştı, otoriteden izin alınmalıydı..’
tarzı açıklama yapan birine kanınız kaynar, doğru mu? Hele ki bu harekete bağlı olan yazarların çoğu sıklıkla, Today’s Zaman gazetesinde veya Zaman gazetesinde İsrail’le ilişkilerin onarılması gerektiğinin altını çizerse doğal olarak, siz gerek Birleşik Amerika, gerek İsrail olarak bu oluşuma göz kırparsınız, bu çok normal bir şey..”

Elbette, bu sözleri bir kesin delil olarak da değerlendiremeyiz. Çünkü, sahibinin dünya görüşünü biliyoruz. Ama, ’Cemaat’ denilen hareketin, -en başta F.G. olmak üzere- üst kademelerinin gidişatı da, bu yorumlara uygun bir çizgi göstermiyor mu?
Nitekim, 21 Aralık günü, B. Amerika’nın en etkili gazetelerinden New York Times (NYT) konuyla ilgili haberinde, “Uzmanlar, tırmanan siyasi krizin, Fethullah Gülen’in Türk devleti içinde biriktirdiği gücü gösterdiğini söylüyor” yorumunu yapıyor ve Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’den, ’Gülen’in takipçilerininGezi Parkı protestocularının Erdoğan hakkındaki şikayetlerinin birçoğunu paylaştığı’ şeklindeki görüşleri aktarıyordu. Mezkûr yazar, daha sonra, ’(Hükümetle Gülen Hareketi arasında) İlk çatlakların Mavi Marmara krizi ile çıktı. Sayın Gülen’in tutumu çok netti. Türkiye’nin dış politikasında maceraya atılmaması, Batı’ya yönelimini sürdürmesi ve dış politika meselelerini diyalogla çözmesi gerektiğini hep söyledi.” diyordu.
Yani, ’Cemaat’, Hükûmet üzerinde aklınca bir şemsiye açıyor, ona bu şemsiye altında hareket edebileceği bir alan belirmeye çalışıyor, büyük oynuyor; sırtını bir yerlere dayayan birileri, -yabancı medyada dillendirildiği üzere- gönüllü sürgünden devlet idare etmeye kalkışıyordu.'
 

agbi

Yasaklı
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
25
Tepkime puanı
382
Puanları
0
Konum
İzmir
@muallim 08

Siz böyle b ana göndermeler yapmayın önce size sorduklarıma cevap verin.
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
Yargıyı Kim Yargılayacak? Yoksa, ‘Juristokrasi’ Sürecek mi?

Bir devletin yönetim mekanizmasını oluşturan üç temel güçten birisi, kanun koyma (teşriî, yasama) organı yani Meclis; ikincisi, Hükûmet, (İcra- Yürütme) organı; üçüncüsü de Yargı organıdır.


Meclis, kanun yapar, bu kanunun hukukun, anayasa’nın temel ilkelerine bir aykırılığının olup olmadığını Anayasa Mahkemesi kontrol eder.


Hükûmet, (İcra- Yürütme) uygulamalarının yanlışlığı iddiaları karşısında o kararname ve uygulamaları da Danıştay (eski adıyla- Şûrâ’y-ı Devlet) kontrol eder.


Pekiy, bir diğer temel güç olan Yargı’nın bir hata yapması halinde, onu kim kontrol edecek? Herkes, hata yapar da, Yargı mensubları yapamaz mı?


İşte bu noktada, Yargı’nın yargılamaktan doğan yanlışlarını yargı gücü dışında bir kontrol mekanizması bulunmamakta..


Buna karşılık, ‘Meclis ve Hükûmet de bir kanun çıkararak Yargı’nın yetkilerini kısabilirler..’ diyebilir, sûret-i hakk’dan gözükerek.. Ama, bilinmektedir ki, hemen bütün dünyada da Anayasa’ları değiştirmek, kanunları değiştirmek gibi kolay olamamaktadır.


Ayrıca devletin başı durumunda olması hasebiyle, bu üç aslı güç odağının da da başında olduğu düşünülen ve onlar arasında bir uyuşmazlık çıkacak olursa, o uyuşmazlığı bertaraf etmek gibi bir vazifesi de bulunan Cumhurbaşkanı, başta Meclis’in her çalışma yılının ilk günü açılış konuşma yapmasında olduğu gibi, Meclis’i yönlendirme çabalarına katkıda bulunmakta; Hükûmet’in, Bakanlar Kurulu’nun toplantılarına istediği zaman gelip başkanlık yapma yetkisi de -kanûnen- bulunmaktadır.


Ama, bu iki güc’ün dışında, Yargı’ya gelince, C. Başkanı’nın bu gücün çalışmalarına katılmak veya bir takım yönlendirme çabalarına katılması imkânı tanınmamıştır. Ama, bir güç düşünülsün ki, onu kendi dışında kimse kontrol edemiyor, o zaman bunun sağlıklı olduğu nasıl kabul edilebilir?


Kezâ, Meclis’in kanunları ve Hükûmet’in kararnameleri de C. Başkanı’nın imzasından geçmekte iken, Yargı’nın kararların için böyle bir usul ve yol bulunmamaktadır. (Hatırlayalım, eski bir Yargıtay Başkanı’nın, Eraslan Özkaya’nın, Alaattin Çakıcı Dosyası’nın içeriğini MİT ajanı Kâşif Kozinoğlu'yla görüştüğü açığa çıkması ve bir takım kanunsuzluklarının üzerine çok ciddî iddialar ortaya atılmış ve birçok belgeler ortaya konulmuştu, ama, ‘onun yargılanması yerine Yargıtay Genel Kurulu, yargılanmasına gerek olmadığı’ gibi bir karar vermiş ve o konuyu kapatıvermişti!.)


Eğer bu kontrolsüzlük sağlıklı ise, Meclis’in ve Hükûmet’in de tıpkı Yargı gücü gibi kendi içinden kontrol edilmesini istemek gibi bir mantık da geliştirilebilir.


Bu durum, ilk planda, ‘yargıya müdahale ihtimalinin kapısını kapatmak için özellikle böyle düşünülmüştür..’ diye te’vil edilip geçiştirilebilir. Ama, TC.’deki Yargı’nın, 1923’lerden beri nasıl resmî ideoloji’ye göre kodlandığı, 1950’ye kadar İlk ve İkinci Şef’lerin (M. Kemal ve İsmet Paşa’ların) desturuna göre çalıştığı, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylûl 1980 ve 28 Şubat 1997 tarihlerindeki askerî darbelerle de, yargının, askerî cunta’lar, darbeci subaylar tarafından Genelkurmay’da verilen brifinglerle ve diğer süngü ucu dayatmalarla nasıl yönlendirildiği bilinmiyor değil..


Gerçi, bu yönde, Anayasa’da referandum’la yapılan değişiklikten sonra, Yargı içindeki eski kemikleşmiş yapıda da bir takım değişiklikler yapılmadı değil, ama, daha sonra, Yargı içindeki yeni bir özel yapılanmanın olduğu da ortaya çıktı.


Ve o yapılanma, eski bozuk yapının üzerinde olduğundan, tepkici ve yeni bir başına buyruk güç odağı olarak hareket etmekten uzak duramadı.


Bunun en çarpıcı örneği, son kirli operasyan’un ikinci dalgası tezgahlanırken bu son günlerde ve Muammer Akkaş isimli bir savcının, İstanbul Başsavcısı’ndan gizlice yürütmek istediği -ve, Başsavcı Turan Çolakkadı’nın beyanıyla- yalan yanlış bilgilerle hazırladığı bir yolsuzluk soruşturmasının âmirine bildirmediği operasyon hazırlığının haberini medyaya sızdırdığı, yine yolsuzluk iddialı bir büyük operasyonu başlatmak üzereyken, Başsavcı tarafından engellendiği ve bunun üzerine, bir savcının, hemen, bir militan edâsıyla basın bildirisi yayınlayıp, engellendiği iddialarını medyacılara dağıtarak, yeni bir bunalım daha meydana getirme çabası esnasında görüldü.


Başsavcı Çolakkadı bu durumu, İstanbul Adliyesi 200 kadar savcıya, yazılı olarak çalışmalarında takib etmeleri gereken çizgileri gösterdiklerini açıklayarak şöyle diyordu: ‘Savcılar önemli olayları, kamuoyunu ilgilendiren medyada yer alacak olayları en kısa süreyle, hatta çok önemliyse faksla, telefonla, başsavcı veya başsavcıvekiline bildirir. Başsavcıvekiline bildirirse derhal o vekil başsavcıyı bilgilendirir. Böyle birşey olmazsa, her önüne gelen kendiliğinden birşey yaparsa kaos olur. Bırakalım faksla, telefonla bildirmeyi, 2 yıldır hiçbir bilgi verilmeden yürütülen soruşturmalar var. Kayıtlara başka isimler girmiş ya da hiç kaydedilmemiş. Yani bir savcı isterse yırtar, yok eder, isterse istediği zaman işleme koyar. Bilen gören yok.' diye özetliyor ve sözlerini şöyle sürdürüyordu: ' 23 Aralık Salı günü soruşturma savcımızla konuştuk. Böyle bir dosyası olduğunu anlattı bize. Vekiliyle beraber geldi, vekilin de haberi yok. Bir kısmı İzmir'de bir kısmı başka şehirlerde, Terörle Mücadele Kanunu görevine giren bir suç yok, cebir ve şiddet yok ise, TMK organize suçlara da bakmaz. Dedim ki 'dosyayı başsavcıvekilimizle okuyun, kapsamlı bana bilgi verin. Eksiğimiz-fazlamız olmasın'. 'Anlaştık, yarın bilgi veririz' diye gittiler.


Ama sabahleyin geldik ki olay medyada. Yani gizlice hemen medyaya intikal ettiriliyor. Medyanın gücüyle savcı çalışır mı? Soruşturmayı medyaya aktarmak suç değil mi? Her şeyi gizlice medyaya aktarıyorsa bunun amacı ne?'


*


Yani, Başsavcı’nın sözlerinden de çıkan mânâ, ülkenin yönetim ve ekonomisiyle de oynamayı hedef alan bir entrika yumağı’nı işaret ediyor. Ki, arkasında bir çok iç ve dış entrika güçlerinin olduğu, ap-açık ortada..


(Hayret, F.G. cenahının Hükûmet’e koro halinde savaş açtığı bir sırada, Zaman’dan H. Gülerce’nin 27 Aralık günü, attığı ‘twit’lerde;


'Yargıdaki direncin hukuk ve adalet adına yapıldığına inanmıyorum. Savcılar ellerinde kâğıtla inip bildiri okuyorsa bu davranış militanlıktır…'


'Başbakan Erdoğan hakkında içeriden dışarıdan tertip yapılmasını bir millet evladı olarak hazmedemiyorum, kabullenmiyorum..'


'Benim ülkemin Başbakan'ını yabancılar gönderemez. Demokrasi adına, vicdan adına tertiplere, provokasyonlara fırsat vermemeliyiz..' gibi cümleler yazması ilginçtir.


*


17 Aralık günü yapılan ve üç Bakan’ın oğullarının gözaltına alınması ve bunlardan iki Bakan’ın oğlunun ve Halkbank Genel Md.’nün rüşvet, rüşvete aracılık vs. gibi iddialarla tutuklanması üzerine, İçişleri ve Ekonomi Bakanları’nın istifa etmeleri ve bazı Bakan’ların da değiştirilmesine vesile olan siyasî çalkantı sırasında, birçok Emniyet Âmiri’nin İstanbul Emniyet Müdürü’ne haber vermedikleri ortaya çıkmakla kalmıyor; İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’ın da, o hassas ‘kirli operasyon’ esnasında, İstanbul Valisi’nin bütün çabalarına rağmen, iki saat kendisini ulaşılamaz bir duruma getirerek tezgahın bir parçası haline de bir ayrı konu idi.


Hükûmet, bu son gelişmeler içinde, bazı yönetmeliklerde, özellikle de Adlî Kolluk Yönetmeliği’nde bir takım yeni düzenlemeler yapmak gereğini duydu. Ama, o zamana kadar savcı ve Emniyet mensublarının hemen bütün düzenlemelerine karşı çıkan İstanbul Barosu, -kendisiyle aynı çizgide olan bazı çevrelerin de iteklemesiyle- Danıştay’da ibtal dâvâsı açtı. Danıştay da bu müracaatı hemen gündemine aldı. Halbuki, yapılmak istenen sadece, Emniyet güçlerinin yetkilerinin yorumlanmasında boşluk oluşturduğu anlaşılan bazı konulara açıklık getirmekti.


Daha da ilginç olan şu ki, Danıştay’ın konuyu görüşmesinin bir gün öncesinde, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) da bu konuyu gündemine aldı ve Adlî Kolluk Yönetmeliği’nin anayasaya aykırı olduğuna dair, kamuoyuna bir bildiri yayınladı. HSYK’nın toplanması için bu kurumun da başkanı olan Adâlet Bakanı’nın veya temsilcisinin orada bulunması gerekiyordu. Halbuki, o gün, o saatlerde, Başbakan Yardımcılığı’ndan Adalet Bakanlığı’na getirilen Bekir Bozdağ, Adâlet Bakanlığı’ndaki devir-teslim işleriyle meşguldü.


Böyle bir durumda, HSYK, yangından mal kaçırırcasına, -Başkansız ve Başkan’ının imzası da olmaksızın- yayınladığı bir bildiri ile, Adlî Kolluk Yönetmeliği’nde yapılan değişikliğin Anayasa’ya aykırı olduğunu iddia ediyordu. Bu aceleciliğin sebebi, Danıştay’ı yönlendirme ve etkileme çabası idi. Yani, Yargı’nın içinden bir kesim de, oyunun içine girdiğini gösteriyordu. Üstelik, HSYK’nın, kendi kurumuyla ilgili olsa bile, herhangi bir konuda kamuoyuna bildiri yayınlamak gibi bir yetkisi kanûnen bulunmamakta iken..


Derin Devlet yapılanması içindeki bürokratik oligarşi ve askerî vesayet’ sisteminin, saltanatını sürdürmek için, ülkenin kaderinde dolaylı yollardan ne kanlı oyunlar tezgahladığı ve hattâ, bu saltanatın korunması için, PKK ile mücadelenin yıllarca kontrollü şekilde sürdürüldüğü biliniyordu. Bu kanlı tezgahlara karşı verilen mücadelelerin bundan sonra, Yargı’ya karşı da verilmesini gerektiriyor, gelişmeler. Ama, bu kez, konu, ‘Yüce Yargı’ya müdahale ediliyor..’ gibi bir laf kalabalığına getirilme tehlikesini de bünyesinde taşıdığından, daha bir çetin.. Ama, bu mücadele kesinlikle verilmeli.. Aksi halde, bu güç odağı, ‘Türk Milleti adına...’ gibi hangi yönüyle bakılsa kocaman bir yalan olan bir söz üzerine daha ne yalanlarla hükümler sâdır eylemekten el çekmiyecektir. Nitekim, Zaman yazarı M. Türköne de, mevcud krizin, ‘Hükümet'in arkasındaki millî iradenin değil, karşısındaki millî iradenin, yani yargının tasarrufunun eseri…' olduğunu söylüyor, bu durumda, 'Başbakan'ın kafasında olduğunu düşündüğü bir erken seçim planının çözümü değil kaosu artıracağını’ bir tehdid havasında hatırlatıyordu..


Bu durumda, sorulması gereken soru herhalde şudur: Yargı ve mensubları hatadan münezzeh mi ve yargıyı kim yargılayacak?


Yoksa, dokunulamaz bir Juristokrasi/ Yargıçlar Yönetimi ve diktatöryası’ mı sözkonusudur?


*


‘Yaşasın İsrail!’ ve ‘Yaşasın Amerika!’ pervasızlığına şaşmamalı..


Son hadiseler ve gelişmeler içinde, meşhuuuur bedduasıyla, te’vili mümkün olmayan bir şekilde kılıcını çekmiş olan F. G.’nin takibçileri ve emrindeki medya organları neler diyor, onların görüşlerini de dikkatlice okumak gerekiyor.


Öyleyse, buyrunuz, ‘zakkum çiçekleri’nden derlenmiş gibi bir demet.. Koklayabilenlere sunulur:


Taksim- Gezi Hadiseleri sırasında ‘Başbakan istifa etmezse ettirilmelidir..’ diyen eski marksist sosyolog Ş. Alpay, 28 Aralık günü Zaman’da, şöyle yazıyordu:


‘Erdoğan’ın gerek hükümetine yönelik Gezi/Taksim gösterilerinden, gerekse savcıların başlattığı “Büyük rüşvet ve yolsuzluk” operasyonundan “iç” (Hizmet Hareketi) ve “dış” düşmanları (AB, ABD, İsrail) sorumlu tutan popülist demagojiye başvurması ise, yanlışlarıyla yüzleşmekten kaçınan, bunları örtbas etmeye çabalayan, bu yüzden giderek zorda kalan tüm otoriter yöneticilerin başvurduğu klasik taktik. Bu beyanlarıyla Erdoğan’ın dışişleri bakanlığını dahi zor durumda bırakarak ülkenin dış ilişkilerine zarar verdiği muhakkak. Bu taktiğin iktidarını korumaya yeteceği konusundaki kuşkular ise giderek büyüyor.’


