Selahaddin E. Çakırgil -İslam Adına Hareket Etmek İddiası, Asıl Problem Bu...

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Çağdaş Bir Hasan Sabbah, Haşhaşiyyûn ve Alamut Kalesi mi?

Başbakan Erdoğan’ın 14 Ocak Salı günü partisinin Meclis Grubu’nda yaptığı konuşma sırasında, ülkenin son zamanlarda sürüklenmek istendiği konulara değinirken kullandığı dil, epeyce ağırdı.


Bu da, ülkeyi 11 yıldır genelde başarılı şekilde yönettiği içte ve dışarda genel olarak kabul edilen bir Hükûmet’in tam da arka arkaya gelecek olan (2014’deki Mahallî seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimi ile 2015’deki Genel Seçimler olmak üzere) üç seçim dönemine girilirken özel olarak tezgâhlandığı anlaşılan büyük tuzak yüzünden olmalı.. Erdoğan’ı (evet, AK Parti’yi değil, bizzat Erdoğan’ın şahsını bertaraf etmeye odaklanmış olan iç ve dış güç merkezleri ve çevrelerin) başka türlü bertaraf etmekte başarılı olamıyacaklarını anlayan odaklar ülkenin sosyo-ekonomik yapısını zorlayacak tertibler içine girmişlerdi. Erdoğan’ın tepkisinin sert olması da, oyunun böylesine girift ve çok yönlü, iç ve dış odaklı olması yüzünden olsa gerek..
Ama, yine de Erdoğan’ın özellikle, ‘acırsan, acınacak hale gelirsin..’ şeklinde bir söz telaffuz etmesini beklemezdim. Bu sözle kararlılığını göstermek istemiş olabilir, ama, kararlılığı göstereyim derken, böyle genellemelere başvurması sanırım, yanlıştı. Onun yerine, ‘acınacak hale düşmemek için, adaleti ve insafı elden bırakmıyacağız..’ gibi bir cümle kursaydı, keşke.. Ne var ki, o söz artık ağızdan çıkmıştır ve yaydan fırlayan ok gibi bir yerlere çarpmıştır, başta bizzat kendi kalbî ölçüleri olmak üzere..
*
Tayyîb Erdoğan’ın söz konusu konuşmasında değindiği ve üzerinde çok tartışılan bir konu ise, ‘haşhaşiyyûn’ taifesi oldu. Erdoğan, 1000 yıl öncelerde yaşanmış olan bir Hasan Sabbah Hadisesi ile devlet bünyesi içinde varlığı gizlenemiyecek boyutlara ulaşmış bulunan ‘paralel yapılanma’ arasında zımnen bir benzerlik kurmuş oldu.
Erdoğan o konuşmasında, “17 Aralık komplosu, Türkiye'nin demokrasi ve hukuk tarihine kara bir leke olarak geçti. 17 Aralık sabahı belli merkezlere baskın yapılıyor. Tamamen gizli yürüttükleri soruşturmaları seçime 3,5 ay kala başlatıyorlar. Geçmişi 3 yıla kadar uzanıyor. Bunca zamandır bu adımları niye atmadınız? Düşünebiliyor musunuz, 25 mühürlü çuval gelecek, bunlar açılmadan ânında adım atılacak. Bu işin nasıl organize edildiği ortada..
Bu ihanet operasyonunda maşa olarak kullanılan örgüt, taraftarlarını harekete geçirmiş, hükümete karşı kampanyanın fitilini ateşlemiş. Bir anda itibarsızlaştırma girişimleri başlamış. Milletten değil, mensubu oldukları örgütten talimât alıyor. Uluslararası kirli odakların elinde oyuncak olmuş örgüt, adeta efsunladığı mensublarını ülkelerinin aleyhine yönlendiriyor. Bu tezgâhı kuranlar kendilerini ele verdiler. (…) Büyük Selçuklu Devleti’nde Haşhaşî’ler denen gözü dönmüş gizli örgütün devleti nasıl esir almaya çalıştığını, düşmanla nasıl işbirliğine gittiğini, asırlar önce gördük. Türkiye Cumhuriyeti, bu sinsi virüslere asla geçit vermez.
Bu sürecin Türkiye'de inançlı kesimleri mağdur etmesine asla izin vermeyiz. Örgütün üst yönetimiyle, oradaki diğer vatandaşlarımızın hassasiyetlerini birbirinden kesinlikle ayırıyoruz. Samimî kardeşlerimizden oyunu görmelerini bekliyoruz. Hiç endişeniz olmasın. Tarihte biz nice hainler gördük. Nice ajanlara, casuslara, gayri millî saldırılara şahid olduk. Bu aziz millet duasıyla gayretiyle sarsılmaz imanıyla, kardeşlik dayanışmasıyla tüm o saldırıları aşmıştır. Aramızdan bazıları ihanet etse de, emanete hıyanetlik etse de siz kalbinize umutsuzluğun zehrini yaklaştırmayacaksınız.” diyordu.
Açıktır ki, bu sözlerdeki en ilginç benzetme, üyelerinin âdetâ efsunlandıkları, sihirlendikleri belirtilen ’Haşhaşîyyun taifesi’yle ilgili olan bölümdür.
Hatırlayalım ki, bin yıl öncelerde, Selçukluların ünlü başveziri Nizâm-ul’Mülk, önceleri arkadaşı olan Hasan Sabbah’ın kurduğu bir esrarengiz teşkilat/ örgütte yetiştirdiği ve ’haşhaş / esrar’ kullandırılarak ’efsunlandırıldıkları’ iddia olunan ve bunun Haşhaşiyyûn’ isimlendirilen ’fedaî’leri aracılığıyla müslüman coğrafyasının kalbinde on yıllarca bir tedhiş ve dehşet havası, bir terör havası estirmiş ve kendilerini bertaraf etmek için için kararlı bir mücadele veren Selçuklu’ların ünlü başveziri Nizâm-ul’Mülk de, bizzat bu fedaîler eliyle katledilmişti.
Şiî -İslam’ın 12 İmam aqîdesi’ne karşı, 6. İmam Cafer-i Sâdıq’ın oğlu İsmail’i 7. İmam olarak kabul ettikleri için İsmailiyye veya 7 İmam mezhebi diye anılan hareketin en ilginç isimlerinden olan Hasan Sabbah, muhakkak ki ilginç ve esrarengiz bir tarihî şahsiyettir.
O, bugün İran’ın başkenti Tehran’ın 90-100 km. kadar batısında, Qazvin civarında, 2 bin metreyi aşan yükseklikte ve ulaşılması son derece çetin, bir kartal yuvasını andıran Alamut Kalesi’ni kendisine karargah olarak seçmişti.
(Unutmamak gerekir ki, Hasan Sabah ve fedaîleri konusunda tarihte tekrar olunup duran iddiaların gerçeğini belirlemek kolay değildir. Çünkü, o tarihî iddialar, hep onları bertaraf etmiş olanların iddialarına göre şekillenmiş; suçlananlar bir daha başlarını doğrultamadıkları için, savunmaları ve mukabil iddiaları bir gizli tarih söylemi olmaktan ileri gidememiştir. Herhalde galib gelselerdi, onların söyleyecekleri, hasımlarının söylediklerinden çok farklı olabilirdi.
Ve yine hatırlayalım ki, 35 yıl öncebu günlerde, İran’daki milyonların Şah rejimi aleyhine gerçekleştirdiği büyük qıyâm hareketini izah edemiyen uluslararası güçler ve gözlemcileri de, İmam Khomeynî ve tarafdarlarını, Hasan Sabbah ve fedaîlerine benzetmişlerdi, onları hiç bir gücü durduramıyacağını düşünerek..)
Şimdi.. Tayyîb Erdoğan’ın da Haşhaşiyyûn benzetmesi yapması da tesadüfî sayılamaz, herhalde.. Çünkü, yıllarca hem ’taqiyye’ anlayışını eleştirip, ’taqiyye’nin daniskasını yapan bir yapılanmadan söz edilmekte.. Üstelik, bu yapılanma, eline aldığı onbinlerce- yüzbinlerce geenç insanı, dershanelerinde, öğrenci evlerinde öyle bir eğitimden geçiriyor ki, aktif, hareketli, atılgan, ele-avuca sığmaz gencecik insanlar, bir kaç ay içinde o eski hallerine yabancı, sessiz, kibar ve iradelerini de ’âbi’ dedikleri kimselerin eline vermiş, âdetâ uyuşturulmuş ’fedaî’lere dönüşebilmekte, hattâ tahsil ve sair bütün hayatî kararlarında, yukarıdan verilen istek ve emirlere göre hareket eder hale gelebilmekteler. Bunu, diğer alanlarda, kendilerine bağlanan ticaret ve meslek alanlarındaki insanların tavırlarında görmek mümkün..
Bu bakımdan karşı karşıya bulunulan tablo, sıkıntı verici bir durum..
Bu durumun bu noktaya gelmesine seyirci mi kalındı?
Hayır..
Özellikle 2007’de yaşanan yüksek gerilimli siyasî çalkantılar, 27 Nisan 2007 Muhtırası, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, bir kısım generallerce yönlendirildiği bilinen dev mitingler vs. esnasında, hiç bir siyasî güç kendisine yakın duran kesimleri dışlamak istemezdi.
Ayrıca, insanların niyetleri açıkça ortaya çıkmadıkça, niyet okumalara soyunarak bir takım tedbirlere başvurmak bir umûmî vehim ve sosyal cinnete dönüşebilirdi.
Ama, bu gibi benzetmeler ilk planda ilginç gözükse de, herkes karşısındakini, tarihteki benzer örneklerle nitelemeye başladığında, ortaya çıkan tablo çok sevimsiz noktalara varabilir.
Bunun en sevimsiz örneklerini bugün İran’da da görmekteyiz. İslam İnqılabı’na karşı olmak ne kelime, o büyük İnqılab hareketinin en etkili mevzilerinde bulunmuş ve on yıllarca, milyonluk kitlelerce hayırla ve hattâ salâvat’la ‘Âyetullah Huseyn Ali Muntezerî, Mîr Huseyn Musevî, Mehdî Kerrubî ve hattâ Hâşimî Refsencanî’ gibi nice seçkin isimlerin ‘Yezid Karargâhı’nın askerleri, munafıqlar, sionizmin ve emperyalizmin hizmetçileri..’ vs. diye, nasıl ağır şekilde suçlandığını hatırlamak bile yeter..
*
Ayrıca, bugün paralel devlet yapılanması iddiaları konusunda da, Haşhaşiyyûn taifesine atıfta bulunmasına bakıldığında, arada bir takım benzerlikler kurulabilir mi ? Pennsylvania, bir modern Alamut Kalesi midir? Oradaki F. G. bir çağdaş Hasan Sabbah mıdır? Ve bağlıları, haşhaşiyyûn fedaîleri’ne benzerler mi?
Bu konuda ölçüyü kaçırmamak, ihtiyatla ve insafla hareket etmek gerekir. O hele de son zamanlardaki beyanlarıyla ve tarafdarları da hiç bir ölçü tanımazcasına bir tavır takınsalar bile, hepimize düşen, ateşin üzerine benzin dökmekten kaçınmak olmalıdır.
Ancak, gelişmeler bu yolu da tıkamak eğiliminde..
*‘Ava giden, avlanır / (kendisi de av olur..)’
13.01.2014 günü, internetlere düşen bir telefon görüşmesinin ses kaydı ilginçti. İlginçliği şuradan geliyordu ki, kamuoyunda, bu gibi dinlemelerin hep belli bir kaynaktan ve devlet imkanlarıyla yapıldığı bilinir ve bunlar Gülen Cemaati’ denilen gruba mal edilirken; şimdi, F. Gülen’le yapılan telefon konuşmaları da internetlere düşüyor; bir bakıma, Ava giden avlanır (kendisi av olur..)’ sözü doğrulanıyordu.
Bu konuşmalardan birisi 14 Ekim-2013’de yapılıyor ve Tayyib Erdoğan kastedilerek "büyük patron bilmesin" ve hattâ, ‘boşbakan’ ifadesi bile kullanılıyor ve F. Gülen, Rahmi Koç'a yapılan vergi denetimleri ile ilgili olarak "Bir şey yapamazlar" diyordu.
Bu telefon görüşmelerinde ‘ananas’ ticaretinden bahsediliyor ama, bu kelimenin bir şifre olması ihtimali de bulunuyor. Ayrıca, rafineriler, banka kurtarma teşebbüsleri, ‘büyük patron’un haberinin olmaması’ tembihleri, TÜPRAŞ’ta malîye müfettişlerince yapılan incelemeler, Ali Sabancı ve Turgay Ciner gibi büyük iş adamlarının ve Ciner’in gazetelerinde ‘büyüğümüz (denilen ve F.G. olduğu anlaşılan kişi) aleyhinde bir yazı yazılmasına müsaade edilmeyeceği’ taahhüdleri..
Bu konuşmaların gerçek olduğu, F. G.’nin sözcülerin tarafından da ‘Bunlar gaayet tabiî konuşmalardır..’ denilerek doğrulanmıştır.
Elbette, öyledir de, karşımıza çıkan tip, bir cemaat lideri, bir dinî grup değil de, âdetâ bir tuhaf ve gizli ticarî ilişkiler ağı olursa, o zaman ne yapmak gerekir?
*
Buyrunuz o konuşmalardan bir bölüm..
- Aloo
- (F. Gülen’in sesi): Efendim
- Efendim hürmet ederim. Bir iki husus vardı efendim müsaade ederseniz arzetmek istiyordum. arzetmek istiyordum
- (F. Gülen): Buyrun
- Zatıalinizle görüştükten sonra geçen gün Mustafa Bey aradı, Koç. (…) Adnan Polat Bey de kendisini aramış efendim o görüşmeden sonra. Süleyman abi de teyid etti onu. Bu şekilde bilgi vermek istedim o konuyu.
- (F. Gülen): Evet iyi olmuş. Yani onların bulunması da iyi. Vakıa, onlara karşı da yukarıdan bir tavır var da. Fakat mali şeyleri karışık yoksa problem olabilecek yanları yoksa bi şey yapamazlar yani. Üzerlerine müfettişler salınsa bile bi şey yapamazlar. (…) Evet. Zannediyorum tedbir aldılar, haberdardılar.
- Evet Efendim. Teşekkür ettiler efendim o hususta. Davetiye taslağı gibi kendisini istişare makamında şeyler yapalım mı efendim. Temas yapalım mı bu konularda.
- (F. Gülen): İyi olur. Ama şey, Büyük Patron pek bilmesin. Onunla temasımızı çok bilmesin. (Konuşmanın şeklinden, ’Büyük Patron’ deyimiyle Cumhurbaşkanı veya Başbakan’aın kasdedildiği ileri sürülüyor.)
- Başüstüne efendim. O konuda zannedersem bir takip altındayız. Ben bazı hususlar var. O gelen arkadaşlar zatıalinizin o tarafa geldiler. Geçen başıma bir vaka geldi. Onları aktarıcam efendim. Size de gelip aktarıcam. Zannedersem o konuda takip ediyorlar orayla alakalı.
- (F. Gülen): Doğrudur
- O gittiğimiz gün akşam bazı şeyler oldu da efendim. Telefonlar geldi. Bir de efendim bu Uganda Devlet Başkanı'ndan haber geldi. Orda bir rafineri meselesi vardı. Uzun süredir gündemdeydi. Çıkarmamışlardı. Türkiye'den büyük bir firma getirirseniz memnun oluruz dediler. Onlara (Koç holding) teklif edelim mi edelim. Onların da ilgisi var bu konuya. (...)
- (F. Gülen): Öyle yapalım. Biraz da böyle dediğimizi yapacak, diyeceğimiz şeyleri derken rahat olabileceğimiz birisi olsa daha iyi olur. Olmazsa onları tercih ederiz.
- Başüstüne efendim. Bir de efendim bu Mehmet Nazif (Zorlu) Bey'in büyük bir işi vardı. Çinliler alacak gibiydi. Sonra başka iki işi onlara vermiş. O iş için Dışişleri Bakanı tekrar davet etti bayram sonrası gelseniz dedi bu işi alabilicez dedi. O konuda nasıl yapalım. Gidelim mi Nazif Bey'le tekrar?
- (F. Gülen): Olabilir. Nazif Bey'i de sıkı tutmak lazım.
- Başüstüne efendim. (...) Daha önce (...) işte dersanelere karşılık TUSKON'un kapatılması gibi haberler geçtiler. Üzerinde durmadık o zaman.
- (F. Gülen): Onların elinde mi öyle bir şey yapmak?
- Yani mümkün değil efendim bu. Sivil toplum kuruluşu. Denetlerler. En fazla kamu yararımızı almaya çalışırlar elimizden ama kendi kayıtlı teşekkür ve takdirleri var. Herşeyi de bakanlıklarla müştereken yapıyoruz. yani gayrı-cebri bi şey olmazsa herhangi bir şey olmaz efendim.
-(F. Gülen): O zaman o yapmak istediğiniz şeyi yapın inşallah.
- Başüstüne efendim (…)
(F. Gülen’in telefonla konuştuğu kişi, ona büyük iş ve sermaye çevrelerinin ünlü isimlerinin geçtiği konuşmasında da şöyle diyordu):
- Ali Sabancı'yla beraberdim dün Hocam. Çok Selamları var. Sağlığınızı sıhhatinizi sordu. En çok da o arayıp sordu bu süreçte.(…) Turgay Ciner Bey'e uğradık bugün. Hasan beyle bir köşe yazarının menfi yazı yazma durumu vardı. Onu öğrenmiştik. Kendisini aradık. Bizzat devreye girdi. "Bu gazetede aleyhinize hiçbirşey çıkamaz" dedi. Hepsi bunların 'Hizmet Müessesesi' dedi. "Büyüğümüzün (yani, Fettullah Gülen) aleyhine de ben burada bir şey çıkartmam" dedi. Öyle güzel bir görüşme geçti efendim kendisiyle.’
-(F. Gülen): ’Çok iyi. Allah Razı olsun..’
(Konuşmanın ileri bölümlerinde ise, Uganda'dan gelen ’ananas’lardan bahsediliyor, ahizenin beri tarafındaki kişi, bazı sıkıntılı durumlardan söz ederek, birilerine, ’Siz arada kalacak olursanız bizim üstümüze atın en azından. Siz kötü olmayın Adnan (Polat) Bey'le dedim. Böyle bir şey çıktı ortaya hocam.’ diyor; F. Gülen de, ’Meseleyi çözün bence. Yumuşakça inşallah.’ diye karşılık veriyor ve daha sonra, Uganda’da kurulması düşünülen rafineri için karşılaşılan sıkıntılar konusunda Gülen’e bilgi veriliyordu.)
21 Aralık 2013 günü yapılan konuşmada ise, Abdullah ve Osman isimli kişiler arasındaki şu konuşma yer alıyordu:
- Abi, bu Bank Asya'yla alakalı bir ’Boşbakan'ın talimatıyla Bank Asya'ya girilme durumu vardı da. Onunla alakalı arkadaşlar bir değerlendirme yaptılar. Toptan teknik olarak bir şeye imkan var mı diye. Normalde mümkün değil dediler. Olsa bile kademelerde arkadaşlar var. Bunların hepsinden geçiyor olması lazım. Ben de onları anlattım. Fakat bir çözüm önerisi olarak bir şey söylemişler notlarımın arasında. bunu da sizinle paylaşmamı istedi. Diyor ki abi arkadaşlar yani herhangi bir şekilde bize bakan yönüyle BDDK (Bankalar Devlet Denetleme Kurulu) yönüyle bir sıkıntı olmaz ama arkadaşların tavsiyesi şöyle. Bank Asya hakkında bir söylenti, şayia çıkması banka açısından çok tehlikeli. Şu anda twitterdan bunu yaymaya çalışıyorlar. paranın çekilmesi vs ile alakalı endişeler vatandaşta oluşursa mudilerde, daha önceden böyle bir uygulama yapmışlar mesela. (...) Bize değil de bir başkasına da yapmışlar. O bankayı batırmışlar mesela. Dolayısıyla böyle bir şey tehlikeli olabilir. Şöyle bir şey teklif ediyor arkadaşlar. Bunu çok yaymadan 10 tane büyük işadamı abiyle paylaşılsa da bunlardan 5 tanesi veya 10'u bir şekilde 300 milyon TL kadar mevduat getirseler bankaya ve 5 tanesi de kağıt üzerinde Asya Emeklilik Şirketi var ya abi,
-Evet
- Bir kısmını da bunlar satın alsalar. Buradan da 300 milyon TL gibi bir giriş olsa bu durumda şey iyicene sağlamlaşır. Bunların girmesinin önü kapanır. Dolayısıyla Hocaefendi bu yapılabilirse yapılsın dedi. Size söylememi istedi.
- Bana söyledi de ben detayını bilmiyordum. Bu işin tekniğini yani o bankada teknik olarak kim bilir?
- Şöyle abi, bizim bi ekibimiz, sizin adınıza biz bir ekip kuracaktık ya arkadaşlar destek verecekti.
- Ha anladım
- 3 kişi bir araya geldiler Orada Yakup diye bir arkadaşımız vardı. o sivil bir arkadaşımız. Onlar biraraya geldiler. Bunların bu ihtimaline binaen biz BDDK olarak durumumuz nedir, nasıl koruruz diye.
- Mesela şimdi orada Zafer Bey var. Zafer Beyle kim görüşecekse görüşse Zafer Bey bize ne yapılması gerekiyorsa anlatsa. Yönetimde ya.
- Zafer kim abi?
- Orada (BDDK) Yönetim Kurulu'nda ya. Teknik arkadaş.
- Bununla alakalı olabilir. O da olur ama teknik dili konuşan Ahmet de olabilir.
- O zaman ya Ahmet olsun ya Zafer
- Tamam. aynı dili konuştuklarından teknik bi şey olacaksa Ahmet olursa size daha rahat izah edebilirler bunlar.
- Olsun. O izah etsin o zaman
- Dolayısıyla. Tamam. Yani, işadamlarının bulunması ve bu iki husus diyorlar bankayı daha kemikli hale getirir. Dolayısıyla bu süreci baltalar. Bu süreçte böyle bir duruş sergilememizde fayda var diyorlar çünkü fon açısından biraz daha bankanın mevduata ihtiyacı var diyorlar. Hocaefendi "bunu yapalım o zaman" dedi. "Şu süreçte bir zarar görmemek için bunu yapalım" dedi. Ama normal şartlar altında endişeye mahal bir durum yok. Çünkü orada Başkan Yardımcısı'nı geçmeleri lazım. Daire Başkanı'nı geçmeleri lazım. Onun altında Daire Başkan Yardımcısı'nı geçmeleri lazım. Bunların hepsi bizim arkadaşımız. ama olur da yani bir talimat gelirse endişesinden dolayı bunu yapıyoruz.
- Mühim değil. Ben anladım. Sizin ilgili arkadaş görüşsün. Bize mesela yarın nasıl ulaşacaksa ulaşsın. Yarın ilgili arkadaş teknokrat arkadaş bizi bilgilendirsin.
- Tamam. bizi bilgilendirsin derken Ahmet'i çağırıp ona mı söylesinler abi, yoksa
- Tabi Ahmet'e söylesinler. Ahmet bizi bilgilendirsin.
- Tamam. öyle yapalım. Tamam abi (...)
*
Bir diğer konuşma.. .
- Aloo
- (F. Gülen’in sesi): Efendim
- Efendim hürmet ederim. Bu Ali Bey'in işyeriyle alakalı bu büyük müşterilerden bir kaç tanesi almış yani almış şeylerini. tabi o bayağı büyük. bunlar içerisinde henüz belli olmayan THY var bir de Banka var. O da alırsa biraz zorlanacak gibi görünüyor. Acaba biz bu arkadaşlarla beraber olacağız birazdan onlarla böyle usturubuyla görüşsek böyle önde gelen olanları 2001'de olduğu gibi şeylerini yatırmalarını istesek uygun olur mu?
- (F. Gülen): Ben size demiştim o elinizdeki şeyler olmuyor mu?
- Onlar küçük kalıyor efendim.
- (F. Gülen): Öyle mi?
- Evet. Yani bu büyük. Bayağı büyük. Böyle yani bayağı bi arkadaşların da paniğe maniğe sevketmeden külli şeyin olması ancak o şeyleri kapatabilir.
- (F. Gülen): Var mı? yolu var mı onun?
- İşte efendim şu anda bazıları mesela şimdi ihtiyaçtır deyip kendileri aramış. ama biz bunu aşarız diye bir hafta içerisinde şey olmuş ama fakat şu andaki görüntü THY ne yapacak belli değil? Büyük. 300 küsur. Bir de o Banka'nın 300 küsur. Öyle büyük toplu şey yaparlarsa o şeymiş. yapma ihtimalleri çok yüksek şu anda. Çekme ihtimalleri.
- (F. Gülen): Ne yapılabilir?
- Efendim arkadaşlarla görüşerek, arkadaşlar bu yakın çevrelerin yani şeylerini oraya 2001'de olduğu gibi yatıracaklar.
- (F. Gülen): Mümkün mü o?
- İşte o daha önceden malumuâlileri yapmıştık zatıalinizin tensibiyle 2001'de.
- (F. Gülen): Yapın. Yapın. Hiç ahesteler hissetmeden çarçabuk hemen yapın. Çarçabuk.
- Başüstüne efendim. Bir de efendim bugünkü şeyle alakalı, bugünkü Hüseyin Gülerce'nin yazısı o sulh mü o zatıalinizin bilgisi dahilinde mi yoksa kendiliğinden mi yazdığı bir şey? (H. Gülerce’nin 25 Aralık tarihli, ‘Bu yangın söndürülübelir mi?’ başlıklı yazısına değiniliyor.)
- (F. Gülen): Hatırlayamadım. Nedir O?
- Efendim 3 şart koşuyor. 1. yolsuzlukların üzerine gidilsin diyor. Yani paralel yapı varsa onları tasfiye edebilir. 2. Dedikodu gıybet etmeyelim. Bu bütün ülkeyi rahatsız ediyor. Sulh yolunu teklif ediyor.

- (F. Gülen): Önemli değil. (...) Haberim yok. Siz şimdi o meseleyi halledin. O meseleyi halledin.
- Başüstüne efendim. Hürmet ediyorum. Allah sağlık-sıhhat versin.

*
Evet, bu konuşmaları herhangi bir kimsenin yapabileceği konuşma olarak nitelemek de mümkün.. Ama, rafineriler, bankalar, yapılması düşünülen işler hakkında büyük iş adamlarıyla konuşmalar, BDDK gibi önemli kurumlardaki personelin neleri nasıl yapacağına dair konular..
Bütün bu konuların, F. Gülen’in -maşaallah- ilgi ve bilgi alanı içinde olduğu anlaşılıyor!
*
Sadece duyup kenarından geçilemiyecek tesbitler!
Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu, emniyet ve yargıdaki cemaat yapılanmasını anlattığı kitabı yüzünden Devrimci Karargâh Dâvâsı’ndan, 15 yıl hapis cezasına çarptırılan eski ünlü istihbaratçı polis şefi Hanefi Avcı ile cezaevinde yaptığı röportajı 12 ve 14 Ocak günlerinde gazetesinde yayınladı.. Hanefi Avcı 2010'da yayınladığı 'Haliç'te Yaşayan Simonlar, Dün Devlet, Bugün Cemaat' başlıklı ve cemaati sorguladığı ve teşhir ettiği kitabı yüzünden, tutuklanmıştı ve bu durumu hâlâ da devam ediyor. Bayramoğlu, Fethullah Gülen’in, o günlerde Avcı için, 'Son günlerde emniyet teşkilatından birisinin 'falan yerde kadrolaşma' gibi çok yakışıksız iddiaları oldu. Allah taksirâtını affetsin, Allah insanları cehenneme gitme yoluna düşürmesin…' dediğini hatırlatıyordu.
Bu röportajı geniş bir şekilde aktarmakta, - bugünlerdeki tartışmaları daha derinlemesine anlamak açısından- fayda olsa gerek.. Çünkü, Avcı, bu sahanın en uzman kişilerindendi. Ve Bayramoğlu bu çalkantılı günlerde, en uzun süre ve en etkili şekilde bu konuların içinde bulunmuş olan H. Avcı ile röportaj yapmayı akletmekle takdire değer bir iş yapmış bulunuyor. Şimdi bu röportajın geniş bir özetine bir göz atalım:
*
-Şu an yaşananlar karşısında ne hissediyorsunuz? Haklı çıktınız, haklı çıktığınızı hükümet de gördü..'
Haklı çıktım diye gram kadar sevindiğim yok. Bilinen, görünen bir şeydi. Bugün yaşananlar ülke için, insanlar için sıkıntılı bir durum. Bundan herkes zarar görecek. Hükümet de cemaat de, özellikle cemaat. Ama olumlu düşünecek olursak, bunun sayesinde belki bazı şeyler yerli yerine oturur. İnsanlar zamanla başka gerçekleri görüyor. Eskiden ben ve çevrem cemaatin verdiği eğitim hizmetini her şeyden değerli, her şeyden önemli görürdük.. İstihbarat için, telefon dinlemeler için de aynı şey oldu. Ben bunları suç takip için çok önemli görürdüm. Ancak yeri geldiği zaman bunun ne kadar sorun yaratabileceğini, nasıl kötüye kullanabileceğini, nasıl haksızlığa yol açabileceğini de gördüm... (...) Bu sorulara cevap vermek için önce şu anki durum ne, onu bir tam tespit etmek gerek. Geçmişime bakıldığında her iki tarafa da en yakın kişiyim, samimi, içten, onlarla gönül bağı olan, aynı değerlere inanan, özel dünyamda aynı yaşam biçimini arzulayan biriyim. Bu yetiştiğim çevremden, özel yaşamımdan, yakınlarımdan bilinen, anlaşılan bir halimdir. Bugün ise her ikisinden de ağır cezalar gördüm. Cemaat uydurma iddialar, iftiralar ile bana ceza davaları açılmasında etkin oldu, hükümet ise haksız yere birkaç defa meslekten, memuriyetten ihraç ve onlarca disiplin cezası verdi. Ama bugün durum şu: Hiçbir ülkede hiçbir iktidar kendi kurumlarının dışarıdan birilerince yönetilmesine ve kendi menfaatleri için kullanmasına müsaade edemez. (...)
-Bugünkü noktaya gelineceğini bekliyor muydunuz?
Üç yıldır hapisteyim. Uzaktan bakmak bazen iyi olabiliyor. Az bilgiyi iyi kullanabiliyorsunuz mesela. Bazı gelişmeleri baştan gördüm. (...)
-Bu 'organizasyon', bu 'mekanizma' nasıl işliyor?
Kamu kurumunda çalışan her kişi kendi elde ettiği bilgileri, cemaate aktarıyor. Bu yukarıda birleştiriliyor. Büyük bir havuz oluşturuyorlar. Sonra kime dava açılacak, kim tutuklanacak yukarıda karar veriyorlar. Önce olayı kendileri yakın medya üzerinden sızdırıyorlar. Sonra polis savcının işini yapıyor. Tespit tutanağı fezlekeye geçiyor. Fezleke iddianameye dönüyor. Örneğin bir dilekçe veriyorsun ya da soruşturma başlıyor. Öne arkaya kaydırarak belli kişi ve makama denk getiriliyor. Savcılar şikayet dilekçilerini dikkate almıyor. Tanık üretiliyor. Bu adamların çalışma biçiminin gösterilmesi lazım. Binlerce insan dinlenmiş kimsenin haberi yok. (...)
ONLARI BEN YETİŞTİRDİM GÖRÜR GÖRMEZ ANLARIM
-Beşir Atalay'ın İçişleri Bakanlığı zamanında Emniyet Genel Müdür Yardımcısı olacağınız söyleniyordu..
Bakan Eskişehir'den beni Ankara'ya almak istedi. Daire başkanlığı önerdiler ama o zaman bu uygun olmazdı. Bakanın yanında olmam için bir formül aranıyordu. Bulunamadı. Ama o esnada cemaat haber gönderdi. Ankara dışına çıksın da nereye giderse gitsin diye...
Bakana anlattım o zaman, 'cemaat yapılanması sizin tahmininizden çok derin' diye. Cemaat tüm bilgilere hakim. MİT'in, Emniyet'in, Maliyenin bilgileri ellerinde. Bu, büyük bir güçtür dedim. Bunun üzerine gidilmesini, denetim yapılmasını, yoksa büyük sorunlar doğabileceğini söyledim. Temelde istihbarat dairesi vardır. Sizin haberiniz olmadan, dinleyen kim adına dinliyor. Buna kim karar vermiş. Şube müdürü olabilir mi? Olmaz. Dışarıdan birileri talimat veriyor. İşte bunlardan birisi Kozanlı Ömer...
Bir hüsn-ü niyet var(dı) bunlara karşı. O yüzden 'her şeyi yapabiliriz' havasına girdiler. Hükümetin hoşgörüsüyle, görmezden gelmesiyle, bir iki ihlale göz yummasıyla iyi cesaretlendiler, ciddi hukuksuzluklar üretmeye kadar gittiler. Sahte delil üretmeye başladılar.
En iyi bildiği konuyu emniyet istihbaratın altını özellikle çiziyordu:
İşin çapı büyük. Cemaat kendi parasıyla dinleme cihazı alıp bunları Emniyet İstihbarat'ta tutup kullanıyor, TİB'de kendi kanallarıyla dinleme yapıyorlar. Sahtecilik operasyonunu onlar yapıyor. İzmir (casusluk) süreci bir rezilliktir. Cemaatin istihbarattaki adamları, istihbaratın kendi fişleri, kendileri için hazırladıkları fişleri seçip subayların bilgisayarına koymuşlar. Bir istihbaratçı olarak, bu adamları yetiştirmiş biri olarak, bunu görür görmez anlarım. (…)
Tehlikenin görüldüğü artık açık, şimdi ne yapmalı?
Evet, şimdi olayın halka anlatılması gerekir. Ben yaşamasam inanmazdım devletin kendi insanını sahte delil yaratarak suçlayacağına... Göstermek lazım, karşımızda görevini yapmaya çalışan bir polis-yargı düzeni yok. Hukuku tanımayan, ülkeyi ve devleti nereye getireceğini göremeyen, devleti devlet olmaktan çıkaran, devlete, yargıya-polise güveni yok eden bir çalışma biçimi ve yapı var. Gerçek yaşanan hukuksuzlukları halk tam bilmiyor, onun için öncelikle bu konuda yapılan hukuksuzlukların ortaya konması gerekiyor. Bunu özellikle cemaatin tabanının görmesini sağlamak lazım. Cemaat polisleri, savcıları yaptıklarını devlet için yapmıyorlarsa, 'kimin için yapıyorlar', 'neden yapıyorlar' sorusuyla anlatmak çok önemli. Özellikle cemaat tabanının bunları görmesi, soru sorması sağlanmalı. (…)
*
7 ŞUBAT MİT KRİZİ
(Hükümet-cemaat çatışmasının açığa çıkması cemaatin ilk büyük hamlesiyle, 7 Şubat 2012'de MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın MİT'in izlediği rota yüzünden ifadeye çağrılmasıyla olmuştu.)
-İşin istihbarat boyutu da var, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Basına önceden verilen bilgilere, belli kişilere MİT faaliyetleri ve bazı mensupları hakkında yazdırılan kamuoyunu hazırlamaya yönelik yazılara bakarak, MİT müsteşarı soruşturmasıyla ilgili tahminim şudur: Eğer 7 Şubat operasyonu durdurulmasaydı bugün birkaç yüz kişi tutuklu olurdu. MİT mensuplarının tutuklu olduğu bir davamız olurdu. 7 Şubat operasyonu başarılı olsaydı MİT'te muhalifler bertaraf edilecekti. Kendi taraftarları yönetime gelince devletin icrai bir gücü ve bilgi toplama, bilgiyi kullanma gücü tamamen cemaatin etkisi, denetimi altına girecek, böylece cemaat iç güvenlikte istediği politikaları uygulama imkanına kavuşacaktı...
-17 ARALIK SORUŞTURMASI?
Ben de yolsuzluğa, rüşvete, ihaleye fesat karıştırılmasına karşıyım. Hayatım bu işlerle mücadeleyle geçti. 1983 yılında Mersin'de hayali ihracat ve altın kaçakçılığı tahkikatı yaptım. Birçok üst düzey bakanlık yetkilisi, banka genel müdürü, holding patronunun adı geçti. KOM Başkanı iken Enerji Bakanlığı'nda ihale yolsuzlukları soruşturması yaptık, bazı AK Partililerin adı geçti. Kapıkule'de yolsuzluk operasyonu yaptık. Tüm bu operasyonlarda her zaman üstlerimizin haberi vardı. Enerji operasyonunda hem Enerji Bakanı'nın hem İçişleri Bakanı'nın haberi vardı. 17 Aralık soruşturmaları bu açıdan çok garip ve anormal. Özellikle emniyetin, özellikle istihbarat ve TEM (Terörle Mücadele) birimlerinin çalışma biçimlerini bilen insanlar için olay çok garip ve anormal'..
AMİRDEN HABERSİZ SORUŞTURMA OLMAZ
(Bu gariplik işinin altını özellikle çizmek gerek. Zira Avcı'nın anlattığı yerleşik ve yasal takip, izleme, soruşturma düzeni ile 17 Aralık soruşturması arasında oldukça büyük bir fark var. Bu fark adeta, otonom, içine kapalı, kendi niyetleri üzerinden hareket eden bir yapıya işaret ediyor.)
-Nasıl çalışır sistem?
İstihbarat Dairesi bir örgüt hakkında çalışmaya başlarken, önce Emniyet Genel Müdürlüğü'ne rapor vererek olayı anlatır ve bu çalışmayla ilgili bir plan önerir. Plan onaylanırsa buna uygun olarak izleme, takip işleri başlar. İllerde de bundan önce emniyet müdürünün haberi olur. Ankara'ya yazı emniyet müdürünün imzası ile gider. Çalışma başlayınca her yapılan işlemden mutlaka merkeze bilgi verilir. Merkez her safhayı bilir. Her yazının bir sureti merkeze gönderilir. Her dinlenen telefon, her kişinin takip raporu merkeze gönderilir. İlde emniyet müdürüne ve onun vasıtasıyla valiye bilgi verilir. Merkezde ise daire başkanlığı her ilin yaptığı çalışmaları emniyet genel müdürlüğüne ve bakana arzeder. O kişiler teferruat bilmezler ama geneli bilirler. (...)
17 Aralık operasyonunda Emniyet Müdürünün, Valinin, Emniyet Genel Müdürünün, İçişleri Bakanının haberi olmamasını anlamak mümkün değil. Bir şube müdürü üstüne anlatmadığı çalışmayı neden yapar ki? (...)
-BÖYLE DEVAM EDEMEZ..
Türkiye'de istihbarat ve KOM biriminin ve özel yetkili yargının uygulamaları ile sanki iki ayrı hukuk, iki ayrı devlet, iki ayrı uygulama varmış gibi bir görüntü ortaya çıktı. Ülkedeki bu ikilik mutlaka kaldırılmalı. Bu faaliyetin devamı herkes için felaket olur. Bugüne kadar yeterince fark ettirilmeden yapılan işlemler veya zararların tazmini ciddi sorun, ama bundan sonra devamını düşünmek korkunç. Bu, çok büyük çatışma getirir ve bu çatışmanın galibi de olmaz; AK Parti ve cemaatin karşısında olanlar dahil, bu ülkedeki herkes bundan zarar görür. Bu, devleti, toplumu, tüm değerleri temelinden sarsar. (...)
-CEMAAT TAŞERONLUK MU YAPIYOR?
Ben cemaatin dış güçlerle, ABD veya şu ülkeyle veya bu teşkilatla işbirliği yaptığı konusunda bilgi sahibi değilim. Tahmin de etmem, millî olduklarını kabul ederek ülkeye ihanet etmeyeceklerine inanırım. Ancak dış ülkelerin bu tür yapıları, akıl almaz yöntemlerle, her şeyi, her yolu deneyerek, sofistike yöntemlerle kullanmak isteyeceklerini de bilirim. İstihbarat temini için bunca sistem kuran, uydu, uçaklar alan, trilyonlar harcayan istihbarat teşkilatlarının böyle bir yapıyı kullanmak için her yolu deneyeceklerini de tahmin ederim. (...) O ülkelerin yerinde olsam ben de yaparım; neden yapmayayım; böyle bir yapı varsa ben de kullanmayı, denetlemeyi düşünürüm.’
*
Evet, ünlü ve eski istihbaratçı polis şefi Hanefî Avcı’nın söyledikleri bunlar.. Bu tesbit ve iddiaların aynen olmasa bile, büyük çapta doğru olabileceği düşünülebilir. Çünkü, teknik açıdan uzmanlık isteyen konularda söyledikleri zaten ilginç de, diğer konularda tevatür halinde söylenenler de esasen onu büyük çapta doğrular mahiyette.. Buna bir de, her itiqadî veya ideolojik hareket veya yapılanmanın bağlılarının daha güçlü olabilmek için özel sistemler geliştirdikleri ve hele de ‘F tipi yapılanma’ denilen bu konuda, meselâ, ‘bilgisayar mühendisliği, kimya, mimarlık, mühendislik, fizik’ vs. okumak isteyen bir öğrencilere, ‘âbi’ denilenler tarafından söylenen, ‘hayır, siz hukuk, siyasal bilgiler, kamu yönetimi vs. okuyacaksınız, siz bize bu sahada lâzımsınız..’ şeklindeki dayatma yönlendirmeler gözönüne alınırsa, tablonun kavranılması daha bir kolaylaşabilir.
Bu gibi yöntemleri tercih etmek, birilerinin hakkı olarak görülebilir, elbette; ama, o zaman, hesabını halk’a vermek durumunda olan hükûmetlerin bu gibi durumlar için mukabil tedbirler almaları da bir hak olarak görülmelidir.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
’Zeitgeist’, Ferd, Cemaat, Devlet ve Yezid..

Bilindiği üzere, (1770-1830) yılları arasında yaşamış olan ünlü alman filozofu Friedrich Hegel, zeitgeist / zamanın ruhu’ diye bir terim kullanmıştı. Bu deyim belki ondan önce de kullanılmış olabilir, ama, o, felsefi, fikrî, ideolojik konularda ilk kullananlardan olduğu için olmalı ki, bu terim, hep ona mal edildi. Tıpkı, dialektik düşünce metodunu ilk kez onun kullandığının söylenmesinde olduğu gibi.. Halbuki, müslüman dünyasında, bu âlemin ’âlem-i ezdâd / zıdlar âlemi’ , ’her şeyin kendi zıddıyla kaim olduğu düşüncesi, bin yıl öncelerden beri ifade ediliyordu.. Ama, bu sözü Hegel de söyleyince, sanki ilk kez onun tarafından farkına varılmış ve keşfedilmiş gibi, özellikle de son asırlarda okumuş sınıflarımızda çokça görülen bir aşağılık kompleksiyle bayraklaştırılıp ona mal edildi.