*


Zaman’ın ingilizce versiyonu olan ve Haziran-2013 boyunca devam eden Gezi Hadiseleri sırasında sahifelerinde, ‘Erdoğan nasıl devrilir?’ gibi ilginç başlıklarla, birilerine yol-yordam gösteren Today's Zaman’ın 27 Aralık sayısında ise, bu gazetenin yazarlarından Mahir Zeynalov, "Savcı El’Qaide militanlarını tutuklamak istedi, Erdoğan'ın polisleri izin vermedi" ve ‘Erdoğan görevlileri engelledi, El‘Qaide mensupları kaçtı" şeklinde twitlere imza atıyordu, Amerikan emperyalizmini tahrik etmek istercesine..


F.G. taifesinin 30 küsur yıllık dergilerinden birisinin Genel Yy. Md. olduğu söylenen bir kişi ise, 28 Aralık günü attığı bir twitt’te, ‘...eğer, Türkiye’deki yolsuzluklar, Amerika ve İsrail’in müdahaleleri ile durdurulacaksa, Yaşasın İsrail, Yaşasın Amerika!..’ diyordu.


*


Zaman’ın Amerika’daki temsilcilerinden olduğu anlaşılan A. H. Aslan da, 23 Aralık 2013 tarihli ve ’ABD neden mindere çekiliyor?’ başlıklı yazısında ilginç noktalara değiniyordu: ’(…)Erdoğan, New York Times’ın ifadesiyle, ‘krizle karşılaşan Türk siyasetçilerinin geleneksel stratejisi’ni devam ettiriyor: Yabancıları (şu anda ABD’yi) suçluyor. Son derece ciddi yolsuzluk iddialarıyla sarsılan iktidar partisini aklama uğruna, komplo teorilerinden medet umuluyor. Ve Türkiye’nin uluslararası imajı ve milli çıkarları tehlikeye sokuluyor.


Erdoğan hükümetinin yolsuzluğun üzerine giden bürokratlara doğrudan ve dolaylı idari müdahaleleri, ABD ile Türkiye’nin ‘model ortaklığını’ tahkim eden demokratik değerlerle bağdaşmıyor. Buna rağmen, Washington eleştirilerini içine attı. Sadece yargıda ‘şeffaflık’ ve ‘hakkaniyet’ gibi yüksek prensipleri teşvikle yetindi. (Nasıl da iyiniyetli imiş şu Amerikan emperyalizminin şefleri de, haberimiz yokmuş!!..) (…) Obama yönetimi Başbakan Erdoğan’a en sert doğrudan çıkışını, antisemitik bir üslupla Gezi olaylarının arkasında İsrail’in olduğunu söylediğinde yapmıştı. (…) işin içine antisemitizm girdi mi, Amerika’da çok güçlü ahlaki ve siyasi refleksler çalışır. Erdoğan’ın eski ‘İslamcı’ köklerine döndüğü yönündeki kuvvetli emareler, Washington’da o çarkları iyice hareketlendirdi.


Gezi’deki kışkırtıcı tavrının ardından yolsuzluk operasyonuna da verdiği aşırı sert ve paranoid tepkiler, Erdoğan’a duyulan güvensizliği pekiştirdi. Türkiye’yi Ortadoğu’ya örnek göstermek isteyenlerin elini zayıflattı. (…) Bir yandan görünür gelecekte Erdoğan’la çalışma mecburiyeti olduğunu düşünen Washington, diğer yandan Türk siyaset sahnesine daha makul ve şaibesiz aktörlerin girmesini ümit ediyor. (…) Başbakan Erdoğan, işler iyi gittiğinde tüm krediyi alıp, kötü giderse suçu dostlarına, ortaklarına ya da alakasız taraflara atmayı pek seviyor. Özeleştiri özürlü bu huyun en büyük yerli mağdurlarından biri Hizmet Hareketi oldu. Dışarıda ise ABD ile ‘faiz lobisi’ adı altında suçladığı Yahudiler listenin en üst sırasında.. (…)’


Birileri, Amerika ve İsrail’in maslahat ve menfaatlerinin korunması için ne kadar da hassas ve yufka yürekli olduklarını sergilemiyorlar mı?


*


Bir kaç ay önce, ’İslamcılık öldü..’ gibi tuhaf iddialarla bir takım çevrelerde epeyce ilgi ve memnuniyet uyandıran Prof. M. Türköne ise, 24 Aralık günlü yazısında, 'Hocaefendi, Başbakan'a çareyi gösteriyor: "Aklan" diyor, "vahdeti temin et, vifak ve ittifak yollarını araştır". Başbakan ise, geçmişte darbecilere karşı sert duruşunu "bir tek geri adım atmayacağız" diye bu sefer pamuk gibi insanlara karşı gösteriyor. Siyaseti çöküyor, itibarı darmadağın oluyor. Peşinen kaybettiği savaşı, ısrarla sürdürüyor.’ diyordu.


Türköne, 26 Aralık tarihli yazısında ise, âdetâ, USA emperyalizminin iddialarını doğrulamaya çalışıyor gibiydi:


‘(....) Hesapça paranın Beytulmal’e ait olmadığı doğru; kullanılan İran halkının parası. Bütün bu ayrıntıları bir araya getirdiğiniz zaman ortaya şu bütünlük çıkıyor: Ambargo yüzünden İran’ın kullanamadığı para, Türkiye’de yıkanırken temizleme ücreti olarak bir komisyon alınıyor. Bu komisyon İHL’ler gibi, hükümet politikası ile desteklenen yatırımlara, bağış yoluyla kaynak oluşturuyor. Bu muhakemeyi takip ederken, rüşvet iddiaları ayrı bir başlık altında incelenmeli. Paralar transfer edilirken, birileri kişisel hesabına, taşıma veya aracılık ücreti alıyor.


Tekrarlayalım: Bu resim, soruşturma dosyasından sızan bilgilere veya muhalefetin suçlamalarına değil, doğrudan iktidar kanadının ve zanlıların savunmalarına dayanıyor. Hükümet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmî bir bankası aracılığıyla milyarlarca dolarlık karapara işine vaziyet ediyor. Bu kısma, memleket faydasına olduğu için hiç kimsenin bir itirazı yok. İkinci aşamada bu hizmet karşılığı alınan komisyon, hükümetin din eğitimi politikasını finanse etmek için kullanılıyor. Üçüncü aşama, yani transfer edilen paranın tırtıklanması kısmı hükümet politikası ve kararının dışında bireysel suçları kapsıyor. Şu anda iktidar kanadının ve zanlıların savunmalarında ikinci kısım netleşmiş gibi gözüküyor.


Hükümet ne kadarının farkında bilmiyorum; ama ortada çok ciddi bir durum var. Kaziyye-i muhkeme: Banka para aklıyor, aklatan, aklayana para ödüyor ve bu para bir vakıf aracılığıyla hayır işlerine bağış olarak gönderiliyor. İtiraf veya kabul edilen bu durum, size çok masum ve doğal gelebilir. Çoğu kimse ahlakî olarak bu transferi onaylayabilir. Kişisel olarak Başbakan’ın şahsî siciline bir leke getirmeyebilir. Ama hükümet böyle bir tasarrufta bulunamaz. (…) Başbakan’ın ahlaken savunabileceği ama hukuken hesap vermekte çok zorlanacağı vahim bir durum var ortada..’


*


Erdoğan, ’Suriye ve Mısır’ın da başını belâya mı soktu?’


30 Aralık tarihli Zaman’da, A. Bulaç ise daha da ileri gidiyor ve Tayyîb Erdoğan’ın izlediği siyasetin yanlışlarını sıraladıktan sonra ve yazısını şu tuhaf cümlelerle noktalıyordu:


’(…)Bu köşede defalarca yazdım.


Başka yol mümkündür. Türkiye’nin ve bölgenin çıkarı başka vizyondadır. Mahiyetini iyi bilemediğiniz bir süreçte rol üstleniyorsunuz, iktidar arzunuzu kontrol edin. Bu politika kuzunun fille yatağa girmesine benzer, başınıza büyük işler açacaktır.


Öyle de oldu. 2011’den itibaren Türkiye’nin “iş aldığı patrona meydan okuması” sadece kendisinin değil, Suriye ve Mısır’ın da başını belaya soktu.’ (!!?)


*


F. G.’nin ülkedeki en üst temsilcisi hesab olunan H. Gülerce ise, 27 Aralık tarihli Zaman’da şunları yazıyordu: 'Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ile uğraşmak, iktidarın elini ayağına dolaştırmak; ömür boyu istikrar, huzur, kardeşlik için çırpınmış insanların işi olamaz. Sıçrama rampasındaki Türkiye'nin önünü kesmek ihanettir. Kim bu konuda hükümete çelme takmaya çalışıyorsa, kim bunun için başkalarıyla işbirliği yapıyor, geleceğimize kastediyorsa Allah onlara fırsat vermesin..'


Gülerce’nin bu sözleriyle F.G.’nin ünlü bedduası arasında bir niyet zıdlaşması yok mu?


*


28 Aralık tarihli Zaman’da ise, A. Kurucan ise ‘Sabır taşı çatladı!’ başlıklı yazısında, ‘imam hatip lisesi bilgileri ile yorumlanamaz’ diye nitelediği F.G.’ye aid beddualı konuşma etrafında şöyle diyordu:


‘Mesele malum. Yolsuzluk iddiaları ortaya çıktıktan sonra o iddialara muhatap olanların üzerine yürüneceğine, onları ortaya çıkaranlara “çete, piyon, taşeron, maşa” suçlamaları, peşi sıra gelen tayinler, gece yarısı kanunları ile yolsuzlukların üzerini kapatmalar. Ve tarih 20 Aralık 2013 Cuma.


Kaydedin bu tarihi bir yere. Sebeplerin bütün sükût ve sukût ettiğinin ilan tarihidir bana göre. Sebepler sükût ve sukût edince geriye bir tek yol kalmıştır sülûk edilecek; Allah’ın kapısını farklı bir şekilde çalma.


Beddua dedi bazıları buna. Dini terminoloji açısından değil de halk arasındaki algıyı esas alırsanız diyebilirsiniz, ama işin doğrusu bu, beddua değil. (…) Ben kanaatimi bir daha söyleyeyim, sebeplerin bütün sükût ve sukût ettiği yerde çaresizliğin göstergesi olarak Allah’a dert yanmadır.


Ferdî günahlara karşı ferdin takınacağı tavrı anlattığı yere kadar gayet sakindi Hocaefendi. (…) Sonra dua, beddua, havale, ahitleşme, mülâane, mübahele veya mübaheleye davet, adına ne derseniz deyin işte o fasla sıra geldi. Hissiyat dorukta ama her zaman olduğu gibi akıl ve mantık örgüsü devre dışı değil. Akıl, his, mantık iç içe, yan yana, omuz omuza. His aklın önüne geçmiyor. Akıl hissi devre dışına itmiyor. Mantık “bu hissi ortamda benim işim olmaz” demiyor.


Nihayet heyecan zirve yaptı ve o cümleler ardı ardına sökün etmeye başladı. Herkesin şaşırdığını zannediyorum. “Dememiştim, demeden edemedim” dediği cümleler ağzından çıkıyordu. Videodan izleyin, ilk başlarda âmin seslerinin azlığı bu şaşkınlığın izi ve emaresi. (…) Bundan sonra ne olur? İçinde bulunduğumuz ifritten süreç nasıl sonuçlanır? İnanan her insanın bu soruya vereceği cevap sanırım şudur; Allah bilir. Allah’ın ömür verdiği insanlar yakın ve uzak gelecekte görür ne olacağını. Bu safhada duamız “Allah akıbet u encâmımızı hayr eylesin.” (…) Hocaefendi bu noktaya nasıl geldi? Bunu anlamak için bazı köşe taşlarının yerli yerine oturtulması gerektiğini düşünüyorum.


Pekâlâ, ne oldu da bu Hocaefendi ellerini Rabbi Rahim’imize açtı ve “dememiştim, demeden edemedim” dediği o içten yakarışı yaptı? Üç kelimelik bir cevabı var bunun; sabır taşı çatladı. İşin geldiği bu noktada da “La Havle” çekmenin, “eyvallah” demenin onlarca-yüzlerce masumun binlerce-yüz binlerce yetimin, milyonlarca ülke insanının hak ve hukukuna tecavüzden geriye dönüşün olmayacağını gördü ve meseleyi asıl Sahib’ine havale etti. Etti çünkü sebepler planında yapılacak her şey yapılmıştı.’


*


Evet, ilginç bir yorum.. Yani, kemalist-laik bir rejimde, karşılaştığı onca sıkıntılara, badirelere rağmen, ülkeyi 11 yıldır yöneten ve müslüman halkın ilk kez bu derece rahat nefes almasının yollarını açan bir Erdoğan’ın ve hükûmetinden önceki hiç bir hükûmete bu şekilde beddualarla, kılıçları çekerek savaş vermemiş olan, tersine, bir müslüman hanıma, sırf başörtüsünden dolayı, Meclis’de en azgınca meydan okumalarda bulunmuş bir kimseyi fazilet timsali olarak örnek gösteren bir kişi, bu sistemin içinde kanuna uygun veya aykırı, ama, şer’an nice haram işlerin yapılabileceği ortada iken, sadece son bir kaç ay içinde ve dershanelerin dönüştürülmesi sözkonusu olunca mı, artık önlenemez yolsuzluklara garkolunduğunu farketmişti de, ümidsiz bir vak’a ile karşı karşıya kaldığını görüp patlamış ve "Allah onların evlerine ateş salsın! Yuvalarını yıksın! Birliklerini bozsun! Duygularını sinelerinde bıraksın! Önlerini kessin! Bir şey olmaya imkân vermesin! (Arabça devam ediyor) Allah'ım onları hezimete uğrat! Onları sars! Birliklerini boz! Onları paramparça et! Onları birbirlerine musallat et! Onlara karşı bize yardım et! Onları birbirine kırdır! (Türkçe devam ediyor) Dememiştim. Demeden edemedim. O kadar diş gösterildi, o kadar salya atıldı, o kadar kimse tahrik edildi, o kadar mel'un düşünceler vizesiz dolaştı ki demeden edemedim." diyerek, en akıl almaz bedduaları sıralayıvermişti, hem de dünya sahnesinde müslüman kimliği ile maruf birisine..


*


Bu noktada, Zaman’ın Genel Yy. Md. E. Dumanlı’nın tam 5 sene önce, 29 Aralık 2008 günü yine Zaman’da yazdığı görüşleri bir daha hatırlayıverelim:


"Yolsuzluk iddiaları dünyanın her yerinde gazetecilerin ilgisini çeker. Ne var ki seçime çok az bir süre önce yolsuzluk kampanyaları açmak çok sayıda soru işaretlerinin oluşmasına da sebeptir. İki kritik konu var zamanlamada: Bir, bahsi geçen dosyalar niçin bu zamana kadar bekletildi? İki, bu kadar kısa bir süre kalmışken yapılan yolsuzluk suçlamasına cevap vermek için yeterince savunma süresi kaldı mı? Açık söyleyeyim, bu saatten sonra yapılacak olan yolsuzluk suçlamaları doğruyu arama ve yoksulluktan arınma talebinden daha çok siyasette belli bir imaj ve hava oluşturmak içindir ve güvenilir olma özelliğini kaybetmiştir. Bu konuda samimi olan, seçim sonuçlarının sabahında elindeki dosyaları kamuoyuna arz eder."


S. Çakırgil
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
Bu noktada, Zaman’ın Genel Yy. Md. E. Dumanlı’nın tam 5 sene önce, 29 Aralık 2008 günü yine Zaman’da yazdığı görüşleri bir daha hatırlayıverelim:


"Yolsuzluk iddiaları dünyanın her yerinde gazetecilerin ilgisini çeker. Ne var ki seçime çok az bir süre önce yolsuzluk kampanyaları açmak çok sayıda soru işaretlerinin oluşmasına da sebeptir. İki kritik konu var zamanlamada: Bir, bahsi geçen dosyalar niçin bu zamana kadar bekletildi? İki, bu kadar kısa bir süre kalmışken yapılan yolsuzluk suçlamasına cevap vermek için yeterince savunma süresi kaldı mı? Açık söyleyeyim, bu saatten sonra yapılacak olan yolsuzluk suçlamaları doğruyu arama ve yoksulluktan arınma talebinden daha çok siyasette belli bir imaj ve hava oluşturmak içindir ve güvenilir olma özelliğini kaybetmiştir. Bu konuda samimi olan, seçim sonuçlarının sabahında elindeki dosyaları kamuoyuna arz eder."
 

Dua Nur

Kıdemli Üye
Katılım
29 Nis 2007
Mesajlar
37,459
Tepkime puanı
247
Puanları
0
BAŞBAKAN SON DERECE KARARLI VE BU YENİ YIL ONUN YİNE BAŞARILARDA VE ATILIMLARDA, REFORMLARDA YİNE ZİRVE NOKTASI OLACAK. Karşıtlık adına, yaptıkları hile ve fitnelerde onun karşısında direnmeye çalışanları silip süpürecek. Bu ilahi bir adalet, son derece ibretlik olaylar yaşayacağız.
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Yargı ateşten bir kordur.

Eline alanın avucunu kavurur.

Yargıya hükmeden ve tarafınca yönlendiren zahirde kazandığını zanneder; ama hakikatte kaybeder.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Herkes aynı soruyu soruyor: Yargı'yı kim denetleyecek? Yanlışlarını kim düzeltecek?

Haklı soru.

Mesela C.Başkanlığı Devlet Denetleme Kuruluna, daha fazla hukuk uzmanları dahil edilip, yargıyı, yargıtay danıştay hsyk'yı vs. denetleyebilir...

Eeee, bir gün gelir DDK da yanlış yaparsa, darbeye kalkışırsa... :)

İla ahir.

Beşerin kendi eliyle kurduğu sistem buraya kadar.

Müslümanlar, ahkam-ı İlahiye razı olup teslim oluncaya kadar reformlara devam... :)

Mesela ilim sahiplerinden, meşayıhtan bir heyet oluşturulsa... Devleti o denetlese... Yasama, yürütme, yargının fıkha, hukuka, hakka uyup uymadığını denetlese... Uymayan kararlarını düzelt diye ihtar etse... Bugünden daha çok mu tıkanıp sarsılırdık... Zannetmiyorum.

Buna razı olabilecek Müslümanın, toplam içindeki oranı nedir?

Olanda hayır vardır. Yaşadıklarımız bizi oraya doğru götürüyor inşallah. Ümidvarım.
 

gunduzalp

Kısıtlı Erişim
Kısıtlı Erişim
Katılım
26 Eki 2006
Mesajlar
2,954
Tepkime puanı
33
Puanları
0
AKP aslında Yargı'dan dem vurarak, yargılanamaz olmaktan dem vuruyor. Zaten 17 Aralık olayından sonra iyice açığa çıktı ki, AKP'nin derdi adalet değil, herzaman kendisinin hakim olduğu ve aynı zamanda kendisinin onayını taşıyan bir hukuk sistemi türetmek. Ve birkaç sene önce hararet ile savunduğu davaları, şimdi yeniden gördürmeye calışması, temel ilkelere ait berbat uygulamalarının yargıçlar tarafından reddedilmesi de ilkesiz ve bayağı tutumların dışa vurumu gibi birsey. Üstüne üstlük Anayasa sözü verip 12 Eylül'e insanları mahkum eden tutarsız siyaseti de, merkeze kendini koyup oradan dizayn calışması yaptığını iyice ortaya çıkardı. Yani AKP hukuk falan yapamaz, bu saatten sonrada ancak kendisini kurtarmaya yönelik işler yapar ki, elan durum bundan ibaret.
 

Yetim

Kısıtlı Erişim
Katılım
20 Tem 2007
Mesajlar
2,702
Tepkime puanı
22
Puanları
0
Yaş
45
Sormazlarmı Akp hükümet yargıya müdahalesi normal karşılanabilinir ya siz f.gülen ve avanesi abd İsrail hizmetkarları HANGİ SIFATLA SAVCILARI YÖNLENDİRİYORSUNUZ SİZ KİMSİNİZ ? HÜKÜMET PARTİSİMİSİNİZ YADA SİYASİ BİR PARTİMİSİNİZ NESİNİZ ÖYLE HER CAMİA DEVLET İÇERİSİNE SIZMAYA KALKIŞSA YAGIYI POLİSİ EE GÇİMEYE KAKIŞSA BU ÜLKE NE HALE GELİR ? SAHİ SİZİN SIFATINIZ NE ?
 

Yetim

Kısıtlı Erişim
Katılım
20 Tem 2007
Mesajlar
2,702
Tepkime puanı
22
Puanları
0
Yaş
45
F.gÜlen ve camİasi bu kadar parayi nereden uld ve devletİn İÇİne sizma kuvvetİnİ nereden aldi tabİkİ vaİkan abd İsraİlden buldu?
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
‘Şeb-i Yeldâ’dan ‘En Uzun Yıl’a ve ‘En Uzun Yüzyıl’a..

İçinde bulunduğumuz günler yılın uzun gecelerinin yaşandığı zaman dilimi..


21 Aralık gecesi, 365 günlük güneş takvimine göre, kuzeyyarımkürede yılın en uzun gecesi idi.
Eskiler, ‘şeb-i yeldâ’ derlerdi, ‘en uzun gece’ mânâsında.. ‘Şeb’ farsçada ‘gece’ demektir; ‘yeldâ’ ise, süryanicede ‘en uzun’ mânâsında.. Yani, şeb-i yeldâ’ farsça-süryanice karması bir terkib..
‘Şeb-i Yeldâ’, asırlar boyu edebiyatın da ilgi alanı içinde yer almış ve nice şiirler yazılmıştır, tıpkı newruz için olduğu gibi..
Ama, herkesin ‘şeb-i yeldâ’sı kendisinedir ve farklı farklıdır.
Bunun için, ‘Muvakkit (vakit ölçen) ne bilir; âşıka sor şeb-i yeldâ’yı’ denilmiş..
Tabiî, o mısradaki ‘âşık’ kelimesini ‘hasta’ olarak değiştirenler de olmuştur. Özellikle durumunun ağır olduğunu hisseden hastaların, bir türlü sabah olmamasından nasıl rahatsız olduklarını, sabahın ilk ışıklarına kavuşmayı âdetâ yeni bir şifa habercisi gibi beklediklerini o ızdırabı yaşayanlar ve ortak olanlar bilir. Yani, ‘şeb-i yeldâ’ sadece kozmoğrafik değil, sosyo- psikolojik bir terimdir de, ve de oldukça, şairâne..
*
Bu bakımdan, bu ‘en uzun gece’yi, hayatımızdaki ‘en uzun yıl’a ve hattâ, ‘en uzun yüzyıl’a da teşmil edebiliriz.
Çünkü, bizim hayatımızda da bazı yıllar vardır ki, yine 365 gündürler, ama, sanki uzuuun yıllar yaşanıyormuş gibi geçmek bilmemişlerdir. Keza, bizim son 100 yıllık tarihimize baktığımızda da, aynı durum sözkonusu değil midir?
Nitekim, son bir yılımız, (miladî-2013 yılı) da bir ‘sâl-i yeldâ’ (en uzun yıl) olmamış mıdır?

Son on yılımızda bile, 2007’lerden sonraki ‘en uzun bir yıl’..
Son 10 yılda, bu kadar muhataralı, büyük tehlikelerle dolu kaç yıl vardır?
Şöyle bir hatırlayalım..
2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, solcu- sağcı, ulusalcı, kemalist-laik vs. adı altında ortaya daha bir çıkan ve 80 küsur yıllık statüko’yu korumayı asıl iş edinen bütün odakların, TSK’nın darbeci üst kademe komutanlarınca planlanan proğramlar dahilinde, ‘Cumhûriyet mitingleri’ denilen amma, cumhûr’un, halkın çok büyük bir kısmının görüş ve iradesiyle ilgisi olmayan ve toplumu etkilemeye ve AK Parti iktidarını da korkutmaya yönelik yaygın proteseto hareketlerinini tezgahlandığı; Anayasa Mahkemesi de dahil bütün statüko kuruluşlarının Meclis’in karar alabilmesi için uydurdukları 367 rakamı etrafında, bütün toplumun kaderini kördüğüm haline getirmeye çalıştığı ve hele de, ‘Çankaya, Atatürk’ün makamıdır, oraya her kim çıkarsa çıksın, hanımının başı açık olmalıdır..’ dayatmalarının en yüksek rütbeli komutanların ağzından sık sık duyulduğu ve Genelkurmay’ın 27 Nisan 2007 gecesi, eski alışkanlığıyla -ve, 12 Mart 1971 Muhtırası’ ve sonrasında gelen askerî darbe örneğinde olduğu üzere- Hükûmet’in devrileceği umuduyla bir ‘muhtıra’ yayınladığı günler..

Ama, bütün o kaba kuvvet ve güç gösterileri, -herhalde, hakkı hakkaniyetli şekilde teslim olunmalı- Tayyîb Erdoğan’ın ve arkadaşlarının teslim olmayıp, dik duruşlarıyla ve genel seçimi birkaç ay öne almaları ve AK Parti’nin yüzde 50’ye yakın bir büyük çoğunlukla seçimi kazanmasıyla atlatılmış; arkasından da -kemalist ölçüler açısından- asla kabul edilemez nitelikte olduğu söylenen Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle yeni bir merhaleye girmişti, ülke..
Ama, oligarşik diktatörlüğün Derin Devlet güçlerinin kolayca teslim olmak gibi bir niyetlerinin olmadığı biliniyordu. Nitekim, başörtüsünün serbest olmasını öngören bir anayasa değişikliğinin AK Parti ve MHP’nin 411 oyuyla kabul edilmesinin ardından; Derin Devlet güçlerinin, bu durumu ‘kaos’ olarak niteleyip, AK Parti’nin -evet, bu kararın alınmasına destek veren MHP’nin değil, sadece AK Parti’nin- kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dâva açtırmasını takiben yaşanan çetin iç mücadeleler de, o kapatma talebinin, beklenmiyen şekilde tek bir oyla, kılpayı reddedilmesiyle atlatılmıştı.
Son on yıldaki bu gibi büyük çalkantıların yaşandığı günleri bir kenara bırakırsak, miladî- 2013’de yaşananlar çapında büyük sosyo-politik entrikalar pek yoktur.
*
Çünkü, 2013 yılı özellikle İst.- Taksim- Gezi Parkı’ndaki ağaçlardan en fazla 40-50 kadarının yerlerinden sökülüp başka yerlere taşınmasıyla, ‘yeşil çevrenin korunması’ adına başlatılan ve iki ay kadar süren ve İstanbul’un Taksim Meydanı’nda kalmayıp, başka büyük şehirlerin merkezlerine de taşınan ve sadece içerdeki laik-kemalist çevrelerin değil, hemen bütün dış güç odaklarının da, yıkılmasını şevkle, heyecanla bekledikleri Tayyîb Erdoğan’ın iktidarını oldukça zorlayan ve geniş bir tahribatla, yakıp yıkmalarla sonuçlanan kargaşa hali yine Erdoğan’ın iradesi ve de geniş halk kitlelerinin ona olan itimadıyla atlatılabilmişti.

Son günlerde de, ‘Dershaneler’ diye bilinen ve eğitim sisteminin bozukluklarını daha bir derinleştiren konu etrafındaki tartışmalarla daha bir su yüzüne çıkıp, F.G. cemaati’nin kendisini, Tayyîb Erdoğan ve Hükûmeti üzerinde âdetâ bir kontrol gücü imişcesine göstermeye kalkışmasıyla derinleşen yeni bir döneme geçildi. Bu, oldukça yaygın tartışmada da, AK Parti değil, bizzat Tayyîb Erdoğan’ın şahsı hedef alınmıştır. Çünkü, o bertaraf edilebilirse, bir başkasının halk üzerinde o kadar itimad duygusunu tesis etmesi kolay olmayacağından, hem bu cemaat ve hem de Tayyîb Erdoğan’ı -etrafındaki bu beşerî desteği eritmeden- bertaraf etmenin zorluğunu görenler, hedeflerine daha hızlı varabilirler, baskılarının semerelerini daha rahat alabilirlerdi.
Fakat, bu durumun ileride ne gibi sonuçlar ortaya çıkarabileceğini söylemek pek kolay olmasa gerek..
Evet, miladî-2013 yılı da, tıpkı diğer yıllar gibi, yine 365 günden ibaretti ama, son yıllar içinde, bir ‘sâl-i yeldâ’ (en uzun yıl..) diye nitelenebilecek bir tablo sunmuştu.
*
Son yüzyılımız da bitmeyen, uzuuun bir yüzyıl oldu..
Ama, son yüzyıllık süreye baktığımızda da, durum yine farklı değil..
Düşünelim ki, miladî-2014’e girildiği şu anlardan geriye, 100 yıl öncesine baktığımızda, karşımıza, ilk dünya savaşının patlak verdiği 1914 tarihi çıkar.
28 Haziran 1914 günü, -o günler Orta Avrupasının en güçlü devletlerinden- Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun Veliahdi Arşidük Ferdinand ve hanımının, Saraybosna’da Latin Köprüsü başında, Prencib isimli bir sırb nasyonalisti tarafından öldürülmesiyle başlayan ve 4 yıl boyunca bütün dünyayı içine çeken ve onmilyonlarca insanı yutan o korkunç savaş, sonunda, Paris’te imzalandığı sarayın adıyla anılan Versailles (Versay) Andlaşlaşması’yla noktalanmıştı.
Ama, bu barış andlaşması için yapılan ‘barışı yok eden barış’ nitelemesi o kadar doğruydu ki, üzerinden henüz 20 yıl geçmeden, 1939 yılında, yeni bir dünya savaşını, 2. Dünya Savaşı’nı kaçınılmaz olarak ortaya çıkarmış ve bu savaşta da, 70 milyona yakın insan hayatını kaybetmiş ve daha da mühimi, Amerikan emperyalizminin Japonya’ya karşı kullandığı ve her ikisi de, bünyesinde hiç bir askerî birlik barındırmayan Hiroşima ve Nagazakî şehirlerine atılan ve 300 binden fazla sivil insanın bir anda kavrulmasıyla noktalanan iki atom bombası ile, insanlık tarihi ilk kez nükleer bir silahla tanışmış ve o korkunç silahla insanlık, fiîlen, zihinlerinden kelepçelenmişti.
Ki, dünya hâlen de o iki dünya savaşının ortaya çıkardığı korkunç zulümlerle, jenosid/ soykırımlarla, açlık ve sefaletlerin, diktatörlüklerin pençesinde..
Dünya siyasetinin bütün temel dinameliklerinin alt-üst olduğu bir durum, yani..
Düşünelim ki, 100 yıl öncesinde bugünlerde, o zamana kadar, ‘devlet-i ebed-muddet’ (sonsuza kadar yaşayacak olan devlet) diye ve âdetâ kutsanırcasına anılan Osmanlı Devleti hayattaydı ve bütün hastalıklarına ve yaşadığı çağa ayak uyduramamaktaki ârızalarına rağmen, yine de dünya dengelerinin tesis edilmesinde kaale alınması kaçınılmaz bir güç odağı olarak müslümanların elindeki bir güçlü mekanizmaydı.
Ama, özellikle 1878’deki (hicrî-qamerî-1293 yılında cereyan ettiği için, 93 Harbi diye bilinen) meş’ûm Rusya yenilgisiyle 1911-13 arasındaki Balkan Savaşları sırasında kaybedilen yerlerin yeniden kazanılabileceği ümid ve hayaliyle Almanya’nın yanında girilen I. Dünya Savaşı’ndan korkunç şekilde yenik çıkan Osmanlı Devleti tarih sahnesinden atılmış ve onun hâkim olduğu coğrafyalar, emperyalistlerce, müslüman toplumların birbirleriyle devamlı sürtüşmeler ve savaşlar içinde olabilecekleri şekilde, öyle bir dizayn edilmişti ki, o şeytanî planlamaların zehirli etkilerini, sancılarını, acılarını, handikaplarını, derin ve onulmaz sosyo-psikolojik travmalarını müslümanlar olarak hâlâ da yaşamaktayız.
Bu bakımdan, miladî- 1914 / 2014 arasındaki son bir asırlık dönemi de, her ne kadar 100 yıllık bir zaman dilimi olsa bile, yine bitmek bilmeyen bir asr-ı yeldâ’ (en uzun yüzyıl) olarak değerlendirmek mümkündür.
Tarihi bir acı hikayeler deposu olarak değil de, ders almak ve derinlemesine düşünmek ve zamanı kavramak dikkati ile okumak istiyorsak, tabiî..
1492’lerde, yani 520 küsur sene öncelerde, Endülüs’ün çöküş yıllarında, Ebu-l’Beqa Salih bin Şerif’ tarafından yazılıp, Sezaî Karakoç tarafından türkçeleştirilen ‘Endülüs’e Ağıt’ isimli şiir, Osmanlı’dan yardım istemek için İstanbul’a gelen bir heyet tarafından Padişah II. Bâyezid’in huzurunda okunmuştu. O ağıtta kor parçası gibi yakıcı, ne müthiş sözler vardır.
Aslında o ağıtta anlatılan, sadece Endülüs değildir, ya da Endülüs sadece İber Yarımadası’nda, bugün İspanya ve Portekiz’de kalan topraklar değildi; anlatılan hepimizin hikayesidir ve o facialar bizim zihin dünyamızda ve hemen bütün müslüman coğrafyalarında , günümüzde de tekrarlanmıştır, tekrarlanmaktadır.
O ağıttan, bu anlayışla birkaç kor parçasını avucumuza almaya, beynimiz ve kalbimizdeki yangısını hitsettmeye hazır isek, buyrunuz:
ENDÜLÜS'E AĞIT
Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu
Niçin bunca gurur maldan, mülkden, addan sandan insanoğlu.. (...)