Sahi, zamanın ruhu var mıdır ve nedir?
Ruh deyince gerçekte, elle tutulamıyan , maddî olarak algılanamıyan ve amma, her varlığın görünmeyen iç muhtevasını yansıtan şeyler toplamı olarak da anlaşılabilir.
Bu bakımdan herkes, her şeyin bir de ruhundan sözedebilir.
Kanunların ruhundan da sözedilir, nitekim.. ’Bu kanunun lafzıyla ve ruhuyla, temas ettiği konularda geçerlidir..’ gibi tanıtmalara sık sık rastlanır.
*
35 yıl öncelerde, Şûrâ, Tevhîd, Hicret gibi dergiler yayınlanıyordu..
Bugünkü İslamî muhtevalı yığınla yayınlar gibi cicili-bicili dergiler değildi, onlar.. Lüks kağıtlar kullanılamıyordu.. Renkli resim basılması bile bir mes’eleydi..
Ama, o günkü atmosferde ve o sahada, belki emsalinin az olmasının da etkisiyle, bu dergilerin fonksiyonları özellikle genç müslüman nesillerin yeni ufuklara yönelmesinde etkili olmuştu.
Bu bakımdan, bazıları şimdi, o günleri hatırladıkta, ’Yahu, o günler neydi.. O dergiler nasıl da Anadolu’yu derinden derine etkiliyordu.. Bugünkü gibi lüks olarak ve gelişmiş teknikle yayınlanan yığınla dergiler, yayınlar belki daha doyurucu, ama, onların etkisinden çok uzak.. Bunun sebebi nedir?’ diye sorulduğunda, bazen, ’Onlar zamanın ruhunu yakalamıştı..’ denildiğini bile duyabilirsiniz..
Bu, tamamen yanlış da sayılmaz. Çünkü, o günün ülke ve dünya şartlarında, yaşanan ağır şartlar içinde, siz, en azından bir kesim genç nesil tarafından zamanın ruhunu yakalamış gibi değerlendirilen yayınlar yapıyordunuz.
Böylece, o dergilerin o günkü etkisinin, o günün şartlarından ayrı düşünülemiyeceği de anlaşılabilir. Aksi takdirde, aynı tarz yayınlar bugün tekrarlanacak olsa, dudaklarda tebessümler oluşturabilir.
’Zamanın ruhu’ deyiminin nasıl anlamak gerektiği konusuna alınız bir örnek..
İdeallerimizin, hedef, emel ve eylemlerimizin içinde bulunulan zamanın şartları içinde uygulanabilecek veya o şartları değiştirebilecek tarzda olması da denilebilir, buna..
O haftalık dergilerden Hicret dergisinin ismi altında devamlı olarak yer alan, ’Cemaat’ten Devlet’e..’ şeklinde bir ibare yazılıydı. Birlikte okunduğunda, HİCRET- Cemaat’ten Devlet’e...’ şeklinde olurdu. Bir bakıma, o noktada da bir ’hicret’in gereğine işaret olunmuş oluyordu.
*
Bu noktaya biraz daha eğilmek gerekiyor..
’Ferd olarak kalmak’, günümüz hastalıklarının en yaygınlarından birisidir. Hele de ekonomik açıdan kendine yeterlilik durumunda olduğunu düşünen ve özellikle iletişim alanında çeyrek yüzyıl öncelerde düşünülemiyecek derecedeki (internet, cep telefonları, navigasyonlar, akıllı telefonlar, tweet’ler, vs.. gibi) müthiş teknolojik gelişmeler içinde, kendisine mahsus daha dar ve kapalı ve bütün dünyaya açık bir dünya bir ferdiyetçi düşünebilmekteler, bugün..
Ama, bu son derece dar ve kendi etrafına bir hisar örmüş gibi manzara bir o kadar kırılgandır da.. Bir büyük felaket ânında, hastalık, deprem, sosyal karışıklık, savaş, vs. gibi durumlarda, insan, hemen yanında olabileceği, birlikte hareket edebileceği kimseleri aramak noktasına geliverir. Ve kendisinden başkasını düşünmeyen, görmeyen ferd, başkalarına ihtiyaç duyduğu anlarda, etrafında kimseyi görememek noktasına gelmiş olmanın ruhî perişanlığını yaşar.
Bu bakımdan, ferd olarak kalmak ideal olarak düşünülmemelidir, çünkü geleceği yoktur.
Bir cemaat, bir topluluk halinde olmak, insanın fıtratinin gereğidir. Çünkü, insan cemiyet halinde yaşamak zorunda olan bir varlıktır.
’Cemaat’ kelimesine gelince..
’Cemaat’ de esasen cem’iyyet kelimesinden, cem’ olmak, toplum halinde bulunmaktan gelir.
Cemaat..
Cemaat olmak, kalabalık olmak değildir.
Câmide, mescidde cemaat oluruz.. Eğer, belirli bir disipline tâbi değilsek, cemaat olamayız, kalabalık oluruz. Câmide de bir İmam / lider etrafında ve onun yönetiminde hareket ettiğimiz zaman kalabalık olmaktan çıkarız.
Bazen iki-üç kişilik bir cemaat, yüzbinlerce ton kömürün vereceği enerjiye tekabül eden bir atom çekirdeği gibi güçlü olabilir ve dünyaya şekil verebilir. Hz. İsâ (a)’nın 11 -12 kişiden ibaret bir havarîyyun denilen bir cemaati vardı, Hz. Peygamber (S), Mekke’de 40 kişiyi bulunca, Kâbe’ye alenî olarak gidip, oradaki putları temizlemeye koyuldu.
*
Ancaak, cemaat olmak ayrıdır, cemaatçi olmak ayrıdır.. Cemaat olmak, bir merhaledir. Ama, cemaatçi olmak, kendi kozasının içine kapanıp, dışındaki dünyayla irtibatını kesmek, onları dışlamak, onları kendinden ayrı ve yanlış yolda ve hattâ düşman olarak görmeyi gerektirir.
Birbirlerine düşman taifeler, gruplar, fırkalar, partiler haline gelmek cemaat oluş’un değil, cemaatçi oluş’un kaçınılmaz neticesidir. Her kişi, kendi cemaatini korumanın çabasını sergileyebilir; ama, giderek, kendi cemaatini doğrunun tek merkezi olarak görmek, işte orada problem başlıyor.
Ancaak, bu noktada, bir hadis rivayetinin çok kullanıldığını da unutmamak gerekir.
’Ümmetin sonunda 72 fırkaya bölüneceği, bunlardan ancak birisininfırka-i nâciye /kurtulmuş fırka - taife’ olacağı’na dair bu rivayetin nasıl kullanıldığını görmek gerekir. Çünkü, hiç kimse kendi ayranının ekşi olduğunu kabul etmiyor, ’işte o fırka-i nâciye biziz..’ diyorlar ve diğerleri ise sapkınlıkta.. Kendisini ’fırka-i nâciye’ olarak görmeyen, nitelemeyen herhangi bir taife, fırka, cemaat var mı ve olur mu?
*
Devletsiz Müslüman, başkalarının devletinin kölesi olmaz mı?
Devlet..
Devlet için yığınla tarifler yapılmıştır.
Devlet’i kimisi güçlülerin, kendilerinden zayıf olanları kontrol altında tutmak ve gerektiğinde ezmek için; kimisi, güçlü olmayı zengin olmakla eş tutup, servet sahiblerinin fakirleri, yoksulları köleler halinde tutmak için geliştirdikleri bir mekanizma olarak görürler.
Ama, her halukârda devlet kaçınılmaz bir sosyal üstyapı kurumu halinde insanoğlunun karşısına çıkmaktadır. Çünkü, böyle bir yönetim mekanizmasının olmadığı her yerde, herkesin herhangi bir sınır tanımadan, gücü nisbetinde ve gücü yettiğinde, başkalarını kendi itaati önünde eğilmeye zorlayacağı bir kaos halinin, bir vahşî boğuşmanın kaçınılmaz olduğu, insanoğlunun binlerce yıllık tecrübelerinden de bellidir. Bu bakımdan, devlet mekanizmasına karşı oluşları dolayısiyle, devletsiz bir hayat sosyal hayat hayal edip, her türlü devlet ve yönetim tarzına karşı çıkmak gerektiğini düşünen ’nihilizm’ cereyanının bağlıları bile, kendi hayal ettikleri bir dünyayı oluşturmak için, yığınla kurallar koymak gerektiğini peşinen kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Biz müslümanlar ise, devleti, zayıfların, mustaz’afların -hakları zorbalar tarafından ellerinden alındığı için zayıf duruma düşürülmüş olanların-, fakirlerin, yoksulların güçlüler, zenginler, zorbalar tarafından ezilmek istenmesine karşı bir koruma ve savunma mekanizması olarak anlamak zorundayız. Bu açıdan, bugün bir kısım zorba sultanların, hanedanların, kuvvetli kılıç veya servet sahiblerinin bazı toplumların ensesine çökerek gerçekleştirdikleri yönetim mekanizmasını reddetmek de vazifemizdir.
Ama, devlet yönetiminde söz sahibi olmak için, inancımızın temel ilkeleri ve kuralları çerçevesinde, Allah’ın kullarına zulmeden yönetim sahiblerine karşı, hak ve doğru olduğuna inandığımız ölçüler içinde bir yönetim oluşturmak ümid ve hayaliyle devlet mekanizmasına hâkim olmak istenmesi de tabiîdir.
Gerçi, bazıları, zaman zaman, ’İslam’da Kur’an’da devlet kelimesinin geçmediğini, İslam’ın müslümanlara devlet olmak- oluşturmak- kurmak gibi bir mükellefiyet yüklemediğini’ de söylemişlerdir, ama, böyleleri, Kur’an-ı Kerîm’de ’hududullah/ ilahî hadler’ olarak belirtilen yaptırımlar başta olmak üzere, insan toplumunun, Allah’ın yaratış hikmetine uygun olarak yönetilmesi için yapılması gerekenleri irade edecek olan gücün nasıl olacağı konusunda açık bir söyleyememişler ve ütopik -hayalî bir dünya kurmuşlardır.
Açıktır ki, sosyal yönetim mekanizmasını , devletini kuramayan toplumlar, başka sosyal yönetim mekanizmalarının çarkları ve dişlileri arasında ezilmekten kurtulamazlar. Bu, müslümanlar için de böyledir.
*
Doğrudur ki, Hz. Peygamber (S) ve Khulefâ’y-ı Râşidîyn’den hemen sonraki dönemden bugüne kadar, 14 asrımız, yazık ki, hep, kılıç ve servetin gücüne, zer (altın) ve zor’a dayalı olarak ortaya çıkan yönetim mekanizmalarınca idare edilmiştir müslümanlar.. Ama, bu, hep böyle devam edecek demek değildir.
Bir kısım müslümanlar, hemen her devirde, bazıları çok hayalci planda kalmış olsa bile, ideal mânâda, İslamî mânâda bir devlet yönetimine erişmeyi hayatlarının en ideal çabaları görmüşlerdir. Buna bir müslüman olarak ancak saygı duyulabilir.
Bunu yaparken, elbette ideallerle gerçekler arasında sıkışıp kalan, bocalayan, hayal kırıklığına düşen veya geçmişte karşı çıktıkları zorbaların durumuna düşenler de olmamış değildir.
Ama, hele de zorbaların, zâlimlerin tesis ettikleri yönetimleri değiştirmek ideali etrafında yol almaya çalışmak adına hareket edenlerin, böyle bir iddia taşıyanların, başkalarına ve hele de diğer müslüman gruplara da ’taqıyye’ yaparak, hattâ uluslararası ve emperyalist güç odakları boyutları da olan karanlık ilişkiler içine girmeleri kabul edilemez. Aksi halde, karşımıza bir ’gulyabanî’, bir umacı çıkar. Nitekim, bugünlerde, karşımıza çıkan tablo böyle bir tablodur.
Hayırlı bir çalışma yaptıklarını düşünün bir kesim müslümanların, sırf kendi cemaatlerinin menfaatlerini, cemaatçi bir refleksle her şeyin üstünde tutmaları sebebiyle, ülkenin tamamının ve hattâ daha geniş bir çerçevede, ümmetin tamamının maslahat ve menfaatini düşünmek durumunda olabilecek bir müslüman lider ve onun kadrosu ile amansız bir mücadeleye girmeleri ve acaib uluslararası entrikalar kombinezonlar geliştirmeleri anlaşılır bir durum değildir.
Kaldı ki, son 100 yıla yakın tarihimizde, -merhûm Şeyh Saîd’in 1925’lerdeki ’qıyâm’ı hariç-, hiç bir İslamî grup, hareket veya cereyanın, kemalist-laik rejim ve başındakilerle böylesine bir mücadeleye tevessül etmedikleri ve hele de, bugün müslüman kimliğiyle bilinen Erdoğan’la korkunç bir dalaşına girmiş olanların, çok uzak olmayan yakın geçmişte, laik diktatörlere, zorbalara, nasıl selâm durdukları, temennâlar çaktıkları, övgüler düzdükleri bilinirken..
*
Yezid’i, ’muhteşem bir insan’ olarak niteleyebilmek..
Bu vesileyle bir konuya da değinmek gerekiyor.
AK Parti’yi değil, Tayyîb Erdoğan’ı siyasî hayattan yok etmek için her yolu kendilerine mübah görürcesine bir mücadele içine girmiş olan bazı müslümanların bu hallerine bakıp da üzülmemek elde değil.. Kimse kimseyi sevmek zorunda değildir elbette.. Bu açıdan, Tayyib Erdoğan’a da karşı çıkılabilir; başkalarına da..
Ama, bu yapılırken..
Zaman’ın Genel Yayın Md. Ekrem Dumanlı’nın yaptığı tuhaf yorumlar karşısında şaşırmamak elde olmasa gerek..
Bu arkadaş, Tayyîb Erdoğan’ın bir taifeyi, bin yıl öncelerdeki Hasan Sabbah’ın fedaîleri olan haşhaşiyyûn’a benzetmesinden rahatsız olmuş..
Olabilir..
Bu satırların sahibi de, arada bir takım benzerlikler bulunsa bile, o beyanın yine de ağır olduğunu ifade etmiştir.
Ama, buna karşılık verirken, Dumanlı’nın da bir tv. proğramında, Tayyîb Erdoğan için dolaylı olarak Yezid benzetmesi yapması ve bunun medyada bu şekilde belirtilmesinden sonra da, ’Yok canım, o kadar da değil!.’ diye lafının törpülemeye çalışmasını haydi geçelim.
Ama, bu benzetmeyi yaparken..
Dumanlı’nın Yezid hakkında topluma çok yanlış ve yanıltıcı bilgiler vermesini nereye koymalı?
Dumanlı diyor ki, -özetle-, ’Yezid, 3,5 yıl kadar saltanatta kaldı.. Başlangıçta, bir kahramandı, bir muhteşem bir insan idi.. Ama, sonra etrafını goygoycular sardı, onların oyununa geldi ve tarihe nasıl geçtiği ortada..’
Bu örnekten hareketle, âdetâ demek istiyor ki, ’Tayyîb Erdoğan’ın da, ilk yılları iyi geçti, ama, son zamanlarda etrafını goygoycular sardı ve o da tarihe Yezid gibi geçecek..
Evet, sözlerinin muhtevasından anlaşılan bu..
Tayyîb Erdoğan’a öyle bir dolaylı benzetme yapması önemli değil.. Dumanlı’nın hocasının o korkunç bedduasının yanında bu sözler hafif bile kalıyor.
Ama, E. Dumanlı gibi bir arkadaşın, hem de tv. ekranlarından, milyonlara, Yezid hakkında tamamen gerçek dışı bir bilgi vermesi ve onu başlangıçta ’muhteşem bir insan’ olarak nitelemesi.. Eveet, işte burası, anlaşılır gibi değildir.
Çünkü Yezid, babası Muaviye ölüp de, -babasının hayattayken oğlu için aldığı bey’atler sâyesinde- Şam Sarayı’ndaki saltanat makamına oturur oturmaz, derhal adamlarını Medine’ye göndermiş ve Hz. Peygamber’in torunu Hz. Huseyn’in bey’at etmesinin sağlanmasını istemişti. Hz. Huseyn’in de bu dayatmadan kurtulmak için Medine’den Mekke’ye ve oradan da Kûfe’ye doğru yola çıkmış ve Kerbelâ’da Yezîd Ordusu tarafından, bir avuç yârânıyla ve Ehl-i Beytiyle birlikte korkunç şekilde katledilmişti.
Yani, bu korkunç cinayet, Yezid’in saltanatının daha hemen başında olmuştu.. Dumanlı’nın deyimiyle, Yezid, ’muhteşem bir insan’ iken, goygoycularının oyununa gelmiş de sonradan sapmış birisi değildi.
Tarihî gerçek bu iken, bu durumun çarpıtılıp, Dumanlı’nın, ’Yoksa, Yezid muhteşem bir insandı, saltanatının son yıllarında goygoycularının etkisinde kaldı..’ demesi, tarihin çarpıtılmasından da öte bir mânâ taşır.
Umarım, Dumanlı o yanlış bakışını düzeltir ve yanılttığı kitlelere de gerekli açıklamayı yapar. Yanlışın itirafı, kişiyi küçük düşürmez, tam tersine insana bir de itibar kazandırır.
Bu, kendisinin manevî dünyası için de hayırlı olur, her halde..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Parça-bölük bir dünyadan acılı, hüzün veren sahneler..

Suriye konusunda İsviçre’de yapılan Cenevre-2 Görüşmeleri sürerken..


İsviçre’nin küçük bir kasabası olan Davos şehrinde tertiblendiği için, -uluslararası mes’elelerin tartışıldığı ve on yıllardır Davos Toplantısı diye anılan oturumlardan birinde tartışılan konulardan birisi de Suriye Buhranı idi.
Tayyîb Erdoğan’ın 28-29 Ocak günleri, iki gün sürecek bir İran gezisine çıkması öncesinde, geçen hafta dünya medyası, Türkiye ve İran Dışişleri Bakanları Ahmed Davudoğlu ve Muhammed Cevad Zarif’in atıştıklarını büyük başlıklarla gündeme getiriyordu..
Zarif, Suriye’deki yabancı güçlerin bu ülkeden çıkarılması gerektiğini belirtiyor.
Yabancı güçlerden maksad, herhalde uluslararası anlaşmalara uygun olarak başta Rusya olmak üzere, diğer ülkelerin Suriye’de bulundurduğu güçler değil; anlaşma dışında, bu coğrafyaya gelip silahlı çatışmalara katılmış olan herkes..
Ama, İran, Irak, Ürdün, Arabistan, Mısır, Türkiye gibi ülkelerin hiç birisi, Suriye’de resmen hiç bir askerî güç bile bulundurmadıklarını ısrarla belirtiyorlar. Ama, gayriresmî yoldan, bu ülkelerin herbirisinden, Suriye’ye pek çok savaşçının gittiği biliniyor ve bu zamana kadar bu dışardan gelen bu güçlerden yüzlercesi Suriye buhranının kurbanı oldular.
*
Ahmed Davudoğlu, Mes’ud Barzanî ve M. Cevad Zarif’in katıldığı oturumda, üç konuşmacı da Suriye’deki “bütü yabancı güçlerin çekilmesi” konusunda görüş birliğini dile getiriyorlardı. Ancak, Lübnan Hizbullahı’nın Suriye’de onbinlerce savaşçısıyla hazır bulunmasını İran Dışişleri Bakanı Zarif, farklı şekilde izah ediyor ve onların Suriye’de bulunuş sebebini, sadece ‘şiî türbelerini korumak’ gibi bir role bağlamaya çalışıyor ve bu yüzden onların yabancı savaşçılar olarak nitelenemiyeceğini iddia ediyor; ‘Suriye’ye savaşmak için hiç kimseyi göndermedik. Hizbullah da kendi kararını verdi. Tabiî, siz şiî türbelerini yok edecek insanlar gönderdikten sonra, şiîlerin sessiz kalmasını bekleyemezsiniz..’ diyordu. Zarif, bu iddialarda bulunurken, henüz birkaç ay öncesinde Hizbullah lideri Hasan Nasrullah’ın, yaptığı ateşli nutuklarında, tıpkı İran’lı en yüksek yetkililer gibi, ‘Beşşar Esed bizim kırmızı çizgimizdir..Ve biz Suriye’ye girmeseydik, Esed rejimi iki günde çökerdi..’ deyişini hatırlamıyor, herhalde..
Davudoğlu ise, bu sözlere itiraz ediyor ve, ‘Şam’daki Seyyide Zeyneb Türbesi sadece şiîlere değil, bütün Müslümanlara aiddir. Hepsi Müslümanların ortak kültürel mîrasıdır. Eğer herkes Suriye’ye kendi mezhebinin kutsallarını korumaya giderse, bu karışıklık sonsuza kadar devam eder. Barış istersek mezheb çatışmalarına son vermeliyiz. Suriye’deki bütün sünnî ve şiî müslümanların ve gayrimuslimlerin kutsal bildiği mekanlar hepimizin. Bunları korumak insanlık onurudur.’ karşılığını veriyordu.
Davudoğlu’nun bu sözlerine ise, Cevad Zarif, ‘Suriye’deki bir türbeden Ehl-i Beyt’ten bir zatın cenazesinin çıkarılarak saygısızlık yapılmıştı. Ahmed, sen neler olduğunu biliyorsun. Bu şekilde açıklamalar yapmak kulağa hoş geliyor. Her türbenin korunmasını isterim, ama bunlar olduktan sonra söz konusu olaylar meydana geldi.’ şeklinde bir cevab veriyor ve proğramın yöneticisi olan hanımı, ‘şiî-sünnî savaşı, şimdi de burada..’ diyordu, gülerek..
Şimdilerde ‘selefîler’ de denilen vehhabîler’in mezarlara kutsama ve tapınma derecesine varan ilgileri gerekçe göstererek bütünüyle keskin bir tavır takındıkları yeni bir şey değil.. Ama, filan mezardaki veya türbenin tahrib olunması ve oradaki kemiklerin çıkarılıp atılması şeklindeki davranışlar akl-ı selîm sahibi her müslümanı rahatsız etse bile, bu gibi çılgınlıkları bahane ederek, onbinlerce insanın öldürülmesini bile göze alacak derecede bir başka gözüdönmüşlük sergilenmesini nasıl izah etmeli? Ve böyle bir gerekçeye sığınarak, onbinlerce savaşçısını Suriye’ye sokup, 50 yıllık bir kanlı Baasçı diktatörlük rejimini ayakta tutmaya çalışmanın ve bu uğurda onbinlerce insanı öldürmek ve kendilerinden de binlercesinin hayatlarının sönmesine âlet olmanın, sahi, nasıl bir izahı vardır?
*
Zarif’in şahsında bu gibi izahlara sığınanların anlayışları böyleyken.. Suûdî Arabistan yargı makamlarının selefi ve tekfircilerin tehlikesini görüp onları terörist olarak nitelemesi ilginçtir. Bu anlayışın, başkalarındaki tarafgirlik anlayışına da yansıması temenni olunur.
Alınız size, bu konuyla ilgili, ilginç bir haber.. Cumhûrî-i İslamî gazetesinde 27 Ocak günü yayınlanıyor ve şöyle deniliyordu:


* مسئولان قضائي عربستان سعودي هم به خطر سلفي*ها و تكفيري*ها پي برده، آنها را تروريست مي*دانند و درباره خطر آنها هشدار مي*دهند. رئيس دادگاه كيفري عربستان گفت: تشويق كردن جوانان به جنگ در مناطق بحراني از جمله سوريه، از مصاديق فتنه است و شرعاً ممنوع مي*باشد. وي افزود: كساني كه تحت تأثير اين تبليغات قرار گرفته و به جنگ مي*روند، به سازمان*هاي تروريستي وابسته مي*شوند و بعد از بازگشت به كشور خود، عقايد افراطي خطرناكي را وارد جامعه مي*كنند.'


Arabistan Başsavcılığı yaptığı bu açıklamada şöyle denilmekte: Gençleri kriz mıntıktalarında, bu cümleden olmak üzere Suriye’de savaşa katılmaları için teşvik etmek, fitne alametlerinden olup, şer’an memnû’dur (haramdır). ...Her kim ki, bu propagandaların etkisinde kalıp bu gibi savaşlara katılırsa, terörist organlara bağlanmakta olup, kendi ülkelerine döndükten sonra da, topluma tehlikeli ifratî/ aşırı inançları getirmektedir.’
Evet, bu da ilginç bir yaklaşım.. Suûdîlerin, vehhabî anlayışına bağlı olduğu bilinen makam sahiblerinin bile geldiği bu nokta, başkalarında da kendilerini yeniden kontrol etmek hissi uyandırır mı dersiniz?
*
Bu ihtimale evet demek için de bazı işaretler yok denilemez..
Alınız size bir diğer örnek..
İran’da son 35 yılın en etkili isimlerinden birisi olan eski C. Başkanı Hâşimî Refsencanînin geçen hafta, -Rebi’-ul’evvel ayının 17. günü çeşitli ülkelerden davetli müslümanların katıldığı İslamî Vahdet Konferansı’nın kapanış oturumunda- yaptığı bir konuşmanın İran medyasına yansımasıyla ortaya bir tartışma çıktığı görülüyor.
Haşimî Refsencanî’nin sözleri her ne kadar geç bile kalmış olsa bile, yine de onun dilinden ifade edilmiş olması açısından ilginç ve onun pragmatik zekâsına da uygun.. Çünkü, İran’da bir takım etkili makamlar ve şahsiyetler, ‘selefîler’i, ‘tekfirci’ (başkalarını tekfir edenler, kafir bilenler) ve de terörist olarak niteleyip; onlara mukabil bir ‘tekfircilik’ suçlaması sergileyen ve tıpkı selefîler’in aşırılıklarına denk şekilde, onların katlini caiz bilen Lübnan Hizbullah Örgütü’nün Suriye’de katıldıkları savaşlardaki durumlarına ma’zeret üretmekteydiler.
İşte böyle bir zaman diliminde, Refsencanî’nin sözleri daha bir özel mânâ taşıyordu. Refsencanî’nin, yaptığı bu sözkonusu son konuşmasında Müslümanlar arasındaki aqıdevî ve tarihî ayrılıklara değinirken, ‘İlk Halifenin kim olması gerektiğine dair tarihe aid bir tartışmanın, ya da, abdestin nasıl alınacağı veya namazın nasıl kılınacağına ilişkin tartışmaların da ve sair benzer konuların bugün de tartışılması ve sürdürülmesinin hiçbir mantıkî sonucu ve faydası yoktur. Ne Kuran’da ne de hadislerde bu hususlardan dolayı birbirimizle ihtilaf etmemize dair bir emir de bulunmamaktadır. Ne yazık ki, İslam dünyasının durumu çok tehlikeli bir hal olup vahdet önünde bir engel ve Resulullah’ın mesajına aykırı bir hal içermektedir.’ dediği yansıyordu, medyaya..
Bu konu Tahran’da yayınlanan Cumhûrî-i İslamî gazetesinde 27 Ocak (İran’da kullanılan hicrî-şemsî takvime göre, 07.11.1392) günü yayınlanan bir ‘özel haber’le şöyle duyurulmaya çalışılıyordu.
جهت اطلاع 07/11/1392
* آيت*الله هاشمي رفسنجاني در پاسخ به سؤال روزنامه جمهوري اسلامي درباره اظهارات هفته گذشته ايشان در سخنراني اختتاميه كنفرانس وحدت در موضوع خليفه اول گفت: "موضوع سخنراني من، تنازع بود و آنچه درباره موضوع خليفه اول گفتم اين بود كه بر سر اين موضوع نبايد نزاع كنيم، اما اينكه اعتقاداتمان بايد محفوظ بماند قابل ترديد نيست." بعضي رسانه*هاي مجازي هفته گذشته تلاش كردند با تحريف اظهارات آيت*الله هاشمي رفسنجاني چنين وانمود كنند كه ايشان گفته است اينكه خليفه اول چه كسي است يك موضوع تاريخي است و نبايد مطرح باشد! متن كامل مصاحبه آيت*الله هاشمي رفسنجاني با روزنامه جمهوري اسلامي كه به مناسبت سي و پنجمين سالگرد پيروزي انقلاب اسلامي انجام شده، در دهه فجر منتشر خواهد شد.
Cumhûrî-i İslamî gazetesine göre, Refsencanî o konferansta yaptığı konuşmada, ‘Benim konuşmamın konusu, çekişme üzerine.. Birinci Halife ile ilgili olarak söylediklerim budur ki, onun üzerine çekişmememiz gerekir. Amma, bizim inancımızın korumamız gerektiği konusunda da tereddüd olmamalıdır.’ demişti, ama, bir kısım medya organları, bu konuşymayı çarpıtmışlardı.
(Refsencanî’ye yakınlığıyla bilinen) Cumhûrî-i İslamî’nin yazdığına göre, Refsencanî, ‘Birinci Halife, tarihî bir mevzu olduğundan onun sözkonusu olmaması gerekir..’ demişti. Ancak, Refsencanî’nin konuşması, kendi ağzından net olarak aktarılmıyor ve sadece, o konuşmanın tamamının İslam İnqılabı’nın 35. yıldönümü münasebetiyle, 11 Şubat ve takib eden günlerde yayınlanacağını duyuruyor ve âdetâ, durumu kurtarmaya çalışıyor ve Refsencanî’nin saldırılardan uzak tutulması için birsed oluşturmaya çalıştığı hissini veriyordu.
Yine de, Refsencanî’nin Hz. Ebubekr hakkında İran’da genelde bilinen tarzın dışında konuştuğu ve alışılan şekilde saldırı cümleleri kullanmadığı ve bu durumun bile, onun aleyhinde kullanılmak istendiği anlaşılıyor.
Fesubhanallah..
*
Ya, şu ‘vehhabî müftüsü’nün fetvasına ne demeli?
Evet, böyle bir mâkûl sözlerin bile toplumda rahatsızlık meydana getirmemesi için, durumu yumuşatma çabalarına tevessül edilirken..
Geçtiğimiz günlerde Suûd rejimi müftülerinden birisi ise, Suûdî Arabistan’da yaşayan şiîlerin ‘cizye’ vermesi gerektiğine dair bir fetvâ yayınlamış; Cumhurî-i İslamî gazetesinin yazdığına göre..
Bilindiği üzere, müslümanların hâkimiyetindeki bir toplumda, gayrimüslimler bir çok mükellefiyetlerdene muaftır, ama, buna karşılık, o toplumda müslümanlar gibi kamu yönetiminin himayesi altında eşit güvenlik korumaları altında yaşayabilmek için, kamu harcamalarına özel bir katkı sağlamakla mükelleftirler. Bu mükellefiyet de, ‘cizye’ denilen bir özel vergi ile yerine getirilir. Böylece, şiî müslümanlardan cizye istenmesi, onların müslüman sayılmadığı mânâsını tazammun ediyor, içeriyor.
Allah’ım! Sen bizim aklımızı koru!
*‘Suriye Buhranı’yla ilgili Cenevre-2 Görüşmeleri ne getirebilir?
Cenevre’de bugünlerde de, Suriye Buhranı’nın sona erdirilmesi üzerine yapılan bir toplantı var. Bu görüşmelere, Suriye rejiminin Dışişleri Bakanı Velid Muallim başkanlığında bir resmî heyet ve de Suriye’deki 50 yıllık kanlı Baas diktatörlüğü rejimine karşı silahlı mücadele veren gruplardan bazıları katılmışlardı.
Bu görüşmelerin sağlıklı bir sonuç vermesi uzak ihtimal..
Çünkü, emperyalist güçler, (şimdilerde birbirleriyle da kıyasıya savaşan her türlü İslamcı grupların iktidara gelmesi ihtimaline karşı) Baas rejiminin ve Beşşar Esed’in diktatörlüğünü cana minnet biliyorlar.
Cenevre’deki görüşmelere İran önce davet edilmişti, BM. Genel Sekreteri Ban Ki-moon tarafından, ama, sonra İran’ın, Haziran-2012’de yapılan 1. Cenevre Görüşmeleri’nin kararlarını kabul etmemesi ve şartsız davet edilmeleri halinde katılabileceklerini açıklamaları dolayısiyle yapılan o davet geri çekilmişti.
İran Meclisi’nin önde gelen isimlerinden bazıları ise, Cenevre-2 Görüşmeleri’ne katılmayışlarının İran’ın maslahatına daha uygun olduğunu ifade ediyordu.
*
Cenevre -2 Görüşmeleri’nin en komik tarafını, Suriye rejiminin resmî hey’eti ile muhaliflerin temsilcilerinin aynı odadaa yüzyüze görüşmeleri sahnesi oluşturuyordu. Şöyle ki, görüşmelerin yüzyüze yapıldığı açıklansa bile, bu yüzyüzelik, gerçekte sadece aynı salonda bulunmalarından ibaretti. Çünkü, aynı salonun iki ayrı köşesinde bulunan bu heyetler görüşlerini BM. Genel Sekreteri’nin Suriye Buhranı ile ilgili özel temsilcisi Cezayir eski Dışişleri Bakanı Lahzar Brahimî’ye bildiriyorlar ve Brahimî de, bu görüşleri karşı tarafa ve oradan aldığı görüşleri de diğer tarafa iletiyordu.
Muhalifler, Suriye resmî hey’etinin, 1. Cenevre Görüşmeleri’nde alınan kararların kabul edildiğini açıklamasını şart koşuyor, ama, bunun kabul edilmesi uzak bir ihtimal.. Çünkü, o kararlarda, Beşşar Esed’in iktidardan çekilmesi ve yerini bir Geçici Yönetim’e devretmesi en temel şartlardan birisini oluşturuyordu. Bu açıdan, böyle bir maddenin Suriye rejiminin resmî heyeti tarafından kabul edilmesi, muhalin de ötesinde olsa gerek..
Suriye’deki kanlı iç-savaş ise, bütün şiddetiyle devam ediyor. Baas rejimine karşı başlangıçta silahlı mücadele veren çeşitli tarafların hemen tamamı aradan çekildiler ve geride, inanç grupları kaldı. Çünkü, inanç gruplarının dünyayı inançlarına göre düzenleme ve bu uğurda şehîd olmak gibi ümidleri, bu gibi gruplar için temel bir muharrik güç oluşturuyor.
Bu güçtür, bu gibi savaşları verdirten..
Ama, ortada anormal olan durum, her bir mıntıkayı, bir şehri kısmen veya tamamen ele geçirenlerin, diğer muhalif gruplarla irtibat ve işbirliği oluşturamamaları ve kendilerini Suriye’nin muhalefetinin tek temsilcisi olarak görmeleri-göstermeleri..
Her grup, kendilerinin lider olduğunu iddia ediyor ve ‘Bize bey’at ediniz, gücümüz birleşsin, rejimi devirelim..’ diyor.
Bu durum, Afganistan’da da yaşanmıştı. Merhûm Ahmed Şahmesud’a hiç de karşı olmadıklarını açıkça beyan eden Tâlibân liderleri, bütün mes’elenin, onun gelip kendilerine bey’at etmesine bağlı olduğunu, öyle bir durumda ordunun komutanlığının kendisine verileceğini -bu satırların sahibine de- 1998 Martı’nda, Hicaz’da net olarak ifade etmişlerdi.
Halbuki, Ahmed Şahmesud’un Sovyet Rusya işgaline karşı cebhelerde savaştığı yıllar boyunca, sonradan sahneye Tâlibân liderleri ve güçleri olarak çıkan hareketin mensubları, büyük çapta Pakistan’daki medreselerde ders okuyorlardı ve herhangi bir savaşları sözkonusu değildi.
Şimdi de, Suriye’de savaşan çeşitli muhalif grupların herbirisi, hem rejim güçleriyle, hem de birbirleriyle savaşıyorlar.
Öte yandan, Baas rejimi diktatörlüğünün güçleri de, büyük çapta nusayrî aleviliğinin inanç muharriklerine göre yetiştirilmiş savaşçılar.. Onlar da kendi rejimlerine karşı çıkan her kim varsa onları öldürmeye çalışıyorlar.
Bu güçler, ellerindeki onca üstün silah gücü, savaş uçakları, roketler ve füzelere rağmen, bir türlü üstünlük sağlayamıyorlar. Beşşar Esed, daha iki hafta önce, ‘yakın vâdede bir zaferden sözetmiyoruz, karmaşık bir savaş..’ diyordu..
Halbuki, İran medyası, aylardır, Beşşar’ın zaferini ilan etmesine ramak kaldığını yazıp durmaktadı..
Dahası..
Diyelim ki, Beşşar Esed diktatörlüğü ve Baas rejimi başarı kazansa bile, nereye, kime, hangi ülkeye nasıl hükmedecek?
Çünkü, bütün bir Suriye baştan başa kan ve gözyaşına, 150 bini aşkın ölümleri yansıtan cesed tarlalarına ve harabelere döndü..
Bu durumda, Beşşar, harabeler üzerinde öten baykuşlara dönmeyecek mi?
Haa, Suriye Baasçıları o kadar gaddar ve kan dökmekten el çekmemekte o kadar kararlılar ki, Hâfız Esed iktidara geldiği zaman 45 yıl önce, Suriye’nin nüfusu 7-8 milyondu.. Suriye Baasçılarından, şimdi, ‘yine 7-8 milyon kalsak, biz bize yine yeteriz..’ mantığıyla hareket ettiklerine dair söylemler yayınlanıyor, Lübnan medyasında..
Lübnan’dan Suriye’ye sokulan 40 bine yakın savaşçısı bulunan Lübnan Hizbullahı ise, açıkça, ‘İran Rehberi’nin emriyle hareket ettiklerini hiç gizlemiyor ve hakkaniyetimizi biz Rehber’den alırız..’ diyordu. Ama, Hizbullah’ın Suriye’ye soktuğu bu dev güç, her ne kadar kendi iddialarına göre, ’Biz olmasaydık, Esed rejimi iki günde çökerdi..’ diyerek, önemli roller üstlenmiş olsa bile, Suriye’de binlerce savaşçısını kaybedince, bu yüzden Lübnan’daki konumunu da büyük çapta yitirmek noktasına gelmiş bulunuyor.
Dahası, şimdi İran makamları, Hizbullah’ın Suriye’ye, iç-savaş’a katılmak için gitmediği, sadece şiî türbelerini korumak için gittikleri gibi yeni bir arguman oluşturmuş bulunuyorlar; buna kendileri de inanmasalar bile.. Âlemi kör sanıyorlardır belki..
*
İran’ın bunca yıllık nükleer teknoloji çabalarının geldiği nokta..
Tahran’da yayınlanan Keyhan gazetesinin 27 Ocak tarihli başmakalesinde, İran C. Başkanı Hasan Rûhanî’nin Davos’ta batılılara gülücük dağıttığına ağır şekilde eleştiriliyordu. (Bu gazetenin doğrudan devlet imkanlarıyla çıkarıldığını ve Genel Yy. Md.’nün direkt olarak İnqılab Rehberi tarafından tayin olunduğunu hatırlayalım..)
Keyhan bu eleştirisini, USA Dışbakanı John Kerry’nin son konuşmalarına dayandırıyordu. Kerry, İran’la 5+1 ülkeleri (yani BM. Güvenlik Konseyi’nin 5 Daimi üyesi + Almanya) arasında geçen ay Cenevre’de yapılan müzakerelerin sonunda varılan anlaşmanın İran tarafından ihlal edilmesi halinde nasıl bir tavır sergileyeceklerini açıklarken, (Orta İran’da yer alan) Erak şehrindeki nükleer reaktörün faaliyetinin varılan Cenevre’de varılan anlaşma gereği durdurulacağını, varılan anlaşmanın İran tarafından ihlal edilmesi halinde, Amerika’nın askerî bir müdahalede bulunacağını’ açıkça dile getirmişti.
Keyhan, John Kerry’nin bu tehdidlerine karşılık, İran tarafından yüksek dereceli siyasî sorumluların ise, ‘Cenevre Anlaşması’nın, Amerika’nın İran’a saldırmasının yolunu tıkadığı’ iddiasında bulunmalarına rağmen, onların bu iddiasının doğruyu yansıtmadığını; Cenevre Anlaşmasının, maalesef, İran’a gerektiğinde askerî bir müdahale yolunu açık bırakan maddelerinin de bulunduğunu ileri sürüyor ve ayrıca; ‘nükleer teknoloji yolunda 10 yıl boyunca elde edilen ve İran’ın nice nükleer bilginlerinin öldürülmeleri bahasına elde edilen teknolojik gelişmeler bütünüyle elden çıkma noktasına gelmiştir..’ diye yakınıyordu.
Keyhan gerçi, C. Başkanı Hasan Ruhanî’nin, ‘Bir Amerikan saldırısından korkmuyoruz’, ve Dışişleri Bakanı M. Cevad Zarif’in de, ‘Biz nükleer teknoloji yolundaki çalışmalarımızdan el çekmiyoruz..’ dediğine de değiniyor ve ama, Amerika’nın cür’etkâr ve küstah beyanlarının, Hasan Ruhanî ve çalışma ekibinin, bazılarınca itidal diye övülen iyimser tavırlarından kaynaklandığını; Ruhanî’nin İsviçre televizyonuna verdiği mülâkatta da, Tahran’da Amerikan B. Elçiliği’nin yeniden açılması ihtimalini açıkça reddetmediğini, Amerikan yetkililerine dostluk mesajı gönderdiğini; buna mukabil, John Kerry’nin ise, küstahça, ‘İran’a, Erak’daki ağır su reaktöründe uranyum zenginleştirme proğramını sürdürmesine izin vermiyeceğiz.. Cenevre Anlaşmasının ihlali halinde, o anlaşmanın İran’a askerî müdahalede bulunulmasını hükme bağlıyor..’ dediğini dile getiriyordu.
1981-1997 arasında uzuun yıllar İran’ın Dışişleri Bakanlığı’nı yapan Ali Ekber Velayetî ise, ‘İran’lı nükleer müzakarecilere fırsat verilmesini’ tavsiye ediyordu. Hatırlanacağı üzere, bu yoldaki eleştiriler çoğaldığı zaman, İnqılab Rehberi Khameneî, ‘nükleer müzakereciler, İnqılab’ın çocuklarıdır..’ diyerek, bir o eleştirilere bir sed çekmişti. Amma, Keyhan, eleştirilerine en ağır şekilde devam ediyor.
Bu arada, Kerry’nin açıklamalarına karşı İnqılab Muhafızları Ordusu’nun yayınladığı ve dünyanın her tarafında Amerika’yla savaşmak için işaret beklediklerini belirten bir bildiri de edikkat çekiyordu.
Bazı çevreler bu gibi açıklamaların gerçekçi olup olmadığını tartışıyorlar.
İlginçtir ki, John Kerry İran konusunda böyle konuştuğu saatlerde, İsrail rejimi başkanı Şimon Perez’e de ‘Barışın tesisi yolundaki katkıları’ dolayısiyle Davos Ruhu’ isimli bir nişan ve ödülü veriyordu.
Öte yandan İran makamları ve medyası, Rusya konusunda uzun zamandır iyimser bir tavır takınmışken, şimdilerde, İran’ın nükleer teknolojisinin sınırlandırılması konusunda Amerika ve Rusya’nın görüş birliği halinde olduklarını yazmaya başladı.
*
Bütün bunların üzerine bir de acı tebessüm ekleyebiliriz, dudaklarımıza..
İngiltere’de Suûd sermayesiyle yayınlanan ‘Eş’Şarq-ul’Awsat / Ortadoğu’ gazetesinin bildirdiğine göre, Libya Başbakanı geçen hafta gittiği Suudî başkenti Riyad’da Suudî Veliahdi ile görüşmesinden sonra, Veliahd cenabları, Libya Başbakanı’nı uğurlarken, dalgınlıkla, ‘Sayın Gaddafî’ye de selamlarımı söyleyiniz..’ deyivermiş..
Yoksa, Suûdî Veliahdı da Gaddafî’nin âqıbetine ve yanına uğramak istiyor olamaz herhalde..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
En büyük güç, emperyalist- şeytanî güçler midir?

Rakibi, hasmı, düşmanı küçük görmek, önemsiz saymak büyük yanlıştır, doğru..


Ama, olduğundan fazla büyütmek de aynı şekildedir.
Çünkü, herşeyi komplo teorilerine göre izah etmeye başladık mı, bize yapacak fazla bir şey kalmadığı, hareket alanımızın olmadığı gibi bir noktaya bile sürüklenebiliriz.
Ki, bunun son zamanlarda çokça yapıldığı görülüyor.
Muhakkak ki, her hayırlı hareketin yolunu kesmek için, yolumuz üzerinde bir takım şeytanî- emperyalist şeytanî pusu ve entrikaların olabileceğini düşünmek ve bu gibi ihtimalleri asla unutmamak da gereklidir; ama, karşılaştığımız zorlukları izah etmeye çalışırken, her zorluğu en temelde, o emperyalist odakların entrikasına bağlamak da bizi, karşısında durulmaz bir muazzam düşman güçle karşı karşıya bulunduğumuz çaresizliğine de sevketmez mi?
İki hafta kadar önce, 18 Ocak günü, Yeni Şafak’ta Huseyn Hâtemî hoca ile yapılan ilginç bir röportaj yayınlandı. Huseyn Hâtemî hoca, ilginç bir düşünce adamıdır.
Onun bu özelliği, bu son röportajından da yansıyordu.
Ancak, e-mail adresime gönderilen veya çeşitli mahfillerde karşılaştığım bir çok kimsenin, ‘Hâtemî Hoca’nın görüşleriyle kendilerini daha bir besleyip, bazı vehimlere sürüklendikleriyle karşılaştığımı ifade etmeliyim.
Hoca’nın söylediklerinde elbette ki bir çok doğrular da vardı, ama bazıları, ‘Hatemî Hoca gibi bir düşünce adamı böyle dediğine göre, karşı konulamaz bir durumla karş karşıyayız..’ noktasına gelenlerin olduğu görülüyordu. Sanırım, Hâtemî Hoca’nın hedefi de, bu değildi.
Bu bakımdan tekrarlamalıyım ki, maksadım Hâtemî Hoca’nın görüşlerini değerlendirmek değildir. O nihayet bir pencere açmak dilemiş olabilir, ama, bu gibi görüşlere ve ihtimallere dayanarak konuyu bir paranoiaya dönüştürmemek de gereklidir.
Çünkü, bu gibi ihtimaller kişinin kendi iç dünyasında kesinlik kazanabilen subjektif kanaatlere dönüşebilir; ama, doğrulanması için gerekli olan objektif bilgi, belge ve dayanaklara kavuşturulmaya da muhtaçdır.
Bu açıdan Hâtemî Hoca’nın görüşlerine eğilirken, bu ihtiyatı da elden bırakmamak gerekir.
*
Hâtemî Hoca,Cemaat’ denilen hareketin önünün, B. Amerika’da Bush döneminde en üst seviyede etkin durumda olan ve ‘Neo-con (yeni muhafazakârlar) diye anılan grup tarafından, ve İran'a karsı tedbir almak için açıldığını düşünüyor ve size, ‘Hayır, öyle olmasa gerek..’ demek yolu bile kapanıyor.
Hâtemî Hoca herhalde bir şeyler biliyordur ki, o ilginç iddiaları muhkem şekilde ileri sürüyor. Ancak, bir hukuk prof.’u olması hasebiyle, kendisi de kabul eder ki, iddialarını objektif olarak belgeleyecek fazla bir şey söylememektedir, röportajında.. Gerçi, bu gibi konularda objektif bilgi ve belgeler sunmak da kolay değildir. Ama, en azından bazı iddialarının kaynaklarını dayandırdığı kaynak veya kişileri ortaya koysa daha sağlıklı olurdu.
Meselâ, Hâtemî Hoca, The Cemaat denilen bu grup için Özal'la o dönemin Amerikan büyükelçisi olan Morton Abramowitz görüştü. Abramowitz Neocon grubu içinde önemli bir kişi. Abramowitz ve Özal arasında ne gibi bir müzakere olduğunu sonraları öğrendim.’ diyor da, bunun bu bilginin objektif kaynağını belirtmiyor. Sadece, ’neo-con’lar için, ’Bu, Amerika'da odaklanmış emperyalist örgüt çok kurnazdır. Bin türlü oyun bilir. Çok da iyi inceler herşeyi..’ dedikten sonra‚ ’Baktı ki potansiyel olarak güç olmaya müsait bir topluluk var..’ (…) ’Fethullah Hoca Abramowitz, şefaatiyle havaya sokulmaya başlandı..’ diyor.
*
Bu arada hatırdan çıkarılmamalı ki, Morton Abramowitz’in daha Türkiye’ye gelmeden önce büyükelçilik yaptığı ülkelerdeki faaliyetleri bile dünya kamuoyunda değerlendirilirken, ’Elçilik yaptığı ülkeleri yönetmeyi pek sever..’ gibi ifadelerle değerlendirilmiş birisiydi.
Ama, böyle olsa ve emperyalist güçlerin çalışmalarında böylesine uzun vâdeli planlı çalışmalar bulunsa bile; her şeye böylesine uzuuun yıllara dayalı entrikalar olarak bakmak kadar, ellerinin yetiştiği her ülkede, muhalefet veya iktidar odağı ve gücü olmak ümidi veren irili-ufaklı her türlü kişi, grup veya odakla ilgilendikleri ve şartlar müsaid olunca da, onlara ilgilerini arttırabilecekleri gerçeğini de unutmamak gerekir.
Hâtemî Hoca ise, tersini iddia ediyor ve çok gerilere gidiyor ve bugünkü tablonun temellerinin Özal- Abramowitz görüşmesinde olduğu belirtiyor. Nitekim, Abramowitz tam olarak ne söyledi Özal'a peki?’ sorusuna‚ Abramowitz 'Siz böyle askerlerin sözüne bakarak Fethullah Hoca grubunu göz altında tutup bunaltacak yerde, sizinle ortaklık yapalım. Afganistan'ın Sovyet işgali sırasında Vahhabilikten azma Selefileri destekledik ve El Kaide örgütünün ilk şeklini ortaya çıkarttık. Bu da Afganistan'da Sovyetlerle savaştı. Şimdi iş değişiyor. Bunlar bu görevi yapacak durumda değil çünkü İran devrimi oldu, Şii tehlikesi başladı. Sovyetler çökerse Gorbaçov'a mektup gönderen Humeyni bütün Türki devletleri, Afganistan'ı, bu arada bilhassa Farsça konuştuğu için Tacikistan'ı, ele geçirecek devrim ihraç edilecek ama siz ne güne duruyorsunuz? Eliniz armut mu toplayacak? Siz bizim kadim dostumuzsunuz. Şu halde biz sizinle bir ortaklık yapalım. Adriyatik'ten Çin denizine kadar Osmanlı hilafetini kuralım' dedi.şeklinde çok kesin bir karşılık veriyor.
Hâtemî Hoca bu kanaatlerinin kaynağını zikretmiyor. Ve bazı mezheblere üstü kapalı bir yüceltme, bazılarına da yine üstü kapalı bir aşağılama ifadeleriyle ekliyor:
’Bizim saf vatandaşlar da hemen 'Adriyatik'ten Çin denizine kadar' sözünü ezberledi. O sırada gittiğim her iftarda biri yerinden kalkıp 'Bizim Acem'den alacağımız hiç bir şey yoktur. Biz Adriyatikten Çin denizine kadar Osmanlı hilafetini yeniden ihya edeceğiz' derdi.’ (…) Fethullah Gülen grubuna bu görev verildi. Bazı müstaid gençlere şu da söylenmiş olabilir. 'Siz bizim menfaatlerimizin koruyucusu olacaksınız. İran'da beliren Şii tehlikesine karşı, Sovyetlerde biz hakim olacağız ama siz de bizim misyonerlerimiz gibi okul açacaksınız, Katibim türküsünü öğreteceksiniz, İstiklal marşı öğreteceksiniz. Ama Şiiliğe karşı bir kale kuracaksınız.' Sonra da ne olur olmaz geri tepmesin, Sünnilere de güven olmaz diye Türkiye'de Kürt meselesi körüklendi ki, 'Hani hilafet verecektiniz' olmasın, kendi dertlerine düşsünler. Türk Müslümanları ile Kürt Müslümanları birbirine düşürüldü, araya kan davası kurmaya çalışıldı. ’
-Hilafetin yeniden kurulması işi Fethullah Gülen'e mi verildi? (...) Böyle bir görevlendirme varsa Fethullah Gülen'in burada olması gerekmez miydi? Amerika'ya neden gitti?
-Çünkü Fethullah Hoca da tam bilinçli değildi. İran'a düşman kılınması da bilhassa şu sebeple oldu. İran'da eskiden beri kül yutmaz siyasetçiler vardır. İşi anladılar. Okulların istihbarat servisleri tarafından kullanıldığını bu istihbaratın Amerika'daki lobiye gittiğini düşündüler.(...)
*
Bir kez, böyle düşünmeye başladınız mı, artık, bunun devamını kendi tasavvur ve tahayyül gücünüzle geliştirebilirsiniz.
Ancak, bu gibi iddiaların, son iki- üç senedir, İran medyasında, hem de devletin elinde olan gazetelerin başmakalelerinde bile ciddî ciddî, ’yeni bir Osmanlıcılık ve yeni bir Khalifegerî (Halifecilik) peşinde olduğu’ şeklinde Tayyîb Erdoğan’a yönelik suçlamalarda sık sık kullanıldığını da hatırlayabiliriz.
Hâtemî Hoca, daha sonra, F. G.’nin Amerika’da âdetâ rehine alındığını da anlatıyor, bazıları gibi:
’Pensilvanya'da ipotek kondu. Yanına da onu yönetecek adamlar yerleştirildi. Cemaatten samimi olmayan, bunun bir menfaat şebekesi olduğunu bilen kişiler yerleştirdiler. Yakın bir gözetim altına alındı. Fakat bu kadar yakın ve bilinçli bir denetim altına alınacağını tahmin etmiyordum. Yine de samimi duyguları olan birisi olarak kabul ediyordum. Fakat son olaylar tersini gösterdi.’
*
Hâtemî Hoca, bu arada, Amerikalıların, F.Gülen’in Papa’yı Abramowitz yerine o sırada İstanbul'da Vatikan'ın temsilcisi olan George Maroviç aracılığıyla, yani kendi bilgileri dışında ziyaret etmiş olmasına kızdıklarına da değiniyor ve özetle şunları söylüyor:
‘Maroviç çok iyi bir insandı. Hristiyan ve Musevi cemaatleriyle iyi ilişkiler kurulmuştu. O da bu cemaat tarafından çok iyi ilişkiler kurulan biriydi. Maroviç (…)Fethullah Hocayı alarak Papa'ya götürdü. (…)Fethullah Hoca'nın izinsiz gidip büyük bir Hristiyan din reisiyle görüşmesi, Hristiyan ve Müslüman ittifakı olacak diye irkilten kusuru, bardağı taşıran damla oldu. Saf Müslümanlar, onu, ‘ siyonistir, o yüzden Papa'yla görüştü..’ diye tenkit ediyorlar. Tam tersine, Papa'yla görüşmesi bizim gözümüzde değil, emperyalist odağın gözünde en büyük günahıydı.’
Bu görüşler, mâ’zur görülsün, bir zihin kurgulaması olarak nitelenmekten kurtulamıyacak derecede subjektif.. Ayrıca, (müteveffâ) Papa II. Jean Paul de, Amerikan emperyalizminden habersiz ve onun istemediği şekilde faaliyetler içine girecek birisi değildi, herhalde.. Çünkü, o, Reagan, (Baba) Bush ve Clinton’un başkanlık dönemlerinde, Amerikan emperyalizminin özellikle de müslüman coğrafyalarında çevirdiği entrikalara ve sel gibi akıttığı kanlara karşı çıkmak ne kelime, bir de ‘Amerika’nın zayıflaması, hristiyanlığın zayıflaması mânâsına gelecektir..’ şeklindeki sözleriyle henüz de hâfızâlardadır.
Ayrıca, F. Gülen’in Papa ziyaretinin İstanbul’daki Vatikan temsilcisi Kardinal Maroviç tarafından değil, Amerika’ya tedavi için gittiği sırada, orada dizayn edildiğini ve Papa ile görüşme randevusunun Amerika’daki ilgili kişilerce alındığını F.G.’nin yakın çalışma ekibinden (Zaman’ın eski sahibi) Alaeddin Kaya’nın, 1998 yılında Eylûlünde Tempo dergisine verdiği bir röportajda anlattığı, bu sütunda daha önce anlatılmıştı. (Arzu edenler, bu sütunda yayınlanan, 10 Aralık 2013 tarihli ve ’Dehşetli bir itiraf, ithamdan da öte ve de belden aşağı..’ başlıklı yazıya bakabilirler.)
*
Ve Hâtemî Hoca’nın, Emperyalist güçler Tayyip Erdoğan'ı neden hedef alıyor?’ şeklindeki soruya cevabı da ilginç.. Diyor ki Hoca:
Erdoğan iki hatası nedeniyle affedilmiyor. Bir 'one minute' nedeniyle. 'One minute'i affettirmek için Şam fatihi olman lazım dediler. 'Biz kendi kanımızı dökmeyelim, Mehmetçik döksün kanını. Sünniler Esed tarafından katlediliyor. Bunlar kafirdir diyelim' Suriye'ye sokalım dediler. Erdoğan, Esed sözünü dinlemiyor diye kızdı ama bu oyuna gelmedi. Erdoğan'ı Suriye'ye soktuktan sonra Saddam'a yaptıkları gibi yüklenip, 'Biz müdahale edip Suriye'yi kurtarıyoruz' diye bize sıra gelecekti. Erdoğan bu oyuna gelmedi çok şükür. Bu nedenle şimdi tasfiye etmek istiyorlar. (…) Hakan Fidan bize Allah'ın bir lütfu. Yoksa Milli İstihbarat'ın başına da bir cemaatçi gelseydi yanmıştık. Türkiye Suriye'den beter bir duruma gelebilirdi. Sünniliğin çeşitli grupları, Aleviler birbirilerine düşürülebilirdi. Bu tehlike atlatıldı ama önümüzdeki büyük tehlike 30 Mart'tan önce veya ileride seçimden önce, seçim de yaptırılmayarak bir darbe yapılması. Tam 'Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini' şartları içindeyiz.’ (…) Hükümet desteklenmeli, Erdoğan desteklenmeli. Bu oyun bozulmalı. Ama bu oyun bozulduktan sonra Milli mücadeleden sonra nasıl gaflete düşüp nasıl yanlışlar yaptıysak, tekrarlanmasın. Artık bu milli mücadele inşallah nihai milli mücadele olsun. Suriye'de açlıktan kaditi (iskeleti) çıkmış insanlar.. Bizim de öyle olmamız isteniyordu. İnananlar için mezhep farkını tamamen terk edip ümmet vahdet şuuruna tam sahip olmaya çalışmalıyız. Milli mücadelede olduğu gibi Kürt Müslümanları da kan davalarını unutup birlik olsunlar. Aleviler, Sünniler, Şiiler siyasi bir oyun olarak değil samimi olarak ümmetin vahdetinde birleşmemiz lâzım.
Evet, bu sözler de Huseyn Hâtemî Hoca’nın.. Onun başka görüşlerine paralel düşünceler taşıyanların, bu son bölümdeki tesbitlerine gelince de onun gibi düşünüp düşünmeyecekleri merak edilmeye değer.. Çünkü, Erdoğan onların gözünde, Suriye’deki iç-savaşın ve bütün o cinayetlerin baş sorumlusu.. 50 yıllık bir Baas diktatörlüğüne karşı ayaklananlar karşısında, o diktatörlükle siyasetini dostluk üzerine sürdürmeli ve ticaretine bakmalı imiş..
*
‘Hayır, ‘tarikatlar’, siz olmasanız da olacaktır!.
Başbakan Yard. Bülend Arınç’ın, Bursa’da yaptığı bir konuşmada, ‘tarikat’lara hitaben yaptığı konuşmanın gerçekliği üzerinde de durulmalı, herhalde.. ‘Biz varsak, siz de varsınız, biz yoksak siz de yoksunuz!..’ demiş.. (Tarikat denilince, illâ da sadece belirli bir tarikat anlaşılmayıp, bir inanç ve ideolojinin anlaşılması ve hayata uygulanması sırasında ortaya çıkan farklı yolların herbirisi anlaşılmalıdır. Bu açıdan Bülend Bey’in sözünü ettiği tarikatlar arasında, tarikat diye anılmasa bile, songünlerdeki tartışma konusu olan F.G.’nin başında bulunduğu cemaat de vardır.)
Ancak, üzerinde durulması gereken asıl konu şudur ki, ‘tariqat’lar ki, yüzyıllardır, her zaman ve zeminde, kendisini hayatta ve ayakta tutacak özel yöntemleri geliştirmişlerdir ve nice iktidarlar, saltanatlar, siyaset kadrolar gelip geçmiş, onlar yine kalmıştır. Bu bakımdan, Arınç’ın, ‘Biz varsak siz de varsınız; biz yoksak, siz de yoksunuz..’ gibi bir söz, iyi hesab edilmeden söylenmiş bir söz durumundadır.
Bu vesileyle, Bülend Bey’in bazı tesbitlerine de değinmek gerekiyor.
29 Ocak günü yaptığı konuşmada, ‘parlamenterler danışmanları’na hitaben yaptığı konuşmada, uslûba dikkat edilmesini tavsiye ederken, “Rahmetli Bülent Ecevit, ölmeden önce bana iltifatta bulunmuştu, ’Düşüncelerimiz, fikirlerimiz ayrı ama üslubunuzu, konuşmalarınızı çok beğeniyorum’ diye takdir etmişti.’ diyordu.
Olabilir.
Ama, Bülend Arınç’ın, ‘Bugün milletvekillerimizden bazılarının sadece kavgayla, yumrukla, kötü sözlerle hatırlanması içimizi yaralar..’ derken, adaşı Ecevit için, ‘Ecevit’in, en zor zamanlarda bile nezaketini, saygısını elden bırakmadığını, rakiblerine hitab ederken hangi kelimeleri kullandığını çok iyi biliyoruz.’ demesi şaşırtıcı değil mi? Ondaki bu Ecevit muhabbeti, F.G.’nin Ecevit’i ‘fazilet timsali’ olarak nitelemesini de hatırlatmıyor mu?
Gerçi Arınç, ‘Ecevit’i müsbet- menfi birçok özellikleriyle hatırlıyoruz. Sadece Merve Kavakçı’nın arkasından söylediği sözlerle değil..’ diyerek, Merve Hanım’a karşı takındığı o hırçın faşist- kemalist-laik saldırganlığına kısaca değinip geçmiş, ama, bu değinme, durumu kurtarmaya yetmiyor. Çünkü, ‘arkasından onu, saygısı, nezaketi ve konuşmadaki üslubuyla da hatırlıyoruz. Ben çoğu yerlerde onu örnek vermişimdir.’ demekten kendisini alamıyor. Ecevit’in özel ilişkilerinde nasıl davrandığı önemli değil.. Kendi ideolojisine ve siyasî çizgisine aykırı bir durum gördüğünde, karşıtlarına karşı nasıl hırçınlaştığı ve nasıl frensiz bir şekilde saldırdığı nasıl unutulabilir?
Ki, bir hanıma, hele bir müslüman hanıma -üstelik de, 1999 Nisanı’nda yapılan seçimlerde milletin vekili olarak seçilmiş bir hanıma, sırf, inancının gereği bir tesettürle Meclis’e girmiş olması hasebiyle, ‘Burası devlete meydan okuma yeri değildir, bu kadına haddini bildirin..’ diye,- yapılabilecek en kaba bir saldırıyı sergileyen bir kişinin, birilerine bir takım şahsî iltifat cümlelerinin hatırlanması ve ondan örnek uslûb sahibi olarak söz etmek; yakışıyor mu?
Hayret!.
Arınç’ın, 26 Ocak, günü, Bursa’daki bir mahallî televizyonda konuşurken ’Cemaatin başında olduğu söylenen muhterem kişiye de bir sözümüz yok. Bütün dünyaya kucak açmış insanların bir tanesine bile bir fiske vuramayız…’ demesi de, o bedduaları nisan yağmuru gibi algıladığını gösteriyor. Arınç, daha sonra da, ‘cemaatin bazı mensuplarının hükümete darbe yapmaya çalıştıklarını’ imâ ederek, ’Bizim bu hükümetle hiçbir derdimiz yok, demeliler. Bugüne kadar söylemediler. (…) Bizim içimizde yanlış yapanlarla irtibatı kesiyoruz dersen, bu sorun bir günde biter..’ diyordu; bütün bu kavganın aslî faili durumunda olana ‘muhterem kişi’ demeyi ihmal etmiyerek..
Erdoğan’ın da kimi kasdettiği biliniyor, F. Gülen’in de.. Böyleyken..
Bu arada, İSAM tarafından 44 cildlik İslam Ansiklopedisi’nin tamamlanması münasebetiyle 25 Ocak günü tertib olunan toplantıda, Başbakan Erdoğan’ın yaptığı son derece güzel konuşmaya da değinmek gerekirdi. Ama, keşke, birilerini hedef aldığı açıkça anlaşılan ‘sahte veliler, içi boş âlim müsveddeleri’ vs. gibi sözleri olmasaydı. Evet, o sözler genel olarak söylenebilir, ama, o atmosferde, bu sözlerin muhatabına daha bir kaç ay öncesine kadar çok daha farklı hitab cümlelerini kullanıyordu.. Tıpkı, o karşı tarafın da, daha bir kaç ay öncesine kadar, Erdoğan’a yüceltici laflar edişi gibi..
Tayyîb Bey’in o konuşmasında, o ısırıcı ifadeler olmasaydı, değerinden bir şey eksilmez, bir de artardı. Ama, o sözler ise, dimağlarda bir burukluk bıraktı.
Gerçi, mâlûm hareket veya FG. Tarikatı’nının tavrı, uluslararası bağlantılarıyla birlikte ele alındığında ve de kendisine bağlı yazılı ve görüntülü yayınlarda özellikle son üç aya yakın zamandır yapılan ağır saldırılar dolayısiyle, beşerî planda halk desteğinden başka gücü olmayan Erdoğan da bir savunma
mekanizması geliştirmek ihtiyacını duyabilir, ama, yine de gönül isterdi ki, Erdoğan, seviyesini birilerine bakarak ayarlamasın..
Kaldı ki, Erdoğan, ‘ölçüsüz övgü ve yergilerden uzak durulması’na dair hadis rivayetinden habersiz birisi olmadığı gibi, Şeyh Edebali’nin vasiyetindeki tavsiyeleri sık sık hatırlatan da kendisiydi.
Şurası da hatırlanmalıdır ki, Tayyib Bey’in isim vermese de kimi kasdettiğini hemen keşfeden F.G. bağlıları, hocaları çılgına dönmüşcesine haller sergileyerek yaptığı o dehşetli bedduadan sonra ise, hâlâ, orada kimin kasdedildiğinin açık olmadığını, niye birilerinin kendi üzerlerine alındığını anlamadıklarını anlatmaya çalışıyorlardı, ‘yarası olmayan gocunmasın..’ diyerek.. Ve denilebilir ki, Etyen Mahcubyan hariç, hemen bütün Zamâne yazarları ağız birliği etmişcesine, -daha bir kaç ay öncesine kadar yere-göğe sığdıramadıkları Erdoğan’ı şimdi, yerden yere vurmak için birbirleriyle yarışmaktalar..
Daha önce, 29 Aralık tarihli ve ‘Herkes çok şaşırabilir..’ başlıklı yazısında, ‘Yaşadığımız çatışma süreci yerel seçimi asli niteliğinden uzaklaştırmış durumda ve çok muhtemelen Başbakan, bu anlam değişimini daha da vurgulayacak bir strateji izleyecek. (…)Toplumun yüzde elliyi aşan bir kesiminin her halükârda son on yılın kazanımlarını kaybetmek istemediğini, bu korkuyu derinden duyduğunu ve böyle bir tehdit altında kategorik olarak AKP'ye oy vereceğini varsaymak gerçekçi gözüküyor. (…) Eğer yaşanan çatışmanın özü ‘siyasi' ise seçmenin tercihinin de ‘siyasi' olacağı açık.. Üstelik böyle bir değerlendirme içinde, yolsuzluk konusunda ısrar edip işin siyasi yönüne değinmeyenler daha da ‘siyasi' olarak algılanıyorlar.
Mesele neyin Türkiye'nin lehine ve kimin geleceğin taşıyıcısı olduğu noktasına geldiğinde AKP hâlâ rakipsiz ve sonucun da ikinci bir Gezi'ye dönüşme ihtimali çok kuvvetli…’ diyen Mahcubyan, bir ay sonra da aynı noktada olduğunu sergiliyor ve 30 Ocak tarihli yazısında da, ‘Herhangi bir meselede eğer kendinizi bir tarafın parçası olarak görmekteyseniz, durumu anlamaktan ziyade tarafların ve hemen her zaman ‘karşı’ tarafın söz ve davranışları üzerinde yoğunlaşırsınız.
Hasım olarak gördüğünüz cephenin yanlışlarını ve kötü niyetini sergilemek için uğraşırsınız. Tabii her iki taraf da böyle davranmayı tercih ettikçe, söz konusu tutum normalleşir ve kişilerin kendi gözünde meşrulaşır. Mesele kendini ve ‘hakkaniyeti’ savunma olarak algılanmaya başlanır. Böylece her iki tarafın da ‘haklı’ olduğu ve gerçekliği kendi haklılığını sağlayacak şekilde yonttuğu bir dövüşün parçası olursunuz. (…)
Bu kısır döngüyü kırmak istiyorsanız kendi dışınıza çıkıp toplumsal algının nerede durduğuna bakmak ve gördüğünden de gocunmamak gerekir. Çünkü ‘savaş’ mantığı her meseleyi simetrik hale getirebilse de, toplumsal algı genellikle meseleye simetrik bakmaz ve bir tarafa destek verecek şekilde meyleder. (…) Açıktır ki toplum, hükümetin yanlışlarını ve eksiklerini bilmesine rağmen ona destek vermekte. Bu durumda soru belki de tersten sorulmalı: Acaba toplum Hizmet Hareketi’ni bu olayla birlikte nasıl algılamaya başladı? (...) Unutmamak lazım ki, böyle ortamlarda hakemlik son kertede topluma düşecektir. Toplumu ikna etmekte yetersiz veya taraflı kalan hiçbir ‘ilke’, ne denli ‘evrensel’ olursa olsun inşa edici olamaz…’ diyordu.
*
Aynı gazetede, aynı gün, A. Kurucan ise, ’Kem söz, sahibine aittir’ başlıklı yazısında, ’(…) Diyor ki Başbakan: “Bu millet, kalbi boş, zihni boş alim müsveddelerini, bünyenin virüsü reddettiği gibi reddetmiş ve tarihin çöplüğüne mahkûm etmiştir.” Doğru söylüyor; gerçekten şanlı tarihimiz yalancı peygamberlerin, sahte velilerin, alim müsveddelerinin çöplüğü olmuştur. Ama aldanmamak lazım; bu cümle Hz. Ali’nin dediği gibi muhteva itibarıyla hak olsa da kastedilen mana batıldır. Cümle doğru fakat bu cümle ile verilen ve verilmek istenen mesaj yanlıştır. Zira burada bahse konu edilen şahıs, Hocaefendi’dir.’ diyor ve ‘Hocaefendi bu sözleri hak edecek bir insan mıdır?’ diye soruyordu. Halbuki, bu kişi , ‘Hocaefendisi’nin ünlü bedduasını te’vil etmek için neler-neler yazmıştı..
Şimdi ise, ‘Başbakan Erdoğan isim vermedi diye kimse topu taca atmasın. Metin ortada. Haber portalları ve basın yayının değerlendirmeleri çarşaf çarşaf gazetelerde ve televizyon ekranlarında. Yalanlama da gelmedi.’ diyor.
Aynı gazetenin ve aynı çizgide olan diğer gazetelerin ve tv. yayınlarının devamlı vurguladıkları yolsuzluk ve rüşvet gibi suçlamalar, sanki bu ülkede ilk kez oluyor veya bu Hükûmet zamanında daha bir artmış ve de bu yolsuzlukları savunan varmış gibi ve o iddialarla ilgili henüz kesinleşmiş bir mahkeme kararı da yok iken; o iddialarla ülkeye verilen onmilyarlarca dolarlık zararlar ve yükseltilen faizlerin bedelini kimlerin ödeyeceği ve bunun aslî müsebbibinin kimler olduğu hatırlanmıyacak mı dersiniz?
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
’Siyasî İslam’ın çöktüğü’ iddiası, laiklerin temennilerini yansıtıyor

Önce bir noktaya kısaca değinelim..

Bir okuyucu, gönderdiği e-mail mesajında, Türkiye’de son günlerde yaşanan tartışmanın önde gelen isminin Pennsylvania’da ikamet etmesinden hareketle; İmam Rûhullah Khomeynî’nin de 35 yıl önce bugünlerde, ikamet etmekte olduğu Fransa’dan İran’a dönerek 79 yaşındayken, bir inkılab hareketinin başına fiilen de geçmesi arasında benzerlikler kurarak, bu benzerliğin nasıl yorumlanması gerektiğini ve, ’Bu gibi isimler oralarda özel olarak mı hazırlanıyor?’ diye soruyordu.
Bu gibi değerlendirmeleri zaman zaman başka mekanlarda da dinlediğimiz ve içinde benzer yanılgıları taşıdığı için kısaca değinmekte fayda olsa gerek..
Önce, insanların bulundukları yerlerden, ortamlardan bilgi, duygu ve görgü açısından etkilenmelerinin mümkün olduğunun reddedilemezliğini kabul etmekle birlikte, hele de bir takım itiqadî, ideolojik veya siyasî hareket ve hadiselerin sırf bulunulan mekanlara göre şekillendiği veya o gibi mekanlardan beslendiği ve oralardan ilham alarak gerçekleşebildiği gibi yorumlarda abartmalı ve hattâ kişiyi bazen haksız iddialı noktalara sürüklemek gibi bir durumun ortaya çıkabileceğini de unutmamak gerekir.
Ama, bu gibi durumlarda, bulunulan mekanlardaki egemen güçlerin, kendi yanıbaşlarında cereyan hadiseler hakkında ilgisiz kalmaları ve geleceğe aid planlama ve yatırımlara girişmek ihtimallerinin de olabileceğini asla unutmamak gerekir.
Ancak, sözkonusu sual etrafında bir yanılgıya bilhassa değinilmelidir.
Merhûm İmam Khomeynî, zannedildiği üzere ve de pek çok yazılı metinlerde de belirtildiği gibi, Fransa’da yıllarca yaşamış birisi değildir.
İmam Khomeynî, 5 Haziran 1964’de meydana gelen ve yaklaşık 15 bin kişinin hayatını kaybettiği, ’Panzdeh Khordad Qıyâmı’ diye anılan büyük hadiselerden sonra, Şah Pehlevî ile, dönemin T.C. Başbakanı İsmet İnönü arasında varılan bir anlaşma gereğince, efkâr-ı umûmiyeye,/ kamuoyuna açıklanmaksızın, gizlice, Türkiye’ye, Bursa’ya gönderilmiş ve orada 11 ay kaldıktan sonra, Irak’da şiî medreseleriyle ünlü Necef’e gitmesine izin verilmiştir.
İran’da 1977 ortasında başlayan büyük bir qıyâm dalgası daha gelişirken ve İmam Khomeynî’nin konuşmalarını hâvi ses kasetleri İran içindeki qıyâm’ı daha bir şekillendirirken, Irak lideri Saddam Huseyn, Şah’ın baskılarına dayanamayıp, 1978 Eylûlü’nde onu Irak’tan çıkardı ve Kuveyt Havaalanı’na bıraktı.
İmam Khomeynî, o zaman, oradan halkı müslüman olan ülkelerin hükûmetlerine yaptığı müracaatla, kendisine sığınma hakkı tanıyıp tanıyamıyacaklarını sordu, ama, hiç bir rejim, Şah’ın şerrinden emîn olmak endişesiyle, ona müsbet- olumlu bir cevab vermedi.. Ve o sırada, Paris’e gitmek üzere olan bir uçağa binebileceği bildirildi ve o da öyle yaptı.
Yani, İmam İmam Khomeynî, 15 yıllık sürgün hayatının sadece son 4 ay kadarlık bir süresinde Fransa’da kaldı ve nihayet, hele de Ocak-1979 başında Şah ve ailesinin İran’dan kaçmasından sonra, daha bir kaos hali yaşıyan İran’a Şubat-1979 başında döndü.
*
İkide bir, İmam Khomeynî’nin de Fransa’da veya emperyalizmin diğer merkezlerinde özel olarak hazırlandığı şeklinde, özellikle tarihçilik adına yapılan yapılan -sözde- tarihî değerlendirmeler karşısında, durumun gerçeğini öğrenmek isteyenlere bir hatırlatmak için bu bilgilerin buraya dercinde fayda umulmuştur.
*
Birilerinin iştahları kursaklarında bırakılmalıdır
Hürr. ceridesinin eski gen. Yy. Md. E. Ö., 8 Şubat tarihli yazısında, ’Siyasal İslam çatır çatır çöküyor..’ diye sevinç çığlıkları atıyordu.
Bu söz bir gerçeği yansıtmıyor, tersine, birilerinin temennilerini yansıtıyordu..
Bundan dolayı onu ve benzerlerini suçlamanın bir mantığı yok.. Biz de olsak, herhalde onların dünyalarının çökmesini temenni eder ve bir takım gelişmeleri, onların defin ruhsatiyesi gibi değerlendirmek durumunda olurduk.
Hatırlayalım, bir milyona yakın insanın hayatına ve müslümanların nice maddî ve manevî değerlerinin mahvolmasına mal olan 1980-88 arasındaki 8 yıllık İran-Irak Savaşı, Irak Baas rejiminin ve Saddam’ın nefesinin, onca emperyalist ve uluslararası yardımlara rağmen, savaşı yürütmeye artık yetmediğinin anlaşılmasından sonra, BM. Güvenlik Konseyi’nin ağır tehdidleri de içeren ’ateş-kes’ çağrısının, İmam Khomeynî tarafından, -beklenenin tersine- ’Zehir kadehini başıma dikiyorum..’ diyerek kabul edilmesinden ve de Afganistan’da da işgalci Sovyet Rusya’nın kuvvetlerini çekmesinden ve yerli komünist rejimin çökmesinden sonra, müslüman teşkilatların birbirleriyle daha da korkunç boğuşmalara dalmasından sonra..
Bir ünlü fransız araştırmacısı Oliver Roy, ’Siyasal İslam’ın Çöküşü..’ diye bir kitab yayınlamış ve bu kitab, Türkiye’de de epeyce bir ilgi uyandırmıştı, özellikle de gelecek hakkında umudunu yitirmiş, karamsar tipler arasında..
Ama, o zaman, Roy’un kitabının gerçekleri değil, onun ve sözcülüğüne soyunduğu emperyalist dünyanın temennilerini yansıtmaktan öte bir mânâ taşımadığını ısrarla düşünüp savunan ve yazanlar arasında fakir de vardı.
Aradan neredeyse çeyrek yüzyıl geçmekte..
Bu çeyrek yüzyıl içinde gelişen hadiseler de gösterdi ki, ’Siyasal İslam’ın Çöküşü’ gibi iddiaların bir temenniden öteye bir gerçekliği yok.. Çünkü, müslüman coğrafyaları, içten içe cûş-u hûruş etmekte, kaynamakta.. Bu derinden derine kaynayış, elbette ki, her zaman sağlıklı tablolar ortaya çıkarmıyor, ama, müslüman toplumların arayışlarının, tepkilerinin ortaya çıkış tarzı, herşeyden önce, İslam’ın müslümanların kalbine ve beynine yerleştirdiği hayatiyet gücünün de bir yansıması..
Bu vesileyle şu hususa da hemen değinilmelidir ki, İslam hakkında, siyasî olan ve siyasî olmayan diye bir ayırım, bu dinin, bu hayat proğramının özüne aykırıdır. İslam bir bütündür ve tektir. Sadece yansımaları ya da çeşitli anlayış seviyelerine veya sosyo-kültürel ve coğrafi etkilerle algılanma şekilleri farklıdır.
Hani, 1930’larda vefat eden Khalîl Cibran isimli ve Lübnanlı bir hristiyan arab olan düşünce adamının -türkçeye de, ’Ermiş’ adıyla tercüme edilen- bir eserinde ilgi çekici bir mesaj vardır.
’el’Mustafâ’ adında bir müslümanı konuşturduğu o kitabında Cibran, bir hayal ülkesinin insanlarının hemen her konuda, o yöreye yabancı olan ’el’Mustafâ’ya sordukları sorulara, yine -çoğu- bir müslüman tarafından da verilebilecek cevabları verdirir.
Gün-akşam olur.. El’Mustafâ, artık limana yaklaşan bir gemiye binip gitmek üzereyken, yöre halkı, ’Bize biraz da DİN’den bahset..’ derler.
Cibran, ’el’Mustafâ’sına enfes bir karşılık verdirir:
’-Size, sabahtan beri neden bahsettim ki.. Dinden başka bir şeyden mi bahsediyordum ki?’
Evet, İslam, böylesine bütüncü bir yaşayış proğramıdır.
Böyle olunca da, onun siyasî olanı, olmayanı diye ayırımlarının bir mantığı yoktur.
O halde, çeşitli coğrafyalarda, çeşitli zaman ve zeminlerde ya da kültür ortamlarında, ’siyasî İslam’ lafının kullanılmaması gerekmiyor mu?
*
Buna rağmen, son aylarda daha bir yükselen tartışmalar, İslam’ı bir hayat proğramı olarak görmek istemeyen ve siyasetin kirli ve pis olduğu gibi gerekçe veya bahanelerle, ’Biz dini, yüce bir alan olan gönüllere bıraktık..’ gibi yaldızlı kurnazca laflarla onu hayattan kovmak isteyen taife-i laicus’un, laiklerin iştahlarını yine kabarttı.
Çünkü, ortaya çıkan acı tablolar, birçok müslümanı da karamsarlığa sürükledi.. Böyle bir tablodan laikler niye faydalanmaya kalkışmasın?
Ama, siyaset, gerçekten de hep mi böyledir?
Müslümanın siyaseti yok mudur?
Hatırlayalım, henüz İslam’ın Hz. Peygamber (S)’den sonraki ilk onlu yıllarında bile büyük karışıklıklar çıktı.. Ki, onların açısını hâlâ da çekiyoruz, İslam Milleti olarak..
O günlerde, hele de Hz. Ali ile Muaviye arasında ortaya çıkan ve içinde nice entrikaların da sergilendiği savaşla neticelenen çetin günlerde, birileri, Hz. Ali’ye gelirler ve rakibinin geniş ve tuhaf siyasî manevra ve entrikaları karşısında kendisinin yetersiz kaldığı gibi iddiaların toplum arasında sözkonusu edildiğini söylerler.
Emîr-el’Mu’minîn Ali’nin, bu serzenişli eleştirilere cevaben, ’Siyaseti entrikalar yumağı olarak bilseydim ve Allah korkusu taşımasaydım, arabın içinde benim gibi entrika yapan bulunmazdı herhalde..’ dediği nakledilir.
Evet, siyaset eğer entrikalar yumağı ise..
Başkaları her ne yaparsa yapsın, biz, siyaseti öyle bilmemek ve topluma, toplumun yönetilmesine, idaresine katkıda bulunmak isterken, Allah korkusu ve rızâsını kendimize
düstur edinmek zorundayız.
Varsın, birileri, ’Siyasî İslam çatır çatır çöküyor..’ diye, entrikaların en Emevîce hileli söylemleriyle sevinç çığlıkları yükseltsinler.
Bizim basîret ve ferasetimiz, laiklerin bu iştahlarını kursaklarını bırakacak şekilde sergilenmelidir.
Ama, hele de ellerinde gazeteleri, dergileri, ekranları, servetleri bulunan bir kesim, öylesine bir ihtirasla mücadeleye atılmışlar ki, laiklerin sözcüsü sayılabilecek bir E. Ö’ün ağzıyla,
(...) Aralarında savaşıyorlar...
Ne kural var, ne centilmenlik...
Ne ilke var, ne ahlak...
Ne aleniyet var, ne mahremiyet...
Güya kendileri iyi yetişmiş dindarlardı.
Güya yeni nesilleri de kendileri gibi yetiştireceklerdi...
Meğer dertleri yetiştirmek değil, kendilerine benzetmekmiş...
’ şeklindeki sözlere haklılık verdirtecek boyutlarda bir körlük sergiliyorlar.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, müslüman halkımıza üç çeyrek yüzyıl kan kusturmuş olan bir laiklik anlayışının ve ilkesinin, âdetâ bir din hükmü gibi toplumumuza dayatılmasının 77. yıldönümü dolayısiyle geçen hafta, bir de C. Başkanı Abdullah Gül’ün bu laiklik anlayışını yüceltmesine ne demeli?!..
O sözlerde laikliğin, ’hiç kimsenin inancına müdahale edilememesi, kimseye bir inancın dayatılamıyacağı mânâsında anlaşılması gerektiği vurgulanıyor..’ denilebilir.
Daha iki yıl öncelerde de Tayyîb Bey, aynı hatayı, Mısır ve Tunus’a yaptığı gezilerde yapmış ve eleştirilere de, ’Bu özellikler İslam’a aykırı mıdır?’ mânâsında karşılık vermişti de, ’o görüşler laikliğin değil, İslam’ın özelliğidir, o halde, o yüksek anlayış, laiklik adına değil, İslam adına ortaya konulmalıdır..’ diye eleştirmiştik.
Şimdi de aynı mânâya vurgu yapmak gerekir.
*
Evet, günlük sıkıntılar karşısında, başkalarının ilkelerine, prensiplerine, anlayışlarına, dünya görüşlerine sığınarak değil, kendi inancımızın temel ölçülerine iltica etmek en sağlıklı yoldur.
*
Bu kadar aşağıdan almaya ne gerek var, Bülend Bey?
Birileri size size ağır hakaretleri yağdırırken, evet, aynı hatayı tekrarlamayalım, ama, vakarın da korunması gerekmez mi?
8 Şubat gecesi, Bursa'da bir mahalli tv. kanalında canlı yayına katılan Başbakan Yard. Bülent Arınç, gündeme ilişkin sorulara cevab verirken, ’Türkiye'de sadece Fethullah Gülen cemaati yok. Onlarca cemaat var. 11 sene önce de bu cemaatler, camialar vardı ama 11 sene öncesine gelinceye kadar bunların hepsi baskı görüyordu. Bunların hepsine hakaret ediliyordu, hepsine zulmediliyordu. Ve bu insanlar hizmetlerini korkuyla yapıyorlardı. 'Acaba nerede kapatacaklar? Acaba nerede bizi suçlayacaklar? Acaba nerede dava açacaklar? Ama AK Parti geldikten sonra bütün ayrımcılıkları kaldırdı. Din ve vicdan özgürlüğünü sonuna kadar sağladı. Herkesin fikrini inancını konuşabilmesinin imkanlarını hazırladı. 11 seneden beri bütün bu camialar hepsi rahat ettiler..’ demiş..
Bunlar doğru tesbitler.. Arınç’ın, AK Parti’den istifa eden veya ihraç olunan m.vekilleri hakkında da, 'Oh ne iyi oldu. İyi ki gittiler' denilemez. Böyle bir kolaycılık kabul edilemez. Bu bize yakışmaz doğrusu..’ şeklindeki sözleri de doğru bir yaklaşım..
Ama, Arınç’ın F. Gülen’den bahsederken, o cereyanın bağlıları gibi, hâlâ, ’Muhterem Hoca Efendi..’ diye sözetmesi ve ’Bir konuşmayla memlekete huzurun gelmesine yardımcı olabilir..’ gibi cümleler kurması, hem yersiz bir beklenti, hem de boş bir hayal.. Bu kadar mümaşaat, bu kadar mudarâ bir tavır ferdî ilişkilerde belki etkili olabilir, ama, bir toplumun idaresinde zaaf olarak algılanır. Çünkü, size en ağır saldırıları, bedduaları yapanlar karşısında, vakarın korunması en başta gelen bir tepki olmalıdır.
Arınç ise, eski arkadaşlıklarının hatırına olmalı, ’Hiçbir şeyin geçtiği düşünülmemeli. Her şey yeniden başlayabilir. Esasen bunlar mutlaka tamir olacaktır. Çünkü iki hayırlı hizmeti yapan grubun birbirine hasım olması elbette beklenemez..’ demekte.. Halbuki, Arınç, 40 yıldır yakından tanıdığını söylediği yakın dostu İzmir M. vekili İşbilen’in istifası münasebetiyle söylediği sözleri kabulleniyorsa, o zaman, böyle boş beklentiler içinde olmak yerine, safını net olarak ortaya koymalıdır. Çünkü, o m. vekili, ’hocaefendisine ve mensub olduğu hareket’e Başbakan tarafından yapılan eleştirilere çok ağır cümlelerle karşılık vermekte, ’Bunları söylerken hiç mi vicdanınız kanamadı?’ diye sorular sormakta.. Eğer, Arınç, o yakın arkadaşının kanaatinde ise, o zaman, Gülen’in ünlü bedduasına da ’Nisan yağmuru’ gibi bakmış sayılmalıdır.
Bununla, herhalde, ’Siz de ona ve taifesine aynı şekilde söz söyleyiniz..’ denilmek istenmiyor. Ama, vakarın korunması gerekmez mi? Niyedir bu aşağıdan alış..
Sizin için, artık, bir araya gelip, topluca, ’Tebbet’ sûresinin okunmasını - gazetelerindeki bir tavsiyeden sonra- caiz bilip, bunu yerine getirmeyi âdet edinenlerin ciddî haberleri ulaşıyor. Böyleyken..
Siz, hâlâ, birilerini kazanmaya mı çalışıyorsunuz?
Yapmayın, Allah aşkına..
Size düşen, herhalde, ’Çerağımızı söndürmek isteyenin, Hak yandırsın çerağını..’ diye bir dua edip geçmekten ibarettir. Hele de o gibilerden, ’memlekete huzurun gelmesi için bir konuşma yapmaları’nı beklemek, arabanın dizginlerini veya direksiyonunu onların eline vermeye çalışmak gibidir. Bu durum, kemalistlerin, laiklerin sevinçli bekleyişlerinin gerçekleşmek üzere olduğu gibi bir durumu da ortaya çıkarır ki, müslüman halk kitlelerini asıl bu mahvedebilir.
Rakib küçümsenmemelidir, amma, olduğundan fazla da büyütülmemelidir..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Kim‚ ’taşeron ve kukla’dır ve; ’kuklacı’ kim?

TC. rejimini 30 yıldır esaslı sûrette meşgul eden PKK isimli örgütün silahlı mücadele örgütünün lideri olan ve 1999 yılı Şubatı’nda yakalandıktan sonra yapılan yargılanmasında
-idâm kaldırıldığı için onun yerine getirilen- ’ağırlaştırılmış müebbed / ömür boyu hapis cezası’na çarptırılarak 15 senedir İmralı adasında tutulan A. Öcalan’ın 14-15 sene öncelere aid görüntüleri internetlere sızdırıldı, geçtiğimiz hafta.. ’İmralı’daki Apo’ başlığıyla internetlere düşürülen o görüntülerin girişinde, Öcalan’ın sorgulamasının Alb. Hasan Attila Uğur tarafından yapıldığı belirtiliyordu.


Durum hemen montaj, kurgu, tezgah gibi suçlamalarla geçiştirilmeye çalışıldı, o çevrelerce..
İddia edildiği üzere, keknik açıdan oynamalar mümkün olabilir mi, diye dikkatlice baktım.
Olabilir. Hele de bu görüntülerin, bu konularda özel bir maharet sahibi oldukları ve hele de (seçimlerde halktan ancak binde 1 mikdarında oy alabildikleri anlaşıldığı halde) Ergenekon ve Balyoz vs. gibi yargılamalar esnasında TSK içine şaşırtıcı şekilde sızdığının ilginç belgeleri ortaya çıkan D. Perinçek Grubu’nun tv. kanalında yayınlanması, bu ihtimali daha güçlü olarak düşündürtebilir.
Ama, onun sesinden olduğu neredeyse kesin olan kelimelerin, onun dudak hareketleriyle senkronize/ ahenkli olması bu montaj veya oynama iddialarını neredeyse geçersiz hale getiriyor.
Ama, dahası da var.. Bu sözlerin Öcalan’a söylettirilmesi için o kadar zahmet çekmeye gerek var mı ki?
Çünkü, Öcalan, Amerikan emperyalizminin uzun vâdeli menfaatlerinin korunması için, bu video görüntülerinde dile getirilen sözlerin benzerini ve daha fazlasını TC.’ye teslim edildiği ilk andan itibaren defalarca söylemişti..
Bundan dolayı onu suçlamak da gerekmez..
Çünkü, -gerçi liderlerin eğilip bükülmemesi esastır, ama- öldürüleceği korkusu içinde bulunan bir kimsenin, o korkulu anlarında nefsini korumak için geliştirmeye çalıştığı savunma mekanizmasını ayıplayanlar, o gibi durumlarda kendileri olsaydı, ne yapabilirlerdi, herşeyden önce onun cevabını dürüstçe vermeye çalışmalıdırlar.
Koltukların veya yatakların yığıldığı bir mekanda köşede konuşturulduğu anlaşılan Öcalan’ın o görüntülerde söylediklerini buraya aynen aktaralım:
’Hiç çekinmeye gerek yok..
Devlet olarak âlet ol demiyorum..
Taşerondan ziyade şu var..
Buranın şeyleri hazırdır..
Buranın kitlesi hazırdır.
Bütün altyapısı hazırdır.
İran’da da hazırdır, orada da hazırdır, Kafkasya’da da hazırdır..’
(Taşeronluk konusunda ise şunları söylüyor Öcalan):
’Devlet direkt yapamaz..
Şimdi, neden çok önemli?
Direket Türkiye’nin kendi şey gücüyle; halk.. biliyorsun..
ABD bile dünya gücüdür.. O bile taşeron kullanır.. Başka çaresi yok..
Başka çaresi yok!’
(Sorgulamayı yapan kişi araya giriyor) :
’Sen bu konularda uzmansın, taşeron kullanma konusunda..’
Taşeronluk yapmak konusunda uzman olduğun için, bu konuda bize yardım etmen lâzım..’
(Öcalan karşılık veriyor):
’Dünya... Iıııı.. Büyükten büyük güçler bunu yapar.
Türkiye ölçülerine göre hiç bir devrimci bunu yapmaz, hep işbirlikçi derler; uzlaştı, teslim oldu derler.. Ama, ben yaptım!
(Sorgulamanın filminin burada kesildiği ve bir başka konuya geçildiği anlaşılıyor):
’Yani, şu ülkede şu tehlike diye..
Hepsi benim için çocuk oyuncağı..
Ortadoğu’da hangi ülke olursa olsun..
Avrupa’da hangi ülke olursa olsun.. Rusya da dahil.. Neresi olursa olsun..
Bu konuyu hep iddia ederek söylüyorum..’