Zaman, değişmek bilmez kesin ölçülü ve hükümlüdür:
Geri döner, paralar sahibinin zırhını, kılıçlar ve kargılar, iIeri doğru işlemez oldu mu..

Zaman bu, ona ne kılınç kını dayanır, ne meşhur kaleleri sultanların...
Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu
Gımdan olsa da.. Gımdan, şahin bakışlı ve kartal duruşlu.

Nerede, de bana, o taçlı hükümdarları Yemen'in?
De bana, onların taçlar içinde bile tac olan tacları ne oldu?

Şeddâd'ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem,
Sâsanîler'in ebedî sanılan devleti ne oldu?

Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Kaarun, hani o dağ?
Hani Âd, hani Adnan, hani Kâhtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu?

Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar.
Bir masal oldu onlar, bir varmış bir yokmuş, bir toz toprak bulutu..

O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüyadır artık
Her biri, hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip durdu.

Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara'yı uçurdu bir vuruşta;
Sola döndü Kisrâ'yı.. Kisrâ'yı ne takı, ne sarayı kurtarabildi- korudu.

Saltanatının yeller esti yerinde yellere hükmeden Süleyman'ın;
Şiddetinden ötürü Sâb denen Munzir’se, don vurmuş ağaçlayın kurudu

Zamanın fâciaları çeşit çeşit, türlü türlüdür: O ne zengin fâcia bezirgânı!
İki burçlu bir kaleyse o, sevinç bir burcu, hüzün bir burcu.

Her fâciayı unutmak mümkün, olup biten bütün bunları unutmak olabilir
Ama İslâm'ın başına geleni avutacak ne bir neşe olabilir, ne unutturacak bir korku.

Endülüs'e öyle bir felâket çöktü ki, yok bir eşi. (…)

Ah! Yarımadada İslâm'a göz değdi, yağdı belâ yağmur gibi.
Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâm'ın ne namı var ne nişanı;
Sanki hiç olmamıştı, sanki baştanberi yoktu.. (…)

Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günübirlik işlere dedikodulara batmış kişi!
Sen uyu bakalım; ama zaman için, ne demek dinlenmek, ne demek uyku! (…)

Ve siz ey yarış yerlerinde şahin gibi uçan,
Yay gibi gergin Arab atlarının üstüne kurulu
Süvariler! Ve siz savaşın karanlığı toz dumanı içinde
Pırıl pırıl kılıçlarını savuran kahramanlar ordusu!

Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde,
Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler; bir hayat, kesiksiz bir ömür boyu!

Endülüs'ten, Endülüs'ün zavallı halkından var mı haberiniz?
Her yer, onların felâketini duydu,

Sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalbleriniz mefluç mu?

Ölen asker, esir kadın, ufuklara bakıp bizden
İmdat ummuş beklemişti, son ana dek.. Hiç düşündünüz mü bunu?

Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken,
Siz müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, halinden memnun ve haz maymunu!

Yürekli, utanan, alçalmaktan korkan, kardeş için can veren kimse kalmadı mı yeryüzünde?
Hakkın yardımcısı, hak peşinden giden, kendini hakka adamış tek kişi yok mu?

Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi.
Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Yâ Rab, ne kaderdir bu! (…)’
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Geliniz, Sukûnetle Bir Değerlendirme Yapmaya Çalışalım..

Son günlerdeki gelişmelerin değerlendirme veya tartışmalarını, evet, etraftakileri, ‘Aaaa...’ diye şaşırtacak iddialı beyan veya kanaatlerle değil, sukûnetle, akl-ı selim ve kalb-i rakîkle yapmaya hazır mıyız?