(Devreye yeniden ’albay’ olduğu açıklanan kişinin sesi giriyor):
’Bu konuyu hep idida edereke söylüyorsun.. Yani, bakacağız..
Çok çok enteresan olay yani.. İddia etmen..
Çok zor şeyler bunlar..’
(Öcalan yeniden başlıyor konuşmaya):
Yani, o güçler.. Kendi şeyini diyorum..
Biraz birleştireyim..
Dünya nasıl idare edilir?.. (Öcalan burada gülüyor, geriye yaslanııyor ve)
Biraz yukarı çıktık şimdi, yukarı.. Aşağıya inelim biraz..
Allah kahretsin.. Şimdi şeye ineyim, tekrar..
Tek şeyim, ’Apo iyi çalışır, görevini becerir..’
Bu..
Bunun bazı küçük basit olanaklarını isteyeceğim..
Şu anda milyonlarca insanı bağlayabilirim bu devlete..
Mimar gibi bağlıyacağım, ben başka bir şey demiyorum..
Kürd olayında.. Üç, dört, beş-on ülkeye.. Tonlarca istihbarat, bilmem parayla, dev bütçelerle yapamadığını, tek başıma, kuruş masraf ettirmeden, daha da fazla kattırarak devlete, ben yürüteceğim..’
*
MİT’den, başkası varken; niye F.G. Grubu rahatsız oluyor ki?
Evet, Öcalan böyle konuşmuş / konuşturulmuş 14 yıl öncelerde..
Aradan zaman geçtikçe, -lideri öldürülen veya tutuklanan birçok silahlı mücadele örgütlerinnde olduğu gibi- PKK’nın dağılması beklenirken, ilginç bir durum çıktı ortaya ve Öcalan da bu yeni durumu iyi kullandı. Ama, unutulmaması gereken bir nokta da şu ki, ona bu alanı açan, ‘asker’ idi.. Tutuklandığı ilk andan itibaren generallerin elinde olan Öcalan, yıllarca, İmralı’dan dışarıya, tam da generallerin istediği şekilde, ‘M. Kemal Cumhuriyeti bitti, tarikatlar cumhuriyeti başladı..’ gibi ‘kemalist’ mesajlar verdi. Hatırlayalım ki, 2008 yılına kadar, ilk 9 yıl, o, hep generallerin elindeydi.. Ve MİT Müsteşarı bile kendisi ile görüşmek için İmralı’ya gitmek istediğinde, (o yılların adalet Bakanı M. Ali Şahin’in geçen yıl açıkça beyan ettiği üzere) Bursa Garnizon Kom. olan bir albay, MİT Müsteşarı’na İmralı’ya gitmesi için izin vermemişti!.
TSK adına hareket ettiklerinin havasını veren ‘asker’lerin bütün derdi, ‘kemalist-laik rejim’ için bir tehlike olarak gördükleri AK Parti iktidarını yıpratmak idi.
İmralı Cezaevi, ancak 2009’dan sonra ‘asker’in elinden alınıp, MİT’e verildi.
Ancak ondan sonra, hem Hükûmet konuya farklı bir tavır koymaya başladı ve hem de Öcalan, artık, Hükûmet’in duruma hükmetmekte kararlı olduğunu ve de TSK’nin kanundışı müdahale gücünü kırmak noktasına geldiğini görmüş olarak, yeni duruma gore yeni tavırlar geliştirmesi gereketiğini anladı.
Ve, MİT’in, Norveç’in başkenti Oslo’da, PKK ile gizli görüşmeler başlattığı çok sonralarda anlaşıldı. Ancaak, yeni MİT Başkanı’ndan İsrail ve Amerika rahatsızdı. Çünkü, MİT, MOSSAD ve CIA arasında devamlı varolan bilgi akışı ve alışverişini tehlikeye düşüren bir durum ortaya çıkmıştı. Çünkü, MİT’in yeni başkanı Hakan Fidan, MOSSAD ve CIA laboratuarlarında özel eğitimlerden geçirilmemiş ve onların tezgahlarınden geçirilmemiş; onların bilgisi dışında o makama getirilmişti. Hatırlansın, H. Fidan o makama getirildiğinde, İsrail rejimi, derhal, H. Fidan’ı ‘İran’ın adamı’ diye suçlamış ve bu vazifelendirmeye karşı çıkınca, TC. Hükûmeti de, ‘iç işlerine karışılmaması’ konusunda sert bir nota vermişti, İsrail rejimine.. (H. Fidan’ın ‘İran’ın adamı’ olduğu şeklindeki iddia ise, İsrail ve Amerika’daki her olumsuzluğun hemen İran’a yüklenmesi alışkanlığının gereği idi. Ki, İran’da da, ortaya çıkan her olumsuzluğun aslî faili olarak hemen ve haksız olmadığı söylenebilecek bir şekilde İsrail ve Amerika’nın suçlanmasına benzer bir durum, yani.)
*
Ama, ilginç olan şu ki, F. Gülen Grubu, her nedense, önceleri MİT’ten nice darbeler yenildiğinde bile ses çıkaramazken, Hakan Fidan o makama gelince, Amerika ve İsrail’in rahatsızlığına paralel bir hassasiyet sergileyerek MİT’le uğraşmaya başladı ve Oslo’daki gizli görüşmeler deşifre olundu.
Yoksa, son 1 yılı aşkın zamandır durdurulabilmiş olan kan, daha önceden de durdurulabilir ve binlerce can daha, o silahlı mücadelelerde telef olmayabilir; ülke vatandaşları arasındaki etnik husûmet daha bir derinleşmeyebilirdi.
Açık olan bir diğer konu da, devletlerin siyasetlerinde istihbarat örgütlerinin, gerekli gördüğü her kişi, grup veya örgütle gizli veya açık her türlü görüşmelerde bulunduğu ve MİT’in de bu kuralın dışında olamıyacağı gerçeğidir.
O günleri hatırlamakta fayda var.
7 Şubat 2012 gecesi, tam da Başbakan Erdoğan, -ilk geçirdiği gizli ve büyük ameliyatın 2 ay kadar sonrasında- yine gizlice yeni bir ameliyata gireceği saatlerde, ‘terör örgütüyle gizli görüşmeler yaptığı’ gerekçesiyle MİT Müsteşarı H. Fidan’ın tutuklanması için, tipik bir paralel yargı denilebilecek mizansen harekete geçirilmek istendi. Başbakan Erdoğan da, o hassas ânında, derhal, MİT kanunundaki bir yorum farklılığından istifade eden paralel yargı elemanlarının yolunu kesmek için Meclis’e sevkettiği bir kanun tasarısının 48 saat içinde Meclis’ten geçirilmesini ve ‘MİT elemanlarının Başbakan’ın özel izni olmaksızın sorgulanamıyacakları’na dair bir maddenin kanun metni haline gelmesini sağlamak sûretiyle, bir büyük skandalı engellemiş oldu.
O günden beri, Öcalan da karşısına çıkan bu güçlü devlet yönetimi anlayışıyla, hayâlindeki daha uzun vâdeli planlarını sahnelemeye çalışıyor ve anlaşıldığı kadarıyla MİT de onunla verimli bir işbirliği yapıyor. Bu durum da, -birtakım kaygu ve tereddüdlerini dile getirseler bile- ‘kürdçü’lerden çok, -hayret vericidir-, F. Gülen Grubu’nu rahatsız ediyor. (Gerçi, F. Gülen’in Zaman’daki başsözcüsü sayılan H. Gülerce, 21 Aralık 2013 tarihli New York Times’da yayınlanan mülâkatında ‘Erdoğan ile Gülen grubu arasındaki ilk çatlağın Mavi Marmara krizi ile çıktığına; Mr. Gülen'in Türkiye'nin dış politikasında maceraya atılmaması, Batı'ya yönelimini sürdürmesi ve dış politika meselelerini diyalogla çözmesi gerektiği’ne dair görüşler açıklamıştı, bu da gözardı edilmemelidir. Ayrıca, Gülerce’nin, Haziran-13 boyunca Türkiye’yi derinden etkileyen Gezi Hadiseleri sırasındaki bir yazısına ‘Erdoğan gitsin, AK Parti kalsın planı..’ başlığını attığı da unutulmamalıdır.)
Esasen, Tayyîb Erdoğan da daha önceden kendisine, devlet içinde bir ‘paralel yapı’ oluşmakta olduğuna dair nice iddiaları dinlemiş olmasına rağmen, tedbir almak ve belli bir kesimle ciddî bir hesablaşma içine girmek gereğini o günlerde hissetmişti. Bunu geçenlerde kendisi de itiraf etti. Kezâ, Bülend Arınç da, ‘Bu kadar alçalabileceklerini gerçekten düşünmemiştik, saflığımıza verin..’ derken, aynı mânâya dikkati çekiyordu.
Bununla kimi kasdediyordu?
Herhalde, direkt olarak hedef alınan, 75 yaşında olduğu söylenen F. Gülen değil; onun etrafında bulunan belirli bir ekip idi.
Ama ilgi çekicidir, F. Gülen de, geçenlerde Ocak ayının 20’sinde önce Wall Street Journal ve ve sonra 27 Ocak’da da, ing. BBC’ye verdiği mülâkatlarda, ’arkadaşı birileri yanıltıyor olmalı..’ diyordu, Erdoğan’ı kasdederek: "Bir mabeyn-i hümayun var herhalde zannediyorum, çevresinde. Mabeyn, padişahların etrafındaki insanlara deniyordu. Çevresinde zannediyorum mes’eleleri farklı intikal ettiriyorlar.. Bir yönüyle, böyle rahatsız edici şeylere sevk ediyorlar sanıyorum arkadaşı.."
O bu arada, Erdoğan reform yolundan ayrıldı.. Türk halkı, son iki yıldır demokratik sürecin tersine dönmüş olmasından dolayı üzüntülü, " demeyi de ihmal etmiyordu.. Halbuki, Erdoğan Hükûmeti, 11 yılı geride bırakan iktidarında en çok da son 2-3 sene içinde, halkın hak ve hürriyetlerini ayaklar altına alan geçmiş zulüm uygulamalarına ilk kez geniş şekilde bir tavır koymaya başlayabilmişti.
*
Erdoğan’ın etrafının etkisinde kaldığı da düşünülebilir, elbette.. Asıl, etrafının görüşlerine itibar etmediği iddiası eleştirilmesi gereken bir durum olsa gerek..
Ama, Erdoğan belki de TC. siyasî hayatındaki siyasî liderler arasında, halkın içinde en çok yer alan birisi.. Ama, birileri, Pennsylvania’da karargâh kurmuş birisi, etrafında oralara kadar gidecek parası ve Amerika’dan vize alacak kadar itibarı olan belli bir kesimle sınırlı bir dünya içinde iken, Erdoğan’ı halktan kopuk olmakla suçluyor. Bu durumda, acaba hangi ’arkadaş’ daha bir yanıltılma durumundadır? Ve kendi çevresindekileri de bir süzgeçten geçirmiş midir?
*
Bu noktada akla Pakistan’lı Tâhir-ul Qadrî de geliyor..
Pakistan’da uzuuun yıllar imamlık yapan bir Taaheer al’Qadry (Tâhir-ul’Qadrî) isimli bir zat vardı.. İslam hukuku konusunda doktora da yapmıştı. O dönemde Pencab eyaletinin başbakanı olan M. Newaz Şerif’le de yakın ilişkiler kurmuştu. Pakistan medyasında yer alan bilgilere göre, kendisine bağlı bir medya gücü de oluşturmuşş ve anonim kaynaklardan gelen maddî bir servete de kavuşmuştu. General Ziyâ-ul’Haqq zamanında, islam’a hakaret edenler konusunda çıkarılan bir kanunu savunmak bâbında yaptığı bir konuşmada, “Kim dine küfrederse, Müslüman ya da gayrimüslim, kadın ya da erkek, Hıristiyan ya da Yahudi, o kişi bir köpek gibi öldürülmelidir!” gibi sert konuşmalarıyla da dikkati çekmişti.. Daha sonra ise, kendisinin ’o gibi uygulamalara karşı olduğunu’ açıklamaya başlamış ve bu yönde çıkarılan bir kanunun gayrimüslimlere, Yahudilere, Hıristiyanlara uygulanamıyacağını, General Ziyâ-ul’Haqq zamanında çıkarılmış olan bu kanunun hazırlanmasında kendisinin hiç bir dahlinin olmadığını’ ileri sürmeye başlamıştı..
Qadrî, Pakistan’dan ayrılıp Kanada’ya yerleşmiş ve etrafında da genişi bir bağışçı kitlesi bulmuştu. Bu gücüne güvenerek, 2012 güz aylarından itibaren Pakistan başkenti İslamâbâd’da milyonların katıldığı dev bir miting ve başkent İslamâbâd’a kadar bir yürüyüşler tertib ettiğinde, dönemin hükûmetini sarsmış ve protesto eylemlerine ancak derhal erken seçimler yapılması şartıyla son verebileceğini açıklamış, ve istediğini almıştı.
Lahor’daki üniversitesi de kendisine genç bir destekçi kadro oluşturuyordu.
Ve Mayıs-2013’de seçimler yapılınca, Tâhir-ul’Qadrî hiç bir varlık gösteremedi, açıkça desteklediği ve seçimleri kazanacağına kesin gözüyle bakılan, yerli ve yabancı medyada öyle bir kamuoyu algısı oluşturulan eski kriket sporcusu İmran Khan da, sadece 50 kadar sandalye kazanabildi.. General Perwiz Muşerref’in 1999’da askerî darbeyle devirdiği Newaz Şerif, aradan 14 sene geçtikten sonra tekrar ve tek başına iktidara geldi.
Şimdi niceleri soruyor, bu Tâhir-ul’Qadrî’nin siyaset sahnesine böylesine çıkıp sonra da bir saman alevi gibi sönmesinin ardında, kim vardı, o kendiliğinden mi bu enerjiyi göstermişti, yoksa bir takım uluslararası siyaset planlamacıları mı?
Öcalan’ın deyimiyle bir taşeronluk mu sözkonusu?
Ve böyle ise, kuklalardan ziyade, kuklacıyı görmek ve onun çarkını kırmak dikkatini sergilemek daha bir öncelikli durum değil midir?
*
Kısa-kısa bir kaç nokta..
*Mâlum Cemaat’le ilişkisi olan bir tanıdık, zamâne yazarlarından A. Aymaz’ın bir yazısında yaptığı hatırlatmadan sonra, Cemaat’e aid yurt, öğrenci evi vs. gibi mekanlarda kılınan namazlarda, özellikle de sabah ve yatsı namazlarından sonra, ’Tebbet’ sûresinin okunmasının bütün hızıyla sürdüğünü söyledi..
O sûrede lânetlenen Ebi Leheb’in ve zihniyetinin yerine kimlerin oturtulduğunu, varınız siz hesab ediniz.
*Zamâne Gen. Yy. Md. E. D. geçenlerde bir yazısında, ’namazında-niyazında olan kimselerin, birlikte namaz kıldıkları bir cemaat’e bu kadar düşmanlık besleyebileceğini tahmin edebilir miydiniz?’ kabilinden bir yakınma cümlesi kurup, kendilerinin mâsûmluğunu ve mazlumluğunu anlatmaya çalışıyordu. Keşke diyor insan, bu arkadaş ve benzerleri, konuya bir de tersinden baksalar da, kendileri için de mukabil tarafın aynı tarzda bir yakınma beyanında bulunabileceklerini düşünselerdi..
Hele bir de sorumluluğunu üstlendiği ceridedeki yayınların, korkunç bir Erdoğan düşmanlığına dönüştürüldüğünü ve bütün kemalist-laiklerin bile o derecede etkili düşmanlık sergileyemediklerini görebilseydi..
*Yine zamâne yazarlarından A. K. isimli ve genelde ağır başlı yazılar yazan bir arkadaş da, önceleri, F. Gülen’in ünlü beddua’sının beddua olmadığını ve muhatabı belirli bir kişinin isminin zikredilmediğini belirtirken.. Şimdi kendisi, Başbakan Erdoğan’ın geçenlerde, İslam Ansiklopedisi’nin tamamlanması dolayısiyle yapılan törendeki konuşmasında geçen, ’sahte velîler, âlim müsveddeleri’ gibi sözlerin hedefinin, ’hocaefendi’si olduğunu belirtiyor, ’kimse topu taca atmaya kalkışmasın, burada kasdolunan, odur..’ diyordu.
* Gezi Hadiseleri sırasında İst. Kabataş’da saldırı ve hakaretlere uğrayan bir müslüman hanımın etrafında, MOBESE kameraları görüntülerinden faydalanarak ve özel bir takım manipulasyonlarla tezgâhlandığı anlaşılan bir haber filminin yayınlanması ve o saldırının yalan olduğu yönünde, songünlerde laik medyada sözbirliğiyle sergilenen senaryo üzerine Başbakan Erdoğan’ın yaptığı bir konuşmada, o hanım hakkında verilmiş olan ‘adlî tıb raporlarını, nereye koyacaksınız?..' şeklindeki ifadesini bile malûm medya, 'nerenize..’ şeklinde çarpıttığı görüldü.
O sözleri, medya manşetlerinde gördüğümde, çirkin çağrışımları dolayısiyle ben de yadırgadım, ama, haberin filmini izlediğimde, Erdoğan'ın 'o adlî tıb raporlarını nereye koyacaksınız..' dediğini gördüm.
Bazıları da bu çarpıtmayı görmeyip, Erdoğan’ın 'seviye'sini hatırlatıyorlar. Evet, onun o sözünü bile kendi istedikleri şekilde çarpıtanların ‘seviye’sine ebakılınca..
Kimin hangi noktada olduğu bir daha düşünülmelidir.
*Anlaşılıyor ki, en azından mahallî seçimlerin yapılacağı 30 Mart’a kadar bu mücadele, bu zehirli hava sürecek.. O zaman, eğer Erdoğan’a darbe indirilebilirse; onların saldırılarının hızının daha bir artacağı açıktır. Çünkü, ondan sonra da, Ağustos-14’de -ilk kez halk oyu tarafından seçilecek olan- Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve ondan 10 ay kadar sonra da Haziran-2015’de yapılacak genel seçimler vardır, sırada..
Ama, 30 Mart seçimlerinde bekledikleri zaferi elde edemezler ve Erdoğan’a darbe vuramazlarsa, belki o zaman yeni taktiki ve stratejiler belirlemeye koyulacaklardır.
*İng. gazetesi Financial Times'ın18 Şubat tarihli sayısında Bill Park imzasıyla yayımlanan ve ‘Gülen İmparatorluğu’ndan söz edilen bir yorumda, Gülen’in ‘Demokrasiyi, serbest piyasayı ve Türkiye'nin Batı'yla ittifak kurmasını istediğine ve Ankara'nın İsrail'le sürtüşmesi’ne karşı çıktığına değinilmesi, özellikle ilgi çekiciydi.
Gülen hareketinin milyonlarca taraftarının bulunduğuna da değinilen yorumda, "Gülen'in talebelerinin polis memuru, yargıç, öğretmen, siyasetçi, gazeteci, bürokrat ve hatta subay olarak varlıklarına ek olarak önde gelen medya kuruluşları, bir işadamları birliği, hastaneler, klinikler, oteller, hayır kurumları ve bankalar kurduklarına, bu ağın bir ahtapot gibi yapısı olduğuna ve iddiaların büyük ihtimalle paranoyak hayal güçlerinin ürünü olmadığına ve tarafların kolay yenişemiyeceklerine’ işaret olunuyordu.
*Bugünlerde Macaristan’da bir resmî ziyarette bulunan ve F.Gülen’in kendisine yazdığı mektubda, ‘aziz dost’ diye övgülere boğduğu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül; paralel yapı tartışmalarına da değinip, "Hükümetleri, rüşdüne ermemiş gibi, onlara karşı ‘bu doğru değil, bu doğru’ şeklinde bir Hükümet Komiserliği / Hükûmet üstünde bir gözetleyici gibi davranılırsa olmaz, kabul edilemez" dediği görülüyor.
Gül, yargıdaki yaralel yapı oluşumuna da dikkat çekerek: "Adalet dağıtılırken, hâkim ve savcı, anayasa ve yasalar dışında başka bir saikle hareket edemez, şu anda ortada böyle bir durum var. Bunlara müsaade edilemez" diyor.
Şimdi zamâne yazarları, Erdoğan’a, ‘Siz geçmişte bu Cemaat hakkında şöyle övgü dolu sözler etmemiş miydiniz?’ hatırlatmasında bulunuyorlar da; F. Gülen’in ona övgü dolu sözlerini, teşekkür ilanlarını hatırlamıyorlar. Belki, Gül’ün bu son sözlerinden sonra, onun Gül’e geçtiğimiz ay yazdığı mektubundaki sözlerini de hatırlamıyacaklar ve ona da saldırmaya başlıyacaklardır.
*Ziyâ Paşa ne demişti, 140 yıl öncelerde, herbirimize küpe olacak bir beyt söylüyordu:
’Tevsi-i maişet (maişetini, gücünü arttırmak)derdiyle geçmekte ömrün; söyle şeyhim, ne zaman muselman olacaksın?’
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Orta Afrika’daki Vahşetten, Ukrayna’daki Şaşırtıcı Gelişmelere..

Orta Afrika’daki korkunç bir vahşilik, canavarlık hükümfermâ..


Sudan’ın batısında, Çad’ın güneyinde, Kongo ve Zaire’nin kuzeyinde, Kamerun’un doğusunda, 620 bin km. karelik bir büyük ormanlık ülke.. Nüfusu 4-5 milyon kadar..
Bu ülkenin nüfusunun yüzde 15 kadarı müslüman.. Yani, yaklaşık 750 bin kadar..
Şimdi bu bir avuç müslümana, dünyanın gözü önünde, kameralar karşısında, haber filmleri dünyaya pervasızca servis edilecek bir canavarlıkla, hattâ en savunmasız kadınlara, çocuklara, silahsız insanlara, sırf müslüman olduklarından dolayı en korkunç vahşilikle saldırılıyor.
Bu korkunç durum aylardır devam ediyor. Hergün onlarca-yüzlerce insan öldürülüyor, Hedefin bu ülkeden müslümanları kaçırtmak ve müslümanlardan arındırılmış bir ülke haline dönüşmek.. Hattâ, artık‚ ’Bu ülkede ezan sesi bile duyulmayacak..’ diyorlar.
Can çekişmekte olan ve yerlerde sürünen gencecik müslüman insanlara, yarı can çekişme halindeyken bile, çıldırmışcasına hareket halinde olan yığınlar, bıçaklarla saldırıyorlar, postallarla kafalarını eziyorlar ve sonra da öldürdükleri insanların cesedlerini sürükleyip ateşe atıyor, yakıyorlar.
Dünya aylardır seyirci bu tabloya..
Çünkü, dünya medyası, kendisini emperyalist merkezlerin ilgisine göre ayarlıyorlar. O merkezler ise, ezilmekte olanlar müslümanlar olduğundan; ilgilerini kendi genel stratejilerine göre ayarlıyorlar.
Anlaşıldığı kadar, bu ülke ile ve bu ülkedeki mazlum müslüman kitlelerle Erdoğan Türkiyesi’nin de henüz sağlıklı bir bağ kuramadığı anlaşılıyor. Halbuki, âcilen yapılması gereken bir müdahale durumu sözkonusu..
Afrika ülkelerinin büyük kısmı son 200 yıl boyunca, yazık ki, Portekiz, Fransa ve Belçika gibi ülkelerin sömürgesi olmuş coğrafyalardı.
Şimdi de, Fransa bunlardan en etkini..
Her bir rahatsızlıkta derhal o devreye giriyor, bunu geçmiş 200 yılda birlikte olmanın gereği olarak bildiriyor. Ve emperyalist dünya da, bu tutumu tabiî bir hakk ve vazife olarak görüyor. Dahası, yerli halkın arasında belirli bir kesim de, zor zamanlarda, buhranlı zamanlarda hemen Fransa ve emsali ülkelerin duruma müdahale etmesi çağrılarını yükseltiyorlar. Bu durum geçen yıl, Batı Afrika’da eski bir fransız sömürgesi olan Mali’deki buhran sırasında da görülmüş ve halkın belli bir kesimi de, Fransa’nın müdahalesini âdeta ’kurtarıcı’ gibi bekler hale gelmişti.
(Bu durum, Rusya’nın siyasetinde de görülüyor. 200-300 yıl sömürgesi olan halkların ve coğrafyaların, 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında zâhiren müstakil hale gelen ülkelerin hemen herbirisinin iç işlerine, hele de buhran zamanlarında Rusya müdahale etmeyi kendisine tabiî bir hak olarak görüyor.
Hatırlayalım ki, Osmanlı Devleti döneminde, 500 yıl kadar birlikte yaşamış olan halklarla ilgilenmemiz, içerdeki belli çevrelerce bile ağır şekilde eleştiriliyor. Çünkü, 90 yıllık kemalist-laik cumhuriyet dönemi, hele de müslüman halklarla asırlarca birlikte geçen tarih dönemlerini görmezlikten geldi, müslüman halkların bir daha bir arada bulunmasına zemin hazırlayacak gelişmelerin yolunun kesilmesini gerekli görmüştü. Şimdilerde, yüzyıllarca kader birliği yapmış olmanın duyguları yeniden filizlendirilmeye geliştirilmeye çalışılıyor ve bundan, içerdeki ve dışardaki mâlum odakların da nasıl bir rahatsızlık duydukları biliniyor.)
İki hafta öncelerde, Devlet Başkanı François Hollande Türkiye’ye geldiğinde bu konuda kendisiyle bir görüşme olup olmadığı hususunda kamuoyuna hiç bir açıklama yapılmadı. Yoksa emperyalist güçler, kendi parselleri olarak gördükleri coğrafyalardaki buhranlar konusunda başkalarına söz söyleme, görüş belirtme hakkı tanımıyorlar mı?
*
Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki bu korkunç vahşilik devam ederken, AB ve BM’den, nihayet, duruma müdahale istekleri yükselmeye başladı. Bu arada AB’den, Türkiye’nin de bin kadar askerle bu ülkedeki BM. Barış Gücü’ne katılmasının öngörüldüğü gündeme geldi.
Elbette, TSK’nın hele de emperyalist emellerin işine gelecek uygulamalar için onların emrine verilmesi kabul edilemez, istenemez..
Ancak, son 20 sene içinde, TSK, Bosna’da , Afganistan’da, Somali’de ve Lübnan’da vazifelendirildi ve bu vazifelendirmelerde başta yapılan eleştirilerin tersine bir tablo ortaya çıktı. Şöyle ki, TSK’nın gittiği ülkelerdeki müslüman halklar, yığınla gayrimuslim BM. askerleri arasında ancak Türkiye’nin askerlerinin müslümana olmasından dolayı kendilerini güvende hissettiklerini dile getiriyorlardı. Halbuki, o güçler, uluslararası merkezlerce başka niyetlerle oralara gönderiliyordu.
Nitekim, Bosna ve Afganistan’ın müslüman halklarının Türkiye askerlerine gösterdikleri ilgi ve onları kendilerini gayrimuslimlere karşı savunacak güç olarak gördükleri biliniyor ve bundan dolayı seviniç ve gurur duyuyorlar.
Nasıl sevinsinler ki, Srebrenitsa’da Hollanda’lı komutan ve askerler sırb liderleriyle kadeh tokuşturur ve de barış türküleri söylerken, sırp çeteleri on bine yakın müslüman erkeği katletmişti, 20 yıl öncelerde.
Türkiye’nin askerlerinin gittiği yerlerde, bu sâyede, hem müslümanların gayrimuslimlere saldırmasına izin verilmedi; hem de gayrimuslim çeteciler, milisler güçler, müslüman halka saldırmak cesaretini kendinde bulamadılar.
Şimdi, dünyanın seyirci kaldığı Orta Afrika’daki bu korkunç katliâm karşısında Türkiye’nin uluslararası taleblere nasıl karşılık vereceği henüz bilinmiyor, ama., bu çağrıya tepkisiz ve ilgisiz kalmaması düşünülemez, herhalde.. O mazlum ve çaresiz yüzbinlerin katledilmesine engel olmaya çalışmak yolunda, Türkiye üstelik de daha bir istekli ve aceleci davranmalıdır.
*
Ukrayna’da şimdilik Putin kaybetmiş ve AB kazanmış gözüküyor..
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, o enkaz üzerinde, Rusya Federasyonu’ndan sonra, 600 bin km. karelik bir yüzölçümü ve 55 milyonu bulan nüfusuyla en büyük bağımsız devlet olarak ortaya çıkan Ukrayna’da son 2-3 aya yakın süredir devam eden sokak gösterileri ve protestolar, geçen hafta 100’den fazla insanın ölümüyle birlikte zirveye tırmanınca, Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç, anlaşıldığına göre, iktidarını yitirdi ve istifa etmiyeceğini açıklasa da, yolun sonuna geldi.
4 yıl öncelerde kesin bir seçim zaferiyle iktidara gelen Yanukoviç, rakibi olan eski başbakan Bn. Julia Timeşenko’yu, Rusya’yla yapılan doğal gaz anlaşmasıyla ülkeyi zarara uğrattığı ve yolsuzluk yapıldığı gerekçesiyle, apar-topar yapılan bir yargılamada 7 yıl hapse mahkûm ettirmişti. Timeşenko’nun hapiste ağır bir rahatsızlık geçirmesi karşısında, tedavisine bile izin vermeyen ve bu konuda özellikle AB ülkelerince serbest bırakılması için yapılan çağrı ve baskılara da kulak tıkayan Yanukoviç’in bu siyasetinin de bugün karşılaştığı tabloda etkisinin olduğu söylenebilir. Yanukoviç, şimdi herhalde, o konuda niye daha önce daha mâkul davranmadığından dolayı başını dövüyordur.
İlginç olan şu ki, 21 Şubat günü Ukrayna Parlamentosu, Julia Timeşenko’nun mahkûm olduğu ceza kanununu değiştirerek serbest bırakılmasını sağlarken, o Meclis’in Yanukoviç’in partisinden olan m.vekilleri de bu yönde oy kullanıyorlardı. Halbuki, o Meclis çoğunluğu, düne kadar, Yanukoviç’e destek veriyordu.
Şimdi ise.. Hapisten tekerlekli sandalye ile çıkan Timeşenko, başkent Kiev’deki Maidan isimli meydanda toplanan onbinlere hitab edip ve devlet başkanlığına aday olacağını açıklıyor ve aynı saatlerde, halk kitleleri de, Sovyetler Birliği’nin çökmesi üzerinden çeyrek yüzyıl geçmekte olmasına rağmen, hâlâ da korunan Lenin heykellerini yıkıp parçalamaya koyuluyorlardı.. (Darısı, kanun zoruyla dikilen ve kanun zoruyla korunan diğer heykellerin başına..)
*
Siyasetin garibi cilvelerinden bir tablo..
Henüz iki hafta öncesine kadar böylesine bir çöküşle karşılaşılacağı söylenseydi, niceleri buna gülebilirdi..
Ama, bir başkentin sokaklarındaki bir-iki aylık gösterilerin sonunda, sokak çatışmalarında 200’e yakın insanın öldürülmesinin önlenememesinin bu tablonun ortaya çıkmasında etkili olduğu söylenebilir.
Şimdi, Yanukoviç’in âqıbeti henüz bilinmiyor. Sadece, ülkenin ikinci büyük şehri olan ve kendi memleketi olanr ve de güçlü olduğu bilinen Harkov’a gitttiği bulunuyor.
Yanukoviç, oradan yaptığı açıklamayla istifa etmediğini, henüz de kendisinin Devlet Başkanı olduğunu açıklıyor. Ama, bu etkili olabilecek mi?
Sokak gösterileri ne kadar kalabalık olursa olsun, seçimlerle ortaya çıkan sonucu, bu yolla yok saymak, mümkün olabilir mi?
Gerçi, ilk gelen haberlere bakılırsa, Harkov ve bu ülkenin rusça konuşan diğer doğu bölgeleri de Kiev’deki iktidar değişikliğini tanımayacaklarını ileri sürüyorlar. Bu durumun, Ukrayna’yı bir bölünmeye götürüp götürmeyeceğini söylemek için de, henüz çok erken..
Bu gelişmeleri, bu mücadeleden yenik çıkmış gözüken Putin Rusyası kabul edebilir mi, yoksa, durumu kendi stratejisine uygun bir duruma dönüştürmek için manipulasyonlarda bulunur mu; bu da önümüzdeki günlerde görülecektir.
Öte yandan İngiltere ve B. Amerikan hükûmetlerinin, Rusya’ya, ’Ukrayna’nın içlerine karışmaması ve bunun Rusya için iyi olmayacağı’na dair ihtarlarda bulunmasının ne kadar etkili olacağı bilinmiyor.
*
Filler tepişir, çimler ezilir..
Açık olan şu ki, Kiev’deki bu mücadele, gerçekte, Rusya lideri Putin ile AB ülkeleri arasında cereyan eden bir bilek güreşiydi ve fiilen, Putin’in yenik düştüğü ve AB’nin kazandığı söylenebilir. Bir diğer ifadeyle, filler tepişirken çimenlerin ezilmesi misali, arada ezilen Ukrayna ve halk oldu..
Konuyu halkın zaferi olarak nitelemek mümkün olur mu?
Galib gelen taraf adına böyle denilebilir. Ama, konu o kadar sâde değil..
Ukrayna NATO’ya girmeye hazırlanıyordu, AB üyeliğine de..
O sırada, Putin, bir manevra yaptı ve Ukrayna’nın ekonomik sıkıntılarına yardımcı olmak üzere, milyarlarca dolarlık kredi imkanlarını açtı ve ayrıca, Ukrayna’ya verdikleri doğal gazın fiyatında büyük bir indirim yaparak, metreküpünü 405 dolar yerine, 265 dolardan vereceğini açıkladı..
Yani, üçte birlik bir ucuzluk.. Geniş kitleler için sevindirici bir indirim..
Ama, Putin’in oynadığı bu satrançtaki bazı hamleleri, Yanukoviç’in felaketini de hazırladı.
Çünkü, Putin’in bu manevraları üzerine, Yanukoviç, AB ile yapacağı anlaşmayı imzalamaktan kaçındı. Bu da, AB ile bütünleşmek isteyen muhalefet güçlerini harekete geçirdi.
İmdi... Ukrayna’da, Putin’in adamı olan kişi, yani Yakunoviç kazansaydı, muhakkak , AB ve Amerika çok bozulacaktı. Çünkü bu dev ülke, Karadeniz’in kuzeyinde, son derece stratejik bir konumdadır. Ama, bugün görülmekte olan şu ki, daha çok AB yandaşı olanlar daha bir seviniyorlar..
*
Yakalanırsa, Yanukoviç’in âkıbetinin, Nikolay Çavuşesku’ya benzeyeceği de ileri sürülüyor. Bilindiği üzere, çeyrek yüzyıl öncelerde, 1989’un son günlerinde, Romanya’nın 27 yıllık komünist diktatörü Nikolay Çavuşesku, Romanya’nın Macaristan sınırındaki Temeşvar yöresinde meydana gelen gösterileri kanlı bir şekilde bastırmasından sonra, başkent Bükreş’de kendisini destekleyen ve yüzbinlerin katıldığı bir miting tertib etmişti. Ama, o mitingin bir anda, kendi aleyhine bir isyana dönüşmesi üzerine, sarayın çatısında hazır bekleyen helikoptere binip doğduğu kasabaya doğru kaçmak isterken, yüzbinler de yaya veya arabalarıyla o yöreye doğru harekete geçmişler ve pilot da, teknik arıza gerekçesiyle, helikopteri bir otoyola indirince yakalanan Çavuşesku ve hanımı Elena hemen Bükreş’e getirilip, derme-çatma bir odada birkaç dakikalık bir sorgulama- yargılamayı takiben, idâma mahkum edilmiş ve her ikisi de henüz ne olduğunu bile anlamadan, kurşuna dizilmek üzere, bir avludaki duvarın dibine götürülmek üzere odadan çıkarılırken, sırtlarından taranarak, çok trajik bir şekilde, karlar üzerine serilmişlerdi.
O kadar acele hareket edilmesini ise, devrimciler, ’Bir anlık bir zaman kaybı, her şeyi tam ters yönde geliştirebilirdi.’ diye izah etmişlerdi.
Şimdi, iktidarı ele geçiren muhalif güçlerin de, Yanukoviç’i ele geçirmeleri halinde, benzer şekilde davranacakları tahmin edilebilir.
*
Siyasetin, koşu atlarının binicileri için kullanılan seyis kelimesinden geldiğini, insan toplumunu yönetmek işi için de kullanıldığını söyleyenler olmuştur. Ama, siyaset’in bir diğer mânâsı da, terim olarak, kelle koparmaktır. Bu yüzden, çok kellelerin kesildiği savaşlar için, eski tarihlerde, ’Yaman siyaset oldu..’ deyiminin geçtiği görülür.
Bu, ’çok kelle koparıldı..’ demektir.
*
Siyaset içine soyunanların, bu gibi ağıır neticeleri taa baştan göze almamaları halinde, bazen böyle bir-kaç protesto ile bile, hiç tasavvur ve tahayyül etmedikleri trajik şekillerde gidebileceklerinin son bir örneğidir, Ukrayna..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
İslamî Bir Yönetim Olsa, Propaganda Nasıl Yapılacak?

1972-73’lerdeydi..


Merhûm Muhammed Hamidullah, Fransa’dan gelip İst. Uni. Edebiyat Fakültesi’nde ’misafir prof.’ olarak birkaç aylığına dersler verirdi. İst. Hukuk’dan ve diğer fakültelerden bazı arkadaşlarla birlikte gidip, bu dersleri biz de takib ederdik.. Bu dersleri, (sonraları her ikisi de prof. olan) Doç. Salih Tuğ ya da (Merve Kavakçı hanımın babası) Yûsuf Ziya Kavakçı simultane denilen cinsten, ânında tercüme ederlerdi.
Merhûm Hamidullah, çok sür’atli olmasa bile, tercümede ufak mânâ kaymaları olursa, en ince farklılıkları derhal farkedecek kadar türkçe biliyordu. Buna rağmen konuları zorlanmadan, akıcı bir şekilde anlatabilmek için, her derste kullanacağı materyellerin hangi dilden oluşuna bakarak arabça, fransızca veya ingilizce dillerini tercih ederdi.
O günlerde, konuları, bugün olduğu gibi, İslamî tefekkür açısından aklî ve hele de akademik planda veya kamuoyunda derinlemesine ve genişlemesine düşünen, tartışan müslüman okumuşlar zümresi henüz pek fazla yoktu.
T.C. rejiminin (yarım asırlık kemalist-laik, jakoben-tepeden inmeci Cumhuriyet’in) 50. yılını kutlama hazırlıkları kendisini hissettiriyordu.
Ülke, 12 Mart 1971 Askerî Darbesi’nin ağır- bunaltıcı atmosferinde olduğu halde, resmî ideoloji, kendi kalemşorlarını ve nutukçularını meydana sürmüştü.. Onlar da, Cumhuriyetin faziletlerini anlata-anlata bitiremiyorlardı.
(Merhûm) Necmeddin Erbakan ve arkadaşlarının açtığı bayrak ise, başka şeyler söylüyor ve Anadolu’nun en uzak köylerinde bile, Cumhuriyet’in 50 yıllık uygulamasının halkımıza getirdiklerinin neler olduğu; nelerin olması gerektiği ve olabileceğine dair görüşlerle birlikte mukayeseli olarak halk arasında tartışılıyordu.
Dünyayı inançlarımıza, kesin doğrularımıza göre kurmanın hayal ve heyecanları içindeydik. Ama, bunu amelî- pratik olarak nasıl şekillendirecektik?
Çünkü, önümüzde bugüne aid bir model yoktu..
O zamanlar, önümüzde, resmî adı, İslam Cumhûriyeti olan tek bir devlet vardı: Pakistan..
O da henüz çeyrek yüzyıllık bir deneme idi ve aralarındaki ikibin km.lik uzaklığa rağmen, Doğu ve Batı Pakistan olarak iki ayrı coğrafyadan oluşan bu Pakistan ülkesi de, yüzbinleri eriten korkunç bir iç-savaşla yeni bölünmüş, Pakistan ve Bangladeş olarak iki ayrı devlete dönüşmüştü. Beyinlerimiz ve yüreklerimiz parça parça idi, yani..
Ama, batı’da kalan parçanın adı, yine Pakistan İslam Cumhuriyeti olarak kalmıştı.. Bu isim bile bir heyecan veriyordu bize.. Çünkü, bu isimde bir başka yönetim , bir başka rejim yoktu.
Ne var ki, temel problemlerimizden birisi, kurmayı hayal ettiğimiz İslamî bir dünyayı bugün gelinen noktada, nasıl kuracaktık?
İslam, göklerdeki bir şafak yıldızı gibi bize uzaktan hep göz kırpmaya mı devam edecekti; yoksa onu yeryüzüne indirip, günlük hayatımızı ona göre mi şekillendirecektik?
Birçok konuyu aşağı-yukarı hayal ve ve beynimizde ve kalbimizde hal ediyorduk da, kuracağımız dünyada, siyaseti nasıl bir zemin üzerine oturtacaktık, bunu ve hele de siyasî mekanizmayı nasıl oluşturacaktık? Hele de, günümüzde iktidara gelmek isteyen siyasî grupların, hareketlerin, partilerin, kendilerini halka anlatmak için geliştirdikleri ve kendisinin gerekliliği kaçınılmaz olarak kabul ettiren propaganda’yı nasıl ‘İslamî’leştirecektik? Onu bir türlü kestiremiyorduk. Üstelik, çok dramatik, trajik sahnelerle meydana gelen bir bölünmenin sonrasında Pakistan’da sahneye yeni siyasî oluşumlar çıkıyor ve onların acılı o atmosferde yaptıkları siyasî propagandaların kırıcılığı karşısında daha bir hayrette kalıyorduk..
Bu konuyu, (1947’de, Hindistan-Pakistan bölünmesinin meydana geldiği günlerde, iki tarafta da yer almayıp, Fransa’ya gidip orada yerleşse de, o diyarın kültürünü ve siyas3i yapısını iiyi bildiğinden merhûm Hamîdullah Hoca’ya sorduğumuzda, onun da mutmain olduğu doğru bir yöntemi bize anlatmakta zorlandığını görüyorduk. Hele de siyasî propaganda konusunda..
*
Esasen, müslümanlar olarak, 14 asırlık uygulamamız içinde, bugünkü anlaşılan şekliyle bir propaganda yöntemi yok idi..
Ama, yönetim mekanizmasının başına kim, hangi yöntemle geçecekti?
Asr-ı Saadet’ döneminden sonraki 14 asırlık uygulamada iktidarları büyük çapta, kılıç veya servet gücü belirlemişti, yine mi o belirleyecekti; yoksa, yönetim işi, halk kitleleriyle istişare olunarak, meşveret olunarak mı belirlenecek, halledilecekti?
Şûrâ sûresi, 38. âyette, müminler anlatılırken, ’Onlar, işlerini aralarında şûrâ / meşveret ile görürler..’ buyrulduğu hep biliniyordu, ama, asırlarca, bu meşveret olunanlar arasında halk kitlelerinin de bulunması gerektiği hatırlanmamıştı bile.. (Başka dünyalarda da yoktu, ama, sui-misal, misal olamazdı.)
Sadece 1876’da ilk Kanûn-i Esâsî (Anayasa)’da bu meşveret hükmüne işaret olunmuştu, ama, (aralarında..) ifadesinin âyetteki şekli olan ’beynehum’ ibaresindeki ‘hum’ ile kasdolunan kimlerdi? Kimlerle mevşeret olunacaktı., yine bilinmiyordu..
Ulemâ / (âlimler), Vuzerâ / (vezirler), Umerâ (komutanlar) vs. vardı.
Ama, sistemler genelde bir saltanat ve hanedan adı taşıdığından, halk’la meşveret etmeye gerek olmadığı da düşünülüyordu veya böyle bir ihtiyaç hiç düşünülmüyordu..
Halk kitleleri sadece vergi verir, askere gider ve hükûmete itaat ederdi..
Ve, yönetimin, insan toplumu için gerekliliğinin vazgeçilmezliği, tartışılması bile abes bir konu idi.. Ancak, yönetim mekanizmasının başına kim nasıl, geçecekti?
*
Birileri, ’Sizi, toplumu ancak ben yönetebilirim..’ diyerek, zer ve zor (altın ve silah) gücüne ya da, aile ve kan bağını ileri sürerek mi gelecekti iktidara, yoksa, halkın kendi içinden lâyık gördüklerini öne çıkarması sûretiyle mi?
Bu üçüncü ihtimali, asırlarca süren uzuuun saltanat ve sonra da diktatörlük dönemlerinden sonra yeni yeni düşünmeye başlamıştık..
Ama, halkın içinden yönetmeye liyakatli görülenler nasıl belirlenecekti?
Siyasî gruplaşmalar, partileşmeler olacak mıydı? Olacaksa, bunların menfaat odaklaşmalarına dönüşmesini nasıl önleyebilecektik? Kim, kimden ve nasıl hesab soracaktı? Bunun için, ’kalb-i selîm’den ayrı olarak bir de, objektif olarak çalışan bir takım mekanizmalara ihtiyaç olacak mıydı?
Yönetim mekanizmasının başına gelecek olanları birileri mi öne sürecekti? Yoksa, onlar kendilerini bu işe lâyık gösterip, kendi propagandalarını mı yapacaklardı?
Yönetmeye tâlib olanlar veya tarafdarları propaganda yapacaklarsa, hangi ölçülere göre ve nasıl yapacaklardı?
Yalan söylenecek miydi; gelişigüzel vaadlerde bulunulacak mıydı; halkın iltifat ve itimadı, reyi yaldızlı sözlerle, kandırmaca yöntemleriyle mi kazanılmaya çalışılacaktı? Popülist yöntemlerle, goygoyculuk yapılarak, amigoluk yöntemleriyle hareket edenlere nasıl engel olunacaktı?
Bir kişi kendisini nasıl övecekti, övdürecekti?
Kendisini övmeden ve övdürmeden, kitleler nasıl yöneleceklerdi?
(Mahmudpaşa’dan örnek verilirdi.. Oradaki seyyar satıcıların mallarının kalitesi aşağı yukarı birbirine denk ise de, tezgahının başında sessizce bekleyen satıcıların yanına kimse yönelmiyordu. Ama, aynı malları, hattâ düşük kaliteli malları satan birileri, ortalığı velveleye vererek, ’Yetiiş yetiş.. Batan geminin malları bunlar.. Kalmadı, abla, beyamca, sen de al!’ gibi sözleri, gibi en akla hayale gelmiyecek, komik ve saçma sözleri de arka arkaya sıralayarak kitleyi etrafına çekebiliyordu. Hani, iflas etmiş bir kürd ağasının, İstanbul sokaklarında hafif sesle ve utanarak, ’Domates.. Domates..’ diye seslendiğinde hiç satamayıp, yanındaki kişinin feryad’u figanla o malları bir anda tüketmesini canlandıran bir film misalinde olduğu üzere..)
Bizim ideal İslamî düzenimizde de böyle mi olacaktı?
’Erdemli insanlar toplumunu ve yönetimi’ni anlatmak için kullanılan ’Medine-i fâzıla’ idealinden çok uzak düşmüş olduğumuza göre, mevcud toplum yapısını inançlarımız, kesin doğrularımız açısından nasıl yönlendirecektik?
Bunları düşünürken, örnek olarak genelde, Asr-ı Saadet ve Hulefa-y’ı Râşidîyn dönemine aid güzel hikayeler hatırlanırdı.
Hz. Ömer’den aktarılan, ’Öyle birisini başınıza getiriniz ki, aranızdayken başınızda gibi; başınızdayken de aranızda gibi olsun..’ şeklindeki ilginç ve düşündürücü ölçüler dile getirilirdi.
*
Uygulamalı örneğimizin durumuna gelince...Bu konuları ciddî-ciddî tartıştığımız yıllarda olmayan yeni bir olgu daha çıkıyordu, sahneye.. Bu, İran’da 1979 başında gerçekleşen İslam İnkılabı’ndan sonra oluşturulan İslam Cumhuriyeti idi ve bu uygulamanın karşımıza pratik örnekler çıkaracağının umudu filizleniyordu.
Bu gibi yönetim konularına örnekler geliştirilebilirdi..
Nitekim, oluşturulan meclisin adı bile, bu ihtimali güçlendiriyordu: Meclis-i Şûrâ-y’ı İslamî.. (İslamî Şûrâ / Meşveret /Danışma Meclisi..)
Bu meclis’e girmek için aday olan veya gösterilen kişiler kendilerini tanıtabilecek ve amma, başkalarını kötüleyemeyecekler ve dahası, adaylıkları teyid olunmuş diğerleri aleyhinde propaganda yaparlar, yalan iddialarda bulunurlarsa, adaylıkları ibtal edilecekti..
Ayrıca, adaylar, kendi yetki alanlarında olmayan konularda vaadlerde bulunamıyacaklardı.
Hattâ, adaylar kendilerini tanıtmak için siyah-beyaz fotoğraflı posterler bastırabilecekler, ama, renkli fotoğraf bastıramıyacaklardı..
Buna rağmen, seçim yarışı başlayınca, nice adayların ve tarafdarlarının karşı taraf için ne akla hayale gelmez entrikalar hazırladıkları, yalanlar yaydıkları, gizli ve imzasız bildiriler dağıttıkları görüldü.
Toplumu, ülkeyi Allah rızası için yönetmeye tâlib olduklarını söyleyenlerden niceleri bile, inancın, aklın, ahlâkın ve vicdanın ölçülerini gözetmemek için yarışıyorlardı, âdetâ..
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, sonunda, 5 sene öncelerde, C. Başkanı Mahmûd Ahmedînejad, 2. dönem C.Başkanlığı için aday olduğunda, diğer adaylardan (İmam Khomeynî zamanında 8 yıl başbakanlık yapmış olan) Mîr Huseyn Mûsevî ile bir tv. proğramında karşı karşıya geldiğinde, ’Benim size çok saygım var, benim mes’elem sizinle değil.. Sizin arkanızda duran ve bu ülkeyi 30 yıldır yağmalayan, hırsızlık yapan Refsencanî’yle..’ deyince.. o zamana kadar yaşanmamış olan bir tuhaf seçim propagandasının İslam Cumhuriyeti’nde de sergilenebildiği, kağıd üzerindeki güzel düzenlemelerin uygulamada ne hale geldiği görülmüştü..
Dahası, bu iddialara karşı cevab hakkını kullanmak isteyen Refsencanî’ye, radyo-televizyondan cevab hakkı tanınmayınca ve onun Rehber’e yazdığı mektuba bir cevab gelmeyince..
Seçimler neticelendiğinde ortaya çıkan seçim yolsuzluğu iddiaları ve büyük karışıklıklar neticesinde nice ölümler ve hâlâ zindanlarda tutulan yığınlar henüz de bir büyük problem olarak yerinde duruyor. Ki, o seçimden sonra seçimlerde yolsuzluk yapıldığını ileri süren liderlerden Mîr Huseyn Mûsevî ve eşi Zehra Rehneverd ile bir diğer aday olan Mehdî Kerrubî gibi isimler de yıllardır, devlete aid özel mekanlarda ve aile ferdlerinden ayrı olarak ve Amerika ve İsrail gibi dış güçlerin piyonu olarak suçlanmalarına rağmen, yargılanmaksızın tutulmaktalar.
O zaman, ulemâ’nın ünlülerinden birisi, ’Savaş hiledir..’ şeklinde rivayet olunan bir hadis-i nebevî rivayetini esas alarak, onu genişletmiş ve ’Seçim de bir savaştır, öyleyse hile caizdir..’ mânâsında laflar geliştirmişti.
*
Din adına hokkabazlık ve saçmalıklara, ne zamana kadar..Aylarca önce, HT.’deki bir proğramda, M.B. isimli bir magazinel tarihçi ile dış kıyafetine aid bir örtüyü kendisine isim haline getiren ve ağzı bol laf yapan bir kişi, Kabe’nin üzerine nur indiğine dair, tamamen bir hokkabazlıktan ibaret olan bir ışık oyunu gösterisini izleyiciye sunuyorlar ve her ikisi de, ’Allah Allah!.. Allah Allah!..’ diyerek, izleyicileri daha bir gaza getirmeye, ahmaklaştırmaya çalışıyorlardı.
Halbuki, bu gibi görüntülerin laser ışınlarıyla oluşturulması hiç de zor değil, bugünkü teknolojik imkanlarla.. (1992 başında Cezayir’de yapılan ve (Front İslamique Salvation) İslamî Selâmet Cebhesi’nin oyların yüzde 85’ini alarak kazandığı seçimler öncesinde yapılan mitingler sırasında, halkın kandırılabilmesi için, fransızlar, kendi destekledikleri (National Front) Ulasal Cebhe’nin bir mitingi sırasında, bu partinin Allah tarafından da desteklendiği iddiasını pekiştirmek için, laser ışınlarıyla, bulutlar üzerine Allah yazısını yazmışlardı; ama, Cezayir müslümanları bu oyuna gelmemişler, kendi iradelerini İslamî Selamet Cebhesi tarafına koymuşlar, bunun üzerine de laik generaller, askerî darbe yaparak, müslümanları ağır şekilde cezalandırmanın başka bir yolunu bulmuşlardı.)
Ya, bir tv. kanalından yayınlanan bir dizide, Hz. Peygamber (S)’e salavât getirilerek sahnelenen tabloya ne demeli?
Birileri dua ediyorlar, ilahîler söylüyorlar, Hz. Peygamber (S)’e salâvat getiriyorlar derken.. Bu arada, bir kutlu bekleyişin heyecanında olduğu da sergileniyor.
Ve bütün bunlardan sonra, nihayet, göklerden orada bulunan bir arabanın üzerine bir nûr iniyor, bu sahneyi görenler hayret, hayranlık ve sevinç ifadeleri ile bu sahne ile mest oluyorlar, ve sonra, o araba şoförü de olmadığı halde hareket edip gidiyordu.
Sonra anlaşıldı ki, bu senaryoyu bile F.Gülen yazmış veya yazılanları münasib görmüş; açıklanan telefon görüşmelerinden anlaşılıyor bu..
Allah aşkına, İslam gibi bir dine, böylesine komiklikler ve bühtanlar nasıl vurulabilir?
Muhammed İqbâl’in, ’Ey ulema, ey hocalar, ey meşayih, ey şeyhler, biza Kur’an’ı 14 asır öncelerden ve diğer temel kaynakların bize ulaşmasına aracı oldunuz, Allah razı olsun. Ama onları öyle bir tefsir ettiniz, yorumladınız ki, bu işe Cebrail de şaştı, Mustafâ da şaştı..’ kabilinden bir cümlesi, bir diğer yerde de, ’Bugün nice hocalar, mollalar kafir üreten mümin durumundadırlar..’ şeklinde bir cümlesi vardır.. Bakınız, İqbal, onca kızgınlığına rağmen, yine ölçülü konuşuyor, mümin diyor, ama, kafir üreten mümin!.
Dinsizlik cereyanların, ateizm cereyanlarının bu kadar güçlü olduğu bir çağda, müminleri bu gibi zayıf mantık oyunlarıyla veya saçma iddialarla ya da pskiatri kliniklerini ilgilendiren halusinasyonlarla acaib yönlere çekmeye çalışıp, kitleleri ahmaklaştırma operasyonlarını tezgahlayanlar da kafir üreten mümin durumuna düşmüyorlar mı?
Bugünlerde, Haşhaşiyyun taifesine ikide bir atıf yapılıyor, Tayyîb Erdoğan tarafından.. Bundan rahatsız olmuyor değilim. Bin yıl öncelerde, Alamut Kalesi şeyhi (İsmailî) Hasan Sabbah’ın fedaîlerini, onlara haşhaş - esrar çektirerek, her şeyi yapmaya hazır hale getirdiği rivayet olunur..
Ama, şimdi ortaya çıkan tablolarda, birisi sırtını, Pennsylvania’ya zamâne Alamut Kalesi gibi dayamış.. Onun söylediklerini bir âyet gibi kabul eden ve materyalist çağın ruhî açlıklarından bunalmış yığınla genç insanlar öylesine bağlanmışlar ki.. 14 asır önce irtihal etmiş olan Hz. Peygamber’i bedenen de diri imiş gibi dolaylı bir anlayışla, türkçe olimpiyadlarını seyredenler arasına getiriyor, onun ağzından ’tweet’lerin ikiye katlanması emirleri veriyor, ’ twett’lerle ’ebabil kuşları’ arasında benzerlik kuruyor..
Adam, aklına ve ağzına ne gelirse, fren tutmaz şekilde söylüyor, beddualarını bile en akıl almaz bir şekilde sıralayabiliyor ve niceleri de bütün bunlarda bir keramet arıyor.
Cemaatlerine namazlardan sonra, Tebbet Sûresi okunmasının işareti gazetenin ve cemaatin büyük abilerinden olan A. Aymaz’ın kaleminden açıkça yazılıyor.
Ellerindeki öğrenci yurtlarında ve öğrenci evlerindeki gencecik insanlar seher vakitlerinde kaldırılıyor, Erdoğan’ın kahrolması için, ’qahhariye’ duaları okuyorlar..
Geçen gün Hollanda’dan bir kardeş telefonda oğlunun durumundan dolayı kan ağlıyordu âdetâ.. ’Yahu abi diyordu, gecenin geç saatinde bakıyorum, oğlumun odasından bir tanıdık ses geliyor, bakıyorum, telefonda F:G.’nin sesi.. Yani telefona zil sesi yerine onun sesi kaydedilmiş.. Meğer onunla yatıp onunla kalkıyor..
Körpecik dimağların aklı fikri, F.G.’ye indekslenmiş.. Dahası, F. G.’nin, Hz. Peygamber (S) ile direkt temas halinde olduğuna inandırılmış bu genç insanlar.. Onunla mânâ âleminde devamlı irtibat halinde olduğu söylenir.. Cübbesiyle meşhur olan bir kişi de daha yakınlarda bir tv. kanalındaki sohbetinde, ’hadis-i nebevî’ dediği bir sözü naklediyor ve ’Bu, hadis kitablarında yoktur, ehlullah ve evliyaullah onu mânâ âleminde almışlardır.. diyor ve cemaati de esrar yutturulmuş hind horozu gibi, bu sözleri hayran hayran diniyorlardı..
Bugünün haşhaş’ı ve haşhaşîleri de böyle bir şekle bürünmüş, âdetâ..
*
Kanunsuzluk ve ahlaksızlık bir yana; istenirse, herkesin sesiyle oynanabilir..Son günlerde Türkiye’de siyasî mücadele ve propagandanın hangi boyutlara geldiğini bütün çirkefliğiyle bir daha gördük.
Tayyîb Erdoğan’ın, oğluyla yaptığı iddia olunan bir konuşma bile devreye sokuldu.
Başbakanlık, böyle bir konuşma olmadığını, sözkonusu konuşmanın montaj veya dublaj yoluyla hazırlanmış olabileceğini resmen açıkladı. (Bilindiği üzere dublaj, sesin taklidine, montaj ise, kesip yapıştırma tekniği için kullanılan terimler..)
O ses kaydının düzmece olduğuna dair bir çok başka iddialar da cabası..
Ki, radyo-tv. yayınlarıyla meşgul olanlar bu işlemlerin, hele de bugün için çok daha kolay olduğunu bilirler..
Nitekim, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin görüntülü konuşmalarından kesilen cümlelerle, ona, söyletilen, ’Öcalan özgürlük savaşçısıdır, suçlu olan Türkiye Cumhuriyeti’dir, İmralı’daki kahramana selam olsun..’ gibi sözler de, saf kimseleri yanıltabilecek cinstendi.
*
Ama, birileri boş durmuyor..
Nitekim, Merve Özsoy isimli birisinden bir mesaj geldi, evvelki gün..
Bir hadis rivayeti hatırlatılıyordu:
"Sizden öncekilerin helâk olmasının sebebi, aralarından soylu, kuvvetli kimseler çaldıklarında, onlara ceza uygulamamaları, zayıf biri çaldığında ise ona hemen haddi uygulamalarıydı. Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtıma çalmış olsaydı elini keserdim." (Buharî,Hudud 12; Muslim,Hudud 8-9)
Ve sonra bir ses kaydının linki veriliyor ve ’Lûtfen, aşağıdaki ses kaydını Allah rızası için dinleyin. Doğruluğunu sorgulamak,
Araştırmak, hepimizin boynumuzun borcudur..
Doğru degilse, olmadığını isbatını belgeleri ile istemek de dahil elbette..
Ben Allah'ın emrini yerine getiriyorum.
Tüm Müslümanlara farz olan (bu) emirleri yerine getirmenizi size de tavsiye ediyor,
Allah Resulü'nün tebliğini hatırlatıyorum. Hürmetler..’ deniliyordu..
Sözünü ettiği linkde, Tayyib Erdoğan’a aid olduğu iddia olunan ses kaydı vardı.
Bu mesajın sahibinin bu kaydı doğru kabul ettiği anlaşılıyordu. Ve diğer müslümanları da sorumluluklarını yerine getirmeye çağırıyordu.
Ve öğrendiğim kadarıyla bu gibi yazılar pek çok kimseye de gönderilmişti.
Eğer, iyiniyetle yapılmış bir hatırlatma idiyse, Allah razı olsun demekten başka ne denilebilir?
Bu mesaj sahibine hemen şu cevabı yazdım:
’Merve Özsoy imzalı mesajın göndericisine:
Teşekkürler.. Ancak,
1- Siz kimsiniz? Bu ses kaydını nereden aldınız, gerçek olduğunun geçerli belgesine sahib misiniz ve buna, ’Evet’ diyorsanız, o zaman da bu kaydı ve belgelerini hangi yetkiyle sunacaksınız?
Yoksa, perde gerisinden birilerinin sunduğu kayıdları siz de bilmeksizin mi ve bir hadis-i nebevî'ye sararak mı sunuyorsunuz?
2- Bunu kim ve nasıl dinlemiş..
Bunu araştırdınız mı, soruşturdunuz mu? Belgelerine ulaştınız mı?
Bir ünlü eski m.vekili hocanın ağzından, en pis kelimelerle T.C. rejimin ilk şefine ve anasına bile ağız dolusu küfürlerin savrulduğu ve youtube'a düşmüş bir ses kaydını, bana o ünlü siyasetçi hoca bizzat dinletmişti, utanarak.. Ses, tıpa tıp o kişinin sesi gibiydi ve o hoca zatın bu sözleri söyleyebilmesi neredeyse imkansızdı..
Ustalıklı bir ses taklidiydi o..
Şimdi gönderdiğiniz kaydın da gerçek olup olmadığını siz araştırdınız ve belgesini istediniz mi ki, başkalarına bu konuyu araştırmak mükellefiyeti yüklüyor ve sonra da, öyle olmadığı söylenirse, öyle olmadığının belgelerinin istenmesini hatırlatıyorsunuz..
Kusura bakmayınız, böyle bir saçmalık olmaz..
Birisi size ağır isnadlarda bulunacak, siz reddedeceksiniz; ve sonra da o iddia sahibi, 'Benim iddiamın gerçek olmadığını siz belgeleriyle isbat ediniz..' diyecek..
Olacak şey mi, bu..
'Beyyine (isbat) külfeti, müddeîye / iddia sahibine aiddir..' kuralından habersizsiniz galiba..
Bu durumda, ben sizden, önce kimliğinizi ortaya koymanızı ve bu kaydın muteber bir konuşma olduğunun belgelerini isteyeceğim; o zaman, devamını araştırmak için elimden geleni yapmak da kendi imkanlarımla bana düşen bir mükellefiyet olur.
Mesajınızı, tek bir isim adına gönderseniz bile, organize bir şekilde ve muhtemelen gerçek olmayan bir isim adına gönderdiğinizi ve kimler olabileceğinizi tahmin edebiliyor ve müslüman iseniz, bu gibi yöntemlerin İslamî bir yol olmadığını hatırlatmak istiyorum.
Hz. Peygamber (S)'den aktardığınız o kutlu söze can kurban..
Ama, bu gibi taktiklerle ve hedefe varmak için her yolu mübah sayan bir yolda olanların elinde oyuncak durumuna kalmamak için birbirimizi ikaz etmek hepimizin vazifesidir; müslüman isek..
Bütün enerjimizi, bu pis kavgada, 'karanlık bir odada, orada olup olmadığı da bilinmeyen bir siyah kediyi aramak çabası içinde harcamamak' için birbirimizi uyarmak da bir insanî sorumluluktur, herhalde..
Hayırlı çalışmalar dileğiyle..’
*
Bir mesaj da okyanus ötesinden..Okyanus ötesinden -daha önce de devlet mekanizması içinde kendilerine olan güveni yitirmiş olanlardan nicelerini vazife alanlarının değiştirilmesini kıyım olarak niteleyip yakınan- bir okuyucu da şöyle diyordu:
’Size, ’Kabataş’ta tartaklanan örtülü hanımın tartaklanışı ile ilgili bir kanıt yok diyorlar..’ diye sorduğumda, bir müslüman hanımın sözlerine inanmaya öncelik veririm..’ cevabını vermiştiniz ve ben de bunun doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmüştüm.
Ama, yeni çıkan görüntüleri izleme firsatınız oldu mu bilemiyorum, ancak izlediyseniz ne düşünüyorsunuz, merak ediyorum. Size yazmadan Başbakan’ın açıklamasını bekledim. Ancak, "koyun kenara" dedi. Doyurucu olmadığını düşünüyorum. Özellikle olay ilk yaşandığında linç görüntüleri var, ama toplumsal duyarlılığı tahrik etmemek göstermiyoruz gibi görüşler vardı..
Bütün bu yaşananlardan sonra benim fikrim Başbakan’ın kasıdlı olarak yanıltıldığı, rezil edildigi. 11 senede bir kere bile olmamış yanlış yönlendirmeler üst üste oluyor.‘
*
Ona da şöyle yazdım:
‘Başbakan'ın da hata yapmak hakkı vardır, hatalı ise..
Ama, bir takım fâsıq çevrelerin bir takım manipulasyonlarla istedikleri şekle sokmaları mümkün bazı görüntülere bakarak, hemen onlara inanmam mümkün değildir. Kur'an bize, 'fâsıqların haberlerini hemen reddedin..' demiyor, 'tahkik etmeksizin kabullenmeme'yi emrediyor. Benim o görüntülerin gerçekliğini tahkik etme imkanım yok.. Ama, o çevrelerin fısq'u fücur içinde olduklarını tekrara bile gerek yok.. O zaman, o hanıma ve kayınpederinin sözlerine ve Başbakan'a elbette daha çok güvenirim. Başbakan'ın yanıltıldığından rezil edildiğinden şikayetçisiniz.. Merak etmeyiniz, halk oy vermese bile, gerçek rezillik, Allah huzurunda rezil duruma düşmektir.
Ama, bu konularda, Cemaat'in yayın organlarının Erdoğan'a muhalefet etmekte herkesten çok daha hızlı olmasını anlamam mümkün değil. Düşününüz ki, son olarak, Zaman'da, 'Başbakan konuşurken, çocuklarınızı tv.'den uzak tutunuz' hatırlatması bile yapılabiliyor.
Niye Başbakan hergün bu konuda konuşuyor deniliyor, bazı çevrelerce.. Ama, bağlılarına, 'Sadece bizim yazdıklarımız doğrudur, bizim yayınların dışındakileri sakın izlemeyin....' tâlimatı veren ve kapalı kutu haline gelen bir Cemaat karşısında, Başbakan bir siyasetçi olarak, o kapalı devrenin muhtemel gizli etkilerini kırmak için olmalı, devamlı o konuyu konuşuyorsa, kendisi açısından siyasetçi olması hasebiyle mazur görülebilir, herhalde..
O konuşmayıp, başka arkadaşları konuştuğu zaman ise, onunki kadar etkili olmuyor herhalde.. Çünkü, halk, onun ağzından duyduklarına itibar ediyor, ne kadar itibar ettiği veya etmediği ise, 30 Mart akşamı görülecektir.
Ama, bir tarikatın, bir cemaatin, kendisini devletin üzerinde görmeye çalışması ve hükûmeti, kuklası gibi görmesi, bazı memuriyetlerde yer, makam ve yetki değişiklikleri yapılmasını bile kıyım olarak nitelemesi, son derece yersiz.. O kişileri o makamlara getiren, şimdi de gerekli görmüş, götürüyor.. Yetki de, sorumluluk da bedel ödeyecek olan da Hükûmet’te.. Böyleyken, onların hâlâ direnmeleri ve memuriyet değişikliklerini bile sanki memuriyetten atılmışlarcasına dünyaya feryad'u figanla duyurmak şeklindeki tavırlarını ise, hiç anlayamıyorum.
Başbakan doğru söylüyor, ’o kadar heveslilerse devlet idaresine, gelsinler siyaset sahnesindeki yerlerini açıkça alsınlar.
*
Bu sözleri bir de kendiniz için söyleseniz.. Bütün bunlardan sonra..
Zaman’ın Genel Yy. Md. E. Dumanlı’nın , 24 Şubat günlü ve ’Fe eyne tezhebûn’ başlıklı yazısının girişinde dediklerine bakalım:
’Siyaset, siyaset olalı bu kadar hakaretamiz yaklaşım görmedi. Medya, medya olalı bu kadar yerlerde sürünmedi. Yalan söylüyorlar, karalama yapıyorlar, hakaret ediyorlar. İnsan sormaya utanıyor eski dostlarına: Yahu hiç mi kutsalınız kalmadı? “Gözünü hırs bürüyen adam kutsal mı tanır Allah aşkına!” dediğinizi duyar gibiyim. Ancak unutmamak gerekiyor, her şey bu fani dünyadan ibaret değil ki hayatın bütün anlamı seçim sandığına sıkışıversin...
Böyle sesleniyor Kur’an: Fe eyne tezhebûn. Yani “Nereye gidiyorsunuz böyle!” Her mü’min İlahî Kelam’ın soran-sorgulayan bu cümlesi üzerine bin kez düşünmek zorundadır. “Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman...” ayetiyle başlayan Tekvir Suresi, önce kıyamet tablolarını sahne sahne tasvir eder. (…)ve şeytanın hilesi hatırlatılır. Nihayet yukarıda başlık yaptığım cümleye yer verir: Fe eyne tezhebûn!
Aslında her insan, vicdanında “Nereye gidiyorsunuz?” sorusu duymak zorundadır. O sorunun ruha akseden yankıları sayesinde insan kendine bir rota çizer. Kimi zaman hadiselerin telaşı hepimizi bulunmamız gereken yerlerden alıp bambaşka mekânlara savurabilir. Hele söz konusu hararetli bir tartışma ise!
Ne yazık ki hakperestlikten ayrılmaması gerekenler bugün hiddet u şiddet içindedir. Ya konuştuklarının farkında olamayacak kadar öfkelerine mağlup olmuş ya da kin ve nefretlerine esir düşecek kadar nefislerine tutsak hale gelmişlerdir. Nefsaniyet bu kadar pervasız hale gelmese, dil bu kadar kirlenmez, üslup bu kadar zehirlenmez.
Yalan söyleniyor apaçık. Üzerinden bir saat bile geçmeden yalanlar ortaya çıkıyor; ancak yalancının yüzü hiç mi hiç kızarmıyor.(...)’
Evet, aynen böyle.. Ama, o sözü başkası için söylüyor da, cansiperane şekilde savunduğu kendi taifesi için de geçerli değil mi bu
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Emperyalist Güçlerin ‘Ukrayna Satrancı..’

Önce bir-iki Not:


1-Hafta sonu, Almanya’nın orta-batı kesimindeki Mainz ve Wiesbaden çevresindeEmperyalist Güçlerin ‘Ukrayna Satrancı..’ki bazı proğramlara katıldım. Başta, Suriye’deki iç-savaşın mağdurları, mazlumları olmak üzere, uzak coğrafyalardaki kardeşlerine, müslümanlara ve mustaz’aflara (hakları gasbedildiği için zayıf duruma düşürülmüşlere) karınca kararınca yardımcı olaabilmek ve onların acılarını paylaşabilmek için, kalblerindeki din derdi ile bir araya gelmiş yüzlerce müslüman insanla daha yakından dertleşmek imkânı buldum.

Batı Avrupa’nın ortasında, başka coğrafyalardaki kardeşleriyle dayanışma içinde olmak için, üstelik de, bulundukları coğrafyalarda o günlerde, asıl toplum, en çılgınca karnaval şenlikleri içinde günlerdir eğlenirken, bu insanların insanî sorumluluklarının idraki içinde böylesine vakûr hareket etmeleri, insanlığın ölmediğinin bir diğer nişanesi olarak teselli vericiydi.
2-Yıllarca yakın komşuluk yaptığım ve en sıkıntılı zamanlarda bile, daha çok laz kavmine mensub olanlarda rastlanan esprili, ince zekâsıyla sergilediği tavırlar ve yaptığı nüktelerle etrafını neş’eye boğan; ‘ülkücü’ geçmişinden kopup, dünyaya müslümanca bakan bir anlayışa geçebilen ve bu hassasiyetle, Bosna ve Çeçenistan’da müslümanların verdiği çetin mücadelelerin içinde aylarca kalabilen Akit yazarı dostum Mehmed Koçak’ın, son zamanlarda yaşadığı rahatsızlığın kan kanseri- lösemi / leukämie olduğunu aile efradından ve sonra da kendi beyanından öğrenmiş bulunuyorum.
Tabiîdir ki, aklen ve şer’an başvurulması gereken bütün tedbirlere başvurduktan sonra, yapılacak olan, paniklemeden, ruh huzuru içinde ve takdir-i ilahîye teslim olmaktır ve bunun, şifa penceresinin açılmasında etkili olduğu bilinmektedir.
Esasen, kendisinin bu durumu, ‘Ey padişah-ı Lemyezel! / Zât-ı ebed, Hayy-ı ezel! / Ey lûtfu bol, kahrı güzel! / Kahrın da hoş, lûtfun da hoş..
Gelse celâlinden cefâ, / Yahut, cemalinden vefâ, / İkisi de cana safâ, / Kahrın da hoş, lûtfun da hoş.’ idrakiyle ve takdir-i ilâhîye tam bir teslimiyetle karşıladığı da yakın çevresinin beyanlarından anlaşılmaktadır.
Mehmed kardeşime Allah’u Tealâ’dan şifâ niyaz ediyor, ailesi efradına da sabırlar diliyorum.
***
‘Ukrayna Buhranı’ yüzünden, dünya diken üzerinde..
Yeni bir ‘Soğuk Savaş’ döneminin başlayabileceği korkusu da en dehşetlisi..
‘Soğuk Savaş’ın ne demek olduğunu, 30 yaşın altındakiler pek kolayca kavramayabilirler.
O karanlık psikolojik savaş şartlarının hortlatılmasından sorumlu olmamak için olmalı, Amerika da temkinli, Rusya da..
Ama, her ikisi de güç gösterilerini de yine sürdürüyorlar.
Amerikan Dışbakanı John Kerry, bir milyar dolarlık bir kredi ile, Kiev’e gelip, henüz kim oldukları ve ne yapacakları ve hangi yolla iktidar makamlarına geldikleri ve hangi yolla gidecekleri ve Ukrayna halkını ne kadar temsil ettikleri bilinmeyen kadrolara bu parayı veriyor.
Avrupa Birliği (AB) ise, 650 milyon euro’luk bir kredi çeki uzatıyor.
Ama, bu paralar neye yarayacak ki..
Çünkü, Rusya’ya olan borçlarından, sadece Nisan-14 başına kadar ödemesi gereken iki milyar dolarlık kısım ödenmezse, Rusya, Ukrayna’ya verdiği gazın vanalarını Nisan başında kapatacak.. Bu da geniş halk kitlelerinin kâbusu.. (Gerçi son anda ulaşan haberlere göre, AB ülkeleri de, Brüksel’de yaptıkları toplantıda, Ukrayna’daki yeni yönetim kadrolarına 11 milyar euro’luk bir kredi vermeyi görüşeceklerini açıklamış bulunuyorlar. Ancak bunlar da delik bir çuvala buğday doldurmaya benziyecek gibi.. Hatırlanacak olursa, Mısır’da askerî darbe ile Muhammed Mursî iktidardan uzaklaştırıldıktan sonra, Suûdî ve diğer arab rejimleri bugüne kadar Mısır’a 21 milyar doları aşan yardımlarda bulunmuşlardı, ama, bu meblağın, o darbeyi yapan orduya rüşvet kabilinden öteye bir faydası olmadığı biliniyor.)
Ukrayna da bugün, iflas etmiş, çarkları durmuş, bir hantal fabrikaya benziyor. İşsizliğin, yüzde 30’ları aştığı bildiriliyor. Bu günkü buhran sürecek olursa, bu rakamın daha da yükseleceği tahmin ediliyor. Bu da, yeni buhranlar demek olacaktır, tabiatiyle..
Ki, Ukrayna öyle küçük bir ülke de değil ki, buhranları sınırlı kalsın.. 50 milyonluk dev bir nüfusa sahib.. (Bir okuyucu, Ukrayna’nın nüfusunun önceki yazımda belirttiğim gibi 55 değil, 45 milyon olduğunu yazmış.. Olabilir. Benim faydalandığım kaynakta, bu ülkenin 1993’deki nüfusunun 52 milyon olduğu yazılı idi. Bu yüzden, aradan 20 yıllık bir zaman dilimi geçtiğine göre, bu nüfusun yaklaşık 55 milyon civarında olduğu varsayılmıştır.
Bir okuyucu da, Türkiye’nin böyle tehlikeli zamanlarda başka ülkelerin savaş gemilerine, Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nı niçin kapatmadığı etrafında..
Boğazlar’ın statüsü, 1936’da İsviçre’de imzalanan Montreux Andlaşması’nda belirlenmiştir ve Türkiye’nin, kendisiyle savaş halinde olmadığı hiç bir ülkenin savaş ve ticarî gemilerinin Boğaz’lardan geçişine engel olmak yetkisi yoktur, o anadlaşmaya göre..)
*
Kiev’in caddelerinde AB tarafdarlarınca tezgâhlanan ve genellikle sütün kaymak tabakasını yiyen orta ve orta üstü ekonomik kesimlerin sergilediği gösterilerle iktidar makamlarına el koyanlar, objektif olarak, o makamlardan kaçırılan C.başkanı Yanukowitz’den daha çok güven duyulan kimseler değil... Kanunî açıdan da, bir ‘illegal hareket’le veya ‘devrim’le iktidar makamlarını ele geçirmiş kişi ve kadrolar..
Kiev’deki sokak gösterilerinden kısa zamanda iktidar değişikliğine kadar varan gelişmelerin halkın isteğiyle değil, tamamiyle dış güçlerin tahrik ve desteğiyle gerçekleştiği ise, şimdi artık, daha bir ap-açık ortada..
Bu bakımdan, Kiev’deki protesto gösterileriyle, 9 ay öncelerde, İst.- Taksim’de tezgâhlanan Gezi Hadiseleri’nin aynı şekilde, iktidarın büyük karışıklıklar yöntemiyle el değiştirmesini sağlamaya yönelik dış etkenlerle tezgâhlandığına dair kanaatlerin daha bir pekiştiği görülmelidir, herhalde..
*
Emperyalist liderler dünyayı ahmak yerine koyuyorlar..
Amerikan Başkanı Obama, Rusya’nın Ukrayna siyasetinin 18-19 ncu yüzyıldaki işgal ve ilhakları andırdığını hatırlatıyor ve ‘artık bu siyasetlere göz yumulamaz..’ diyordu, 3 Mart günü..
Bunu söyleyen Obama, Amerikan emperyalizminin sadece şu son yarım asırda bile, , Lübnan’da, Vietnam’da, Küba’da, Panama’da, Irak ve Afganistan’da ve daha nice coğrafyalarda nice işgal ve ilhak siyasetleri izlediğini hatırlamak istemiyordu. Ama, Obama, Rusya’ya dolaylı tehdidlerde bulunurken, yine de temkinli ifadeler kullanmaya dikkat ediyor ve askerî olmayan çözüm yollarıyla bir netice almayı düşündüğünü söylüyordu.
Amerikan Senatosu’nun Cumhuriyetçi Parti kanadının etkin isimlerinden, Obama’nın Amerikan Başkanı seçildiği 2008’de rakibi olan ve Vietnam Savaşı yıllarındaki cinayetlerinden dolayı ‘ulusal kahramanlık’ pâyesine de yükseltilmiş olan senatör John McCain ise, Obama’yı ağır şekilde eleştirerek, ‘Senin devleti yönetmekteki zaafın Amerika’nın zaafı olarak değerlendiriliyor, bu duruma seyirci kalınamaz.’ diyordu.
Rusya Devlet Başkanı Putin ise.. NATO dünyasını tedirgin eden ve Kırım’ın işgali için bir gövde gösterisi mahiyetinde algılanan büyük askerî tatbikat ve manevraları durdurdu, 4 Mart sabahı.. Ve böylece, AB dünyası biraz rahat nefes aldı. Ama, Putin, Kırım’daki 16 bin kişilik askerî birliğine dokunmuyordu.
Bu da, ‘İki adım ileri, bir adım geri..’ gibi bir mehter yürüyüşü siyasetini hatırlatıyordu. Ayrıca, Putin, Kırım’da rus askerlerinin üniformasına benzeyen üniformalar giymiş yerli milis güçlerinden kendilerinin sorumlu tutulamıyacaklarını da belirtiyordu,
Ama, o yerli milisler iddiası doğru olsa bile, onların, Rusya’nın desteği olmaksızın organize olamıyacakları da bir ayrı vakıa idi.
Putin ayrıca, Rusya gibi, Ukrayna’nın da büyük yolsuzluklarla mücadele etmek zorunda kaldığını, Yanukowitz de dahil Ukrayna liderlerinin her birisinin de bu konuda başarılı olamadıklarını dile getiriyordu ve bu arada, Yanukowitz’in, Ukrayna’nın geleceğinde yerinin olamıyacağını düşündüğünü de açıkça söylüyordu.
Halbuki, aynı konuşmanın başında, Yanukowitz’in, Ukrayna’nın legal/ kanûnî C.Başkanı olduğunu ve onun Rusya’dan, Ukrayna’ya askerî müdahale talebinde bulunduğunu ve amma, bu anda, durumun bir askerî müdahaleyi de gerektirmediğini ve amma, bu ihtimalin son çare olarak daima gözönünde bulundurulması gerektiğini ve bir askerî müdahale olursa, o zaman, Ukrayna ve Rusya ordularının karşı karşıya gelmiyeceğini, aynı cebhede birlikte hareket edeceklerini ve bu arada, Ukrayna vatandaşı olan rusların korunması gerektiğinde onları korumak için gereken adımı atmaktan geri durmayacaklarını iddia eden de Putin idi.
Bu ihtimal mümkün mü idi?
Belki de biraz..
Çünkü, Kiev’deki yeni yönetimin, Deniz Kv. K. lığına tâyin ettiği amiral, Kırım’daki donanmanın başına gider gitmez, Kiev’deki hükûmeti tanımadığını, Kırım’daki Rusya tarafdarı olan özerk yönetimden emir alacağını söylüyordu.
Bütün bunlara rağmen, bu buhranda da, tepişen fillerin ayakları altında ezilen çimenlere dönüşenin Ukrayna halkı olacağı bir kez daha net olarak ortaya çıkmış bulunuyor.
Putin bu arada, ‘Kırım’ı ilhak etmek gibi bir niyetlerinin olmadığını’ da belirtiyor; ayrıca, Ukrayna’yı kuzeyden güneye ortadan bölen, Dinyeper nehrinin doğusunda kalan kesimlerde yaşayan rus asıllı ve rusça konuşan Ukrayna vatandaşlarına bir baskı olması durumunda, o tabloya seyirci kalamıyacaklarını ve müdahale edeceklerini de ifade ediyordu.
Legal muhatab isteyen Putin, darbeci Gen. Sisî’yi kabul etmemiş miydi?
Bir diğer nokta ise, Putin’in, Kiev’de kanundışı bir devrim yapıldığını söylemesi ve bu durumu tanımadıklarını ve Kiev’de bugün yönetimi ellerinde bulunduranların kendileri için bir diplomatik muhatab olamıyacaklarını, Ukrayna’nın legal / kanûnî başkanının Yanukowitz olduğunu ısrarla belirtmesiydi. Çünkü, Ukrayna anayasasına göre, Devlet Başkanlığı, ancak, ölüm, istifa ya da yetkili organlarca vazifeden alınma gibi durumlarla sona erebilirdi.
Bu görüşleriyle Putin, doğru konuşuyor gibiydi. Ama, onun sözlerinin koordinatlarına bakanlar, Putin’in çetin bir satranç oyununa giriştiğini de düşünüyorlar. O’nun, Yanukowitz’in legal C. Başkanı olduğu şeklindeki sözleri de bu açıdan değerlendirilmeli..
Çünkü, aynı Putin’in, henüz iki hafta önce, Mısır’ın kanlı diktatörü General Abdulfettah es’Sisî’yi nasıl yüksek bir ilgi ile kabul ettiği de biliniyor. O General Sisî de, Mısır’ın
legal / kanûnî cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’yi, Mısır anayasası’nda yeri olmayan yöntemlerle, askerî darbe ile devirmişti. Onun, Yanukowitz’in Ukrayna’nın legal başkanı olduğu ve Kiev’de iktidar makamlarını ele geçirenlerin kendisi için legal bir muhatab olamıyacağına dair sözleri, GeneralAbdulfettah es’Sisî ile yaptığı görüşmeler için de geçerli olmalı değil miydi?
Ama, dünya görüşlerinde Hakk ölçüsü değil, güç ölçüsü esas olanlar açısından, bu gibi tavırlar, bir satranç oyunundaki taktik hamleler mesâbesindedir, o kadar..
*
Bu arada, bizim tarihimizde asırlardır çok etkili olan ve bugün de Türkiye’de, (başta, babası Akmescid’deki bir camiin imamı olan ve şimdilerde 96 yaşında bulunan ünlü tarihçi Prof. Halil İnalcık gibi isimlere başta olmak üzere) Kırım kökenli yüzbinlerin bulunduğu düşünülerse; Ukrayna ile Rusya arasındaki bu, geleceği meçhul buhranda, özellikle Kırım’daki müslüman tatarların iki arada-bir derede kaldıkları görülüyor.
Böylesine hassas bir sırada, henüz uluslararası aktörlerden hiç kimse Kiev’e gitmemişken, Ahmed Davudoğlu’nun, hemen Kiev ve oradan da Kırım’a gidip, hem Ukrayna’nın yeni yöneticileriyle; hem de Kırım Özerk Bölgesi’ndeki Kırım müslümanları ve liderleri Mustafa Cemiloğlu ile görüşmesi ve onlara yalnız olmadıklarını, arkalarında Türkiye’nin bulunduğunu fiilen beyan etmesi; kezâ, 4 Mart akşamı da Başbakan Erdoğan’ın, Putin ile yarım saatlik bir telefon görüşmesinde Kırım’ın müslüman halkının da, tıpkı rus kökenli Ukrayna vatandaşları gibi, tehlikelerden korunması konusundaki hassasiyetleri görüşmesi, sonucu ne olursa olsun, hayırlı teşebbüsler olarak anılmaya değer çaptadır. Çünkü bu gibi konularda geçmişte, içeriye, tribünlere selam mahiyetindeki açıklamalar yapılsa bile, bu gibi diplomatik tavırların ortaya konulması pek görülmüş değildi.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
‘Putin Rusyası’ da ‘Hitler Almanyası’ Gibi mi Hareket Ediyor?