Eğer hazır isek, buyrunuz..
Önce, ’17 Aralık Operasyonu’yla ilgisi doğrudan kanıtlanmasa da dolaylı olarak ilgisinin olduğu, bu operasyonun arkasında durduğu ve operasyonun kullanılan tarafı olduğu sanılan Hizmet Hareketi’yle ilgili birkaç konu ve bu bağlamda bütün cemaatleri ilgilendirecek bazı hususlar üzerinde durmakta yarar var.’ cümlesiyle başlayan bir yazıdan bazı noktaları -özetle- aktaralım: (Parantez içi … noktalı kısımların, özetleme yaparken atlanan bölümleri işaretlemek için olduğunu hatırlayalım.)
Birinci konu:
Bu hareketin müessis lideri olarak bilinen Fethullah Gülen'in (…) Hakkındaki dava düşmesine, vatana dönmesi için hiçbir yasal engel olmamasına ve memleketin en üst yetkilisi olan Başbakan Erdoğan'ın davetine rağmen, hasretiyle yandığı (devamlı vurgulanan) ülkesine neden dönmedi?
Kendisi mi dönmek istemedi?
Yoksa birileri mi dönmesine izin vermedi? (…)
Eğer birileri dönmesine izin vermiyorsa, izin vermeyen kim? Neden ve niçin izin vermiyor? Bunu paylaşma sorumluluğu yok mu? En azından gelmek istiyorum ama bırakmıyorlar ve nedenini açıklayamam da mı diyemez? (…)
…Hz. Ali, "kim kendini zan altında bırakacak işler yaparsa, hakkında oluşan zanlardan rahatsız olmaya hakkı yoktur" diyor.
İkinci konu:
İktidar amacına yönelen, iktidarın gizli ortağı olmak isteyen, bir muhalefet partisi gibi her gün açıklama yapan, amaca ulaşmak için darbe teşebbüslerinde bulunduğuna dair ciddi kuşkular uyandıran bir hareket legal, şeffaf ve hesap verilebilir bir yapıya dönüşmek zorunda değil mi?
Hizmet Hareketi’nin nerede başladığı ve nerede bittiğini bilen yok. Tüzüğü, yöneticileri, yönetim kurulları, sözcüleri, mali işlemleri ve üyeleri belli olmayan kapalı bir kutu. İsteyen istediği zaman kendini bu harekete yakın olarak tanımlıyor ve konuşuyor; isteyen istediği zaman bu hareketle hiçbir organik bağının olmadığını söylüyor. Mübhemlik ve şeffaf olmamak herkese bu hareketle ilişkileri hakkında belirsiz ve geniş bir alan açıyor. (…) Hareketin Türkiye'de resmen belirlenmiş bir sözcüsü dahi yok. Hüseyin Gülerce'yi herkes hareketin sözcüsü olarak tahmin ediyor veya öyle biliyor ama resmi bir bildirim olmadığı için ne Gülerce yaptığı açıklamaların sorumluluğunu taşıyor ne de yanlış bir şey söylediğinde onun hesabını vermek zorunda kalıyor. Sıkıştığında, "ben kendi adıma konuştum" diyebiliyor.
Hizmet Hareketine ilişkin belirsizliğin boyutları öylesine ileri derecede ki, bu hareketin kurucu önderi olan F. Gülen bile bu sorumluluğu doğrudan üstlenmemiş, gerektiğinde tâbileriyle sadece gönül bağı olduğunu söyleyebiliyor. (…)
Hizmet hareketi, siyasete bu kadar müdahil olmasaydı, (…) belirsiz ve şeffaf olmama hali sorun olmayabilirdi; uzun yıllar ciddi sorun oluşturmadığı gibi. Ama bu gün geldikleri noktada artık eskisi gibi belirsiz, sorumluluk üstlenmekten kaçan kayıt dışı bir yapı şeklinde devam edemezler. Ederlerse haklarında her gün artış gösteren ciddi kuşkular oluşacaktır. Çünkü etkinlikle belirsizlik bir arada olamaz.
Olursa karanlık bir yapıya dönüşür. (…) Bu hal, Hizmet Hareketi’nin belki de hezimet hareketine dönüşmesine yol açar ki, bu vebalin altından kalkamazlar.
Üçüncü konu:
(…) Hükümeti yolsuzluklar üzerinden devirmeye ve hizaya getirmeye çabalayan bu hareketin elindeki sermaye miktarının yirmi milyar Dolar kadar olduğu defalarca yazıldı. Bu sermayenin kaydı var mı? Nasıl elde edildiğini gösterir belgeleri var mı? Bu paranın nasıl işletildiği ve nerelerde kullanıldığını gösterir belgeler mevcut mu? Daha nice sorular sorulabilir.
Kendisinin yönettiği sermayeye ilişkin hiçbir şeffaflık yokken, hiçbir hesap verilebilirlik yokken Hükümet’in üzerine yasa dışı mali işlemler yapıldı suçlamasıyla gitmeleri ilginç değil mi?
Hükümeti sorgulama hakkı her vatandaşın ve sivil toplum kuruluşunun hakkı ve görevidir ama 20 milyar Dolar serveti hiçbir kayıt tutmadan yöneten bir yapının hakkı olmasa gerek. Bu hakkını kullanması için önce kendisinin şeffaflaşması, hesap verebilir bir forma dönüşmesi gerekir.
İnsan, güç ve paranın birleştiği her yerde yolsuzluk ve usulsüzlükler olur. (…)
Bu gerçeğe binaen 20 milyar Doları yöneten bu hareketin içinde bugüne kadar hiç mi yolsuzluk olmadı? (…) Başkalarından hesap soranlar, kendilerinden de hesap sorulmasını kabullenmesi gerekir.
Dördüncü konu:
Hizmet Hareketi bir-iki yıl öncesine kadar tamamen dini bir cemaat olarak görülüyordu. Bu sebeple de çok aykırı görüşlerine rağmen herkes bu hareketin kurucu önderine bir din adamı gözüyle bakıyor ve görüşlerine katılmasa da saygı gösteriyordu. Hizmet Hareketi politik bir hareket olarak görülmediği için güncel politikaların polemik konusu olmuyordu.
Şeffaf bir yapıya dönüşmeden politikaya müdahil olunca, hareket, dini bir hareket olmaktan politik bir harekete, din adamı olarak görülen F. Gülen de politik bir şahsiyete dönüşüverdi. (…)
Siyasete girmiş bir din adamının Dine dair söylemlerine artık kuşkuyla yaklaşılır. Dini telkinlerinin siyasi çıkardan âri olmadığı düşünülür. (…)
Siyasete giren din adamlarına karşı bu algı değişimi hem Sünni hem de Şii dünyasında böyledir. (…) İran İslam devriminden önce, yani ulemanın iktidar olmasından önceki dönemlerde İran'daki Şii Müslümanlar arasında herhangi bir taklid merciine bağlı olmayan kimse neredeyse bulunamazdı. Her Şii müslümanın bir mercii vardı. (…) Otuz yıl sonra özellikle de yeni kuşak arasında artık hiçbir taklid merciine bağlı olmayanların sayısı azımsanamayacak kadar artmıştır. Nedeni, iktidar ve siyasetin ulemanın din ile ilişkisindeki güvenirliliğini azaltması. (…)
Beşinci konu:
İktidar paylaşılamaz. Bu sebeple iktidar, kendi taliplerini birbirine düşürür. Güçlü olan savaşı kazanır ve ötekilerini saf dışı eder. İktidara talip olanların din veya kan kardeşi olması, iktidar çatışmasına girmelerini önleyemez. (…) İktidar, sahabe arasında (da) kanlı bir çatışmaya yol açtıysa, sonraki nesiller arasında benzer çatışmaların yaşanması garipsenmemeli.
Dini cemaatlerin iktidara talip olması veya iktidarın ortağı olmak istemesi, onları haklı veya haksız bir şekilde iktidar kavgaları içine çeker. Hem iktidara talip olacağız hem de iktidar kavgalarına girmeyeceğiz demek, beşer hayatındaki iktidar tarihiyle mütenasib bir yaklaşım değildir.(…)
Altıncı konu:
Hizmet hareketi, dini bir cemaat olarak biliniyor. (Bugünkü) Hükümet de dinî değerleri önemseyen ve sosyolojik olarak muhafazakar tabanı temsil eden siyasi bir yapıya tekabül ediyor. Bu iki unsur arasında meydana gelen sorunun hukuk kurallarını aşan ve ahlaki değerleri zorlayan bir zeminde devam etmesinin zararlı sonuçları sadece bu hareketin ve partinin hanesine yazılmayacak, bundan bütün dini cemaatler ve muhafazakar kesim zarar görecektir ve görmektedir. (…)
Bu sebeple taraflar en azından Din ile olan ilişkilerinden dolayı taşıdıkları sorumluluğa uygun hareket etmeleri gerektiğini bilmeliler. (…)’
Evet, özeti sunulan bu ilginç değerlendirme yazısı Zeki Savaş kardeşimin 29 Aralık 2013 tarihli makalesinden aktarıldı.
Üzerinde derinlemesine düşünülmelidir. Özellikle de, ’Hizmet Hareketinin bir hezimet hareketine dönüşmesi ihtimalinden uzak kalınabilmesi açısından..
***
Ve, bir ‘Vakıf’ kurumunun bildirisi...
‘Hizmet Hareketi’ denilen hareket, maşaallah, her alanda dal-budak salmıştır. Gazeteler, dergiler, 4-5 tv. kanalı, dershaneler, ‘ev’ler, yurtlar, dernekler, bazı meslek kuruluşları, hayır kurumları, -hattâ bazı spor kulüplerinin sponsorluğunu bile kısmen üstlenen- bankalar, vakıflar..
Denilebilir ki, kıskanma, çalış, senin de olur..
Evet, öyle de.. Bu kadar çok ve yaygın bir ‘güc’ün kontrol edilemez bir boyuta ulaşması tehlikesine karşı sigortası nedir? Bu kadar gücün de, başlangıçta akıldan bile geçmiyecek derecede talebleri ister istemez oldu ve bu durum, kaçınılmazdır da.. ‘Güç, şişede sâkin duran içkiye benzer, içildiğinde tahmiin edilemez sonuçlar ortaya çıkarır..’ şeklindeki benzetmenin bu konuya tatbiki çok da yanlış sayılmamalıdır.
Nitekim, sözkonusu cemaatin elindeki yığınla güç vasıtalarının şimdilerde, belli siyasî hedeflere ulaşmak için, birlikte ateş açması durumu, ilginç değil mi? (Ki, Samanyolu isimli tv. kanalının, yıllarca övdüğü Erdoğan’ı şimdi, Halk tv. veya Ulusal tv. gibi mâlum kemalist- laik-solcu kanalların ağzıyla vurmak için yayın yapması ve geçmişteki nice sözlerinden bazı cümleleri seçip, bunları yayınlayarak, ‘Dün böyle demişti, bu gün de böyle diyor; tutarsızlık ve çelişkiler içinde bir siyasetçi..’ görünümü vermeye çalışması, ilginç..)
Hani, Hitler zamanında 1935’lerde Volkswagen fabrikaları öylesine halka hizmet niyetiyle kurulmuştu ki, binlerce işçi, aynı zamanda kendi fabrikalarının da sahibi durumundaydılar. Ama, savaş başladığı zaman, o ‘volkswagen’leri (halk arabaları)’nı üreten fabrikalar bir anda ve serî halde tanklar- toplar üreten bir duruma geçivermişlerdi, çünkü taa baştan öyle proğramlanmışlardı.
Kısaca ‘Cemaat’ denilen bu hareketin bu gibi yan kuruluşlarından birisi olan bir de ‘vakıf’ var. ‘Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ (GYV) isimli bir teşekkül..
Bu ‘vakıf’ , 17 Aralık'ta yolsuzluk ve rüşvet adına başlatılan ve Türkiye’yi derinden sarsan operasyonun arkasında F.G. cemaatinin olduğuna ilişkin iddiaların ‘iftira olduğu’na dair bir açıklama yaptı.
‘Bu tip iddialarla yolsuzluk iddialarının üstünün kapatılmaya çalışıldığı’nın savunulduğu GYV açıklamasında şöyle deniliyordu: "Yürütülen soruşturmaların ardında “Hizmet” olduğu iddiası çirkin bir iftiradır. Onursal Başkanımız Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet Hareketi’nin yolsuzluk soruşturmasını yürüten “savcılarla ilişkili” olduğu ve “dış güçlerin maşası” oldukları için bu davaları açtırdıkları iddiaları çirkin birer iftiradır. Defaatle dile getirdiğimiz üzere, bir sivil toplum hareketi olan Hizmet Hareketi’ni, iktidar üzerinde vesayet kurmak ve iktidara ortak olmakla suçlamak açıkça abesle iştigaldir. Her hangi bir tavsiye, eleştiri, talep veya hak savunmasında bulunan sivil toplum oluşumlarını, iktidar peşindelermiş gibi sunarak, onlara “siyasete karışma”, “öyleyse parti kur”, “seçimleri bekle”, “manşetlerle milli iradeyi baskı altına alma” demek, demokratik sistemin ruhu, norm ve değerleriyle bağdaşmaz ve asla kabul edilemez. (...) Hukuk somut fiillere bakar. Hangi görüşten ve yaşam tarzından olursa olsun vatandaşların kanunlar çerçevesinde devletin bütün kademelerinde görev almasının “devleti ele geçirme”, “devlete sızma”, “vesayet kurma” veya “paralel iktidar oluşturma” şeklinde sunulmasının iyi niyetle açıklanması mümkün değildir. (...) Hocaefendi ve Hizmet Hareketi’nin, ülkeye çok hizmetleri geçmiş AK Parti’ye karşı bir husumeti bulunmamaktadır. Hizmet, AK Parti’nin 2002-2011 arasındaki her tür demokratikleşme hamlesini açıkça desteklemiştir. Ancak, Sayın Erdoğan’ın ve partisinin yönetiminde, eylemlerinde ve eylemsizliklerinde 2011 genel seçimlerinden bu yana ciddî bir farklılık oluştuğu açıktır.
AB sürecinin yavaşlaması, kuvvetler ayrılığını erozyona uğratan şekli ile başkanlık teklifi, medya özgürlüklerinin giderek daralması, parlamenter denetimin zayıflaması, Sayıştay’ın görevini yapamaz hale gelmesi ve otoriterleşme emarelerinin artması, son olarak yargıya bile müdahale edilmesi AK Parti’yi destekleyen sağduyulu kesimleri ülkenin geleceği ile ilgili derin endişelere sevk etmiştir.
(…) Camianın da paylaştığı ve defaatle dile getirdiği bu eleştirilerin dershanelerin yasaklanması tartışmaları ile başladığı iddiası da gerçek dışıdır. (…)Hükümeti basiretli ve serinkanlı yönetime ve protesto eylemlerinde bulunanlar da dâhil olmak üzere 76 milyonun Hükümeti olarak davranmaya, aynı şekilde eylemcileri de barışçıl yöntemler ile sınırlı kalmaya davet ediyoruz.
Yolsuzluk soruşturmaları ile birlikte, hükümetçe ve hükümete yakın medyada daha yüksek sesle dile getirilen, “yargı cuntası”, “paralel devlet”, “otonom yapı”, “casusluk”, “ajanlık” ve benzeri delilsiz ve çok soyut suçlamalar, soruşturmanın üstünü örtme izlenimi vermektedir.
Yolsuzluk iddiası ile suçlanan şüphelilerin masumiyet karinesine aykırı bir şekilde suçlanmasının kişilik haklarının ihlali olduğunu ifade edenlerin haklılığı aşikârdır. Ancak aynı anlayışla da hiç bir hukuki ve demokratik ilkeye dayanmaksızın milyonlarca seveni olan bir camiaya da çete ve örgüt denmesi akıl, izan ve insafla bağdaştırılamaz.’
Evet, mezkur vakfın açıklaması böyle.. Bir STK olarak böyle bir eleştiride bulunma haklarının olduğunu belirtiyorlar. Bu da mevcud sistem içinde kabul edilebilir. Ama, başkalarının da birilerine ‘çete, örgüt, paralet devlet’, vs. suçlamalarda bulunması üzerine, bunu hemen, üzerlerine alınıyorlar. Halbuki, o ‘çete, örgüt ’ vs. gibi suçlamaların hedefinin, objektif olarak kendileri olduğunu nereden biliyorlar?
Ama, bu açıklamanın bir-iki gün sonrasında...
3 Ocak günü, kamuoyuna yansıyan yeni bir iddialı söz, gelişmeleri sukûnetle değerlendirme ve tartışmaya hazır olunmadığını bir daha gösterdi. Çünkü, görüşlerine F. Gülen'in sözcüsü imiş gibi itibar edilen Zaman yazarı H. Gülerce’nin 'Hiç yaşanmamış sıkıntılara hazır olun!’ şeklinde, korku veya vehimlerini ya da toplumda vehimler ve korkular uyandırmayı hedef alan, ne demek istendiğinin ucu açık bir ‘twitt’ attığı görüldü. Herkes, Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar, bu topraklarda Cumhuriyet tarihinde hiç yaşanmamış sıkıntılara ve savrulmalara hazır olsun! Sadece sabredenlerin, sağduyu ile hareket edenlerin, üslup güzelliğini koruyanların ve duruşunu bozmayanlarin kazanacağı fırtınaya giriyoruz. Bu fırtınada dostlar kaybedilecek, çürükler ayıklanacak, vefasızlar ortalığa saçılacak. Herkes yerini bulacak. ' diye yazıyordu bi kişi..
Herkesin her mânâya çekebileceği, bir iddia.. Ama, bu sözü öyle bir konumda bulunan bir kişinin yazması, ister istemez bu sözün içindeki korku, vehim, arzu, temennî ve tehdidleri çağrıştırıyor zihinlerde.. Gaib’den veya gelecekten sözediyormuşcasına dile getirilen ve ‘felaket tellâllığı’na soyunulduğunu ortaya koyan bu gibi görüşler, sadece sözün âfeti ya da belagatin şehveti gibi değerlendirmelerle geçiştirilebilir mi?
Bu kişi, ‘Ne demek istiyorsun, çıkar ağzındaki baklayı..’ denilse, ne der acaba?
İleride bir şeyler olursa, ‘Biz öngörmüş ve demiştik, ama kimse dinlemedi..’ olacak; uyandırılmaya çalışılan korkulara konu tehlikeler gerçekleşmediğinde ise, kendilerinin muhtemel tehlikelere dikkati çekmek gibi mâsûm bir görüş açıklamaktan başka bir şey yapmadıklarını söyleyeceklerdir, herhalde..
Gerçekte ise, bu gibi sözler, herkes ‘savaş baltaları’nı topraktan çıkarıp, hazır durumda beklesin demek gibi korkunç bir zehirli ifade değil midir ve bir müslümana yakışır mı?
***
Ünlü bir istihbaratçi polis şefi olan Hanefî Avcı’nın başvurusu..
Hanefî Avcı, ünlü bir istihbaratçı polis şefi idi. Diyarbakır’ın ünlü cezaevinin işkenceleriyle ünlendiği dönemde, Avcı’nın da o cezaevinin yanıbaşındaki bir büroda işkenceleri yaptırdığına dair iddialar, onun emrinde olan ve ‘Ben binden fazla insanı öldürmüşümdür..’ diyen A. Çarkın ve benzeri polis kişilerin medyada da yer alan açıklamalarında dile getirilmiş ve yalanlanmamıştı.
H. Avcı, 28 Şubat 1997 Zorbalığı döneminde, gadre uğramış ve Tayyib Erdoğan Hükûmeti’nde ise, yeniden eski vazifelerini hatırlatacak üst derece sorumluluk makamlarına getirilmişti. Ama, bir süre sonra, o üst vazifelerden alındı ve önce Edirne, sonra da Eskişehir Emniyet Müdürlüğü’de getirildi.
Sonra da, "Haliç'te Yaşayan Simonlar; Dün Devlet, Bugün Cemaat.." adlı kitabı hadise oldu ve "Devrimci Karargâh" dâvasında yargılanıp, 15 yıl hüküm giydi. Kitabının da, S. Yalçın ve benzeri kişiler eliyle veya yardımıyla yazıldığına dair önemli deliller sunuldu, mahkemeye..
Hanefî Avcı, son günlerdeki gelişmeler üzerine, hakkında verilen devlet memurluğundan ihraç ve meslekten men’ cezalarının kaldırılması talebiyle İçişleri Bakanlığı’na başvurmuş..
Avukatı, Avcı'nın kitabında, "Türkiye Cumhuriyeti'nin karşı karşıya olduğu örgütsel tehlikeye 2010'da dikkati çektiği"ni belirtmiş.. Kezâ, Avcı'nın, ‘Fethullah Gülen ve yönetimi altındaki cemaatin illegal yapılanması" hakkında 2010'da Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunduğu, savcılığın ise "iddiaların somut bilgi ve belgelere dayanmadığı" gerekçesiyle kovuşturma yapılmasına gerek olmadığı’na karar verdiği hatırlatılan dilekçede, "O günün koşullarında ortada somut bir bilgi ve belge yok diyen savcılığın, bugünkü koşullarda aynı değerlendirmeyi yapma imkanı kalmamıştır. Çünkü müvekkilimizin kitabında ifade ettiği iddia ve beyanlar Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın açıklamaları ile sabit hale gelmiştir" ifadelerini kullandığı da bildiriliyor.
Hanefî Avcı’nın İçişleri Bakanlığı’na yaptığı başvuruda ise şu görüşleri dile getirdiği görülüyor:
"Son günlerde basın ve medyada yer alan haberler ve hükümete yönelik hukuka aykırı eylemler ve işlemler sonrasında yürütülen belgelendirmelerle oluşan yönetime yönelik kaos dikkate alındığında yapılan operasyonların hükümete yönelik gibi gözükmekle birlikte onun ötesinde devlet sistemini ele geçirme faaliyeti olduğu ve bunun illegal bir yapılanma içerisinde yürütüldüğü bizzat Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanmıştır. Sayın Başbakan, bu operasyon süreci ile ilgili olarak devlet içerisinde devlet olma gayreti içerisinde olan bir örgütün varlığını artık bildiğini ve bunu ortaya çıkaracağını tüm ülkeye ilan etmiştir."
Hükümet’in dershanelere yönelik tasarrufundan vazgeçmesi için "her türlü tehdit ve şantaja maruz kaldığı" ifade edilen dilekçede, Başbakan Erdoğan'ın, ’seçilmiş, meşru hükümete kimsenin diz çöktüremeyeceği’ açıklaması üzerine, ’örgütün, Başbakan’a tehdit ve şantajla geri adım attıramayacağını anlayınca düğmeye bastığı; ...Örgütün, hükümeti kamuoyu önünde aşağılamak, siyaseti yeniden dizayn etmek ve en önemlisi kendi boyunduruğu altına almaya başladığı ve her konuda anlaştığı siyasi bir partiyi seçimler öncesi ön plana çıkarıp yerel seçimlere yön vermeye çalıştığı" öne sürülen dilekçede, ’İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekilliği’nin operasyonunun, büyük bir gizlilikle örgüte mensup emniyet mensupları ve yargıdaki uzantılarınca yürütüldüğü, (...) Operasyon’da soruşturmanın gizliliği çerçevesinde hareket edilmesi gerekirken, dosya kapsamında yer alan bilgi, belge ve fotoğrafların basına sızdırıldığı, ...soruşturmayla ilişkilendirilen Hükümet’in 4 bakanının kamuoyu vicdanında mahkûm edilmesinin amaçlandığı’ ifade edilmiş..
Bu gibi iddiaları herhangi birisi söylediği zaman, bir ‘Acaba?’ deyip geçilebilir, ama, bunlar hele de İstihbarat birimlerinde yıllarca en üst makamlarda bulunmuş ve Cemaat denilen hareketle de yıllarca yakın temas halinde olmuş ve sonra da o Cemaat’in hışmına uğradığı için iddiasıyla, yıllardır tutuklu olarak yargılanan ve hüküm giyen bir kişinin dilinden sâdır olunca, üzerinde daha bir durulması gerekir.
Örgütün, emniyet teşkilatında yer alan mensublarının devlet gücünü örgüt lehine kullandıklarının, örgütün emir ve talimatıyla hareket ettiklerinin Avcı'nın kitabında ayrıntılı biçimde anlatıldığı aktarılan dilekçede, şunlar da kaydedildi:
Daha önce CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal'ın partisine mensup bir milletvekiliyle çekilen görüntülerinin medyaya servis edilmesinden sonra istifa etmesi ve istifasını açıklarken bu görüntülerle ilgili olarak Fethullah Gülen örgütünü aklaması, devlet içinde yer alan örgütün elinde olan kasetlerin devamından ve örgütün gücünden kaynaklanmaktadır. Ayrıca bir dönem MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin, Fethullah Gülen hakkında yaptığı olumsuz açıklamaların hemen akabinde, partisinin Merkez Yürütme Kurulunda yer alan 10 Genel Başkan Yardımcısının gizli kamera ile çekilen görüntülerinin basına servis edilmesi de örgütün şantaj gücünün boyutlarını gözler önüne sermiştir.’
Avcı’nın dilekçesinde, kendisine verilen devlet memurluğundan ihraç ve meslekten men cezalarının, son gelişmeler ve başta Başbakan olmak üzere üst düzey devlet adamlarınca yapılan açıklamalar ışığında, fiilen yok hükmünde olduğu savunularak, ‘verilen tüm disiplin cezalarının tekrar soruşturulması ve itibarının iadesi" da istenmiş..
Tabiî, o öyle bir talebde bulunur da, Gen. Kur. eski Başkanı ve Ergenekon Yargılaması’nda müebbed/ ömürboyu ağır hapis cezasına çarptırılan ve dosyası henüz Yargıtay’da incelenmekte olduğu için hükmü kesinleşmeyen em. Org. İlker Başbuğ durur mu? O da aynı taleblerde bulunmuş.. Başbakan Erdoğan’ın kendisinin tutuklanmasına karşı çıkan beyanlarını da delil göstererek..
*
Bu gelişmeler olurken, Genelkurmay Başkanlığı da 2 Ocak günü, Balyoz ve Ergenekon gibi, TSK mensuplarının yargılandığı dâvâlar hakkında Ankara C.Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunmuş.. Suç duyurusunda, "TSK'nın muvazzaf ve emekli personelinin yargılandığı dâvâlarda, TSK'yı hedef alacak şekilde suç delilleri üretildiği, dâvâlarda görev yapan adlî kolluk, savcı ve hâkimlerin yargılamada savunmanın görüşlerini dikkate almadığı, suç delillerini manipüle ettiği" gibi suçlamalar yer veriliyordu.
Tabiatiyle, bu ihtimalleri reddetmek mümkün değildir. Ama, son yarımyüzyılda dört askerî darbe, bir o kadar da başarıya ulaşamamış askerî darbe teşebbüsüne âlet edilen TSK’nın çok mâsum bir geçmişinin olmadığı da unutularak, bu konuda bir değerlendirme yapmanın ne kadar sağlıklı olacağı, bir ayrı konudur.
Yine de, birkaç yıl öncesine kadar Genelkurmay’ın ünlü brifingleriyle hukuka yön veren TSK gibi kurumların başvuruları, henüz kesin hükme bağlanmamış, yani Yargıtay tasdikinden, onamasından geçmemiş olan dâvâların seyrinde bir etki meydana getirebilir. Ama, Yargıtay tarafından cezaları onanmış Balyoz Dâvâsı vs. hükümlüleri için iade-i muhakeme/ yargılamanın yenilenmesi yolunun açılması, o kesinleşen hükmü değiştirecek derecede etkili yeni bilgi, belge, tanık veya kanıtların, delillerin ortaya çıkmasına bağlıdır ki, bunun gerçekleşmesi de o kadar kolay değildir. Ama, yine de, HSYK (Hâkimler- Savcılar Yüksek Kurulu) gibi kuruluşların bile, bir Adlî Kolluk Yönetmeliği’ni, yani bir kararnameyi bile, üstelik hakları ve yetkileri olmadığı halde, kanunlara da değil, anayasaya bile aykırı diye nitelemeleri, en yüksek yargıçların bile grup taassubuyla hareket ettiklerinde ne kadar hukuk dışı izahlara savrulup, nasıl hareket edebildiklerine ve kararlarını nasıl oluşturduklarına ilginç bir örnektir.
*
’Paralel Devlet'i bu değilse, başka nedir ki?
Derken…
Miladî- 2013 yılının son günü, internetlere bir itiraf ve ihbar metni düştü..
*
Kısaca ’Cemaat' diye anılan yapılanmanın içinden ve ’üst yöneticilerinden olduğunu’ iddia eden bir kişi, yazdığı ihbar mektubunda devlet içindeki paralel yapılanma hakkında çarpıcı bilgiler verip, Danıştay ve Yargıtay sınavlarında yapılan usulsüzlükleri anlatıyordu. Ki, verdiği bilgilere bakıldığında, onu yazanın sıradan birisi olmadığı, bu yapılanmanın içindeki en ince teferruata kadar bilgi sahibi olduğu anlaşılıyor.
Bu, ’içerden birisi’nin itirafları dikkatlice okunduğunda.. Hayret etmeye gerek yok, ilginç ve başarılı bir metod geliştirildiği görülür. Çünkü, kanunlar, nelerin yapılacağını değil, nelerip yapılamıyacağını düzenler ve böyle olunca da, sadece Türkiye’de değil, dünyadaki hemen bütün itiqadî, ideolojik, siyasî, kültürel, hattâ sportif yapılanmalar da çalışmalarını, kanunların yasaklamadığı bir alanda, kendilerine özgü bir hareket alanı açıp, o alanı ve muhatab kitleyi korumak ve geliştirmek için kendine özgü bir takım dil, terim, işaret, slogan ve semboller geliştirdikleri bilinen bir konudur. Bu gibi çalışmaları hâlen de her grup kendi uslûbuna ve meşrebine göre yapmaktadır zâten.. Bu hususta her inanç grubundan, her ideolojik ve meslekî grupdan grup çalışmaları zikredilebilir. Mason locaları, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, PKK, KCK, vs. adı altında çalışan dernek veya örgütlerin çalışma metodlarının şimdilerde, başka gruplarca da benimsendiği görülmektedir. Buna bir takım tarikat çalışmalarında da özel semboller ve şifreli isimlerin kullanıldığı gerçeği de eklenebilir.
*
Şimdi ’Cemaat’ denilen hareketin içinden birisine aid olduğu kuvvetle muhtemel ve bir itiraf gibi yapılanmanın özetine geçebiliriz.
İşte, o itiraf mektubunun geniş bir özeti..
'Bu mektubu çok zor şartlar altında yazdım.
Merhaba sevgili ülkem,
Ergenekon zihniyetinin tasfiye sürecinde olağanüstü bir hiyerarşinin var olduğu cemaat içerisinde bulunmuş birisi olarak, bu yapıyı deşifre edeceğim. Eminim benim gibi düşünen birçok cemaat üyesi vardır ve bu yapıyı deşifre etmek istiyordur. Biz cemaatin Ergenekon vb. zihniyetleri bertaraf etmesi için hizmet ettik, gece-gündüz demeksizin koştuk, koşturduk.
Ne yazık ki bugün çok iyi görüyoruz ki, cemaat, Ergenekon tipi yapılanmaları tasfiye etmemiş, görev değişiminde bulunmuştur. (…)
Kendimi ihbar ediyorum. Öğrencilerim oldu, gayri ahlaki yöntemlerle devlet içerisine sızan, sızdıran kişiler oldu. Bu ülkede büyük bir paralel devlet yapılanması vardır. (…) Benim payıma düşen kısmı açıklıyorum.
Her ülkede olduğu gibi Türkiye'nin de başında bir imam vardır.
Türkiye yedi bölgeye bölünmüştür. Her bölgenin başında da yine bir imam vardır.
İç Anadolu Bölgesinden örnekler vererek bu paralel yapılanmanın köklerini açıklayalım.
Başındaki imamla beraber İç Anadolu Bölgesinden örnekler bir eğitim danışmanı bulunmaktadır. İmam daha çok işin finansal ayağını oluşturan esnaf sisteminin uygulanmasını sağlar, kısmen de olsa paralel yapıyı oluşturan talebe kısmından sorumludur. Paralel yapının temelini oluşturan talebe kısmının başında eğitim danışmanı bulunmaktadır. (...)
Cemaatin finans, yani esnaf boyutu:
İç Anadolu bölgesi 23-24 ilden oluşur. Üstte, İç Anadolu imamı, altında 23-24 ilin imamları. İller, büyük iller ve küçük iller olarak ikiye ayrılır. Büyük illerde illerin altında en az iki olmak üzere eyaletler olur. Her eyaletin en az üç büyük bölgesi olur. Büyük bölgeler ise en az üç küçük bölgeden oluşur. İl imamı - eyalet imamı - büyük bölge imamı - küçük bölge imamı.
İmamlar işin para kısmından ve maddi anlamda her şeyden sorumludurlar. Küçük bölgelerin parası büyük bölgenin muhasebecisinde toplanır. Her büyük bölgenin bir muhasebecisi, her eyaletin bir muhasebecisi, her ilin bir muhasebecisi... Yapı yukarı doğru bu şekilde sıralanır. Alt- üst ilişkisi askerî bir hiyerarşiden daha sistemlidir. Ayrıca toplanan paralar için hiçbir zaman bir esnafa makbuz verilmez.
(…) Her büyük bölgenin bir gazete mesulü bulunmaktadır. Mesulün görevi, mütevelli esnaflar üzerinden gazeteye abone bulmak ve abonelerin takibini yapmaktır. Her mütevellinin gazete hedefi vardır. (…) Abonelikler yıllık yapılır, çoklukla kredi kartıyla yapılan bu abonelikleri iptal etmek de mümkün değildir. (…)
Lise mesullüğü:
Burada amaç Türk Silahları Kuvvetlerine ve Polis Akademisine hazırladıkları öğrencileri göndermektir. Türk Silahlı Kuvvetlerinde her komutanlık kod isimlerle şifrelenmiştir. Deniz Kuvvetleri: Dursun Bey, Hava Kuvvetleri: Hüseyin Bey, Jandarma: Cüneyt Bey, Kara Kuvvetleri: Kürşat Bey. Polis Akademisi ise (pa) kod adıyla geçer.
Bu kısımda lise son sınıfta ya da yeni mezun olmuş kişilerle ilgilenilir. Yetiştirilen öğrencilerin en az iki üç yıl hizmet geçmişinin olması gerekmektedir. Tam beşlik şakirt olmadan öğrenci bu sınavları kazanamaz. Herhangi bir zaafiyet gösterirse süreç içerisinde elenir, kendisiyle ilgilenilmiş gibi gösterilir, ancak sınav aşamasında ve sonrasında herhangi bir şey yapılmaz. Daha önce Fetih okutulurdu (Fetih okutmak demek; sınavda çıkacak soruların öğrencilere okutulup ezberletilmesi demektir). Kopya skandallarından sonra Fetih okutma işlemi ÖSYM'de bulunan Bilgi-İşlem birimindeki paralel devlet elemanları tarafından bir yol bulunarak (kodlama şeması vb. gibi) sınavlarda öğrencilerin yüksek puan alması sağlandı. (…)
İlköğretim mesullüğü:
Cemaatin en önem verdiği mesullüğün başında gelir. Öğrencinin cemaatsel her türlü donanıma sahip olması için ne gerekiyorsa yapılır. Öğrenci ile abi arasında müthiş bir bağ kurulmaya çalışılır. İlk öğretim öğrencisi için abisi onun her şeyi olmalıdır, hatta anne-babasına abi diye seslenen çocuklar olmuştur. (…)
Hangi kurumun, hangi birimin ne kadar elemana ihtiyacı varsa, şakirtlik derecesine göre öğrenciler buralara yönlendirilir ve sonraki aşamalarda da göreve gelinceye kadar gereken aşamalar ayarlanır. Örneğin; konsolosluk elemanı alacaktır, devreye hemen konsolosluk birimi girer, İç Anadolu mesulüne söyler o da mezun toplantısında her ile düşen kadro sayısını söyler ve bu kadrolara yerleştirilecek elemanlar belirlenir. Milli İstihbarat Teşkilatı için istenilen kişinin tam beşlik şakirt olması gerekmektedir. İletişimle ilgili oluşturulmuş birimler mevcuttur. Bu birimlerin açtıkları evler vardır, iletişim mezunu olan öğrenciler bu birimdeki kişilerle görüştürülür ve kabul edilirlerse evlere alınır. Evlere alınan bu kişiler bir iki yıl maddi manevi anlamda şakirtlik programından geçirilir. Kaymakamlık, Sayıştay, Maliye Bakanlığı, Gümrük Muhafaza Müdürlüğü... Aklınıza kadroyla ilgili ne kadar kurum gelirse, bütün kadro ihtiyacı bu evlerde kalan kişilerle giderilir. Bu evlerde kalan kişinin meslek sahibi olmaması imkansızdır. Öyle ya da böyle mutlaka bir kuruma yerleştirilir.
TSK (lise mesullüğü kısmındaki kodlar burada da geçerlidir. Kürşat Bey, Cüneyt Bey, Temel (önlisans astsubay), Kasım (kara astsubay) Hüseyin, Dursun vs.) gibi kod isimler kullanılır. Önlisans ve lisans mezunlarının alımlarıyla ilgili işlemi yine mezun mesulleri yapar. Mezun mesulleriyle ilgili TSK alımları Doktora-Master olarak kodlanmıştır. TSK alımları için hazırlanan elemanlara Doktora-Master denmektedir. TSK ve Polis Akademisi için hazırlanan ve yönlendirilen kişiler genellikle bölgede vazife yapan kişiler içerisinden seçilir. Seçilen kişilerin önce TC kimlik numarası verilir. TC kimlik numarası ile yapılan güvenlik ve istihbarat araştırması sonucunda kişinin kuruma girip giremeyeceğine karar verilir ve ondan sonra hazırlık aşamasına geçilir. Her sınavda olduğu gibi buralarda da gerektiği durumlarda devreye girilir ve yüksek puan alınması sağlanır.
Adliye için Hakim ve Savcı (hakim ve savcının kod ismi Hasan Bey'dir) dışındaki bütün personel ihtiyacı yine mezun mesulü üzerinden karşılanır. Zabıt katibi, infaz koruma memuru, mübaşir, şoför, kaloriferci, sosyolog, psikolog, öğretmen, cezaevi idare memuru, hizmetli dahil bütün ihtiyaçlar buradan karşılanır. Zabıt katibinin kodu erkeklerde Zekai Bey, bayanlarda ise Zekiye Hanım'dır. Mübaşirin kodu Beşir Bey, infaz koruma memurunun kodu ise Nafiz Bey'dir.
Adliye birimi diye oluşturulan bir yapı mevcuttur. Bu yapıda diğer yapılarla aynı hiyeraşik benzerlik göstermektedir. (…)Hakim ve savcılar sürekli takip altındadır. (…) İlin talebe mesulünün altında, büyük illerde eyalet mesulleri, küçük illerde ise sadece bir il talebe mesulü bulunur. Her mesulün altında grup abileri bulunur. Grup abileri adliyede çalışan zabıt katipleri ya da icra müdürleridir. Ankara ilinde Danıştay ve Yargıtay çalışanları da grup abiliği yapmaktadır. Her grup abisinin sorumlu olduğu altı yedi öğrenci vardır. Öğrenciler şakirtlik derecelerine göre gruplandırılırlar. (…)
Danıştay ve Yargıtay'da yapılan sınavlarda Fetih okutma işlemi yapılırken Adliyelerde bu mümkün değildir. Bir önceki Danıştay ve Yargıtay sınavlarında adaylara boş kağıtlar imzalatıldı ve sınav komisyonu tarafından hazırlanan yazılması imkansız metinler boş kağıtlara paralel uzantılar tarafından dolduruldu ve kendi istedikleri kişilerin yerleştirilmesi sağlandı.
Hasan Bey olarak kodlanan hakimlik ve savcılık birimi en gizli birimlerden birisidir. Hukuk okuyan kişiler mezuniyet sonrası özel cemaat evlerinde kalıp hakimlik savcılık için ilk basamağı geçmiş olurlar.
Birimler hakkında önemli bilgiler
- Lise, ilköğretim ve mezun mesullüğü için TC kimlik numarasını önceden verip kişinin potaya girmesini sağlamak önemlidir.
- Bu üç mesullüğün görev alanında olan öğrencinin annesinin başı Anadolu usulü kapalıysa sorun yoktur, ancak türban şeklinde bağlıysa ya açtırılıp, ya da Anadolu usulü kapatılıp fotoğraf çektirilir ve TC kimliği çekilen fotoğrafla değiştirilir.
- Öğrenci kazandıktan sonra ailesi sıkıntı yaparsa ailesinden gizli görüşülür.
- Öğrenci kazandıktan sonra, kendisini hazırlayan abisi ya da başka bir abi belirlenerek takip edilir. TSK ya da Polis Akademisinde okuyan öğrenciyle her hafta görüşülür. Öğrenci başka bir şehirdeyse ilgili abisi her hafta, ya da iki haftada bir öğrenicinin olduğu şehre gidip, önceden belirlenmiş esnaf evinde altı yedi saat manevi bir programla vakit geçirir. Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri özellikle İzmir, Balıkesir, İstanbul ve Ankara seferleri yapan otobüslere bakın, kot ya da keten pantolon giyen, spor giyimli gözcü şakirt abilerle mutlaka karşılaşırsınız. Şehir dışına çıkan abinin bütün yol masrafı ve diğer giderleri öğrenciyi hazırlayan bölge tarafından karşılanır. Okul bitene kadar bu işlem böyle devam eder. Her bölgenin doktoru vardır. (…)
- Öğrenciler okulu bitirdikten sonra birimlere devredilir (Birimler Emniyet ve TSK birimleridir. Bu özel birimlerdeki kişiler hücre yapılanmasına aldıkları TSK ve Emniyet personellerini tek kişi ya da iki, üç kişilik guruplarla takip ederler. Birimlerin abileri bölgelerde uzun yıllar görev yapmış cemaat mensupları içerisinden seçilir. Birime giren herkes ya bir dershanede ya da bir devlet kurumunda çalışıyordur. Dershanelerin kapanması bu yüzden de büyük sıkıntı oluşturacaktır. Dershane bu örgütün can damarını oluşturmaktadır. Cemaatin insan kaynağı dershanelerden karşılanır.
- Öğrenci ibadetini imâ ile yapar. Okurken de göreve başladığında da imâ yoluyla ibadet eder. Abdest teyemmüm ile alınır, toprak yoksa duvar kullanılarak teyemmüm yapılır. Namaz için üç nokta seçilir ve üç noktaya bakarak kılınır. Uyurken, derste otururken, ya da kitap okurken kıbleye dönmüş şekilde üç ayrı nokta seçer ve ibadetini bu şekilde noktaları takip ederek kıyam, rüku ve secde şeklinde gerçekleştirmiş olur.
Öğrenci okulu bitirdikten sonra yeterli donanıma sahip değilse birim tarafından kabul edilmez. (…)
Hizmet ya da paralel devlet dediğimiz yapılanma içerisinde bölgesinden birimlerine kadar herkes müstear isim kullanır. Herkesin bir kod ismi vardır. Kod isim kullanan her abinin kendi üstüne kayıtlı olmayan bir telefonu vardır.Ülkemin tertemiz insanları adınıza kayıtlı kullanılan başka hat var (…)
Üniversite mezun mesullüğü:
Bu mesullüğün temel amacı hizmet evlerine yeni kişiler kazandırmaktır. Cemaat evlerinde kalan kişiler okullarındaki kişileri evlerine yemeğe davet edip farklı aktiviteler gerçekleştirip cemaati sevdirmeye çalışırlar. Kimi zaman bu yurt içi gezileri olarak da kendisini gösterir. Bu mesullüğün farklı bir boyutu da cemaat evlerinde kalan kişilerden kendi sınıflarında okuyan kişiler hakkında toplanan istihbarattır. Her üniversite mesulünün elinde bütün üniversite listesi bulunur. İsim isim kiminle ilgilenilebilir kiminle ilgilenilemez, her boyutuyla araştırılması yapılır. Kim ülkücüdür, kim solcudur, kim ak partilidir, kim hangi cemaate mensuptur. Havuzda toplanan bu bilgileri Milli İstihbarat Teşkilatı bile toplayamaz.
Karşımızda, olağanüstü bir sistemle oluşturulmuş devasa bir örgüt bulunmaktadır. Bu süreçte sanırım herkes bunu çok derinden hissetti ve yaşadı. Bu örgüt eğitimde ve bürokraside dünyanın en geniş ağına sahip bir örgüttür. Bugün artık paralel devlet demek yanlış olur, devletin en stratejik yerlerinde var olup devletten daha büyük bir devlet haline gelmiştir. Unutmayalım ki her dörtlük ve beşlik cemaat mensubu aynı zamanda bir fişleme ustasıdır. Yazacaklarımın ardı arkası kesilmeyecekmiş gibi, yazdıkça büyük tablo daha net olarak ortaya çıkıyor. Son olarak şunu belirtmeliyim ki; cemaatin başka cemaatlere de tahammülü yoktur. Cemaat her yerde olmak, her yeri virüs gibi kaplamak istiyor. Cemaat tek egemenliğin kendisinde olmasını istiyor. Başka cemaatlere mensup kişiler 6 derecesi ile kodlanmıştır. Çoğu zaman, 6 demek devlet memuru olamamak anlamına gelmektedir.
Diğer bütün mesullüklerde sistem aynı şekilde işlemektedir. Sistemin uygulanış biçimi farklı olabilir, ancak her şey bu temel esaslara göre dizayn edilmektedir.'
*
Bu gibi çalışmaları, ancak darbeci güçler yapardı, eskiden..
Evet, bu geniş özetten çıkan tablo, buraya eleştirilmek veya bir tehlikeye işaret edilmek için alınmıyor. Tersine, nasıl dikkatlice çalışıldığına bir örnek olması açısından aktarılıyor. Ve burada anlatılanların geniş çapta böyle olduğu zâten biliniyor veya tahmin ediliyordu. Çünkü, -eski deyimle-,efradını câmi, ağyarını mânî’ (benzerlerini bir arada toplayan, farklı olanları ayrıştırıp engelleşen) bu çalışma tarzının gereği olarak, hele de, bu cemaat yapılanmasının dışında kalan nice müslüman kişi ve grupların yabancı sayılıp dışlandığı, acımasızca harcandığı, yıpratıldığı, lekelendiği, birçok yerlerden kaçırıldığı ve bu yapılırken, hattâ, kemalist-laik kesimlerle iyi ilişkiler kurulmasına rağmen, namazında-niyazında olanların kaçırılmasının temin edildiği, yıllardan beri biliniyordu.
Böylesi çok yönlü bir sosyal yapılanmanın, başta ülkelerin yönetim sistemi olmak üzere, ciddî bir tehdid oluşturma ihtimali de tabiî karşılanmalıdır.
Nitekim, yeni İçişleri Bakanı Efkan Âlâ da 30 Aralık günü TRT-1’de yaptığı açıklamada -özetle- şöyle diyordu: Devlette yüzde 1’lik, 2’lik kısım enfekte ediyor, zarar verme kapasiteleri yükseliyor. Daha çok karmaşık ilişkilerin olduğu kesin. Ama yüzdesi o kadardır. Öyle insanların zihninde olduğu kadar, Türkiye devletine kafa tutacak büyük bir yapıya fırsat verilemez zaten. Sorun ciddi. Şunu kabul edelim, kendi seviyelerinde zekice bir tezgâh. Organize suç olsun diye kendisi organize ediyor.
(…) Güneyde bir ilimizde vali başta olmak üzere bütün partiler, o ilimizde AK Parti, CHP, BDP, diğerleri başa baş bir mücadele yürütülüyor. 6 ay boyunca devlet içerisinde bir çete tamamını dinliyor. Emniyet müdürünü dinliyor, hâkimleri dinliyor ve bunu da hâkim kararıyla yapıyor. Ne münasebetle dinleyebilir? Bunu seçimler arefesinde kullanmak üzere yapıyor. Kendi ittifaklarıyla siyasete dizayn vermek için. (…)
Türkiye’nin bu cerahatten kurtulması lazım. (…) Bize düşen bunları örtbas etmek değil, etmeyiz de zaten. Bu yanlışların garanti olmadığı düzeni henüz kurmadık. Böyle bir yapıda seyredelim mi? Bir suç çetesi haline gelmişse, o meseleler tespit edilip gereği yapılıyor. Zarar verme kapatisesini ortaya koymuş olan bu örgütlü çeteleşmenin gereği yapılacaktır.
‘Yargı hiçbir şeyi yanlış yapmamış, her şeyi doğru yapmış, siyaset de durup dururken oraya müdahale etmiş, (…), öyle mi?
Siz bir kriminal olayı, bir yolsuzluk veya başka bir şeyi siyasî bir projeye dönüştürüyorsunuz. Arkasından da hiç kimse size dokunmasın. Ne yapalım o zaman? Böyle yolumuza devam edemeyiz. (…) Bir kısmı uluslararası bir takım faaliyetler içindedir. Onların gereğini yapmak devletin boynunun borcu. Bir takım uluslararası organizasyonlarla da irtibat içinde olan yapılar. (…) Böyle bir sistemi devam ettirmenin imkanı yok.’
*
Evet, çok yönlü iç ve dış merkezli büyük bir oyun.. Bu ‘cemaat’ denilen hareketin bu oyunların içindeki yerinin açıkça ortaya konulması ayrı bir mes’ele.. Ama, en başta, F. G.’nin Pensilwania’da oturup, oradan ve etrafındaki danışmanlarıyla birlikte, dünya çapında bir örgütlenme ve yapılanmayı idare etmeye çalışırken, yanında kimlerin olduğunun ipuçları da ortaya çıkmıyor mu?
Hele de emperyalist dünyanın medya kuruluşları günlerdir, Tayyîb Erdoğan’ı ateş hedefine koymuş değiller midir; tıpkı Gezi Hadiseleri sırasında olduğu gibi.. Ve, ‘o zaman olmadı, bu sefer olmalı, olabilir..’ ümidiyle..