Sovyetler Birliği zamanındaki idarî bölünmelere göre, Kırım yarımadası, Ukrayna Sovyet Cumhuriyeti içinde kaldığından; Sovyet Rusya komünist imparatorluğunun çeyrek yüzyıl öncelerde (1991’de) çökmesinden sonra, yine, -bağımsız bir devlet haline dönüşen- Ukrayna içinde ve amma, Özerk Cumhuriyet statüsünde tutulmuştu.
Ukrayna’da, C.Başkanı Viktor Yanukowitz’in yüzden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan kanlı protesto ve kargaşalardan sonra, başkent Kiev’den kaçmasına ve daha sonra da Rusya’ya sığınmasına ve sokaklardaki protestocuların temsilcileri oldukları iddia olunan kişi ve grupların devlet yönetimine gelmelerine müncer olan bu karışıklıkların, bu kadar kısa bir sürede, ülkenin bölünme eşiğine gelmesiyle noktalanacağına herhalde pek ihtimal verilemezdi.
Ama, o oldu..
Evet, şimdi Ukrayna, AB ile Rusya arasında bölüşülemeyen bir devlet olmaktan çıkıp, kendi içinde bölünme sarmalına girmiş bulunmakta ve dahası, Putin Rusyası, durumu kendi lehine çevirmek için, hadiselerin dışındaymış gibi gözükerek, baş aktör konumunda.. Özellikle de Ukrayna’yı kuzeyden güneye ikiye bölen Dinyeper nehrinin doğusunda kalan kitleler büyük çapta rusça konuştuğundan, Rusya, kendi soydaşlarını korumanın kendisi için bir hak olduğu kadar bir vazife de olduğunu söylüyor.
Bu da, Rusya ile -geçmiş asırlarda olduğu gibi- tekrar bir arada yaşama düşüncesi taşıyan rus etnisitesinden Ukraynalıları güç gösterilerine yöneltiyor ve kamu düzenini sağlamak iddiasıyla sahneye mahallî milis güçleri olarak çıkmaya teşvik ediyor. Rusya’nın dolaylı desteği olmasa, bu güçlerin örgütlenmesinin bu kadar etkili olamıyacağı ortada..
Ukrayna üzerinde oynanan bu satrançta, 6 Mart 2014 sabahı, Rusya tarafdarı olan ve 81 üyesi olan Kırım Özerk Cumhuriyeti parlamentosunun, büyük bir ekseriyetle (78 oy ile) Kırım’ın Rusya’ya iltihak etme kararı alması, bu kararın 16 Mart günü yapılacak referandumla, Kırım yarımadasındaki halkın görüşüne sunulmasının kararlaştırılması bu satrançın geleceğini tahmin etmeye çalışanları daha bir şaşırttı.
*
Bu gelişme, biraz da, Hatay devletinin 1939’da, Türkiye devletine iltihak etmesini, katılmasını hatırlatmıyor mu?
Hatırlayalım..
Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’ndaki ağır yenilgiyi takiben, tarih sahnesinden atılmasından sonra, 400 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalmış olan Suriye, Fransa’nın sömürgesi olmuş ve o zamanlar Bilâd-ı Şâm (Şâm beldeleri) denilen Suriye coğrafyasında, Beyrut, Lazkiye, Hatay, Haleb, Der’a ve Şâm (Dımeşq) merkezli olmak üzere yığınla devletler kurulmuştu. Bu devletlerden Hatay’ın, Türkiye’deki laik devrimlere karşı bir bahşiş mantığıyla verilmesine Fransa’nın da gözyummasıyla, -ve Hatay Meclisi’nin aldığı bir kararla-, Türkiye’ye katılması sağlanmıştı.
Sanki, bugün Kırım’da aynı yol ve usûl takib ediliyor gibi.. Aynı neticeye ulaşılıp ulaşılamıyacağını ise, gelecek zaman dilimi gösterecek..
*
Ama, daha şimdiden, Kırım’daki kamu binalarına Rusya bayrakları çekilmiş bulunuyor ve değişim birimi olarak da Rusya parası ruple’nin kullanılmaya başlandığı bildiriliyor. Rusya Meclisi Duma da, bu gibi ‘iltihak / katılma’ kararlarının gerçekleşmesi halinde, kendisini hazırlıklı bir konumda bulundurmak için çalışmalar yapmaya, kanunî düzenlemelere başladığının işaretlerini veriyor.
Bu durum, Amerika ve Rusya’yı da karşı karşıya getirmiş bulunuyor.
Gerçi Rusya, Ukrayna’daki bu gelişmelerde kendisinin hiç bir dahlinin olmadığı iddiasında ısrar ediyor, ama, bu iddiaya herhalde kimse inanmıyor. Esasen, Sovyetler’den ayrılan bütün devletlerin, Rusya’ya aykırı siyaset izlemeye kalkıştıkları anda başlarına ne gibi iç karışıklıkların ve hattâ bizzat Rus ordusunca girişilen askerî müdahale belâlarının geleceğine dair en canlı örnek olarak, 2008’de Gürcistan’ın ezilip geçilmesi ve bölünmesi yetmektedir.

Putin, Hitler’in yolunu izlerken; Amerika boş mu duruyor?
Gürcistan’a yapılan Rusya müdahalesine bütün dünyanın seyirci kaldığı bir daha hatırlanmalıdır.
Bu gelişmelere karşısında, Amerikan eski Dışbakanı Hillary Clinton’un yaptığı izah ise, ister istemez zihinlerde ilginç çağrışımlar meydana getirici mahiyette.. Clinton, özetle, ‘Putin’in hareketlerinin, Adolf Hitler’in 1935’lerdeki adım adım siyasetlerini andırıyor.. O da, önce Çekoslovakya ve Avusturya’yı Almanya’ya katmış, arkasından da Polonya’ya saldırmıştı..’ diyordu..
Hatırlanacağı üzere, Hitler, Çekoslovakya ve Avusturya’yı topraklarına katarken, İngiltere ve Fransa, savaş çıkmaması için olan-bitene gözyummuştu. Daha sonra ise, Hitler ve Stalin, 25 Ağustos 1939’da -iki tarafın dışbakanları Ullrich Friedorich von Ribbentrop ve Wjatscheslaw Molotow arasında imzalanan bir gizli anlaşmayla- Avrupa’nın paylaşılmasını kararlaştırmışlardı..
O gizli anlaşmadan bir hafta sonra da, 1 Eylûl 1939 günü, Hitler, Polonya’nın, bir alman sınır karakoluna saldırdığı gibi gerçek dışı, uyduruk bir gerekçeyle Polonya’ya saldırmış ve alman orduları bir haftada Varşova’ya varmıştı.
Hitler, Holanda ve Belçika’yı kolayca yutmuş, Fransa’yı teslim almıştı. İngiltere’yi de pilotsuz uçaklarıyla bombardıman altında ezmekteyken.. 1941 sonunda ise, âniden, Sovyetler’e de saldırmış ve taa Hazar Denizi’nin kuzeyine Volgagrad’a (Sovyet döneminde adı Stalingrad olan şehre) kadar ilerlemişti, alman orduları.. Ama daha sonra da, devreye Amerika’nın girmesiyle Almanya korkunç şekilde yenilgiye uğramıştı, 1945’in ilk aylarında.. Savaşın başında Hitler’le birlikte olan Stalin de zafer kazanmış bir kahraman olarak, savaşın kazanan tarafında yer almıştı.
Ve bütün bu boğuşmalar, 60 milyonu savaş meydanlarında olmak üzere, yaklaşık 100 milyon insanın hayatına mal olmuştu.
Şimdi.. Ukrayna ve daha özelde, Kırım Buhranı da benzer büyük facialarla noktalanır mı?
Temenni edelim ki, öyle olmasın..
Ancak, Kırım’da ve arkasından özel bir statüye sahib olan stratejik bir liman şehri olan Sivastopol’da da alınan Rusya’ya iltihak kararlarının, Ukrayna’nın rusça konuşan bölgelerdeki öteki kitleleri de benzer kararlar almaya sevketmiyeceğine kimse garanti veremiyor.
Bu gelişmeler karşısında, Avrupa Birliği, nasıl bir tepki vereceğini kestiremiyor.
Aynı sıkıntı Amerikan emperyalizmi için de geçerli..
Amerikan Başkanı Obama, ülkesini savaşa sokmak istemiyor gibi bir hava vermeye devam ediyor; ama, tehdidlerini de sürdürüyor. Öte yandan, başka zamanlarda, yönetimlerin meşruiyetinden/ legalitesinden sık sık söz eden USA emperyalizmi, şimdi, Ukrayna’da sokaktan yönetim mekanizmasına geçen ve hukuken hiç kimseyi temsil etmedikleri ortada olan yeni yöneticilerin legal muhatab olarak kabul edilmesini istiyor; halkın oyu ile seçilmiş bulunan Yanukowitz’in ise, Ukrayna’nın geleceğinde artık yerinin olamıyacağını, Rusya bile açıkça dile getiriyor..
Yani, bilinen diplomasi kuralları açısından da karmakarışık bir tablo..
Kezâ, NATO da, Kırım’ın Rusya’ya iltihakının kabul edilemezliğine vurgu yapıyor.
Ama, NATO üyesi AB ülkeleri bir savaşa bizzat katılmak istemiyorlar. Onun yerine, -askerî bir karşı çıkış olacaksa- Amerika’nın ve onun münasib gördüğü öteki NATO üyelerinin devreye girmesini bekliyorlar.
Bu konuda, sırtına en fazla yük vurulmak istenen ülkenin ise, Türkiye olacağı açık.. Çünkü, Türkiye NATO üyesi olması dolayısiyle, otomatik olarak Amerika ve Batı ittifakı içinde.. NATO’da Amerika’dan sonra en güçlü orduyu beslemesi dolayısiyle de, gözler Türkiye üzerine çevrilebilir. Ancak, Rusya ve Türkiye, özellikle Putin- Erdoğan hükûmetleri döneminde, geçmişte olmayan şekilde yakın ilişkiler geliştirmiş bulunuyor. Bu yüzden de, Erdoğan Hükûmeti, -kendi diplomatik görüşlerini net olarak açıklamakla birlikte-, Rusya’nın Gürcistan Savaşı sırasında, hem NATO’yu, hem de Putin Rusyası’nı kızdırmadan, bir orta yol siyaseti izleyebilmiştir.
Türkiye, Rusya’yla ilişkilerini bozmadan şimdi de bir siyaset izleyebilir mi?
Bu yönde ilk işaretler ortaya çıkmaya başlamış bulunmakta.. Nitekim, T.C. Dışişleri Bakanlığı, Kırım Özerk Cumhuriyeti Meclisi’nin aldığı kararın kabul edilemezliğini, -tıpkı, NATO dünyası gibi- açıklamış bulunmakta..
İlginç olan, Kırım’da uzun yüzyıllar sonunda azlık duruma düşmüş bulunan tatar müslümanları adına görüş açıklamaya yetkili kurulların da, Rusya’ya iltihak’a karşı çıkmaları ve yapılacak referanduma karşı boykot uygulayacaklarını açıklamaları..
Bu, herhalde, tatar müslümanlarının, Ukrayna gibi zayıf bir sosyal bünye içinde kendilerinin daha rahat hareket edebileceklerini, Rusya’yla bütünleşme halinde ise, bugünkü statülerinden çok daha gerilere düşeceklerini düşünüyor olmalarından kaynaklanıyor olsa gerek..
Temenni edelim ki, bu buhran, bir dünya krizine ve hattâ yeni bir büyük savaşa dönüşmeden atlatılabilsin.. Aksi halde, savaş çılgınlığının kapısı bir kez açıldı mı, kimin ve neyin nerede duracağını, beşer planında kimse kestiremez.
*
Türkiye ve İran, Ukrayna konusunda da karşı karşıya mı?
İlginç ve tehlikeli bir diğer konu da, Türkiye, geçmiş asırlarda, uzun yüzyıllar kendi toprağı olan Kırım’ın Rusya’nın kucağına bir kez daha ve daha muhkem şekilde dönmek ihtimali karşısında tedirginlik yaşarken.. Komşusu İran’la, Suriye Buhranı konusunda olduğu gibi, Kırım konusunda da karşı karşıya geleceğinin işaretleriyle de karşılaşmış bulunuyor.
Çünkü, devlet gazetesi olan ve Genel Yy. Md.’nün, İnqılab Rehberi tarafından tâyin olunduğu Keyhan gazetesinin 6 Mart tarihli sayısında, ‘Ukrayna’daki gelişmelere bizim bakışımız..’ başlığıyla yayınlanan başmakalede, İran’ın Rusya tarafında yer alması gerektiği net olarak ifade ediliyor ve konuya, Rusya ile karşılıklı paslaşmaları açısından bakılması gerektiği belirtiliyor; ‘Rusya’nın bir çok problemlerini İran’ın yardımıyla hallettiği gibi; İran da, mütekabilen, Suriye, Afganistan, Irak, Lübnan, nükleer teknoloji vs. konularda Rusya’nın himayesini görmüştür, ve Ukrayna macerasında da Rusya, bizim düşmanımız olan Batı dünyası ile pençeleşmektedir; o halde biz de onun düşmanımızla bu pençeleşmesinden hoşnud olmalı ve Rus tarafdarı gibi eleştiriler yapılacak olsa bile, biz de ona destek vermeliyiz..’ gibi bir mantık yürütüldüğü görülüyor ve Dışişleri Bakanı M. Cevad Zarifin, ‘Ukrayna’da olup bitenlerden üzgünüz..’ şeklinde ihtiyatlı bir dil kullanması da eleştiriliyordu.
Kaldı ki, bu devlet gazetesinde bu satırlar yayınlanırken, düşman bilinen Batı dünyasının İran’a uyguladığı ambargoların, kaldırılabilmesi için, nükleer teknoloji alanında ‘5+1’ diye meşhur olan müzakereler yapılıyor ve onların kararıyla, birçok nükleer santralın faaliyetleri durduruluyordu. Bu gibi makaleler devlete aid olmayan gazetelerde yayınlanmış olsaydı, bu kadar önemli sayılmayabilirdi, ama, mahiyetine değindiğimiz bir gazetede yayınlanınca..
Halbuki, 35 yıl öncelerde, ‘merhûm’ İmam Khomeynî, bu gibi mantık yürütenlere karşı, ‘Amerika, Sovyetler’den beterdir; Sovyetler, İngiltere’den beterdir; İngiltere, Amerika’dan beterdir; hepsi birbirinden beterdir, hepsi birbirinden kötüdür.’ diyor ve bu sözleri, İran şehirlerinin duvarlarına, ‘Lâ Şarqiyye - Lâ Garbiyye.. / Doğu’ya da hayır, Batı’ya da! sözleriyle birlikte, 1 metre büyüklüğündeki kocaman harflerle yazılıyordu.
O güzel ölçülerden sonra, gelinen bu nokta, ilginç değil mi?
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Uçup Kaçmadan, Kalblerimize Sefer Edemez miyiz?

Önce, bir kaç kesit..


İst.-Aksaray’da Horhor mıntıkasında bir câmiin imamı olan Mahmûd Bayram Hoca vardı. Allah rahmet eyleye, 20 küsur yıl öncelerde dünyamızdan ayrıldı. Değerli bir zât idi..
Bir gün şöyle bir vak’a anlatmıştı:
‘Câmimize, cemaatimiz arasına emekli subay olduğu söylenen bir kişi de dâhil oldu. Üzerinde, yeşilimtrak bir cübbe, bir sarık, bir 99’luk tesbih.. Namazdan sonra, camiin bir kenarına çekiliyor, genç insanlar gidip elini öpüyorlar. Ben ise, namazdan sonra, bu tabloya esefle bakarak hoca odasına gidiyor ve bu durumun sebebini anlamaya çalışıyorum.. Yahu, 40 yıllık hocayım, ne kimseye el öptürdüm, ne el öpülmesini bekledim.. Ama, bu kişinin etrafında öbekleşen gençlerin giderek çoğaldığını gördükçe, hayıflanıyorum!’
Böyleleri bugün de yok mu çevremizde?
*
Diyanet İşl. Başkanı Prof. Mehmed Görmez, geçen yıl yaptığı bir konuşmada; ‘Biz ilâhiyat tahsil etmiş akademisyenlerden birisinin bir konferansı ilân edilse, 100-200 kişi bir araya gelmez. Ama, çoğu tahsil mertebelerinden bile geçmemiş, şeyh denilen bir takım kimseler, bir toplantı yapacak olsalar, Anadolu şehirlerinde bile 10-15 bin kişi toplayabiliyorlar.
Bu olgunun sosyolojisini tahlil etmek ve anlamak zorundayız..’ kabilinden bir söz şöylemişti.
Evet, bu da toplumumuzda hemen hergün görülmekte olan bir acı gerçek değil mi?
*
Âyetlere ve hadis-i nebevî rivayetlerine dilediği mânâlar vererek yorumlamakta maharet sahibi olan ve hokkabazlık yapmayı da elde bırakmayan ‘ekran gülü’ bir zat, geçenlerde, hadis diye bir metin okuyor ve hemen ekleyerek, ‘Bunu hadis kitablarında bulamazsınız, çünkü bunu ehlullah ve evliyaullah mânâ âleminden almışlardır..’ diyordu.
Böyle diyen bir kişiye, ne diyebilirsiniz?
Bu gibilerden birisi, yazdığı bir kitabın girişinde kendi şeyhi olduğunu iddia ettiği bir kişiye öylesine övgüler sıralamıştı ki, insan hayretlere düşüyordu. Zannedersiniz ki, o kişi, fevkalbeşer / insanüstü birisidir. Hattâ, o kişinin, şeyhinin simâsında neyin veya kimin veya nelerin veya kimlerin tecelli ettiğine dair öyle sözleri de var ki, eleştiri kabilinden olsa bile, onları burada tekrar etmek, o kutsal mânâ ve mefhumların üzerine leke sıçratmaya sebeb olabilir diye bundan kaçınıyorum.
Bu hususta, rahmetli bir müslüman şair mütefekkirin, 50 yıl öncelerdeki yazılarında dile getirdiği, ‘Herkes şeyhini o kadar yüceltebilir ki, onu diğer bütün şeyh veya mürşidlerden önde görebilir; taa, nübüvvet sınırlarına kadar.. Ama, nübüvvet çizgisine yaklaştırıldı mı, işte orası ateştir, yakar..’ kabilinden, güyâ şer’î sınırları gözetliyormuş gibi açıklamalarının, bu gibi yanlışların ivme kazanmasına daha bir yol açtığını ve bu sözlerin, avanak avcılığına çıkanların ekmeğine yağ sürdüğünü hemen her gün etrafımızda görüp duruyoruz.
*
İçinde İslamî konuların yazıldığı zannedilen 600 sahifelik kalın bir kitab vardı..
Kitabı hazırlayan kişi, kendi şeyhine 45 sahife kadar bir bölüm ayırmıştı.. Diğerlerine 3-5 sahife ayırırken, kendi şeyhine bu kadar yer ayırması, onu ne kadar yüksek mertebede gördüğünün bir işareti idi..
O kişinin ‘veliyullah’ ya da evliyaullahdan olduğu gibi yüceltici nitelemeler de zâten bu anlayışın pekiştirilmesi içindi; sanki, birilerinin ‘Allah dostu’ olduğuna dair kendi ellerinde bir mihenk taşı varmış gibi.. Kitabı yayına hazırlayan kişi, bir yaz gecesi, şeyhini Üsküdar’daki evinde ziyarete gittiklerinde, o yüce zâtın, evinin balkonunda, ayın 14’üne nur depolarken görüldüğünü yazabiliyordu..
Bu kadar komik, akıl ötesi şeyler nasıl yazılabilir?
Evet, yanlış okumadınız, o ‘super mürşid’, ayın 14’ünün, ayın o dolunay halinin nûrunu az görmüş ki, ona nûr depoluyor!
‘Allah’ım, Sen, aklımızı koru!’ demekten başka söyleyecek söz bulamıyor, insan..
*
650 yıl öncelerde yaşamış olan ve (Tebriz’in güneyindeki Şebuster şehrinden olduğu için o şehrin adıyla anılan) ve (Gülşen-i Râz / Sırlar Gülistanı) isimli ünlü eserin müellifi Mahmûd Şebusterî’ye o zamanın uçan-kaçan tiplerinden söz ederler.. ‘Filan kişinin su üzerinde yürüdüğü görülmüştür..’ diye..
Şebusterî cevabı yapıştırıyor: ‘Ördekler, kazlar, karabataklar da yürüyorlar su üzerinde..’
Bunun üzerine, ‘Efendim, o, havada da uçuyor..’ diyorlar..
Bunun üzerine yine aynı mantıkla karşılık veriyor: ‘Kargalar da uçuyor..’
Ve, ekliyor: ‘Bırakınız uçmayı, kaçmayı.. Bu kişiler kendi kalblerine sefer edebilmişler midir?’
Evet; mes’ele, o zaman da , bugün de bu..
*
Allah selâmet versin, Karaman’ın seçkin isimlerinden Muzaffer Can Hoca ile bir gün bu gibi konuları konuşurken, konunun gelip dayandığı noktayı söylemişti: ‘Uçup kaçmadığınız, hokkabazlık yapmadığınız takdirde, halkı kendinize o şekilde çekmeniz mümkün değildir..
Bu sözlerde de, geniş halk kitlelerinin, bu gibi yanlışlıklara ne kadar prim verdiklerinin acı bir feryadı gizli idi..
*
Gelelim, F.G.’ye yüklenen keramet iddiaları konusuna..
Nureddin Veren isimli bir şahıs, Pennsylvania şeyhiyle olan 35 yıllık beraberlikleri üzerine bir tv. kanalında 2,5 saate yakın öyle şeyler anlatıyor ki.. Youtube’a da konulmuş o konuşma.. Anlattıkları karşısında insan hayret ediyor.. Onu tanıyanlar ise, onun yalancı birisi olduğunu söyleyemiyorlar, sadece, ‘şeyhine ihanet eden bir hain’ olduğunu söylüyorlar. O da kendilerini suçlayan eski arkadaşları için, o kişinin ardından körükörüne gittikleri gibi suçlamaları yapıyor.
Bu kişi sıradan birisi değil.. Şeyhinin bütün malî işleri de onun üzerinden yürütülüyormuş, iddiasına göre.. Ama bu kişi, şeyhinin,. Hemen her konuda taqıyye yaptığını ve ayrıca, etrafındaki kimseleri de birbirine karşı kullandığını ve herbirisini birbirinden uzak tutmaya yönelik entrikalar ürettiğini vs. iddia ediyor..
Dinleyicilerinden birisi mesaj göndermiş, ‘Eleştirdiğiniz bu konuları anlamak için 35 yıl beklemeniz mi gerekiyordu?’ diye..
O da, ‘Evet, ben 35 yıl aldandım, ahmaklık ettim,, sizin de aynı şekilde ahmak durumuna düşürüldüğünüzü 35 sene sonra anlamak durumuna düşmemeniz için şimdiden durumu izah ediyorum..’ diyor, özetle..
*
Latif Erdoğan isimli bir kalem adamı var. Şahsen tanımıyorum. Yazılarını da fazla okumuş değilim. Ama, hadiseleri, gelişmeleri, dikkatli ve kendi fikriyle ve kalbiyle ölçüp biçen bir müslüman olduğu, genel havasından çıkarılabiliyor, bence..
Bu kişi de, F. G.’nin yakın çevresindeymiş son aylara kadar.. Geçen Haziran-Temmuz aylarında patlak veren İst.- Taksim/ Gezi Hadiseleri’nden beri, içinde olduğu cemaatin ikircikli tumumundan ve gizlice bu hadiselere sempati ile yaklaşmasından rahatsız olmaya başladığı anlaşılıyor.. Şimdi ise, F.G.’nin diğer temel yanlışlarından bazılarını dile açık açık getiriyor. Aşkın gözü kördür denilir. Kişi, birisine olan muhabbeti yüzünden gerçekleri göremeyebilir. Ama, bir kez şekke düştü mü de, geçmişte bazı yanlışları niçin göremediğine hayıflanır insan.. Lâtif Erdoğan da herhalde böyle şimdi.. Eeçmişte, F. G’nin kendisine söylediklerini şimdi şimdi farkediyor gibi bir hava yansıtıyor.
Latif Erdoğan’ın dediklerine bakılırsa, F.G, kendisine, ‘Allah’la konuştuğunu, Allah’u tealâ’nın kendisine, ‘Bu âlemleri Muhammed için halkettim, senin için de devam ettiriyorum..’ dediğini aktarıyor. Yani, onun yüzü suyu hürmetine varız, demek oluyor şimdi..
Allah Allah..
(Kaldı ki, Hz. Peygamber (S) hakkında hadis-i kudsî diye rivayet olunan ‘Sen olmasaydın, sen olmasaydın; âlemleri yaratmazdım..’ şeklindeki söz, aynı kalıp içinde, Hz. İsâ (a) için söylenmiş bir söz gibi gösterilerek, İncil’de de vardır.)
Latif Erdoğan’ın aktardığına göre, F.G. ayrıca, ‘Ben, hiddetlenirsem, dışarıda kasırgalar, tufanlar meydana gelir..’ gibi sözler de söylemiş..
Lâtif Erdoğan, kendisine, ‘Siz bunları kendisiyle konuştunuz mu?’ diye soran sunucuya, ‘Hayır konuşmadım, bu bir şathiyedir, bir istiğrak, bir vecd halinde söylenmiş olabilir, geçmişte de böyleleri söylenmiştir, (manevî) sarhoşluk hali geçince, bu tekrarlanmaz..’ diye düşündüğünü ifade ediyor ve şimdi daha bir hayretle onun yanılgılarını yeni yeni görmeye başladığı anlaşılıyor.
*
Latif Erdoğan böyle dediğine göre, birileri de latife yapıp, ‘Yoksa, Amerika’da sık meydana gelen tufanlar, kasırgalar, tayfunlar F.G’nin kızgınlık ânının mı sonuçlarıdır?’ diye soruverse, nasıl olur?
Eğer öyleyse, Amerika’lılar akledip de kendisinden bu konuda bir yardım istemek durumunda olmasalar bile, kendisi himmet eyleyiversin!!.
Böylesine bir kişinin bu lafları üzerine, Tayyîb Erdoğan aleyhinde bizzat yaptığı o korkunç beddua çılgınlığının henüz de tutmamış olması ise, bir ayrı konudur..
F.G.’nin böyle bir söz söylemiş olması uzak bir ihtimal değildir. Onun, benzer daha nice konularda yığınla açıklamaları da var ki, onu, bu konularda problemli, hattâ bir klinik vak’a konumuna düşürmektedir. Kendisine bağlı bir tv. kanalında yayınlanan bir dizide, bir grup kişinin, ‘Gel Ya Resulullah..’ diye yakarmaları, salâvat getirmeleri üzerine, bir kamyonun kasasına gökten bir nûr indirilmesi sahnesinin bile kendisinin özel izni ile hazırlandığı ortaya çıkmadı mı? Türkçe Olimpiyadları’nı izleyenler arasında Hz. Peygamber’in bulunduğunu; ya da, Tayyîb Erdoğan aleyhindeki ‘tweet’lerin ikiye katlanması için, Hz. Peygamber’den emir geldiğini yaymamış mıydı, bağlıları arasında..
Aynı kişi, ‘Küçük Dünyamdan Notlar..’ isimli kitabında da, 30 sene öncelerde, kendisinin fevkalbeşer bir insan olduğu kanaatini uyandıracak şekilde, acaib veya harikulâde şeyler söylemiyor muydu?
Kezâ, o, bir başka kitabında da, Hz. Meryem tarafından ve mucizevî şekilde babasız olarak dünyaya getirilen Hz. İsâ’nın babasının kim olduğu hakkında, burada tekrarlamaktan istemediğim şekilde son derece tuhaf iddiaları da, ‘aksi isbatlanmadığı müddetçe bu da sözkonusu edilebilir..’ gibi bir gerekçeyle sözkonusu etmemiş miydi?
*
‘Kötü örnekler’ genellendirilmemeli de temizleme gerekmiyor mu?
Ne kadar ilginçtir ki, bu uçup kaçan ve şeyh vs. diye arkalarından gidilen kişilerin sergilediği iddia olunan fevkalâde halleri, İslam’ın nice büyük şahsiyetleri sergilememişken..
Materyalist çağın buhranları içinde bunalan insanları, akıl ötesi bir takım mistik yönelişlerle kendilerine çekmeye çalışanların avanak avcılığına çıkmak olarak nitelenebilecek açıkgözlülüklerine nasıl itibar olunabilir?

Tamam, herkesin aynı şeyi düşünmesi mümkün olmadığı gibi, herkesin aynı duyguya sahib olması da beklenemez. Ama, bu kadar uçuk-kaçık görüşleri kabullenmek, sadece bir düşünce veya duygu farklılığı olarak algılanamaz, izah edilemez ve hoş görülemez, herhalde..
*
Elbette, bir takım kötü örneklere bakarak, bütün bir camiadaki iyi örneklerin lekelenmesine gitmek, bir genelleme yapmak doğru değildir. Ama, bu gibi yanlışları o iyi ve sağlıklı kesim kendi içlerinden atamazsa, bir sepet elma içindeki bir çürük elmanın, oradan atılmadığı takdirde, diğer bütün elmaları da çürüteceğini; ama, o bir sepet sağlam elmanın, bir-iki çürük elmanın çürümesini durduramıyacağını unutmamak gerekir.
Bugün, son aylardaki gerilimin temelinde, böyle bir çürümenin kendisini gizleyip, sonra bütün bir bedeni sarmaya doğru ilerlediği gibi bir durumun ortaya çıktığı görülmektedir. Tayyîb Erdoğan, bu konuda ‘iyiniyetlerinin kurbanı olduklarını ve aldandıklarını’ itiraf ediyor ve tabiatiyle, içten ve arkadan, gizlice hançerlenmiş olmanın acısıyla ve bir cemaati arkasından sürükleyen bir örgütlü yapının ülkenin siyasî dengelerini değiştirmek gibi entrikalar peşinde olduğunu görerek, bunlara karşı sürekli ve ağır -ve amma, sanıyorum- haksız olmayan suçlamalar yapıyor. Erdoğan’ın bu suçlamalarını, seçimlere kadar giderek artan bir tonda sürdüreceği anlaşılıyor.
Eğer mahallî seçimlerde bu örgütlü yapının, elindeki bütün medya imkanlarıyla ve ev-ev dolaşan ‘abla’ denilen gönüllü hanımların ‘AK Partiye’ye oy vermeyin’ şeklindeki propagandalarının, mahallî seçimleri etkileyip etkilemiyeceği, 30 Mart akşamı görülecek..
Eğer, o gün, Pennsylvania çıkışlı bu örgütlü yapının etkisi görülür de AK Parti, beklemediği bir oy düşüklüğüne uğratılırsa; o odak, etkilerini, 10 Ağustos 2014 tarihinde yapılacak olan ve ilk kez, halk tarafından seçilecek olan cumhurbaşkanı seçiminde de sürdürmeye çalışacak; C. Başkanı olmak isteyenler de o güç odağının desteğini almak için bir takım muamelelere girmek gereğini duyacaktır. Tabiatiyle, böyle bir güç odağı ortaya çıkarsa, 2015 Haziranı’nda genel seçimlerinde de netice almaya çalışacaktır.

Yolsuzluk hep olur; aslolan, ona karşı mücadeledir!
Bu örgütlü yapının mahallî seçimlerde beklediği netice tahakkuk etmezse, onun gücü büyük çapta kırılmış olacaktır. Tayyib Erdoğan da, onların önümüzdeki seçimlerle ilgili bu üç merhaleli hesabını, daha ilk merhalede etkisiz hale getirmek için çırpınıyor.
Erdoğan, gerçi her seçime cansiperâne bir çabayla giriyor, ama, bu kez, daha bir hırslı..
Ancak, Erdoğan’ın bu noktaya eğildiği kadar, yolsuzluklarla mücadeleye de konuşmalarında ısrarla ağırlık vermesi gerekiyor. O ise, sadece, ‘Bunca hizmetler yapılıyorsa, yolsuzluk olsa yapılır mıydı?’ demekle yetiniyor. Halbuki, bir yönetim, çok başarılı hizmetler yapsa bile, yolsuzlukları önlemekte aynı başarıyı gösteremeyebilir. 80 milyona yakın nüfusu olan her bir ülkede de bir çok yolsuzluklar olabilir.
Kaldı ki, 17 Aralık’ta çarkları döndürülen entrika tezgahıyla gündeme gelen yolsuzluk iddiaları sadece o kadarsa, devede kulak mesâbesinde bile değildir. Deveyi hamuduyla birlikte yutan nice büyük sermaye grupları var ki, bu hengameden istifadeyle, kanuna uygun olan veya olmayan nice yolsuzlukları, hırsızlıkları, gerçekleştirmişlerdir. Evet, kanuna uygun yolsuzluk ve hırsızlıklar var ki, onları yapanlar, kanûnen ‘ter-temiz’dirler!.
O halde, yolsuzluklarla mücadele edildiği vurgulaması daha güçlü sergilenmelidir, herhalde..
Ne var ki, bu noktada halkımızın anonim kültüründe bu konuya nasıl bakıldığı da bir ayrı mes’eledir. Nitekim, merhûm Turgut Özal’ın, ‘Benim memurum, işini bilir..’ sözü anlayışla karşılanmış; Fuzûlî’nin hem de 500 yıl öncelerde Muhteşem Süleyman zamanında yazdığı şikayetnâmesinde, ‘Selâm verdüm rüşvet değildir deyu almadılar..’ şeklindeki yakınması da, ‘Selam verdim, belki rüşvettir deyu aldılar..’ şekline dönüştürülerek halkın dilinde pelesenk olmuştu.
Bu bir yanlış kültür mes’elesidir.. Halkımızın kültüründeki en zayıf noktalardan birisi de bu olsa gerek.. Yolsuzluklar yapılmasa bile, yapılmış olabileceği ve bunun da tabiî karşılanması gerektiği ve ‘Çalışsınlar da, yerlerse yesinler; bu, çalışmadan yemelerinden daha iyidir..’ gibi bir mantığın terkedilmemesi bir ayrı faciamızdır.
Elbette, bu konuda, hep Erdoğan’ın konuşması sıkıcı oluyor denebilir. Ancak, hem kitleler bizzat onun ağzından duymadıkları sözlere pek itibar etmiyorlar; hem de, AK Parti içinde de henüz tarafını net olarak koymakta tereddüd eden kimselerin olduğu anlaşılıyor. Nitekim, 7 Mart akşamı, Erdoğan’ın bir tv. proğramında, bu konuyla ilgili konuşurken, partisinin bazı m.vekillerinden ayrı olarak hattâ bazı bakanlarından bile, bu konuda biraz daha cesaretli bir tavır sergilemelerini beklediğini dile getirmesi bunu gösteriyor.
Bu konuda herhalde, en fazla tereddüdlü davrananların başında Bülend Arınç gelmekte..
Çünkü, Başbakan, Pennsylvania şeyhi’ni, en ağır şekilde suçlarken; Arınç, ‘Muhterem hocaefendi, bir konuşsa memlekete huzur gelir..’ gibi cümleler kurarak, kendi kafasındaki hükûmet etmek acziyetini ortaya koyuyor.
Ki, Arınç, benzer açıklamalarında da sık sık çamlar devirmekte.. Meselâ, ‘17 Aralık Operasyonu’ tutuklularının hepsinin de mahkemece, geçtiğimiz hafta serbest bırakılması üzerine, ‘17 Aralık tutuklularının serbest kalması vicdanları kanatmıştır..’ diyordu.
Tayyîb Erdoğan ise, aynı konuda, ‘adaletin gerçekleşeceğine inanıyordum..’ şeklinde konuşuyordu. Hukuk mantığı açısından, her ikisinin beyanı da yanlıştı.
Çünkü, kişilerin tutukluluk hallerinin sona erdirilmesiyle adâlet, gerçekleşmiş olmaz. Adâletin -hukukî formalite açısından- gerçekleşmesi, dosyanın kapatılıp yargılamanın sonlandırılması veya hükmün kesinleşmesinden sonra olur.
Haydi, Erdoğan hukukçu olmadığı için, ifadelerinde öyle bir yanlışlık oldu diyelim; ama, bir avukat olan Arınç’ın, ‘o tutukluların serbest bırakılmalarının vicdanları kanattığını’ söylemesinin hiç bir izahı yoktur.
Çünkü, kişilerin tutuklanmaları veya tutukluluklarına son verilmesi, birilerinden intikam almak veya birilerini memnun etmek için olamaz, modern bir devlet yönetiminde..
Bu gibi konularda, Arınç veya başka Bakan’ların da var olduğunu imâen beyan eden Tayyîb Erdoğan’ın işinin o kadar kolay olmadığı anlaşılıyor.
*
Bütün bunlardan sonra, yazının başlığındaki sorunun cevabını vermeye çalışalım.
Uçup-kaçmaları veya nice ölçüsüz lafları inancımıza nisbet ederek, nereye varabiliriz, sahi?
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Geciken Adâlet; Adâlet Değil, Atalet ve Hattâ Zulümdür..

Son günlerde yaşanan tahliyeler /salıvermeler, toplumun çeşitli kesimlerinde tartışılıyor, tabiatiyle.. Çoğu da konuyu hukukî formalitelerine göre değil de, kendi günlük tercihlerine göre, sempati veya antipatilerine göre değerlendiriyor.


Önce, hatırlanacağı üzere, sanık ve tutuklu iken, bazı partilerce m.vekili adayı gösterilip seçilenlerin üç yıla yakın bir süre hapiste tutulmaları durumu vardı.
Bu kişiler hakkındaki suçlamalar öyle sıradan değildi.. CHP ve MHP’den m.vekili adayı gösterilenler, ‘Ergenekon Dosyası ’ ve de ‘Balyoz Dosyası’ diye anılan ve mahkeme kararıyla ‘terör örgütü’ olarak kabul edilen ya da darbe teşebbüsünde bulunmak gibi bir yapılanmanın içinde yer almaktan dolayı ağır ceza talebleriyle haklarında dâva açılmış ve bu kişiler de ‘kaçmak ihtimali’ veya isnad olunan suç delillerinin karartılmasına engel olmak gibi gerekçelerle tutuklanmışlardı.
Hemen tamamı, kürd etnisitesine mensub 5 m.vekili adayı ise, PKK’nin bir sivil kanadını oluşturan ve bir ‘paralel devlet’ yapılanmasını temsil eden KCK isimli dâvâdan dolayı tutuklu idiler.
Bu kadar ağır ithamlarla tutuklananların aday gösterilmesi, gerçekte, o kişilerin kurtarılması taktiğinden başka bir şey olmasa gerek..
Bütün bu kişiler, tutuklu oldukları dâvalardan dolayı, 5 seneyi aşkın bir zamandır içerdeydi. Ve mahkemeler müstakil/ bağımsız olduklarından dolayı, kimse o mekanlardaki yargıçlara iş buyuramıyordu ve böylece de onlar da, adaleti temsil etmek adına giydikleri kırmızı geniş yakalı cüppelerinin içine daha bir gömdükleri başlarıyla sadece görünmez değil, bir de korkulası bir heyula haline geliyorlardı.
İlginç olan, tutuklu iken m.vekili seçilen bu kişilerin, 2010 yılında yapılan ve referanduma sunulan ve de muhalefet partilerinin elbirliğiyle karşı çıktıkları Anayasa değişikliği’yle getirilen düzenlemelerden istifadeyle, Anayasa Mahkemesi’ne başvurma haklarının doğması ve Anayasa Mahkemesi’nin bu sanıklar lehine yaptığı yorumla serbest bırakılmaları.. Onlar Meclis’e dönüp m.vekillikleri hak ve yetkilerine kavuştular. Bu kişiler, haklarındaki hüküm yarınlarda kesinleşirse, ve o kesin hüküm de Meclis’e gelip, Meclis Başkanlığı tarafından resmen açıklandığı zaman, m.vekillikleri düşecek ve tekrar hapsi gireceklerdir.
Ancak, MHP’den m.vekili seçilen bir em. korgeneral, yargılandığı Balyoz dâvâsından 15 yılın üzerinde aldığı ceza, Yargıtayca tasdik olununca / onanınca, yani hüküm kesinleştiği için, aynı durumdan faydalanamadı; o hâlâ içerde..
*
Bu arada, yeni bir takım kanunî değişiklikler de yapıldı. Buna göre, Genelkurmay Başkanları ve Kuvvet komutanları hakkında kanûnî takibat ve yargılama yapılabilmesi Başbakan’ın iznine bağlandı ve bu durumda olan kişilerin ancak Yüce Divan’da yargılanabileceklerine dair yeni bir kanunî hüküm getirildi. (Bu gibi durumlarda yargılamayı Anayasa Mahkemesi, Yüce Divan sıfatıyla yaparlar.)
Sanık, kanun değişikliklerinden lehde olanlardan istifade eder; aleyhde olan yeni hükümler ise, geçmişteki hükümlere göre suçlanan sanıkların o durumlarına teşmil olunamaz; bu bir genel hukuk kuralıdır.
Bu durumda, Genelkurmay eski Başkanlarından ve Ergenekon Dâvâsı’ndan ve terör örgütü üyesi olmak suçlamasından dolayı müebbed / ömür boyu hapse mahkûm olan em. Org. İlker Başbuğ, kendisinin yargılanmasının Yüce Divan’da yapılması gerektiğini de öne sürerek, Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu ve Anayasa Mahkemesi de bu başvurmayı haklı bularak tahliye edilmesi gerektiğini açıkladı. Bunun üzerine, ilgili İst. mahkemesi de, 26 aydır tutuklu olan Başbuğ’un tahliyesine karar verdi. Şimdi, Başbuğ ve de andan ayrı olarak, Kuvvet Komutanı olarak yargılanan kişilerin de Yüce Divan’da yargılama yolunun açılması için gerekli işlemlerin yapılması, gerekli merhalelerin aşılması gerekiyor.
Bu noktada,Bir Genelkurmay Başkanı’nın terör örgütü üyesi olarak yargılanmasının akla zarar olduğunu’ ileri süren çevreler vardı. Bu söz, ilk planda doğru gibi düşünülebilir. Ancak, bu ülkede, ‘27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’ sırasında ihtilalcilere karşı çıkmaya çalışan o dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Rüşdî Erdelhun’un nasıl yaka -paça götürülüp Yassıada’daki uyduruk mahkemede işkenceler altında nasıl yargılandığı ve ağır cezalara çarptırılıp, er statüsüne indirilerek orduyla her türlü ilişkisinin kesildiği hatırlanmak bile istenmedi.
Konu, Başbuğ’un bu gibi çalışmalar içinde olduğu veya olmadığı değil, ‘Bir Genelkurmay Başkanı terörist veya darbeci olur mu?’ gibi sözlerle, genel bir temize çıkarma çabasının yersizliğinin anlaşılmasının gerekliliğidir. Kaldı ki, 27 Mayıs Askerî Darbesi’nden sonra, bu ülkede 4 askerî darbe daha olmuştur ve herbirisinde de o dönemin Genelkurmay Başkanları o darbelerin içinde yer almışlardır. Genelkurmay Başkanlarının ve yüksek rütbeli komutanların suç işlemiyecekleri, darbeci olamıyacakları veya terör örgütleri içinde yer alamıyacakları gibi bir faraziyenin hiç bir aklî ve haklı dayanağı olamaz, herhalde..
*
Başbuğ’un tahliye edilmesinin gerekçesi farklı idi..
Ama, Anayasa Mahkemesi’ne, haklarındaki hüküm kesinleşmemiş ve amma, 5 seneyi aşkın bir zamandır içerde olan öteki Ergenekon sanıkları da müracaat edince..
Anayasa Mahkemesi, haklarındaki hüküm kesinleşmemiş olan bu sanıkların da 5 seneyi aşan tutukluluk süresini gerekçe gösterip, daha uzun süreli hürriyeti bağlayıcı tutuklulukların yeni kanuna aykırı olduğunu esas alarak, onların da tahliyesine karar verdi..
Şimdi, her kafadan bir ses çıkıyor..
İçerden çıkanlar da, âdetâ devletten ve toplumdan alacaklı gibi iddialı nutuklar çekiyorlar.
*
Adâlet adına yapılan zulümden daha büyüğü yoktur..
Ama, ilgi çekici olan, Ergenekon Dâvâsı sanıkları hakkında başlangıç mahkemesi 7 ay önce, çeşitli ağır cezalara çarptırmış olmasına rağmen; aynı mahkemenin, bu kişilerin Temyiz’e gidecek dosyaları için gerekli olan gerekçeli kararı henüz de yazmamış olduğu ortaya çıkmış olması..
Rezalet buradadır, işte..
Bu mahkeme, gerekçesini yazmakta zorlandığı ve bu kadar zaman âtıl vaziyette beklediği bu dosyaların Temyiz’de incelenmesini engellemiş oldu, böylece.. Belki de, bu cezalara çarptırılanların dosyalarından bir çoğu ya yeniden yargılanmak üzere mahkemeye iade edilecek, ya da tasdik edilip, kesinlececekti..
Bu noktada, mahkemelerin kasıdlı olarak hareket ettiklerini isbatlamak zordur, elbette. Amma, -beşerî planda da olsa- adâlet mekanizması, toplumun vicdanını rahatsız etmiyecek kararlar verip, yine de belirli ve sınırlı bir saygınlığı kazanabilirken; TC.’deki durum, yargı mekanizmasının, en azından bir atalet / tembellik, bir ihmal veya belirli siyasî hedefleri gerçekleştirmek isteyen odakların emellerine yağ sürecek mahiyetteki bir tutum içinde bulunduğu ortada..
Bir kimsenin hakkında kesin hüküm olmadıkça, onun yargı içindeki ilgili makam dışındakilerce suçlanması, yanlıştır.
Adâlet talebi ve savunma hakkı azizdir ve gün gelir, herkese lâzım olur.
Önceleri, 10 yıl gibi bir sınırlama da yoktu yargıda ve yıllarca süren yargılamalara paralel bir tutukluluk da mümkündü.
Ama, daha sonra, bu süre, 10 yılla sınırlandırılmıştı. Ama, bu bile oldukça fazla idi..
Çünkü, 10 yıl sonunda, iddialardan, isnad olunan suçlardan, ithamlardan beraet etmesi de mümkün olan bir kimsenin ömründen 10 yılın tutukluluk şeklinde çalınması nasıl mâkul karşılanabilir?
Hatırlayalım, 4 sene öncelerde kamuoyunda ‘Hizb.... Dâvası’ diye bilinen bir yargılamadan tutuklu olanlardan, içerde 10 yılını dolduranlar kanun gereği serbest kalınca, kıyamet koparılmıştı, âdetâ; ‘Nasıl olur?’ diye..
Bugün de, başkaları, Ergenekon ve emsali dâvâların sanıklarının nasıl olup da serbest bırakıldığını soruyorlar, bu durumdan şikayetçi oluyorlar.
Demek oluyor ki, herkes, kanunların yorumunu kendi cenahına, kendi tarafına, tarafdar olduklarının lehinde veya aleyhinde oluş durumuna göre değerlendiriyor; kendi dünyasına aykırı olanı yerden yere vuruyor.
Halbuki, bu gibi durumlarda asıl sorgulanması gereken, bir yargı mekanizmasının bir dâvâyı 10 yıl boyunca nasıl olup da hükme bağlayamamış olması olmalı..
Kaldı ki, bu 10 yılın uzunluğu görülüp 5 yıla indirilirken, mahkûm olmaksızın geçen bir 5 yıllık tutukluluk halinin bile çok fazla olduğunu söyleyenler oldu ve haksız değillerdi. Ama,
kanun koyucu organ (Meclis) şimdilik 5 yılda karar kılmış oldu.
Ancak, bu düzenleme yapılırken, ağır suç işlediklerine dair elde güçlü delillerin bulunması halinde, mahkemelerin tutukluluk halinin sürmesi yönünde irade belirtmesine bir imkan tanınabilirdi. Nasıl ki, mahkemelere, cezaların mikdarı konusunda, meselâ, ‘3 yıldan az, 7 yıldan fazla olmamak üzere cezalandırılır..’ gibi çok esnek yetkiler tanınabiliyor; burada da böyle bir yetki tanınabilirdi.. Böyle olsaydı, Danıştay Saldırısı’nda bir Danıştay hâkimini katleden ve neredeyse suçüstü ‘cürm-ü meşhud’ yapılıp, o cinayetin ânında yakalanmış olan avukat sanığı bile, 8 yıldır hakkında henüz kesinleşmiş bir hüküm inşa olunamadığı için serbest kalmazdı.
*
Adâlet talebi ve savunma hakkı, herkese lâzım olabilir
Böylesine, kamuoyunu sarsan durumların adâlet adına denilerek takdim edilmesinin, adâlet kavramına bile ağır darbeler indireceği açıktır.
Bu konuyu değerlendirirkenm, bir mahkemenin hâkimlerinin 10 yıl boyunca aynı kalma ihtimallerinin çok zayıf olduğu da gözönünde bulundurulmalıdır. Yargıçlar ölüm, terfi, azil, istifa veya başka sebeblerle değişmiş olabilir; ya da, kanunlar değişmiş olabilir. Değişen her yargıç, dosyanın yeniden değerlendirilmesi için yeni bir süre ister.
Bu bakımdan, hele de cinayet, terör veya darbe gibi kamu hukuku açısından ağır suçlamalara mâruz kalanlar dışında tutuklu kimselerin yıllar boyu hapsedilmeleri bir ayrı cinayettir. Ötekilerin ise, yargılamalarının daha kısa süreli olması için, ayrı bir mühlet tanınabilir, mahkemelere.. Ve bu mühlet şartlarına riayet etmeyen mahkemeler bunun bedelini ödemelidirler.
Çare, mahkemeleri hızlandırmaktır. Geciken adâlet, adâlet değil, atâlettir ve hattâ zulümdür.
Halkımızın kültüründe yerleşmiş bulunan, ‘şeriatin kestiği parmak acımaz..’ şeklindeki söz, gerçekte, kamuoyunda, halkın vicdanında, adâlet adına açıklanan hükmün büyük çapta kabul görmesi şartını da içermektedir. Sözgelimi, 1950-60 arasının 10 yıllık başbakanı Adnan Menderes ve iki Bakan’ı (Fatin Rüşdî Zorlu ve Hasan Polatkan), farz-ı muhal, bir takım suçlar işlemiş olsalardı bile, idâm edilmelerini gerektirecek bir suç işleyip işlemedikleri konusunda, toplum tatmin olmuş değildi ve büyük kitleler gizli gizli gözyaşı dökmüşlerdi, adâlet adına işlenen o korkunç ve barbarca cinayetler karşısında..
*
Bilindiği üzere, İslam hukukunda, hadleri, hangi suçlara hangi cezaların verileceğine dair, sınırları, hükümleri Kur’an’da bildirilen cezalar vardır, bunlara ilahî hadler (hududullah) denilir. Bu hadlere giren suç konularında şer’î açıdan yargılama sonunda kesinleşmiş hükümlerin -şer’î imkanlar dışında- değiştirilmesi, arttırılması, eksiltilmesi, ertelenmesi sözkonusu olmaz. Bu cezaların dışında ise, hükûmet edenlere tanınan bir cezalandırma yetkisi tanınmıştır ki, bunlara ta’zir cezası denilir ve İslam toplumunda hükmetme yetkisini kullanan meşrû’ otorite, durumun gerektirdiği şartlara göre, af ile idâm arasında değişien çeşitli cezalar uygulamak imkanına sahibdir.
*
Bu yeni kanunî düzenlemelere niçin gerek duyuldu?
Tabiatiyle konunun bir de siyasî yönü var.
Hatırlanacağı üzere, F.G., Hükûmet’le arasındaki gizli savaşın daha bir açığa çıkmaya başladığı geçen Ekim-Kasım aylarında, Pennsylvania’da yaptığı bir açıklamada, Balyoz, Ergenekon vs. gibi dâvâları kasdederek, ‘yaşını-abışını almış yığınla insanın içerde tutulmasına gönlünün râzı olmadığı’ kabilinden bir görüş belirtmiş ve ‘elimde olsa hepsini serbest bıraktırırdım..’ gibi bir laf etmişti.
Bu, tipik bir çengel atma ve hâlâ etkili saydığı çevrelerden kendisine destekçi sağlama taktiği gibi değerlendirilmişti.
Bu, tabiatiyle, o güç odakları karşısında Hükûmet’i dolaylı olarak zayıf düşürmeye de yönelik bir hareket idi de..
Bu durumda Hükûmet de mukabil bir hamle yapmak ihtiyacını duymuş olabilir..
Nitekim, bazı çevreler bu kişilerin salıverilmesine kızarken, bazı çevrelerde ise, bir rahatlama olduğu gözleniyor.
Kaldı ki, bu kişiler hakkındaki hükümler yarınlarda gerekçeli kararları yazıldıktan sonra Temyiz’e gittiğinde, tasdik edilmek ihtimalini içinde yine de taşımaktadır. O zaman, bu salınanlar, yeniden cezalarının geri kalan kısmını çekmek üzere yeniden içeri hapse atılacaklardır, tabiatiyle..
*
KCK tutuklularının durumu, daha bir tutarsızlık..
Ancak, bu uygulama bugün için en çarpık durum, PKK’nin silahsız siyasî mücadele yapılanması ve paralel devlet denemesi olarak isimlendirilen oluşum içinde sayıları yüzleri, hattâ binleri KCK sanıklarının da bu durumdan istifade ettirilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Denildiğine göre, PKK, KCK sanıklarının, Ergenekon sanıklarına tanınan haklardan bu seçimler eşiğinde istifade ettirilmesini istememiş ve bu yönde dilekçe vererek müracaatta bulunanların dilekçelerini geri almalarını sağlamıştır.
Eğer bu iddia doğruysa, ilginçtir..
Bir kanûnî hakktan, hele de tutuklu kişilerin istifade edebilmesi için dilekçe vermelerinin beklenmesi saçma değil midir?
Adâlet Bakanlığı, mahkemelere bu yönde hatırlatmayı yapmalıdır.
Çünkü, BDP, aksi halde, hem bu tutukluluk hallerinin devamından sosyo-politik ve psikolojik açıdan fayda devşirmeye çalışacak, hem de, ‘türkler serbest kalıyor, kürdlere gelince, yok!’ gibi basit bir kurnazlıkla kitleleri etkilemeye çalışacaktır.
Bir kanûnî hakkın gereğinin yerine getirilmesi, niçin şahsî dilekçelere bağlı olsun ki?
*
Hukûkî düzenlemelerin herkesi içine alacak şekilde yapılması gerekir. Ancak, Meclis’in yaptığı kanunların yorumu, yine de mahkemelerin, yargıçların insaf ve anlayışına kalmaktadır.
Değiştirilmesi gereken, sadece yasalar değil, kafalardır!
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Kemalist Rejimi, Sünnîliğe Taraf ve Alevîliğe Karşı Zannetmek!