Yabancıların yüreği Türkiye için niye bu kadar yanıyor?
Özellikle, etkili ingiliz dergisi The Economist'te 3 Ocak günü yer alan iki yorum, bu açıdan dikkat çekiciydi..
Bu yorumlardan birisinde, herhalde, ‘Zamâne’ taifesini mesrûr edecek bir şekilde, ‘Erdoğan’ın destekçilerine ihanet ettiği’ bile iddia edilebiliyor; ‘Erdoğan’ın, kendi kaderini ülkenin kaderiyle karıştırmaya başladığı, polis ve yargı mensubları üzerinde kaba kuvvet kullanmaya başladığı’ yazılıyor ve "Gülen inkar etse de birçok kişi yolsuzluk soruşturmalarının AK Parti ve liderine bir meydan okuma olduğunu düşünüyor. Ancak bu Erdoğan'ı aklamıyor. Eğer partisi yolsuzluk yapıyorsa, bu hukukun sadece ihlali değil aynı zamanda AK Parti hükümetinin kirli laik hükümetlerden daha iyi olmasını bekleyen dindar destekçilere ihanet anlamına geliyor.’ deniliyordu.
Yazı şöyle sona eriyordu: "Ancak bugün AK Parti'nin çöküşüne feryad u figan edenler uzun uzun düşünmeli. CHP hâlâ zayıf ve bölünmüş durumda. Kimse partinin ve liderlerinin neyi temsil ettiğini bilmiyor. Sağcı Milliyetçi Hareket Partisi daha da beter. Ülkenin kürtleri şüphesiz AK Parti'nin iktidarda kalmasını isteyecektir çünkü tüm hatalarına karşın Erdoğan Abdullah Öcalan'la açıkça görüşen ilk türk lider. Türkler bir dahaki seçimlerde muhtemelen kötünün iyisini seçmek zorunda kalacaklar. Bunun AK Parti olması hâlâ çok muhtemel."
Bu açıdan bakıldığında, Cemaat’in veya başka bir takım odakların‚ ’devlet içinde devlet’ , ya da, ’paralel devlet’ gibi yapılanmalara yöneldiklerinden daha da tehlikeli olan, birtakım emperyalist odakların da, hemen devreye girmeye kalkışması ve üstelik de, bunun, B. Amerika’da özel koruma altında olduğu söylenen ve bazı hassas istihbarat kadrolarıyla irtibatını kendi beyanlarıyla da ortaya koymuş olan bir kişi aracılığıyla şekilleniyor gibi bir görüntünün ortaya çıkması..
*
Bütün bunlardan sonra, kendimize tekrar soralım: Bu konuları sukûnetle değerlendirmek için hazır mıyız?
 

Ahter

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2009
Mesajlar
5,252
Tepkime puanı
186
Puanları
0
Konum
antalya
Son ''mektub'' olayı ile gündeme gelen Fehmi Koru, mektubdan sonra The Cemaatın operasyonlara devam ettiğini görünce şunları yazmış: ''
Kuşkum, hükümet sözcülerinin ağzına ‘paralel devlet’ olarak yerleşmiş, varlığını 17 Aralık’tan bu yana birkaç kez belli etmiş yapılaşmanın mantıkla açıklanması imkânsız davranışlarıyla ilgili: Acaba bildiğimiz Câmia içerisinde başına buyruk başka bir Câmia mı var? Uzatıldığını işitir işitmez dostluk elini havada bırakmak için harekete geçenler o ‘paralel yapı’dan olmasın?
Şimdilik sadece dar bir çevrenin paylaştığı bir kuşku bu; ama dikkatle üzerinde durulması gereken bir kuşku...''

Duyarlı Müslümanlar , herkesin gözü önünde olan gelişmelerden büyük üzüntü duyup, bunu tüm cemaata indirgememek özellikle hocaefendi nin bundan habersiz olduğunu, cemaat içi ayrı bir yapılanmanın bu işleri yaptığını ifade ediyorlar..Fehmi Koruda bu görüşte...Bendeniz bu görüşün,( cemaatın saf insanları hariç tutulmak kaydıyla ) yanlış olduğun a inanıyorum...Pensilvanyada oturan kişinin butün icranın başında olduğunu görmek için derin tahlillere ihtiyaç yok kanısındayım..Oradan Tvlerle tüm dünyaya yansıyan görüşleri, hocanın kaset, vieo olaylarıda dahil, bütün operasyondan haberdar olduğu, hatta kendisine danışılmadan bir icraya girilmediği gün gibi aşıkar...Ama bazı yazarlar bu durumu bildiği halde depremin şiddetini azaltmak veya başka sebeblerden dolayı(evladı iyal gibi) bunu açıkça söylemedikleri görüşündeyim...The cemaatın (The eki, cemaat içindeki saf insanları ayırmak için kullanılıyor) Türkiye için çok tehlikeli ilişkileri olduğunu, birinci ergenekondan daha tehlikeli olduğunu ifade edebilirim..
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
Geliniz, Gündem Kazanına Bir Kepçe Daldıralım..

İç ve dış siyasette ve dünya ülke içi ve dünyadaki gelişmeler o kadar süratli geçiyor ki.. Herbirisine değinmek mümkün olmuyor.. Değinmeden geçmek de, geleceğe ışık tutulması açısından bir noksanlık oluşturabilir..


Bu bakımdan bu yoğun gündeme, bir kepçe daldıralım, bakalım; karşımıza ne çıkıyor:


*


’Mene, tekel, ufarsin..’


Zaman'dan A. Turan Alkan, 1 Ocak günü, 'Köy yanar, deli taranır..’ başlığıyla bir yazı kaleme almıştı. Alkan, Hükûmet’i eleştirirken, kendince değerlendirmeler yapıyor; ’Görünen o ki hükûmetin şu günlerde “dürbünî nazar”la, yani basiretle uzağı görücü tahliller yapacak hali yok..’ diyordu. Buna kimse bir şey diyemez, elbette..


Ama, sonra sözü öyle bir noktaya getiriyordu ki, izahını okuyucuya bırakalım.


Alkan, ’Ne söylenirse söylensin herkes fıtratının hükmünü icrâ edecektir; tarihin huzurunda herkes tartıya çıkar neticede..’ dedikten sonra sözünü şöyle noktalıyordu:


’Babil kralı Belşassar (Baltazar diye bilinir), bir ziyafet esnasında salonun duvarına gövdesiz bir elin “Mene, tekel, ufarsin” kelimelerini yazdığını görür ve mânâsını öğrenmek için Danyal Peygamber’i çağırtır. Danyal Peygamber’in yorumu şöyledir: “Mene: Sayılı günleriniz sona erdi, Tekel: terazide tartıldınız ve eksik bulundunuz...”


Üçüncü kelimeye elim elvermiyor: Hafazanallah!’


*


Bu yazı üzerine, Ahmet Taşgetiren 2 Ocak günü, Star’da şöyle diyordu, özetle:


(…) Hedef Tayyip Erdoğan. Ne diyor Alkan? “Sonun Belşatsar gibi olur” diyor. Bu bir Yahudi efsanesi. “Elinin el vermediği üçüncü kelime”nin ne anlama geldiğini, gelin o efsanenin Tevrat’a yansıyan bölümünden okuyalım:


“Kral Nebukadnezar (Süleyman’ın mabedini yıkan Babil Kralı) ölmüş ve oğlu Belşatzar kral olmuştur. Yeni Kral bir ziyafet verir. Süleyman’ın mabedinden getirilen kutsal kase, kap ve malzemeler bu ziyafette kullanılır. Misafirlere bu kaplarla şarap ikram edilir. Şarap içilirken bir adam parmağı görünür; parmak hareket ederek duvara bir yazı yazar. Kral o kadar korkmuştur ki bacakları titremeye başlar ama duvarda yazılanı da okuyamaz ve ‘Bu yazıyı okuyup ne anlama geldiğini söyleyene hediyeler vereceğim’ der.


“Kralın tüm bilge adamları duvara yazılanı okuyamaz. Bunun üzerine Nebukadnazer’ın rüyalarını yorumlayan Hz. Daniel’i çağrılır. Daniel krala duvardaki yazı için şunları söyler: Şimdi sen, Nebukadnezar’ın oğlu, Allah’a karşı geldin. Kutsal kapları mabetten aldın; onlarla şarap içtin; altın, gümüş, tunç, demir, tahta ve taştan, görmeyen, duymayan ve hiçbir bilgisi olmayan putlar yaptın. Ve hayatını elleri içinde bulunduran yüce Allah’a hiçbir şey vermedin. Bunun için de duvara şunlar yazıldı: Mene, tekel, ufarsin. ‘Mene, Allah’ın emriyle krallığın sona erdi. Tekel, terazide tartıldın ve eksik bulundun. Ufarsin ise krallığın bölündü ve yarısı Medlere yarısı Perslere verildi.”


Neymiş üçüncü kelime “Ufarsin”in anlamı, ülkenin bölünmesi ve yarısının Perslere ve Medler’e verilmesiymiş.


Bu efsanenin bir ilavesi daha vardır: Kral Belşatsar o gece öldürülür.


Ve ilginçtir, Sovyet ihtilalinde Lenin’in adamları, Çar’ı öldürürler ve sarayın duvarına “Kral Belşatsar kendi köleleri tarafından öldürüldü” ifadesini yazarlar.


Ahmet Turan Alkan’ın “üçüncü kelime” ötesinde Belşatsar’ın akıbetine ilişkin bilgi de hatırından geçmiş midir bilmem. Ama, Tayyip Erdoğan düşmanlığını böyle Yahudi efsanelerinden ve intikamcılığından yola çıkan yorumlara götürmesi ibret-i alemdir.


29 Aralık tarihli Zaman’daki Abdullah Aymaz yazısında da örtülü biçimde “Tebbet okunması” tavsiyesinde bulunulduğuna şahit olunca, gerçekten bu öfke ve öfkenin sarıp sarmalandığı beddua çığırı karşısında şaşırıp kalıyorum. (…) “Tebbet” Kur’an’dan bir kelime ve “Eli kurusun” anlamına geliyor, bu hitap Kur’an’da “Ebu Leheb”e yöneltiliyor. Ebu Leheb ise, o dönemde Hazreti Peygamber’e en acımasız düşmanlığı yapan bir kişi.


Ne oluyor şimdi, Başbakan’a böyle bir hitapta bulunmak mı tavsiye ediliyor? (…)’


*


Taşgetiren’in bu yazısından sonra, Alkan, 8 Ocak günü, ’Terbiye dairesinde zaruri bir açıklama’ başlığı altında bir açıklama yapıyor ve şöyle diyordu, özetle:


(…) On gün öncesine kadar “Ağabey” diye hitâb ettiğimiz, zevahiri halîm bir insan. (…) Bu kişi, bir süre önce, “Köy yanar deli taranır” başlıklı yazımın son paragrafını diline dolayarak (…) beni, “Tayyip Erdoğan düşmanı” olmak, “Yahudi efsanelerinden ve intikamcılığından yola çıkan yorumlara” yer vermekle itham etti. Bu ithamı küçük bir kurnazlığa dayanıyor. Alıntıda mânâsını bilerek vermediğim “ufarsin” kelimesi “ülken, hükümranlığın bölündü” anlamına geliyor. Mezkûr kişi ise, paragrafın, iktibas etmediğim bölümünü okuyarak, “Başbakan’ın ölmesini temenni etti” mânâsını imâ etti (…)


Aynı gazetenin bir başka yazarı, bu yorumu çok elverişli bulmuş olmalı ki, “Sana ne oldu hoca, nasıl böylesine vahşi, pervasız ve gözü dönmüş bir varlık haline geldin” diyerek konuya dahil oldu;(…) Son olarak müstear isim ve resimle yazan bir internet yazarı, yağmur duasına çıkar gibi ölüm duasına çıktığımı ileri sürdü.


Takdir edersiniz ki bu ibareler eleştiri sınırını aşıyor; hedef gösterme ve tahrik mânâsına geliyor. (…) Yazdıklarım ortada. (…) Son olaylar esnasında gazetemin tutumunu genel istikameti itibarıyla doğru bulduğum için ayrıca vicdanen müsterihim. (…) bugün yazdıklarımdan yarın da utanç duymayacağıma inanıyorum. (…)’


*


Evet, şimdi, bu yazılanlara bakıldığında, konunun Taşgetiren ve başkalarıyla Alkan arasındaki basit bir kalem mücadelesi olmadığı anlaşılabilir. Alkan, Gezi Hadiseleri sırasında yazdıklarında da, Hükûmet aleyhine yazabilmek için, ilginç aykırı yorumlar kaleme almıştı; şimdi de onu aynı çizgisini sürdürüyor.


*


Geçmişte, siyasî iktidara karşı dile getirdiği, ’size destek veren bir cemaat veya hareketin sizden elbette talebleri olacaktır.’ gibi satırlarıyla da dikkati çeken Ali Bulaç’ın, 11 Ocak günü Zaman’da‚ ’Allah’a şirk ve devlete şerik’ başlığı altında yazdıkları da ilginçti..


Bulaç, ’(....) Modern devlet, tarihi ve felsefi serüveni dolayısıyla Tanrı’ya meydan okumaktadır, yüce Allah kendine şerik (ortak) kabul etmediği gibi kendisi de şerik kabul etmez. (...) Devlet gerektiğinde gücünü gösterir, rakiplerini siyaseten katl ile tasfiye eder. Devlet, siyaset ve iktidarı kendi kelamî ve fıkhî mirasınızla sorgulamadan kabul ettiğinizde Allah için yakıştıramadığınız şenî’ bir sıfatı devlete de yakıştıramazsınız.