Taksim- Gezi Hadiseleri
ve devamı mahiyetinde, Türkiye’de son 8-10 ayda meydana gelen sosyal karışıklıklar sırasında hayatını kaybedenlerin sayısı 10’u geçti.


Trafik kazalarında hayatını kaybedenlerin bir günde ortalama 10’u bulduğu bir ülkede, 8-10 ay içinde ölenlerin sayısının 10 kadar olması kıyaslanacak olursa..
Konu fazla büyütülüyor denilemez mi?
Hele de, hergün onlarca, silahlı mücadelelerde, bombalamalarda, bombardımanlarda, hattâ yüzlerce insanın öldüğü Ortadoğu bölgesindeki durum ortadayken..
Ama, sosyal hadiselerin bu özelliği görülmelidir. Çünkü, o hadiselerin arkasında bir inanç, ideoloji, bir dünya görüşü ve o inanç veya ideolojilere gönül vermiş veya karşı olan büyük kitleler vardır ve bu yüzden, bu gibi durumlarda, meydana gelen karışıklık veya çatışmalar sırasında hayatını kaybeden her bir insanın cenazesi, bir bayrak haline getiriverilir. Hattâ, bazı sosyal hadiselerde, o hadiseleri yönlendirenler bir cenaze olsa bekleyişi içinde bile olurlar.
Bunu, 1980 öncesi anarşi yıllarından da biliriz.
Çünkü, sahiblenilebilecek bir cenaze ‘kazananlar’ hemen onun tâbutunu alır; İstanbul’un, Ankara’nın anacaddelerine çıkar, yüzlerce - binlerce insanın duygusunu sömürürlerdi. Ki, bazen örgüt içi hesablaşmalarda veya kaza kurşunuyla ölenlerin bile karşı tarafın üzerine atıldığı olurdu. (Bu gibi örnekler, o dönemlerin marksist öğrenci liderlerinden -sonraların gazetecisi- Hasan Cemal’in hâtırâtında da vardır.)
Cenaze elde edenler, ne istedikleri veya istemediklerine dair taleblerini ve ideolojik sloganlarını bu yolla toplumda daha geniş kesimlere ve daha etkili şekilde sunmak imkânını bulurlar ve bu duruma içerleyen karşı tarafdan bazıları da, ‘Keşke bizim de bir cenazemiz olsa..’ bekleyişi içinde olurlardı. Hattâ, çatışmalarla ilgisi olmayan şekilde meydana gelen genç ölümleri bile, bir şekilde ideolojik bir kalıba sokulur ve topluma öyle sunulurdu.
Taksim- Gezi Hadiseleri sırasında ve sonrasında, İstanbul’da, gösterilere yetişmek için hızla araba kullanırken kaza geçirip vefat eden bir kişinin de hadiseler sırasında öldürülenler tablosuna eklendiğini hatırlayalım.
Bu arada, bu hadiseler sırasında çeşitli şehirlerde üç polis de hayatını kaybetti, ama, bu canlar, o karışıklıkları destekleyenler açısından aziz olmadığından, hattâ düşman bilindiğinden bir önem taşımıyordu.
*
Ancak, bu hadiseler sırasında ölenlerle ilgili olarak ortaya çıkan tablo ilginç, düşündürücü ve hattâ ürkütücü bir noktayı daha işaret ediyordu.
Bu, ölen sivillerin hepsinin de ‘alevî’ olmasıydı.. Bu da o cenazelerin ‘cemevi’ denilen mekanlardan kaldırılmasından daha bir net olarak anlaşılıyordu..
Bu nasıl böyle olabiliyordu?
Ölenler niçin hep alevî mezhebine mensub oluyorlardı.
Onların ‘alevî’ olduklarını gösteren herhangi bir dış işaret, alâmet olmadığına göre.. Bir kargaşa ânında özel olarak seçilmiş olmaları çok zayıf bir ihtimaldir.
O halde, bu gösteriler genelde sadece veya büyük çapta alevîlerin mi bir tertibiydi?
Bu durumda, o gösterilere katılanların çok büyük bir kısmının ‘alevî’lerden oluştuğunu düşünmek akla daha yakın olsa gerek.. (O günlerde, Başbakan Erdoğan’ın sık sık, alevî vatandaşların bir takım tahriklerden özellikle kaçınmaları gerektiği yolunda yaptığı ikazların sebebsiz olmadığı; elindeki bir takım verilere göre böyle dolaylı bir uyarı yapmak gereği duyduğu düşünülebilir.) Ayrıca hatırlayalım ki, Gezi Hadiseleri’ni başlangıçta tabiî çevrenin, yeşil tabiatın korunması adına başlattıklarını söyleyenlerden niceleri, daha sonra, eylemlerinin, bir takım anarşist gruplarca ‘çalındığını’, başka hedeflere yönlendirildiğini söylemişlerdir.
*
Gezi Hadiseleri sırasında başından yaralanan ve 270 gün kadar komada kaldıktan sonra geçen hafta ölen ve ölümü bütün topluma, haliyle çok etkileyici bir dramatik uslûbla ve ekmek almaya gittiği sırada vurulduğu şeklinde sunulan 14-15 yaşındaki bir gencin de ‘alevî’ olduğu, cenazesinin ‘cemevi’den kaldırılmasıyla anlaşıldı. (Başbakan Erdoğan ise, kimliğini gizlemek için yüzünü gözünü sarmış ve polise taş veya molotof kokteyli atan kimselerin yaşının kaç olduğunun, o hengamede polis tarafından bilinmesinin imkânsız olduğunu söylüyordu, haklı olarak..) Ve bu çocuğun cenazesinin ardından, onbinler mezarına kadar gitti.
Hayatın ne olduğunu anlamadan, sürüklendiği veya kendisini iradesi dışında içinde bulduğu bir karışıklığın veya çatışmanın içinde, henüz 14-15 yaşında hayatını kaybeden bir genç insanın ölümüne acınmaz mı?
Ama, bu cenazeyi bahane ederek, İst.- Okmeydanı’nda yapılan gösteriler sırasında, -üstelik de, polisin hadise sahnesinden uzak tutulduğu bir sırada- karanlıkta açılan bir ateş sırasında, Giresunlu, 21-22 yaşında Burakcan isimli bir genç de vurularak öldürüldü.
Lakin, bu ölüm, toplumda bu gibi sosyal hadiselerde öldürülen ötekilerin cenazeleri gibi bayrak yapılmadı, büyük kitlelerce sahiblenilmedi. Çünkü, bu gencin ‘alevî’ olmadığı, cenazesinin bir ‘cemevi’inden değil, bir mescidden, bir câmiden kaldırılmasından da anlaşıldı ve büyük kitlelerin bu cenazeye niçin sahib çıkmadıkları da.. Mâbedlerin ve mezarlıkların bile bölünmesi ve sonra da birlikten, kardeşlikten, barıştan sözedilmesi!
Bu, birilerine illâ da bir mâbed dayatması şeklinde anlaşılmayıp; ‘Ben müslümanım’ diyenlerin, İslam’ın kabul ettiği tarihen sâbit olan mâbed anlayışı dışında, yeni mâbed şekilleri icad etmemeleri mânâsında değerlendirilmelidir.
Eğer gerçekten de sevgiden, barıştan söz ediyorsanız, katledilen her insanın ardından da yürek sancısı çekmelisiniz.
Polis veya karşıtlarınızdan birileri öldürüldü mü, ohh olsun..
Kendilerinizden birileri hayatını kaybettiğindeyse, vaah-vahh..
Bu, bölücülüğün, insan hayatının anlaşılmasında bölücü ve ayırımcı bir sefil anlayışın ve kan akmasına susamışlığın ta kendisidir.
*
20 yıl öncesine kadar ‘alevîlik’ sözkonusu edilerek dernekleşme mümkün değilken ve bu yoldaki bazı teşebbüsler, bazı yargı organlarınca, ‘o zaman başka mezheblere bağlı insanların örgütlenmesinin de yolunu açacağı’ endişesiyle, kamu düzenini tehdid edecek unsurların devreye girebileceği gerekçesiyle reddedilmişti. Çünkü, laik rejim, alevîliğin böyle bir örgütlenmeye gitmesi karşısında, sünnîlik adına bir örgütlenmeye gidilmesi yolunun da açılabileceğinden korkuyordu.
Aradan geçen bunca yıllar içinde, kendilerini Hz. Ali’nin çizgisinde bir müslüman olarak gören ve o samimiyetle İslam’ı kendi anlayabildikleri kadarıyla yaşamaya çalışan alevî müslümanların oluşturduğu örgütlerden ayrı olarak; onlardan fersah fersah uzak ve hattâ Hz. Ali’yi bile kabul etmeyen, ateist olduklarını açıkça beyan eden veya kendilerinin müslüman olmayıp, başlı başına bir ayrı dine mensub olduklarını ileri süren yığınla alevî örgütleri bile ortaya çıktı. Ama, henüz sünnîlik adına bir örgütlenme durumu sözkonusu değil.. Bu, böyle bir örgütlenmenin ortaya çıkmamasından dolayı eseflenmek mânâsında anlaşılmamalıdır. Ama, böyle bir örgütlenme durumu ortaya çıkarsa, bunun müsebbisi de, o tek taraflı örgütlenme olacaktır.
Ayrıca, kendilerini devamlı olarak alevî olarak niteleyen ve bunu iftiharla belirtenlere karşı, birileri de sünnîliği iftihar konusu olarak dile getirirse, bundan da rahatsız olunmaması gerekir.
Ayrıca, birileri kendilerini alevî olarak nitelerken, iyi; ama, başkaları onları alevî olarak niteleyince, ayrımcılık yapılıyor diye feryad ediyorlar, anlaşılmaz bir mantıkla..
En doğrusu ise, hiç bir müslümanın kendisini müslüman olarak nitelemekten öteye bir başka isimlendirmeye itibar etmemesi gerekir. Çünkü, Kur’an’ın en net isimlendirmesi de böyledir.
*
İmdi..
Ülkede solcu ve kemalist-laik kesimlerin toplumun geneli içinde fazla bir etkisinin olmadığı ve onların ancak askerî darbelerle ve zorbalık yöntemleriyle toplumun yönetiminde sözsahibi olmak geleneklerinin de büyük çapta zayıflatıldığı görülünce..
Kezâ, kürd etnisitesi adına ortaya çıkan silahlı hareketlerin de çözüm sürecine girmesi ve silahlı mücadeleden elçekmesi ve 15 aydır, silahların sustuğu bir döneme girilmesi hasebiyle; ülkenin güçlenmesini istemeyen şerr odaklarınca devreye sokulabilecek en etkili sosyal kesimin ‘alevî’ler olduğu ortaya konulmak istenmektedir.
Bu konuda, Suriye Buhranı’nın da itici bir gücünün olduğu ortadadır.
Şimdi, Suriye’de yüzde 15’lik kadar bir azlık oluşturdukları halde, kendilerinin en seçkin temsilcileri saydıkları (Baba-Oğul) Hâfız- Beşşâr Esed Hanedanı’nın 45 yıllık iktidarının beslediği ‘çok özel âlevî’ cereyanının, Anadolu’daki ‘alevî’ kesimleriyle hele de itiqadî bakımdan çok büyük farklılıkları olsa bile; yine de onlarla dirsek teması kurup, ‘ateist -laik, solcu -ulusalcı’ kesimlerle işbirliği içinde olan ‘alevî’leri cür’etlendirmeleri üzerinde düşünülmesi gerekir.
*
Şehir Üni.’den Prof. Mesut Yeğen, 17 Mart günlü Hürr.’deki yazısının, ‘Ölümlerin alevîleri bulmasının sosyolojik bir zemini var’ başlıklı bölümünde, ‘Gezi direnişi sırasında ölen gençlerin neredeyse hepsinin Alevi olması bir tesadüf olabilir mi?’ dedikten sonra, şunları söylüyordu: ‘...Aleviliğin mekânsal ayrışmaya denk düştüğü ve yoksulluk ve kentsel dışlanma gibi başka türden toplumsal mağduriyetlerle buluştuğu mahallerde Aleviler daha keskin direniş biçimleri gösterebiliyorlar. Hem Gezi sırasında ölenlerin neredeyse hemen hepsinin Alevi oluşunun ama hem de direnişin en sert ve sürekli olduğu yerlerin Okmeydanı, Gazi Mahallesi, Tuzluçayır ve Hatay gibi yerler oluşunun ardında bu var.’ Ölümlerin Alevileri bulmuş olmasının ardında bu türden bir sosyolojik zemin var sanırım. (...)
Alevilerin öfkesi kitlesel bir başkaldırıya dönüşür mü?
Yok, çok zannetmiyorum. Yaşadıkları büyük eziyete ve ayrımcılığa rağmen bir başına Alevilik üzerinden örgütlenmek yerine genel olarak CHP içerisinden toplumsal muhalefete katılma eğilimi gösteriyorlar. Orada çok büyük bir kopma olacağını zannetmiyorum. (...) Belki Okmeydanı’ndaki Alevi tipolojisi hacim olarak belki biraz daha genişleyebilir. Ama Aleviler HDP’ye bile çok muhabbet göstermediler. Çünkü Aleviler Türkiye’de toprağa dayalı, teritoryal bir topluluk olmadıklarından kendi kaderlerini Türkiye’nin sekülerlerinin kaderiyle çok birleştirerek ilerliyorlar.’
’Bu da bir yorum..’ denilip geçilebilir, ama, alevîler hakkında nasıl oyunlar kurulduğu ve planlar yapıldığından da haberler veriyor.
Ama, alevîleri anlatmakta yine de çok isabetli olduğu söylenemez.. Çünkü, ’Alevîlerin toprağa bağlı olan bir topluluk olmadıklarını, bu yüzden kendi kaderlerini sekülerlerin, laiklerin kaderleriyle birleştirerek ilerlediklerini’ ileri sürülüyor, bu yazıda.. Bu tesbitin, âdetlerine, geleneklerine, topraklarına sımsıkı bağlı milyonlarca alevîyi anlatmakta hiç de geçerli olmadığını sanıyorum.
*
Bir de asıl düşünülmesi gereken konu şu:
Sahi, kemalist-laik / seküler rejim, toplumun büyük kesimini oluşturan sünnî müslümanların inanç dünyalarına ve taleblerine göre mi şekillenmiştir?
Bir bölümü yukarıda aktarılan yazıda da işaret olunan mânânın değişik bir söylem tarzıyla ifade etmek gerekirse, Türkiye’nin sekülerleri 90 yıl boyunca, kendilerini alevîlerle aynîleştirerek yol almamışlar mıdır?
Evet, tekrar sorulması gereken asıl sual budur..
Laik rejimi kuranlar, büyük sünnî kitleleri, Osmanlı döneminde dışlandıkları açık olan alevî halk kesimini arkalarına alarak, büyük çapta onların yardımlarıyla da sindirmişlerdir. Yoksa, kemalist-laik rejim, alevî olmayan müslüman kesimlerin inançlarına göre teşekkül etmiş değildir. Dahası, kemalist rejimin en güçlü dayanağı, inançlarını makam ve mansıblarla takas eden veya korkularından dolayı başeğen kimseler ve de onlardan ayrı olarak, alevî kesimden yüksek sorumluluk makamlarına getirilerek oluşturulan kadrolardı.
*
Mezheb farklılıklarından mezheb kavgalarına, ne zamana kadar?
Elbette, hem tarih boyunca her yerde ve hem de bu ülkede alevî müslümanların da zulümlere, baskılara uğradıkları açıktır. Ama, bu zulüm ve baskıları yapan rejimler sünnî müslümanların inancına göre teşekkül etmiş değildi.. Belki onlar sindirilerek vücud bulmuştu.
Yoksa, sünnî müslümanların, hem tarih boyunca, hem de hele şu son 80-90 yıllık katı laik uygulama boyunca, kendilerine işkence ve zulüm yapılmasından zevk alan, mazoşist eğilimli kitleler olduklarını düşünmek gerekir. Ki, bu da haksız ve ağır bir bühtan olur.
Evet, tarih boyunca, sünnî müslümanlar adına oluşturulan rejimlerin hiç birisi, gerçekte, bu müslümanların itiqadına göre değil, güç karşısında eğilen kapıkulu ulemâsının fetvâlarına dayanarak ortaya çıkmıştı.
Bu böyle de, Allah aşkına, bugün alevîlik adına yapılanlarla Hz. Ali arasında ne gibi bir bağ vardır? Elbette, aynı soruyu kendilerini sünnî olarak niteleyenler için de tekrarlayabiliriz. Ki, bugün, müslüman olduklarını söyleyenler bile, müslümanların mâbedlerinin mezheblerine göre ayrılmasını heyecanla savunuyorlar. Müslüman olduklarını söyledikleri halde, müslüman mâbedlerinin ayrılmasını isteyenler, gitsinler kitabî alevîliğin en güçlü olduğu bir ülke olan İran’a ve müslümanların, mescidler dışında bir başka mâbedlerinin olmadığını görsünler..
*
Alevî, yani, kelimenin lafzî mânâsı itibariyle Ali’yi seven, Ali’nin tarafında olan..
İslam tarihindeki ve kültüründeki bir terim olarak ise.. Hz. Peygamber (S)’in vefatından sonra müslümanlar arasında ortaya çıkan ihtilaflarda, Hz. Ali’nin haklılığına kail olup, onun tarafında yerini alanlar demektir; ama, bu isimlendirmenin içinde, sadece Hz. Ali’yi sevenler değil, aynı zamanda, onun tarafında yer alan ve bu taraf oluşun bedelini ödeyen ve buna rağmen bağlılıklarını sürdürenler mânâsını içinde barındındırdığını da gözden ırak tutmamak gerekir. Gerçi, sünnî müslümanlar da Hz. Ali’nin haksız olduğunu asla söyleyemezler, ama, tarihteki o tartışmayı bugüne taşıyarak, o tarafdarlığın bugünkü bir takım iktidarlara dayanak yapılmasını anlamakta zorlanmaktadırlar.
Ayrıca, eğer, kelime mânâsına bağlı kalınacak olursa, kendilerini Ehl-i Sünnet olarak niteleyen kitleler de Hz. Ali’ye besledikleri derin saygı ve muhabbet dolayısiyle ‘alevî’ olarak net nitelenebilirler; ve şia da, Hz. Peygamber’in sünnetini, İslam’ın anlaşılmasında Kur’an’dan sonraki ikinci temel kaynak kabul etmek açısından, sünnî sayılabilir. Ki, Hz. Peygamber (S) ve sonrasında, hele de- ilk yüzyıllık tarih dönemi boyunca, müslümanların bir takım ihtilafları olsa bile, yine de alevî/ şiî veya sünnî gibi isimlendirmelerle ayrı gruplaşmalar içinde olduklarından sözetmek mümkün değildi. Bu isimlendirmeler daha sonraki asırlarda ortaya çıktı ve sanki Hz. Peygamber ve hemen sonrasındaki dönemlerde de, sünnîlik ve şiîlik gibi ayrışmalar varmış gibi, ‘maqable şâmil’ (geçmişe de uygulanacak) şekilde, temelsiz olarak ortaya atıldı.
Bugün için asıl problem şu ki, asırlarca ve bugün de ne yazık ki, her iki taraf da, sadece kendilerinin tek doğru olduğunu ve İslam’ın en gerçek şeklinin sadece kendi anlayışları çerçevesinde anlaşılması gerektiğini ileri sürmekteler. Her iki taraf da, ‘Biz inancımızın doğru olduğuna ve İslam’ı en doğru yorumladığımıza inanıyoruz, ama, bizim gibi düşünmeyen müslümanların da İslam’ı en doğru şekilde yorumladıklarını ve buna inanmak haklarının varlığını kabul ediyoruz..’ noktasına gelememektedirler.
Bu anlayış geliştirilmedikçe, müslümanlar arasındaki itiqadî veya fikrî farklılık ve ayrılıkların anlayışla karşılanmasının bir yolu herhalde kolayca bulunamıyacak, bu kalb ve beyin sancılarından kurtulmamız daha bir sürecektir.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45


Halebçe’den Çanakkale’ye ve iç siyasî tartışmalara..


1- Halebçe Katliâmı’nın yıldönümünde..
(22 Eylûl 1980 tarihinden itibaren 8 yıl devam eden ve her iki taraftan bir milyondan fazla insanı eriten-yutan ve her iki ülkenin bütün tarihî ve maddî zenginliklerini de tahrib eden) İran-Irak Savaşı’nın hassas anlarından birisi daha yaşanıyordu.
İran güçleri, onbine yakın bir Irak birliğini yenilgiye uğratıp, binlerce esir alarak Irak sınırındaki Halebçe şehrini ele geçirmişti.
Yabancı bir ordunun bir şehre girişi sırasında en fazla korunmaya muhtaç olan genç kızlar, gelinler başta olmak üzere, bütün bir sivil halk, gizlenmek bir yana, bir de evlerinin kapıları önünde yığışıp, İran güçlerinin şehre Allah’u Ekber’ diye girişlerini sevinçle karşılıyorlar ve onlar da aynı şekildeAllah’u Ekber!’nidâlarıyla karşılık veriyorlar ve sevinç gözyaşı döküyorlardı..
Çünkü, Halebçe halkının hemen tamamı kürd idi ve Saddam rejimi tarafından bir düşman unsur olarak görülüyordu. Ve bu halk, hemen tamamiyle Ehl-i Sünnet mezhebine mensub olmasına rağmen, büyük çapta şiî olan İran ordusunun şehirlerini ele geçirmesini sevinç gözyaşlarıyla karşılıyorlardı. Saddam rejiminin, Baas rejiminin zulmünden bu kadar acı çekmişlerdi.
Saddam Huseyn Halebçe halkının İran güçlerini böylesine sevinçle karşılamasına seyirci kalamazdı. Nitekim, yardımcılarından -daha sonraları, Kimyasal Ali diye meşhur olan ve Amerikan işgalinden sonra ise, idâm olunan- bir zâta emir vererek Halebçe üzerine hardal ve sarin gazı vs. kullandırtmış ve o kimyasal bombardıman neticesinde 5 binden fazla insanın, oyuncaklarıyla oynayan çocuklar, annelerini emen bebekler, ya da tehlikeyi görünce çoluk-çocuğunu kucağına alıp, hemen şehrin dışına doğru kaçmaya çalışan kadın-erkek, binlerce insan, ciğerleri kavrularak yere kapaklanmışlar, ânında can vermişlerdi. Bu arada, İran askerleri de kavrulmuştu, ama, onların sayısı, bu sivil kayıplarına dahil değildi..
Ortaya çıkan manzara, korkunç kelimesiyle bile anlatılamıyacak derecedeydi.
Bu korkunç sahneler İİC televizyonu tarafından dünya haber ajanslarına, o facianın hemen ardından, sıcağı sıcağına servis edildiği halde, emperyalist dünya, bu durumun, o savaşta, dünya kamuoyunun eğilimini Saddam aleyhine kaydırabileceği endişesiyle, o korkunç sahneleri dünyaya duyurmaktan dikkatle kaçınmış ve dünya o korkunç sahnelerden, ancak Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesi ve buna Amerikan emperyalizminin şiddetle karşı çıkmasından sonra haberdar edilmiştir.
Evet, Halebçe Katliâm ve Faciasıunutulmamalı; benzerlerinin bir daha yaşanmaması için, hâfızâlarda canlı tutulmalıdır. Bu bakımdan, Halebçe Faciasıüzerine yapılan anma toplantıları önemlidir. Ancak, bu anmalar yapılırken, fırsattan istifadeyle, konunun çarpıtılmasına da âlet olunmamalıdır.
Ne var ki, bu noktada, maalesef bir takım çarpıtmalar zaman zaman görülmekte.. Daha da acı olan şu ki, uzuuun yıllar birlikte olduğumuz, o günleri birlikte yaşadığımız bazı kardeşlerimiz, Halebçe Katliâmı’nın, ‘kurulmasından korkulan Kürdistan devleti yüzünden’ işlendiğini iddia etmeye başlamışlar.. Van’da geçtiğimiz hafta yapılan bir anma toplantısında bu beyanın açıkça dile getirildiğini görüyoruz.
Saddam, Halebçe’ye, İran güçlerinin Halebçe’yi ele geçirmesi ve Halebçe halkının da bu durumu sevinçle karşılamasını cezalandırmak için saldırmış, öfkesini kimyasal gazlar halinde kusmuştur; o kadar.. Yani, İmam Khomeynînin Ordusu, Halebçe’ye herhalde,bir Kürdistan devleti kurulması için girmemişti. Nasıl olabilir ki, o amansız savaş sürerken bile, İran güçleri bir taraftan da İran Kürdistanı’ndaki ayrılıkçı unsurlara karşı da çetin bir mücadele vermekteydi. Ve o zaman, Halebçe’de bir takım kimselerin iddia edildiği üzere öyle bir niyet taşımış oldukları düşünülse bile, ekseriyetinin o niyetle örgütlendiği ve öyle bir hedef peşinde olduğuna dair hemen hiç bir ciddî işaret de yoktu.
Kaldı ki, o günlerde kendi aramızda da böyle, filanca kavim adına da bir devlet kurulması gibi söylemler asla gündeme gelmezdi. Her bir müslümanın taşıması gerektiğine -bugün de inandığım şekilde- bütün dünya müslümanlarının birliğiidealinin gerçekleştirilmesi yönünde kafa yorulurdu.. Bugün bazıları başka anlayışlara bağlanmış olabilirler. Ama, o gibilerin, bundan dolayı geçmişi de bugünkü geldikleri noktaya göre değerlendirmeye çalışmaları yanlış olsa gerek..
Hemen eklenmeli ki, bugün müslüman coğrafyalarında etnik unsurlar, kavimler adına kurulan yığınla devletlerin olması karşısında, kürd kavmi adına da bir devletin kurulması istenebilir elbette.. Öteki etnik unsurlar adına devletler kurulurken ve onlara karşı çıkmazken, kürd kavmi adına böyle bir devletin kurulması fikrinden yüksünmemek gerektiğini bu satırların sahibi on yıllar öncesinden beri hep dile getirmiştir. Şifa, müslümanların etnik unsurlar adına ve o isimlerle devletler kurmayı zihinlerinden temizlemelerinden geçer.
Ama, İslam inancına ve o inancın dünya çapında yücelmesi idealine gönül vermiş olanların asıl hedefi, bütün müslümanların o dünya sahnesinde, uluslararası diplomaside, İslam Milleti anlayışı halinde ortaya çıkılması idealine indekslenmiş olmalıdır, herhalde.. Elbette, etnik unsurlar veya coğrafî zarûretler üzerine kurulu ayrı ayrı mahallî hükûmetler de olabilir; ama, bu durum, müslümanların dünya çapında tek bir irade etrafında ve tek kalb ve tek yumruk halinde birleşmeleri idealini bertaraf edememelidir.
Bizim dâvâmız ve idealimiz, bugün de, hiç bir etnik- kavmî- ulusal devleti kutsamadan, -elbette realiteye de gözümüzü kapamadan- ideal olanı istemek noktasına kilitlenmelidir.
*
2- Çanakkale, yeni bir ‘ulusal kutsal’a dönüşürken..
1915- Çanakkale Deniz Zaferinin yıldönümü, her yıl olduğu gibi, bu yıl da, 18 Mart günü büyük törenlerle kutlandı. Gelecek yıl, 100. yıl dönümü için daha büyük törenlerin düzenleneceği tahmin edilebilir.
Çanakkale (dünyada bilinen ismiyle, Dardanel) Deniz Muharebesi, muhakkak ki, Birinci Dünya Harbi’nin, neticeleri çok önemli merhalelerinden birisini oluşturur.
250 bin şehid verildi’ denilir, ama, Genelkurmay Başkanlığı, kayıpların 80 bin civarında olduğunu resmen açıklamıştı, birkaç yıl önce.. Bundan hedef, Çanakkale’de can veren müslüman askerlerin aziz hatıralarını küçültmek değildir. Ama, isteyen, istediği rakamı söyleyememelidir, herhalde..
Asıl üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken nokta herhalde şudur ki, Çanakkale Savaşları, M. Kemal’in tarih sahnesine etkili şekilde çıktığı düşünülerek büyütülmekte ve bu durum, hele de son yıllarda belli çevrelerce daha bir vurgulanmakta; 90 yıldır yüceltilen ve putlaştırılan tek kişiyle ilgili o siyaset kâfi gelememişcesine, bir ‘ulusal kutsallık’türetilmeye çalışılmaktadır. Orada yüzlerce-binlerce zâbit ve onbinlerce müslüman asker can verirken.. Bu savaşı sadece, o savaşlarda binbaşı veya yarbay rütbesinde olan yüzlerce subaydan sadece birisi olan M. Kemal’i yüceltmek için kullanıp yaldızlamanın mantıkî bir izahını yapmak zor.. Kaldı ki, kişi için mîzan/ ölçü, son en son halidir.
Konunun karşı çıkılması gereken noktalarından birisi, budur.
*
Üzerinde durulması gereken ikinci nokta; Çanakkale Deniz Muharebesi’nin Alman ve İngiliz generallerinin savaş hünerini sergiledikleri bir savaş olduğu gerçeğini unutulmaması olmalıdır, herhalde.. (Muharebe diyoruz, çünkü, o savaşlar, Osmanlı’nın da ağır şekilde yenildiği ve parçalanmasıyla ve tarihten silinmesiyle neticelenen I. Dünya Savaşı’nın sadece küçük bir bölümünden ibaretti.)
Çanakkale/ Gelibolu’daki Osmanlı Ordusu’nun başkomutanının alman generali Liman von Sanders olduğu unutulmamalıdır. (Bütün Osmanlı Ordularının Başkomutan Vekili ise, Enver Paşa’dır, Padişah’a vekaleten..)
M. Kemal, Gelibolu’da Enver Paşa tarafından vazifelendirilen binbaşı - yarbay rütbesindeki yüzlerce Osmanlı zâbitinden / subayından sadece birisidir. Alt rütbelerdeki bir komutanın da, elbette savaş içindeki bir başarısı veya başarısızlığı bütün bir savaşı da etkileyebilir, ama, bir savaşın ve hele de zaferin, tek kişinin yüceltilmesi için ona mal edilmeye çalışılmasının başka bir hedefi vardır.
*
Üzerinde durulması gereken üçüncü nokta, TRT yayınlarında bile, Çanakkale’deki askerlerin türk askeri olduğunun ısrarla vurgulanması..
Yahu, o zaman, resmî söyleme göre, Türk askeri’ diye bir savaşçı güç yok, çeşitli etnik ve hattâ farklı dinî unsurlardan ‘Osmanlı askerleri’ var. Bunların çok büyük bir kısmı, müslüman, elbette.. Ama, bir kısım gayrimuslim askerler bile var.. Ayrıca, müslüman coğrafyalarının her bir yanından gelmiş gönüllü müslünan askerler de bulunuyordu, bu orduda.. Anadolu’nun her bir köşesinden gelenlerden ayrı olarak Medine’den, Bingazi’den, Bağdad’dan, Musul’dan, Bakû’dan, Kırım’dan, Bosna’dan, Şumnu’dan, İskeçe’den, Kalkandelen’den, Gostar’dan, Mostar’dan, Üsküb’den, Kıbrıs’dan, Manastır’dan, Tunus’dan, Şam ve Haleb’den, Mısır şehirlerinden, Gazze’den, Cezayir’den, hattâ Senegal’den, Hind diyarlarından vs. yüzbinlerce asker.. Bunların hepsi de mi türk kavminden idi?
Buna şimdi, kemalist-laik-türkçü 90 yıllık rejimin oluşturmaya çalıştığı mantığa uygun olarak, sadece ‘Türk askeri’ isimlendirmesi yapmak, komik değil mi?
*
Düşünülmesi gereken dördüncü nokta, bir kısım subaylara veya sivillere, hattâ gencecik kimselere, bu törenlerde, ‘Çanakkale geçilmez..’ diye nutuklar attırılması..
Hamâset de bir yere kadar gerekli sayılabilir belki, ama, acı gerçeklerin görülmesine engel olmamalıdır, bu nutuklar.. 1915’de Çanakkale’den geçemiyenler, üç sene sonra, daha da beter şekilde, Osmanlı’nın 465-70 yıllık başkentine, İstanbul’a girmişlerdir. O zaman, o ‘Çanakkale Geçilmez!’ nutukları havada kalmıyor mu?
1918’de İstanbul’a girenler nasıl gelmişlerdir ve hiç savaşmaksızın, niçin ve nasıl gitmişlerdir? Bu sonuçta, kendilerinin yapmak istediklerinden daha fazlasını yapacak, bir müslüman halkın inancıyla, kültürüyle, bütün ulvî hayat değer ve telâkkileriyle savaşacak ‘yerli’ ; ama kafa ve kalbiyle emperyalistlerin değerlerine ayarlanmış birilerini kendi yerlerine bıraktıklarını görerek ve bunu planlayarak gitmemişler midir? Son 90 yıllık tarihimiz bunun acı ve utanç veren bir şahidi değil midir?
*
Üzerinde düşünülmesi gereken ilginç bir nokta da, Çanakkale Zaferi’nin yıldönümlerinde M. Kemal’in, saldırgan devletlerin Çanakkale’de ölen askerlerini için, o askerlerin devletlerine veya ailelerine hitaben söylediği, ‘Evladlarınız bu topraklar için savaşmışlar ve burada yatmaktadırlar, artık, bizim misafirlerimizdir. Burada huzur içinde yatmaktadırlar..’ gibi tuhaf ya da diplomatik bir atraksiyon gereği söylenmiş sözlerin, çok matah bir şeymiş gibi devamlı tekrarlanması.. Bunu, bu 18 Mart kutlamalarında da gördük.
Bunun insanseverlikle ne ilgisi var?
Bir düşman ki, bizim vatanımıza, bizim canımıza kasdediyor, onla savaşıyoruz, öldürüyoruz, öldürüyoruz; sonra da,‘Onlar da bu topraklar için savaştılar, can vardiler. Artık onlar da burada bizim misafirimizdir, evladımızdır; huzur içinde yatmaktadırlar.’ gibi lafları, kendi ülkemizde, rejime karşı isyan etmiş insanlarımız için de kullanabiliyor muyuz?
Saldırgan düşman askeri, bizim vatanımızda öldürüldüğünde, niye bizim aziz misafirimiz olsun ve saygı ile anılsın ki..
‘Kemalist-laik-türkçü’ rejimin 90 yıllık şefleri, kendi ülkelerinin halkından nicelerine bugün bile, o saldırgan müstevlilerin, emperyalistlerin askerleri için söylenen sözlerin yüzde birini söyleyebilmekteler mi?
*
Bu vesileyle üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, seçim atmosferinde topluma gaz vermek için olabilir denilse bile, Başbakan Erdoğan tarafından sık sık, bayrak vurgusu yapması..
Bayrak, nihayet bir semboldür ve bir devlet hâkimiyetinin sembolü olarak ona saygı gösterilmesi de istenebilir. Ama, âdeta bir bayrak fetişizmine varacak şekilde bir kutsanmasını anlamak zordur. Erdoğan, hemen her seçim mitinginde, bayrak vurgusu yapıyor, ve ‘Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, / Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır..’ mısralarını okuyor ve bu mısraları bir de, ‘hilal ve yıldız şu demektir..’ diye şerh ediyor, kendince.. Kaldı ki, üzerinde kırmızı kan renginin olmadığı bayrak sayısı pek azdır. O halde, bu gibi sözlerin toplumda revaç bulmasına yol açmanın da ayrı bir sorumluluğu vardır.. Çünkü, bir toprağı ele geçirmek için kan döken başkaları da olabilir. O zaman, ‘onlar da vatan için savaşıyorlar, ya da, bir toprağı vatan yapmak için kanlarını ve canlarını fedâ ediyorlar..’ diye, onlar için de saygılı ifadeler mi kullanılacaktır?
*
3- ‘Komplo yok!’, nasıl denilebilir? Ve de, Arınç’tan inciler..
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, son zamanlarda içerde yaşanan gelişmelerin dış güçlere bağlanmasına, bu konuda bir dış komplo olduğundan söz edilmesine ihtimaline karşı çıkmış, bunun doğru olmadığını söylemiş, Kopenhag’da, 18 Mart günü..
Yapmayın Allah aşkına, Abdullah Bey!.
Hele de emperyalist dünyanın medya kuruluşları, aylardır, Tayyîb Erdoğan’ı, onların Türkiye’den besleyicisi durumunda olan malûm cemaatin sözcülerinin ve Pennsylvania Şeyhi’nin bütün dünyaya yansıyan çılgınca beddualarına paralel olarak, ‘Cihadist, eEl’Qaideci, İkhwan’cı, Neo-Osmanlıcı.. vs.’ diye emperyalist ve sionist odaklara ispiyonlarken, bu entrikalar sizi hiç mi düşündürtmüyor mu?
İst.-Taksim-Gezi Hadiseleri’nde başına bir nesne çarpıp yaralanan ve 9 ay komada kaldıktan sonra geçenlerde ölen 14-15 yaşında bir çocuk hakkında, New York Times gazetesinde binlerce dolar verilerek yayımlanan ölüm ilânı da mı sizi düşündürmüyor, bir komplonun varlığı konusunda..
*
Ya, Bülend Arınç’a ne demeli?
Yine problemli bir hissîlik- duygusallık.. ..
‘Hocaefendi'yi ayrı bir yere koymak gerek!.’ demiş, 19 Mart günü, Bursa’da bir tv. kanalına verdiği mülâkatta..
Başbakan Erdoğan’ın hemen bütün seçim mitinglerinde ve konuşmalarında son iki aydır devamlı olarak, ‘devletin emniyet, istihbarat ve yargı gibi en önemli organları içine sızmış’ bir paralel yapıdan ve örgütten bahsedişi, bazen sıkıcı noktalara kadar bile gelmiş olabilir. Hele de, F. Gülen’in çok eskilerdeki sözlerini yeni duyuyormuş gibi şimdi eleştirmesi, hiç de hoş olmayan politik bir tavır.. Çünkü, o, o sözleri söylerken, Erdoğan bu konuları bilmiyor değildi, ama, karşı çıkmıyordu.. Ama, şimdi, o, sözünü ettiği paralel yapı ile, örgüt ile neredeyse tek başına mücadele ederken, onların o eski yanlışlarını da yeni yeni gündeme getiriyor.. (Tabiatiyle, onlar da Erdoğan’ın F. G. lehindeki eski sözlerini çıkarmakla meşguller..)
Erdoğan’ın uslûbundaki kızgınlık ve kırgınlık da, belki, sadece iyiniyetinin suistimal edilip, arkadan hançerlenmiş duruma düşürülmüş olmasından değil, yakın arkadaşlarından bile tam destek bulamamış olmasından da kaynaklanıyor
Sözkonusu Cemaat’in adına hareket ettiğini söyleyenlerin elindeki gazete ve tv. kanallarının ve de ‘abla’lar ve ‘abi’ler denilen kalburüstü isimlerin ağız birliğiyle Tayyîb Erdoğan’ı, ne yapıp edip zayıflatmak ve iktidardan uzaklaştırmak için amansız bir mücadeleye girdikleri ve hattâ öğrenci evlerinde Erdoğan için Tebbet okumaları ve emsali beddua seanslarının düzenlendiği, bu yolda yalan-yanlış herşeyi kendi hedeflerine varmak için mübah bildikleri ortada..
Erdoğan, evet, tek başına direnmeye çalışıyor..
Ve en yakınındaki yardımcılarından, bile gerekli desteği göremiyor.. Ve o arkadaşları, bir taraftan da, Tayyîb Erdoğan’ı direkt olarak suçlamıyorlar veya yanlış yaptığını söylemiyorlar. Ama, F. Gülen’in rencide edilmemesinde neredeyse hemfikirler..
Halbuki, F. Gülen ve çevresindekilerle onları planlayanlar, diledikleri gibi at koşturuyorlar ve ve hattâ, Zaman Gen. Yy. Md. E.Dumanlı 19 Mart akşamı, Cemaat denilen kendi taifelerinin AK Parti dışındaki partilere oy vereceklerine dair görüşlerini net olarak söylüyordu, CNNturk’de, C. Özdemir’in proğramında..
Böyleyken, şimdi de Başbakan Yard. Bülent Arınç, ""Bunu söylemek doğru mu bilmiyorum, ama, ... bugüne kadarki konuşmalarıyla, yaşantısıyla, tarzıyla Hocaefendi'yi bir kenara koymak ve onun üzerinden bir şeyler yapmamak gerektiğini düşünüyorum" demiş, sözkonusu tv. kanalında.. Üstelik de Arınç, F.Gülen’in kendileri hakkındaki son beyanlarını da okuduğu halde; ‘Şimdi beddua etmiş yine veya lanet okumuş. Duygusal bir insandır Hocaefendi, daha evvel de buna benzer bir şey yaptı ve belki de kırılma noktası o..’ ... Biz her şeyi yok kabul etmiyoruz ki.. 'Bu da geçer ya hu' diyoruz. Burada yanlış, hata yapanlar cezasını çekecek. Çünkü bilerek hata yapıyorlar. Bilerek kötülük yapıyorlar, hata yapmıyorlar. Başbakanımız da arkadaşlarımız da ona çok üzüldü. Onlar, 'İslam'da bunun (beddualaşmanın) yeri vardır' diyorlar. Mülaane diye bir şey. Ben de ilk defa duydum, belki de vardır. Yani 'Kendimizi de işin içine koyarak lanet veya beddua okuyoruz, Peygamber de böyle yapmıştı' diyorlar. Ben orasını bilmem, ama lanet okumaya gerek yok. Niye lanet okuyorsun?" diye eklemeyi de ihmal etmemiş.. Arınç, bunları söylerken, Hz. Peygamber (S)’in o gibi durumları müslümanlara karşı değil, müşriklere ve diğer gayrimuslimlere karşı yaptığını hatırlamamış.. (Kaldı ki, bizzat F. Gülen, daha 6-7 ay öncelerdeki bir konuşmasında, beddua etmenin kabul edilemezliğini belirtip, bedduaların gayretullah’a dokunacağını, dönüp kişiyi vuracağını da söylemek gibi kendisinin bugünkü haliyle yaman bir çelişkiye düştüğünü göstermiş ve bugün, aklına gelen ilk sözün neredeyse beddua etmek olduğunu hatırlamıyacak bir kin sarmalı içine düşmüş iken..)
İşte bu noktada, Arınç’ı anlamak zor.. Hatırlanacağı üzere, daha iki hafta öncelerde de, ‘Muhterem hocaefendi, bir konuşma yapsa, memlekete huzur gelir..’ diyerek, kendisine aid vazifeyi başkalarından bekleyen ve bir yönetici açısından, ancak acziyet ilâmı sayılabilecek ve annesi tarafından dövülen çocuğun, dövüldükçe anasına sığınması gibi bir tuhaf tavır..
Hem, yine beddualar ettiğinden söz edeceksin, hem de onu tartışmaların içinde tutmamak gerektiğini söyleyeceksin..
Anlaşılır şey değil.. Erdoğan ise, ‘Ben böyle bir insana saygımı kaybettim; böyle bir insana saygı duyarsam, kendime saygısızlık yapmış olurum..’ demekte..
Arınç, hâlâ, ‘hocaefendi’sinden söz ederken, "Söyleyecek tek cümle var, 'Bu tuzakları kuranlar bizden değildir, bu dinlemeleri yapan, iftiraları atan, bu montajları yapan bizden değildir. Bizim hükümetle bir meselemiz yoktur. Biz Türkiye'nin selametini istiyoruz ve kim ki bize mensub olduğunu iddia ederken bu işleri yapmışsa onu reddediyoruz' dese, mes’ele kalmayacak bizim açımızdan. Ama, bu yapılmadı." demeyi de ihmal etmiyor. Hâlâ, boş ümidler, ham-hayaller.. Ve de ülkenin huzurunun sağlanmasını, en hafifinden bir klinik vak’a olan kişinin dudağından çıkacak sözlere bağlayışlar..
Erdoğan, 11-12 yıllık başbakanlığının ancak son üç senesinde, -o da ancak, anayasa değişikliğiyle kanûnî zeminleri oluşturduktan sonra - biraz biraz insan hak ve özgürlükleri konusuna eğilmek imkanı bulabilmişken; Arınç’ın ’Hocaefendi’si ise, tam da bu son üç seneyi insan hakları ve özgürlüklerinin kısıtlandığı dönem olarak niteleyebiliyor, siyaset mühendisliğine soyunmuşluğunu tekrar sergiliyor ve “Demokratik talepler, çevre duyarlığıyla masumane bir şekilde başlayan eylemler oldu. Hoşgörüyle yaklaşılabilirdi. Gidilip nabızları tutulup dertleri dinlenebilirdi. Tam tersine şiddetle bastırıldı. Oraya yapılacak bir AVM, bir damla kan eder miydi?” ifadelerini kullanabiliyor; ve böylece ya, o oyunun niçin ve nasıl tezgahlandığını bilmiyor; ya da bilmezlikten geliyor, konuyu bir AVM mes’elesi olarak göstermeye kalkışıyordu..
Mâdem ki öyle, demezler mi insana; ’Efendi, siz İsrail’i otorite olarak kabullenmişken ve geçmişte, generallere selâm durup, okullarınızı, dershanelerinizi devlete vermeye amâde olduğunuzu açıklamışken; şimdi n’oldu da, bir örgütünüzün veya hattâ Cemaatinizin maslahat ve menfaatleri için, 80 milyonluk dev nüfuslu bir ülkeyi böylesine gerilimlere sürüklemekten çekinmiyorsunuz. Allah huzurunda sorumluğunuzu düşünmüyor musunuz?
Bir müslümana fir’avun ve tımarhanelik benzetmesi yaparken, en ağır bedduaları ederken, geçmişte kimlerini önünde nasıl eğilip büküldüğünüzü hatırlamadınız mı?
Ve değer miydi, 90 yıllık kemalist-laik rejim boyunca hep ağır baskılar altında kalmış müslüman bir halkın ilk kez, 10 yılı aşkın bir süredir, sırf müslüman olduğundan biraz rahat edebildiği bir döneme böylesine karşı çıkıyorsunuz ve cemaatinize de, bu millete 90 yılın bütün laik baskılarını yaşatmış olan partileriyle işbirliği yapmaları ve onlara oy / destek verilmesi çağrıları yapabiliyorsunuz, değer miydi?’
Evet, böyle denilse, ne derdiniz, F. G. Bey!!..
*
Yâ Rabb, aklımızı Sen koru!.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Haklılar Güçlü Olmazsa, Bâtıl Sahneye Hakk Gibi Fırlar!