(...) Üçüncü nesil İslamcıları, şerik tanımayan modern iktidar tuzağına “güçleninceye kadar laik düzende İslamî olmayan mevzuata göre yönetme” fikri düşürdü. Uzak İslamî ideal için yakın gayr-i İslamî mevzuata göre iş görme ruhsatı Müslüman’ı canavarlaştırır. Doğrusu şudur: Allah şerik kabul etmez, devletin ise toplumsal gruplar sayısınca şeriki vardır. Meşru bir hedefe meşru yollardan gidilir.’ diyordu.


*


Yeni Şafak’ta 10 Ocak günü ‘Biz böyle anlamamıştık..’ başlığıyla yayınlanan yazısında, Hilal Kaplan da F. Gülen’in geçmiş yıllardaki konuşmalarından bir bölümü aktarıyordu:


'Arkadaşlarımızın mevcudiyeti İslâm'ın geleceği adına bu işin garantisidir yani. Bu açıdan Adliye'de, Mülkiye'de veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdî mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. İstikbâle yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin. Hâlâ bu sistem devam ediyor. Bu sistem içinde arkadaşlarımız istikbâle yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını bilmeleri, keşfetmeleri, aşmaları lazım.


(...) İster Mülkiye'de çalışan arkadaşlarımız olsun, ister Adliye'de çalışan arkadaşlarımız olsun, herkes için söz konusudur bu. Müslümanların belli bir noktaya ve kıvama gelecekleri ana kadar bu şekilde hizmete devam etmeleri şarttır. Erken huruç diyeceğim çıkışlar yaparlarsa, dünya Cezayir'deki gibi başlarını ezer. Zayiata meydan verilmemeli. Bu açıdan bizim ister o dairede ister diğer dairede arkadaşlarımızı korunması çok önemlidir. (...)


Anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekmeden her adım erken. Kıvama ereceğiniz ana kadar dünyayı sırtınıza alıp taşıyabilecek güce ulaşacak ana kadar, o kuvveti temsil edeceğiniz şeyler elinizde olacağı ana kadar, Türkiye'deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken sayılır.'


Bu cümleleri aktaran Hilal Kaplan, 1999’larda bu sözleri dinlerken bu sözlerin sahibi Hocaefendi’ye anne-babasıyla beraber çok dua ettiklerini hatırlatıyor; ’Çünkü devlet, bizim gibi aileler için felâket demekti. İnançlarımızı, yaşama biçimlerimizi, kıymet hükümlerimizi suç addeden ve onları bertaraf etmek isteyen bir felâket. Özellikle Adliye ve Mülkiye'dekiler tarafından mağdur edilen, hakkını aramasının yolları hem siyasî hem de hukukî açıdan engellenmiş milyonların da aynı hissiyatını’ yansıttığını belirtiyordu.


Hilal Kaplan daha sonra ise, ’Türkiye’nin ilk defa kendi ayakları üzerinde duran, 'bizim çocuklar'ın kafalarına estiği zaman darbe yapamadığı bir ülke haline geldiği’ bir sırada, bu kez de ’bürokratik oligarşinin 'alnı secde görmüş' olan şeklinin yüzünü gösterdiğine değiniyor ve ’İlk defa Müslimi, gayri Müslimiyle toplum biraz olsun özgürleştiği, rahat nefes aldığını hissettiği; uzun zaman sonra ilk defa Bosna'dan Arakan'a ümmetin duacısı olduğu Müslüman bir lider çıktığı’ bir zaman diliminde, böyle bir mücadelenin verilmesinde ’alnı secde görmüş bürokratik oligarşi’ eliyle verilmesinden dolayı, geçmişte, F. Gülen’in, 'Biz ülkemize karşı saygılı olmalıyız. (...) Beğenmiyorsanız beğenmeyin, fakat bir parlamenter şöyle böyle karalanamaz yani. Şöyle böyle kirli gösterilemez. Hele ülkenin başında, milletin başında ise. Hele Reisicumhur ise, hele Başbakan ise...' sözlerini de hatırlıyordu, eseflenerek..


Bir cemaatin intiharı..


Bekir Berat Özipek ise, 6 Ocak günü ‘Bir cemaatin intiharına şahitlik etmek’ başlığı altında, hurfikirler.com’da, Cemaat’ten bir muhatabıyla yaptığı konuşmaya işaret ediyor ve muhatabına, 'Tarihî bir hata içindesiniz ve bu ülkeye çok büyük bir kötülük ediyorsunuz.. Hem ülkeye, hem de kendinize..' dediğini hatırlattığını söyleyerek şunları yazıyordu, özetle:


‘Ben şimdiye kadar Gülen Cemaati'ne karşı kötü gözle bakanlardan olmadım. (...) Tersine, onları İslami kesimin ve yeni yükselen sosyal güçlerin en dinamik unsuru oldukları gerçeğine işaret ettim, içindeki pek çok ismi de nezaketi ve tevazuuyla tanıyıp sevdim. (...) Şimdi de somut pratik içindeki tutumlarına bakıyorum ve hakikate sadakat adına gördüğümü söylüyorum:


Çok ama çok yanlış bir yoldalar. Ve tuttukları yolun kendileriyle beraber hepimizi felakete götürdüğünü görmüyorlar. (…)


İnsanlık tarihi, büyük felaketleri beraberinde getiren vahim hataların tarihidir. Gülen Cemaati de şu son dönemdeki tutumuyla, hiçbir askeri rejimin veya devletin vermeyeceği zararı verdi kendisine. Darbe olsaydı, dershaneler kapatılsaydı, 'AKP'yi ve Cemaati bitirme planları' uygulansaydı bile, şu anki tutumuyla kendisine verdiği zararı veremezdi.


'İçerideyken göremezsiniz' derler. Şimdi ciddi bir saldırı altında olduklarına ve nefsi müdafaa yaptıklarına birbirlerini ikna ediyorlar. Kulakları o kadar kendi sesleriyle dolu ki, nasıl algılandıklarını görmüyorlar.


Kestirmeden söyleyeyim, artık yaygın biçimde 'hain' olarak algılanıyorlar.


Çağdaş yaşamcılar ve laik cepheciler zaten 'karanlık odak' gözüyle bakıyor onlara; bazıları da 'ABD ajanı' olarak. Muhafazakar ve İslami duyarlılıkları olan ve şimdiye kadar onlara ihtiyatlı bir iyimserlikle bakanlar ise artık onları 'hain' olarak görme yolunda.


'Birileri Amerika'da Erdoğan'ın kalemini kırmış, onlar da bunun işbirlikçiliğini yapıyor;' en yaygın algı bu. (...) Şimdiden sonra Gülen Cemaati için en az kötü olan, bu savaşı Erdoğan'a karşı kaybetmektir. Çünkü ona karşı kaybederlerse, en fazla bürokrasiden tasfiye edilirler. Ama ola ki Erdoğan'ı yıkmayı başarırlarsa, yeni gelenlerin döneminde evlerine gerçek anlamda ateş düşer. Tam da Fethullah Hoca'nın bedduasındaki gibi. Ve o saatten sonra yazılacak 'Erdoğan'ın ruhundan istimdat' şiirleri, 'keşke olmasaydı' belgeselleri için malzeme olmaktan öte bir işe yaramaz. (…)’


*


9 Ocak günü, Milliyet’te, K. Gürsel de, ‘Hükümet-Cemaat’ geriliminde, şöyle yazıyordu:


“Gülen Cemaati, merkezi ABD olan küresel bir harekettir; dünyayı kavrayışı da küreselcidir. Bu hareket, yayıldığı dünyaya Türkiye’den değil, ABD’deki merkezinden bakar. ABD’deki merkezinin bekası, faaliyetleri ve konumu, Cemaat açısından stratejik önemdedir ve alternatifsizdir.


Türkiye, Cemaat’in çıktığı yerdir; onun en önemli insan kaynağı hala burasıdır ama bu hareketin menfaat algısı Türkiye bağlamını çok aşmış, küresel bir nitelik kazanmıştır. Bütün bunları kaydettikten sonra Cemaat’in gerçek ev sahibi olan ABD’yle ilişkilerini her türlü siyasi mülahazanın üzerinde tutup sakınacağını teslim etmeliyiz.


Dolayısıyla şu varsayımda bulunabiliriz: AKP hükümeti ABD’nin gözünde çok önemli bir dost ve müttefik olarak kalmaya devam etseydi, Cemaat de bu hükümetin bekasını zora sokacak çatışmacı hamlelerden kaçınırdı. (...)’


Evet, bu tesbitlere de bu kadarca değinip geçelim.


*
İlginç bir röportajdan...


Bu hengamede, Ortadoğu ve Türkiye konusunda, USA- Colombia Uni. Modern Arab Araştırmaları' bölümünden Prof. Rashid Khalidî’nin görüşleri ilginç olabilirdi.. Nitekim, 21 Aralık 2013 günü Yeni Şafak’dan Büşrâ Sönmezışık’ın yaptığı bir röportajdan bir demet almaya çalışalım.


-(...) ’Ortadoğu'da Arap Baharı'ndan itibaren sıcak gelişmeler yaşanıyor. Mısır, Suriye başta olmak üzere bölge kaotik bir halde. Bu karışıklığın bölge üzerindeki etkileri nelerdir?


(…) İslam dünyasında son zamanlarda ne zaman bir başkaldırı olsa otoriter rejimler tarafından olabilecek en sert yöntemlerle bastırılmaya çalışılıyor. Bunu Mısır'da da Suriye'de de gördük. (…)


-Amerika Ortadoğu politikasında 11 Eylül (2001)'den itibaren farklı yöntemler geliştirdi. Bölgeyi sizce nasıl okuyor?


ABD İslam dünyası ile çok yakından ilgileniyor gibi bir görüntü verse de bu konuda çok da fazla bir bilgiye sahip değil. ABD'de de demokrasi başarılı bir şekilde uygulanmıyor. Soğuk Savaş sona erdikten sonra liderler, kişilerin haklarını kısıtlayarak bir nevi savaşa devam kararı alarak ilerleme yolunu seçti. (…)


-Arap Baharı için elzem öncelik yeni anayasalar oluşturulması. Kalıcı anayasalar için bölgede düzenli istikrar ve uzlaşı sağlanması şu durumda zor. Bu durum nasıl aşılır?


Mısır örneği bize gösteriyor ki anayasal süreci belli derecede bir fikir birliği (konsensus) olmadan inşa etmek çok zor. (…)


-1991 ve 1993'te Madrid ve Washington'da yapılan Arap-İsrail barış görüşmelerinde Filistin delegasyonuna danışmanlık yaptınız. Filistin üzerindeki en çarpıcı gözleminiz ne oldu?


(…) Amerika'nın bu konuda önyargılı olduğunu düşünüyorum. İsrail'in güvenliği hakkında saplantılı bir ilgileri var. Filistinlilerin güvenliği hakkında bir dikkatleri yok. İsrail (…) 65 yıldır bağımsız. Buna karşılık Filistinliler hiç karar verme yetkisine sahip olmadı, hiç kendilerini yönetmedi. (…)Barış süreci diye adlanan Camp David'den bu yana 35 yıldan beri bir barış yok ortada. Filistinlilerin durumu çok daha kötü hale geldi. 1991'de 2 yüz bin Filistinli zarar görürken bugün sayı 6 yüz bin. Eskiden Filistinliler Gazze'ye rahatlıkla girebilirken şimdi oturma izni alabilen dışında kimse giremiyor. Kudüs de durum aynı. Halk okula, doktora gidemiyor. (…)


-Türk dış politikasının etkinliği konusunda ne düşünüyorsunuz?


Türkiye adım atladı. Erdoğan hükümeti Ortadoğu'ya açılarak ekonomik gücünden ve tarih bağlarından yararlandı. Ekonomik yatırımları diğer ülkelerde büyük bir etki yarattı. Problem Arap Baharı ve Suriye krizinde başladı. Her problem kendi içinde yeni yöntemler gerektirir. (…) Mısır'dan Suriye'ye Suriye'den Irak'a hepsi farklı ülkeler. Hepsi farklı bir yön istiyordu. Türkiye bazı konularda çok doğru davrandı. Başlarda Tahran'la olan diyalog mesela bu çok akıllıcaydı. (…) Arap Bölgesi çok çetrefilli. Osmanlı İmparatorluğu dört yüzyıl boyunca gayet âdilane bir tutum sergiledi. (…) Ne yapacaklarını ve bölgeyi biliyorlardı. (...)


-Barack Obama'nın bir dönem danışmanıydınız. Obama ile Bush'u kıyaslarsak Ortadoğu politikasındaki en temel fark nedir?


Obama ve Bush arasında büyük bir farklılık var. Filistin konusunda değil belki ama onun dışında çok farklı. Öncelikle, Bush bölgeyi küresel savaş tehdidi olarak görüyordu. Bu da 11 Eylül (2001) olaylarından sonra askeri müdahaleyi getirdi. Bölgeyi Amerika tarafından domine haline getirdi ve bu büyük bir hata. Bush tarafından yapılan Afganistan ve Irak işgali özellikle korkunç bir hataydı. Obama seçildi çünkü müdahale konusunda kamuoyu düşüncesi kısmen de olsa değişti. Obama bölgede Amerikan gücünü kullanmama konusunda olağanüstü bir dikkat içindeydi. Libya'da Amerika operasyonda arkada kalmayı seçti, Suriye'de saldırıyla tehdit etti ve çekildi, İran'la bir savaşa girmek istemediği ise açık. (…)Obama İran politikasını değiştirdi. (…)


-İran ve ABD arasındaki buzlar erimeye başlıyor. En azından karşılıklı bir ilişki kuruluyor. Bundan sonra neler olabilir?


İran'a açılmalar başladı ancak başarılı olur mu bilmiyorum. Amerika'nın müttefikleri arasında buna çok karşı olan var. (…) Obama Bush'a göre önemli değişimler yaptı. Son yıllarda Amerika ve İran arasındaki düşmanlığın nedeni soğuk savaş ve Amerika'nın İran sabotajı. Türkiye'nin bu konuda duruşunu değiştirmesi akıllıca oldu. Türkiye politikasının daha esnek hale geldiğini söyleyebiliriz. (…)


-İslamofobi giderek artıyor. Özellikle medyanın dilinde ırkçılığa varan söylemler var. Bu artışın sebebi nedir?


Bir nedeni savaş. Amerika'nın Ortadoğu'yla, Müslüman ülkelerle savaşı. Amerikanları gönüllendiren bir sürü berbat stereotip var. (…ama,) Müslüman ve Ortadoğularla savaş ya da bir çatışma istemiyorlar.’


*


İslamî bir dışsiyaset mi ve nasıl?


Böyle bir değerlendirmenin arkasından, bir de A. Bulaç’ın 13 Ocak günü, Zaman’da, ’Dış Politika, yeniden..’ başlıklı yazısına bakabiliriz. Bulaç, Japonya gezisi sırasında Başbakan Erdoğan’ın, “Türkiye’nin bölgesel veya küresel güç olma gibi bir hedefi yok.’ dediğini belirterek, onun bu sözlerinin 2011’den bu yana takip edilen “hatalı, riskli ve gayri İslami dış politika”dan geri dönüş sinyalini verdiğini ileri sürüyor ve -özetle- şöyle diyordu:


‘Bu politika İslami değildi. Zaten İslami olsaydı “hatalı ve riskli” olmaz, bunca maliyetlere yol açmazdı. Kim ne derse desin, Türkiye, ikinci aşamada –fakat yanlış hesapla- Batılı müttefiklerini atlatarak Suriye’ye tek başına hükümran olmaya ve oradan bölgede Neo Osmanlı düzen kurmaya niyetlenince bir anda küresel güçler ve bölge ülkelerinin hedefi oldu. Bu bir “hırs”tı, milli emperyal(ist) bir projeydi, reel politik değildi ve elbette beklendiği üzere çöktü. Milli ve emperyal olan ahlaki de değildir. (…)’


Hele de son 200 yılında, emperyalist dünyanın dayattığı dışsiyaset formülleri içinde hareket eden bir Osmanlı saltanatının ve son 90 yıldır da katı kemalist-laik bir rejimin temel çerçevesi içinde şekillenen bir dış siyasetin İslamî olabileceğine dair bir iddia zaten sözkonusu değilken ve edilmemesi lazımken..


Ve, izlenen dışsiyasetin İslamî olmadığı değil, esasen olamıyacağı ve olmasının da öyle kolaylıkla sağlanamıyacağı ortada iken.. İslamî bir politika’dan maksad, İslamın cevaz verdiği kadar imkanlar içinde bir diplomasi mi; yoksa, bütünüyle İslam’ın temel ölçülerine göre belirlenmiş bir diplomasi mi?

Bu gibi sorulara getirilecek izahları, sahi, nasıl değerlendirmeli?

Selahaddin Çakırgil
 
Üst