21 Mart Cuma akşamı, Hakan Albayrak kardeşimizin bir konuşması vardı, Köln- Porz’da.. Toplantıyı, AK Parti’nin Avrupa’daki STK mahiyetinde görülen UETD isimli kuruluş tertib etmişti.


Hakan, taşkın heyecanlı bir gönül adamıdır. Ama, yazdığı kısa makalelerdeki vurucu ifadelerde onun derinliği pek farkedilemiyebilir, gerçi, ‘dışyüzüne o sızar, iç yüzünde ne var ise..’ diyebilenler onun fikrî derinliğini bilseler bile..
Hakan, o akşamki konuşmasıyla, sanıyorum, kendisinin bu iç dünyasından yakînen bilgi sahibi olmayanları şaşırtmış olabilir. Çünkü, yüzlerce insanın heyecanla, ilgiyle izlediği ve kesintisiz üç saati bulan o konuşmasını dinleyenler, onun heyecanı kadar derinlikli bir dünya görüşünün de olduğunu ve tarihimize nasıl tutarlı bir bakış açısıyla bakabildiğini farkettiler, herhalde..
Hakan, müslümanların tarihte pek çok yenilgiler yaşadığını ve ama hiç birisinde devletlerinin bütünüyle yok edildiğine rastlamadıklarını; ama, Birinci Dünya Savaşı sonundaki ağır yenilgisinin ardından Osmanlı Devleti’nin parça parça edilip yokedilmesiyle, müslümanların devletlerini tamamiyle yitirmek gibi bir facia ve büyük bir travma yaşadığını ve müslümanların bu travmanın etkisini üzerlerinden uzun zaman atamadığını ve bu yüzden, 1970’li yıllarda, Muhammed Ali’nin boks maçlarındaki galibiyetlerden bile büyük sevinç ve gurur duyduklarını, onun zaferini İslam’ın zaferi gibi algıladıklarını; uzun bir zaman dilimi boyunca ezilen müslüman halkların bir boks maçı zaferini bile bir kimlik ve şahsiyet gösterisi olarak güç devşirmelerine şaşmamak gerektiğini söylüyordu..
Hakan, sözü daha sonra günümüze getirerek, alınan mesafelere değindi ve Tayyîb Erdoğan’ın özellikle Davos’ta sergilediği, ‘One minute!’ diye meşhur olan ve İsrail rejimi C. Başkanı Şimon Perez’e karşı sergilediği müthiş tavrın, hemen bütün müslüman coğrafyalarında, tasavvur edilemiyecek derecede büyük bir heyecan meydana getirdiğini, bir kendine gelmek hamlesi olarak algılandığını ve bunu o sırada gezide bulunduğu Libya- Fizan ve Tunus’da, bizzat gözlemlediğini, köşelerine çekilip kaderin ağını örmesini bekleyen kitlelerin, Erdoğan’ın o çıkışıyla âdetâ sihirlenmiş gibi yeniden kendilerine geldiklerini ve bu hususta, bir T.C vatandaşı olduğunun anlaşılmasıyla, halk kitlelerinin kendisine bile nasıl heyecanla yaklaştıklarına dair ilginç şahsî gözlemlerini aktarıp, Tayyîb Erdoğan’ın dünya siyaset sahnesine çıkışıyla, müslüman toplumların kaderinde yeni bir merhaleye geçildiğini anlattı.
Erdoğan’ı yıllarca eleştirmiş olan Hakan’ın şimdi onu bu kadar sahiblenmesine şaşıracak olanlar için, o, lafı evirip çevirmeden, ‘Evet, ben Tayyîb’in iç ve dış siyasetlerini büyük çapta destekliyorum.’ diyordu. ‘Çünkü, benim hayal ettikleri, o uyguluyor.. Ben, kızımın üniversitede İslamî örtüsüyle okuyup okuyamıyacağını düşünürken; o, kamu hizmetlerinde hanımların inançlarının ölçülerine göre giyinip çalışmasının bile yolunu açtı..’
Ama, Hakan’ın sözlerinin topluma gaz vermek mahiyetinde olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü, gerçekten de dolu bir konuşmaydı.
Nitekim, bu toplantıyla yetinmeyen 40 kadar arkadaşın, Porz’da bir arkadaşın evinde, gece yarılarına kadar üç saat daha devam eden özel sohbet de aynı minval üzere devam etti.
*
Evet, dış güçleri suçlamadan, kendi hatalarımızı görmeliyiz!
Bu toplantının ardından, 24 Mart günü, bir röportaj okudum, Hürr. gazetesinde..
Osmanlı’nın son döneminde, İstanbul nezdinde hiç de azımsanmıyacak bir itibarı olan ve amma, daha sonra ingiliz emperyalizminin oyununa gelip, Umman Denizi’nden taa Atlas Okyanusu sahillerine kadar uzanan geniş coğrafyalarda kurulacak bir Arab İmparatorluğu’nun başına getirilmek vaad ve hayalleri’yle kandırılan, Osmanlı’nın Mekke Emiri ünlü Şerif Huseyn’in neslinden olan ve ve hâlâ Prenses diye anılan Nesrin bin eş’Şerif bin Faysal bin Huseyn el’Hâşimî isimli bir akademisyen hanımla yapılan bir röportaj..
Hatırlanacağı üzere, Şerif Huseyn o hayallerle ingilizlerin oltasına takılmış, ama, Osmanlı dağıldıktan sonra, ingilizler onun iki oğlundan birisini Ürdün diye icad ettikleri bir devletin, bir diğer oğlunu da Irak diye tesis ettikleri bir diğer devletin başına kukla birer kral olarak kondurmuşlar; kendisini de Kıbrıs- Larnaka’ya sürmüşlerdi.
Genetik ilmi konusunda bir uzman olan sözkonusu akademisyen Nesrin Hanım, işte o Şerif Hüseyn’in oğlu olan sâbık Irak Kralı’nın torunu.. 1958’de Irak’da meydana gelen ve kraliyet ailesinin ve İngilizlerin Irak’daki 40 yıllık maşası sadrâzam Nurî Said Paşa’nın sokaklarda sürüklenerek korkunç şekilde öldürülmesinden sonra, Kuveyt’e sığınan ailesinin çocuğu olarak orada dünyaya gelmiş.. İngiltere ve Amerika’da tıb tahsili yapan Nesrin Hanım, Harvard Uni.’de kanser araştırmaları yapmış.. Şimdi ise, Londra’da genetik alanındaki çalışmaları destekleyen bir vakfın başında..
Ama, bu akademisyen hanım, geçmişte, son 100 yılda yaşananları anlamaya, değerlendirmeye de kafa yoruyor anlaşılan..
Nitekim, ’İngiltere’ye okumaya giderken Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arab ülkelerine dayatılan kaderde büyük rolü olan Batı’ya karşı önyargılarınız var mıydı?’ sorusuna ilginç ve hepimizi üzerinde düşünmeye davet eden bir karşılık veriyor..
’Aslında ülkelerimize dayatılan tarih, sadece Batı’nın ürünü değil.. Ailemin kaderini değiştiren Batı’dan önce Osmanlı’nın yaptığı hatalardır. Tarihte yaşananlar net bir şekilde ortada duruyor. Bazıları şimdi o dönemki meselenin Arablardan kaynaklandığını söylüyor. Türklerle Arabların arasının hiçbir zaman iyi olmadığını savunuyor. Dedemin babası Şerif Hüseyin ayaklanmasaydı her şey sütliman olacakmış gibi anlatıyorlar. Oysa, her şeyi başlatan Enver ve Cemal Paşa’ların politikalarıdır. Arab entelektüellerini asan da, Arab halkına yüksek vergiler koyan da, Kuran dili olmasına rağmen insanların arabça konuşmasını yasaklayan da, mezhebe dayalı ayrımcılık yapan da onlardır. O dönemde yaşananlar elbette arablarda bağımsızlık duygusunun fitilini ateşlemiştir. Batı, ondan sonra geldi ve fırsattan istifade etti.’
Bu sözlerin tamamına doğru denilemese bile, bütünüyle yanlış da denilmemelidir. Ama, hele de İttihad- Terakkî liderlerinin türkçü siyasetlerinin o dönemi tamamiyle zehirlediğini görmek gerekiyor.. Hele, Suriye Genel Valisi olan ve hâlâ da saffâk / kan dökücü sıfatıyla birlikte anılan ve Suriye- Lübnan, Filistin’de ve Ürdün’de bir sultan gibi hükümet eden Cemal Paşa’nın icraatı..
Ki, (merhûme) Münevver Ayaşlı hâtırâtında, çocukluk yıllarında okuduğu Şam’da, Cemal Paşa’nın idâm ettirdiği onlarca insanın soğuktan donmuş cesedlerini, bir at arabasına ayakta durur vaziyette dimdik dizip, Şam caddelerinde dolaştırarak, halk kitlelerine nasıl gözdağı verdiğini anlatır.
Ünlü sembolik şair Ahmed Hâşim ise, Bağdad doğumlu, arab kavminden bir Osmanlı vatandaşı olarak 100 yıl öncelerde, türkçüler tarafından nasıl dışlandığının acılarını, rûhî sancılarını, Halide Edib Hanımefendi’ye..’ başlığıyla, İctihad dergisinin 7 Teşrin-i Sâni 1918’de yazdığı bir tenkıd / eleştiri yazısında dile getirir ve Cemal Paşa tarafından Suriye’ye dâvet edilen Halide Edib’e, Cemal Paşa’nın Suriye’de yaptığı idâmlar karşısında sessiz kaldığı için ağır eleştiriler dile getirir ve şöyle der:
’Paşanız sizi dumanlı ve parıltılı otomobilleriyle, bir Neron eğlencesini seyir için Suriye’ye dâvet etmişti.(…) Vahşi Afrika’ya giden misyonerler gibi gururlu ve düğüne gidenler gibi neş’eliydiniz. (…) O sırada Suriye’de insanlar öldürülüyordu. Paşa’nın askerleri, insanları bağlıyor, mahkemeleri bunları mahkûm ediyor, cellâdları bunları asıyor ve genç kâtibleri altın kalemlerle ve vekayii, kasideler haline koyuyor ve paşa memnun, mağrur; maktûllerin tebessümlerine verdiği ziyafetlerde sarhoş olup sakalı içinde sızarak hülyalarını, kızıl gözlerle dumanlar içinde seyre dalıyordu. (…) Suriye’de arabların öldürüldüğü günlerde Suriyeli annelerin, hemşîrelerin (kızkardeşlerin), zevce ve ma’şukaların altında gizlice ağladıkları namütenahî (sonsuz) damlara nâzır, mutantan otel teraslarında yeşil portakal yaprakları kokan Suriye gecelerinde sizin gülmemiş olmanız lâzım gelirdi..’
Bu sözlere bakıp da, arab kavminden olsa bile, Ahmed Hâşim, bir arab kavmiyetçisi sanılmamalıdır. Çünkü, o daha önce de, Çanakkale savaş alanlarını gezmeye davet edilen yazarlar- şairler hey’etine, sırf arab kökenli ve Suleyman Nazif de kürd olduğu için, sırf türk olmadıkları ve bu heyecanı tam olarak yansıtamıyacakları gerekçesiyle dâvet olunmamışlardı. Halbuki, Ahmed Hâşim, Çanakkale muharebelerinde levazım subayı olarak bizzat bulunmuştu.
*
Dr. Nesrin Hanım’ın sözlerine tarihin bu arka planına bakarak da yaklaşılmalıdır.
Nesrin El’Hâşimî- İngilizlerin rolünü konuşmayacak mıyız? Sonuçta dedeniz bir şekilde İngilizlerle işbirliği içine girmedi mi?’ sorusu karşısında ise, şöyle diyor:
’İngilizlerin resme girmesiyle elbette olaylar başka bir hal aldı. Sykes-Picot Anlaşması’nı Londra’da şaraplarını yudumlarken kaleme alanlar Arab toprağını işgal ettiler. Afrika’yı böldükleri gibi Ortadoğu’yu da kafalarına göre böldüler. Demem o ki; bizlerin kaderini değiştiren hem Osmanlı, hem Batı, hem de Arabların kendisidir.
Bugün Batı ile ilgili duygularım karmakarışık. Bunu anlamak ve anlatmak güç; ailenizi öldürenler; gün geliyor yalnız kaldığınızda size elini uzatan oluyorlar. İngiltere’ye gidişim aslında kendi tercihim değildi. Ama şimdi seviyorum. İngiltere’nin politikalarını sevmiyorum ama insanını ve sistemini seviyorum. Bizim coğrafyadaki liderlerin aksine oradaki liderler halkın hizmetkârı..’
-Bu anlattıklarınızın üzerinden 100 sene geçmesine rağmen, neden Arab dünyası hâlâ gerçek anlamda bir sıçrama yapamıyor?’
’Dedem (…)Irak’a kral olduğunda tarih 22 Ağustos 1921’di. (…) 1958’te askeri darbe olduğunda Irak oldukça gelişmiş bir ülkeydi. Askerî darbeden sonra geriye gidiş başladı. O gün bugündür tam olarak toparlanamadık bir türlü. Arab halkı 50 yıl boyunca kafasını kaldırmadan baskı altında yaşamaya maruz bırakılmış. ‘Allah büyüktür’ deyip geçip gitmekten başka bir şey bilmemiş.
Bir kuş kafeste doğmuşsa, kafesin kapısını açtığınızda hemen uçup gidemez. Düşe kalka, kafasını duvarlara vura vura uçmayı öğrenir. Arab halkı da özgürlüğün ne anlama geldiğini yeni öğreniyor. Babam 1990’da kaleme aldığı kitapta ‘Yeni Sykes-Picot yazılıyor’ demişti. Hâlâ o süreçteyiz. Yine herkes bir parça koparmanın peşinde. Böyle bahar olmaz. İşlerin kötüye gittiğini düşünüyorum maalesef.(…)’
Bir diğer hassas konu da soruluyor Nesrin Hanıma..
- İnançlı Müslüman kadınların dış görünüşü bizimki gibi ülkelerde daima bir tartışma konusudur. Biz bu tartışmadan daha yeni yeni çıkıyoruz. Hazreti Muhammed’in soyundan gelen bir kadın olarak Batılı bir tarzı tercih etmiş olmanız Irak’ta sorun mudur, mesela?’ ve Arab ülkelerinde yükselişte olan bazı radikal İslamî akımların özellikle kadınlar üzerinde son derece baskıcı uygulamaları olduğunu biliyoruz. Radikal akımlar neden itibar görüyor?’ sorularına cevabı da ilginç, Nesrin el’Hâşimî’nin..
’Ben bu dine sorgulamadan inanmış biri değilim. Uzun yıllar çalıştım üzerine, Kur’an’ı ezbere bilirim. Her sabah Kur’an dinleyerek güne başlarım, beş vakit namazımı kılarım, orucumu tutarım. Alkol kesinlikle almam. Ama hicaba girip girmemek kişisel bir tercihtir. Ülke yönetimlerinin örtünme konusunda baskı yapmasına sonuna kadar karşıyım. Allah bize seçim hakkı tanımıştır.’
(Radikal akımlar konusunda ise..) İnsanlar Kur’an’ı kendileri okumadığı için bunlara inanıyor maalesef. Gücü elinde tutmaya çalışan bazı din adamları halkın bu konulardaki cehaletini kullanıyor. Bugün radikalizm aslında sadece İslamiyet’te yok. Ama, İslamiyet’in (müslümanların) bugün bir Cahiliye döneminden geçtiğini de kabul etmek durumundayız. Radikaller eşitlik ve özgürlüğe inanmıyor, şiddete başvuruyor. Peki, neden mi takipçileri var?
Buna sizde çok popüler olan dizi ‘Kurtlar Vadisi’nin bir bölümünden örnekle yanıt vermek isterim. İsrailli bir adamla Amerikan istihbaratından bir başkası arasında şöyle bir diyalog geçiyor.
İsrailli elinde tuttuğu Kur’an’ı göstererek, ‘Bunu yok etmek istiyorum, bütün sorunlarımın kökeni burada’ diyor. Amerikalı ise, ‘Ben bunu yok etmek yerine bunun yeni bir yorumunu getiririm ve insanların ona inanmasını sağlarım’ diyor. İşte bugün olan, tam da bu. (…)’
*
Suriye Buhranı’, tahribatını, yeni boyutlar kazanarak sürdürüyor.
Bu arada, Suriye Buhranı’nın ve daha doğru bir ifadeyle Suriye İç-Savaşı’nın geldiği nokta oldukça ilginç..
Yığınla gruplar mücadele meydanında.. Ve pek çoğu da ‘cihad ettiklerini’ düşünüyorlar ve her birisinin de elbette bir lideri, bir Emîr’i var.
Tabiatiyle, her Emîr de itaat istiyor bağlılarından ve ayrıca her grup da, ‘gerçek cihadın kendileri tarafından yapıldığını, sadece kendilerinin, -hadis diye nakledilen rivayetlerde sözü edilen- fırqa-i nâciye / kurtulmuş fırqa- taife olduklarını ve gerçek bir cihadda yer almak için diğer bütün grupların da kendilerine iltihak etmeleri gerektiğini ve kendi Emîr’lerinin itaati altına girmelerini şart koşuyor. Aksi halde, itaat etmiyenlerin ‘mufsid /fesad çıkaran, fesada uğratıcı)’ olarak nitelenip, ‘mufsid-i fi’l-arz (yeryüzünde fesad çıkarıcı)’ sıfatıyla en ağır cezalara çarptırılacaklarını açıklıyorlar.
Ve bu dar ve katı anlayışla, kendileri gibi düyünmeyen müslümanları bile, gözlerini kırpmadan, hem de ibret-i müessire / etkili bir ibret levhası olması ve başkalarına da gözdağı olacağı hayaliyle korkunç şekilde katlediyorlar ve bu cinayetlerini, başkalarına da ders olması ümidiyle videoya çekilip bir iftihar tablosu olarak internetlerden yayımlıyorlar.
Bu aynı zamanda onların kendi güçlerini daha bir eritmek mânâsına da gelir.
Böyleyken, Suriye Baas rejimi, Lübnan Hizbullah güçleri ve İran medyası aylardır ‘zafer’lerini ilan etmelerinin ân mes’elesi olduğunu açıklayıp durdukları halde, birkaç cebhede birden savaşan rakibleri karşısında bir türlü netice alamıyorlar.
Bu da, onların nasıl bir çıkmazda olduklarını göstermektedir.
Geçtiğimiz günlerde, İran’ın etkili stratejik yorum sitelerinden olan ‘tabnak.ir’de yer alan bir stratejik değerlendirmede İran’ın Hizbullah’ı desteklemekten başka çaresinin olmadığına ve çünkü, İran’ın desteği olmaksızın Hizbullah’ın ayakta kalamıyacağına, Suriye rejimi yenilgiye uğratıldığı takdirde İran’ın Hizbullah’a yardım yolunun da kesileceğine, başka bir çözüm yolunun olmadığına değiniliyordu.
Yani, aylarca önce Rusya’nın ‘Suriye için savaşmayız!’ şeklindeki açık beyanı Suriye Buhranı’nın çözümü için yetmemekte.. İran, kendi kurguladığı dışında başka bir ihtimalin gerçekleşmesine ‘olabilir’ gözüyle bakmadığı için olmalı, 51 yıllık Suriye Baas rejimi diktatörlüğü ve 45 yıllık (Baba-Oğul) Hâfız- Beşşar Esed Hanedânına desteğini vargücüyle sürdürüyor ve Lübnan Hizbullah Teşkilatı’nı da bu konuda bütünüyle vazifelendirmiş bulunuyor. Sanki, Suriye’deki bu diktatörlük rejimi devrilecek olsa, kurtulan Suriye müslümanlarının, sionist İsrail rejimine karşı her zamankinden daha çetin bir şekilde mücadele vermiyeceklerine dair ellerinde bir kesin bilgi varmış gibi..
Yüzlerce yıllık bir Şahlık diktatörlüğüne karşı çetin bir mücadele verip, büyük bir inqılab hareketini gerçekleştirmiş olan bir 35 yıl sonunda, gelinen nokta, evet, sadece esefle karşılanacak bir durum..
Yazık, çok yazık!
*
NATO, Türkiye için değil; Türkiye NATO için vardır!
Bu arada, kısaca, 23 Mart günü bir Suriye uçağının Türkiye hava sahasının ihlâl ettiği gerekçesiyle Türkiye savaş uçaklarınca vurulup düşürülmesine de kısaca değinelim.
İng. Daily Telegraph gazetesi, 24 Mart günü, bir Suriye savaş uçağının düşürmesiyle ilgili yorumunda, savaşın NATO'nun doğu sınırını tehdid etmeye başladığını gündeme getirerek şöyle diyordu:
‘Erdoğan'ın son aylarda sık sık başvurduğu Batı karşıtı söylemine rağmen, Türkiye hâlâ NATO üyesi ve topraklarına yönelik bir saldırı, teoride, beşinci madde, NATO'nun müdahalesini gerektiriyor"
Aynı gazetede, Richard Spencer imzalı bir analizde ise, 'sınırda yaşanan bu olayın, Esed'e karşı yürütülen savaşın ne kadar yanıbaşımızda olduğunu gösteriyor.
Türkiye NATO'nun önemli ve değerli bir üyesi. Eski Sovyetler Birliği, İran ve Arab dünyasıyla sınır komşusu. Sınırlarında olanlar, NATO sözleşmesinde saldırıya uğramaları halinde diğer üyelerin yardımına koşulmasını öngören madde uyarınca İngiltere için de önemli. Hükümet ve kamuoyu bunu istemese de bu, İngiltere'nin de kolayca savaşın içine çekilebileceğini gösteriyor.
Fakat pratikte durum öyle değil.. İttifak sözleşmesinin meşru müdafaa sözleşmesi, İngiltere'nin savaşın içine çekilme olasılığını azaltıyor. Bunun nedeni, başından beri Esed'in, Batı'nın Rusya'nın vetosuna takılmamak için BM Güvenlik Konseyi'ni by-pass ederek askerî müdahaleyi hukuki açıdan haklı gösterecek bir gerekçe aradığını bilmesi. Türkiye'ye misilleme, bu gerekçeyi sağlayacak. Bu nedenle Esed'in kendini frenlemesi daha da muhtemel.."
Suriye Dışişleri Bakanlığı ise, konuyla ilgili açıklamasında Kılıçdaroğlu’nun ağzıyla konuşuyor ve şu ifadelere yer veriyordu: “Suriye’de yaşanan krizin başlangıcından bu yana, Türkiye’nin devam ettirdiği tutum bugün Kesep bölgemizde Suriye’nin egemenlik hakkını ihlal ederek girişilen askerî saldırganlığa kadar uzanmıştır. Suriye bu tutumu reddetmektedir. Türkiye, Suriye’nin egemenlik haklarına karşı şimdiye kadar eşi görülmemiş ve açıklanamaz bir düşmanlık sergiliyor. Bu saldırı, yolsuzluğa batmış ve halkı tarafından istenmeyen Erdoğan’ın başarısızlığının ve iflasının ilânından başka şey değildir..’
Bu açıklamayı yapan Suriye Baas rejimi, iki sene önce, Türkiye’ye aid bir savaş uçağının Akdeniz’e çakılmasındaki sorumluluğunu hatırlamak bile istemiyordu. Hatırlanacağı üzere, o savaş uçağının direkt olarak vurulamadığı anlaşılmış olsa bile, Suriye güçlerince ön ihtarsız olarak atılan bir füzeden korunmak isterken yaptığı sert manevra neticesinde denize çakıldığı belirlenmişti ve üstelik ilk anda, Suriye, bu uçağı kendisinin vurduğunu zannetmiş ve açıklamasını o yönde yapmıştı.
CHP G. Başkanı Kılıçdaroğlu ise, Beşşar Esed’in sözcüsü imişcesine Tayyîb Erdoğan’ı suçluyor ve Suriye uçağının düşürülmesinin, bir seçim yatırımı olabileceğini ileri sürebiliyordu, F. Gülen’in medya organlanın ağzıyla..
*’Irak- Şâm İslam Devleti’ (IŞİD) örgütü böyle buyurmuş..
Suriye Buhranı böyle bir çizgi takib ederken..
Ya, kısaca IŞİD diye anılan ve açılımı (Irak- Şâm İslam Devleti) şeklinde olan ve ’El’Qaide’ bağlantılı olduğu iddia olunan ve Irak ve Bilâd-ı Şâm’da (yani, Suriye coğrafyasında) bazı bölgelerde etkili olduğu anlaşılan silahlı mücadele grubunun, Türkiye’yle de yüzyüze gelmesine ne demeli?
Şöyle ki, Osmanlı çöktükten sonra, Suriye ve Lübnan’ı kendi sömürgesi haline getiren Fransa, 20 Ekim 1921’de Ankara Hükûmeti ile imzaladığı ve Ankara Hükûmeti’nin bir yabancı hükûmetiyle imzaladığı ilk anlaşma ve dolayısiyle ilk kez diplomatik taraf kabul ediliş belgesi olan Ankara Anlaşması’nda, Rakka civarında, Fırat üzerindeki Caber Kalesi ve (Osman Gazi7nin büyük dedelerinden olan) Süleyman Şah’ın türbesinin Türkiye sınırından 40 km. kadar güneyde olduğu halde, yurt dışındaki ve 8 dönümlük kadar olan tek toprak parçasını Türkiye’ye aid olarak hükme bağlamıştı ve orayı Türkiye 25 askeriyle korumaktaydı. Bu durum, 1923- Lozan Andlaşması’nda da korunmuştu.
Bu Caber Kalesi’nin etrafı, son haftalarda, IŞİD denilen silahlı mücadele örgütünün kontrolüne geçmişti. Türkiye ise, bu kaleye dokunalacak olursa, aynen Türkiye’ye saldırılmış gibi karşılık verileceğini açıklamıştı.
Ancak, IŞİD adına hareket ettiklerini söyleyen ve yüzleri kapalı olan 3 kişinin önünde oturan örgüt sözcüsü, " Türkiye devleti Müslüman değildir. İslam toprağı olan Haleb’deki bu kabri biz şirk kabul ediyoruz ve 3 gün içinde bu kabir buradan taşınmadığı takdirde kabri yerle bir ederiz.." deniliyordu.
15 Mart’ta verilen ve 18 Mart’ta sona eren bu mühlete itibar eden olmamıştı. Bunun üzerine, evet, Caber Kalesi’ne saldırılmamıştı, ama, IŞİD militanları Niğde- Ulukışla yolunda, 20 Mart günü, ortalığı kana bulamışlar, yol kontrolü yapan bir astsubay ve bir polisle, bir de kamyon şoförü olan sivil bir kişiyi katletmişler ve kaçmaya çalışırken yakalanmışlardı. Bu kişilerin İsviçre, Makedonya ve Almanya vatandaşları oldukları, arabça konuştukları ve Suriye’den silahlarıyla birlikte Türkiye’ye giriş yapıp, hedeflerinin Ankara veya İstanbul’da yapacakları eylemler olduğu sanılıyordu.
Bu kişilerin yabancı uyruklu olduğu anlaşılınca, Niğde’de protesto gösterileri daha bir geniş katılımlı olmuş ve hastahaneyi basıp yaralı ’militanları linç etmek isteyen binlerce kişi güçlükle önlenebilmişti. Kaçan ve Makedonya’lı olduğu anlaşılan M. Zâkirî isimli bir ’militan’ ise, Pozantı civarında, bir bakkaldan aldığı ekmek karşılığı olarak 50 dolar verip gidince şübhe çekmiş ve yakalanmıştı.
Niğde’deki saldırıyı gerçekleştiren IŞİD üyesi oldukları iddia edilen üç zanlıdan İsviçre vatandaşı Çendrim Ramadanî’nin mahkemede ifade vermeyi reddedip, “Ben yalnızca Allah’a hesab veririm. İfade vermem, hepiniz müşriksiniz. Jandarmayı öldürerek sevab işledim” dediği, bildiriliyordu, 25 Mart tarihli medyada.. Ayrıca, “Türkiye’nin NATO ülkesi olduğu gerekçesiyle düşman olduğunu’ söyleyen Ramadanî’nin sorgu tutanağını da “şirk” diye imzalamadığı da belirtiliyordu..
*
’NATO, Türkiye için değil; Türkiye NATO içindir!’
Bazı okuyucular, gönderdikleri e-mail’lerde, Türkiye’nin Kırım’ın Rusya tarafından yutulmasında pasif davrandığını söylüyorlardı.
Onlara verilen cevabların özetinin burada tekrarında fayda olsa gerek..
Önce unutulmaması gereken nokta, ayağın yorgana göre uzatılması olmalı..
Türkiye bir NATO üyesidir, NATO’nun patronu olan Amerika’dan ayrı olarak, kendiliğinden, hele de sonu askerî bir sürtüşmeyi gerektirecek bir siyaseti takib edemez.
Ederse, kelaynak gibi ortada kendi başına bırakılıverilir.
Hatırlayalım, 53 kişinin hayatını kaybettiği ve 11 Mayıs 2013 günü, Suriye tarafından gelen teröristlerce gerçekleştirildiği anlaşılan Reyhanlı Saldırısı sonrasında, NATO Andlaşması’nın 5. maddesi hatırlatılmıştı, Türkiye tarafından, ama, kimse aldırmamıştı..
Halbuki, bu maddeye göre, bir NATO üyesi saldırıya mâruz kalırsa, diğer bütün NATO ülkeleri de kendilerine yapılmış gibi telakki edip, bu saldırıya karşı tavır takınacaklardı.
Ki, 11 Eylûl 2001 Saldırıları’nda, dışarıdan bir saldırı olmadığı, B. Amerika kendi içinde, bir güvenlik noksanı sonunda o korkunç saldırıya uğrayınca; bütün NATO ülkelerinin, -NATO Andlaşması’nın 5. maddesi gereğince- kendisinin yanında yer alması gerektiğini hatırlatmış ve bunu sağlamıştı Bush Amerikası..
Ama, Suriye sınırındaki Reyhanlı’da bir dış saldırıya maruz kalan Türkiye’ye nasihatten başka bir şey vermemişti.
Bir daha anlaşılmıştı ki, NATO Türkiye için değil, Türkiye NATO içindir. Ve Türkiye’ye yapılan bir saldırı, ancak, NATO’nun da menfaatlerine aykırı olursa, o zaman, Türkiye’nin kurtarıcısı gibi devreye girebilir.
Ve yine hatırlayalım ki, İsmet İnönü, ‘Büyük devletlerle siyaset yapmak, canavarla aynı yatağa girmek gibidir..’ derdi.
Bu izahı yaptıktan sonra, Kırım Mes’elesi’nde Türkiye’nin niçin atak davranmadığı gibi bir görüş üzerinde daha bir ihtiyatla düşünmek gerekmez mi?
Bu açıdan bakıldığında, hattâ denilebilir ki, Türkiye, konuya gereğinden fazla cür’etkârca bile girdi..
Çünkü, Ukrayna’da Devlet Başkanı Viktor Janukowitz başkent Kiev’i terkedince ve sokaktaki muhalif göstericiler kamu binalarının kontrolünü ele geçirince..
Hemen Kiev’e giden Davudoğlu, yeni yöneticilerle, ve daha sonra da Kırım’a geçip, Kırım Tatar Millî Meclisi Başkanı Mustafa Cemiloğlu ile görüşmeler yapmıştı..
Türkiye bu siyasetini, Rusya’yla olan iyi ilişkilerinden de cesaret alarak takib etmiştir, denilebilir. Çünkü, 6 yıl önce, Ağuustos-2008’de patlak veren Rusya-Gürcistan Savaşı’nda da, Amerikan Donanması Karadeniz’e çıktığı ve bir Amerika-Rusya Savaşı ihtimali arttığı zaman bile, Türkiye yine Erdoğan- Putin arasındaki iyi ilişkiden cesaret alarak, o konuda her iki tarafı da üzerine tahrik etmeden, bir itidal unsuru gibi durabilmişti..
Şimdi Kırım konusunda da Türkiye, henüz Amerika bir tavır belirlemeden, devreye herkesten önce girebilmişti. Ama, onun elinin uzanabileceği yerler de nihayet, sınırlıdır.
Davudoğlu’nun Kırım’da, Cemiloğlu ile görüşmesinden sonra, Cemiloğlu da Putin’le bir görüşme yapıyor ve Putin, Kırım tatarlarının haklarının korunacağına dair garanti sözlerini dile getiriyordu.
Buna rağmen, Cemiloğlu, Kırım’ın bağımsızlığı konusunda 16 Mart’ta yapılması kararlaştırılan referandumda, Kırım tatarlarının tarafsız kalacaklarını belirtmişti.
Çünkü, Kırım’ın müslüman tatar halkının Ukrayna veya Rusya tarafından (Stalin zamanında olduğu gibi) yeni bir düşmanlığa maruz kalmaması için, en ılımlı yol olarak bu tarafsız kalış durumu benimsenmişti.
Bütün bu siyaset, açıktır ki, Türkiye’nin yol göstermesi olmasaydı, bu kadar ince ve sağlıklı şekilde geliştirilemiyebilirdi.
Ve referandum neticesinde, Kırım’da halkın yüzde 97’lik bir kesimi bağımsızlığın ilanı ve sonrasında da Rusya’ya iltihak olunması yolunda oy kullandı.
Arkasından da Rusya lideri Putin, Kırım’da, rusça, ukraynaca ve tatarcanın, bu üç dilin de resmî dil olacağını beyan etmek gereğini duydu..
*
Ve, Kırım, gitti-gider.. Hattâ, Trans-Dnyeper de kopuş yolunda..
Ve Kırım, gitti, gider..
Dahası, Ukrayna’yı kuzeyden güneye ikiye bölen Dnyeper Nehri’nin doğusundaki ve hemen tamamı rusça konuşan Trans- Dnyeper denilen bölgeler de Rusya’ya bağlanmak için halk oylaması yapmak yolunda kıpırdanışlar sergilemeye başladı..
Bu isteklere karşı Ukrayna’nın karşı koyacak bir durumunun olmadığı ortada.. Nitekim, sokak protestolarıyla iktidara el koyan Kiev’deki fiilî iktidar çaresizlik içinde, Ukrayna askerlerini sürtüşme ihtimali olan her yerden çekiyor. Avrupa Birliği ise, gözlerini Amerika’ya dikmiş..
Amerikan Başkanı Obama ise, geçtiğimiz günlerde, gayet net olarak, ‘Ukrayna için, Rusya’yla savaşacak değiliz.. Bunu, Ukraynalılar da anlayışla karşılıyorlar..’ diyerek, tavrını ortaya koydu.. Tıpkı, Rusya’nın da aylarca önce, ‘Suriye konusunda, Amerika’yla savaşmayız..’ demesinde olduğu gibi.. Her iki güç de, rakibine yakın yerlerde sürtüşme istemiyor.
Rusya, yüzlerce yıl kendi bünyesinde olan ve 23 sene öncelerde, Sovyetler Birliği’nin dağılıp çökmesiyle ayrılan her yeri ve bu arada Ukrayna’yı yeniden kendine katmak isteyecektir, elbette.. Esasen, Putin de, ‘Sovyetler’in çöküşü sırasında nice acılar ve haksızlıklara karşılaştıklarını ve mecburen o günkü şartlarda yutkunduklarını, ama, bunun hep böyle devam etmiyeceğini’ açıklıyordu..
Bu açıdan bakıldığında, güçlendiği gözlenen ve bunun farkında da olan Rusya, Amerikan emperyalizmi ve Avrupa Birliği’nin hareketsizliğinden cesaret alarak dizginleri daha güçlü bir şekilde ele geçirirken; Türkiye’nin, Kırım konusundaki ihtiyatlı siyasetinin yanlış olduğunu söylemek yanlış olsa gerek..
‘Tasın çorbadan daha sıcak olması’ gibi bir garibliğin sergilenmemesi, yanlış olmasa gerek..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Herkes, ’İbrahîm’ini Bulmalı ve Tarafını Ortaya Koymalı..

Bilinen qıssadır, ama, yine de tekrarında mahzur olmasa gerek..


Putkıranların pîri Hz. Ibrahim, ateşe atılacaktır, Nemrud tarafından..
Bir topal karınca bir yokuştan yukarı aceleyle ilerlemeye çalışmaktadır.
Hikaye, bu ya..
Bir serçe gelir, ’Nereye böyle?’ diye sorar topal karıncaya..
O da, ’Birazdan şu dağın ardında, bir büyük ateş yakılacak, onu söndürmeye..’ der.
Serçenin, ’O ateş o kadar büyük olacak ki, senin taşıdığın bir zerrecik su, bir işe yaramaz..’ sözüne de cevabı hazırdır, topal karıncanın:
’Allah tesirini halkederse, benim taşıdığım bir fiske su bile yeter o ateşi söndürmeye..’
Serçe yine ısrarlıdır:
’Ayrıca, sen topalsın, oraya yetişemezsin.’
Topal karınca da der ki: ’Yetişemezsem de bu yolda ölürüm ya..’
*
Bu cevabı alan serçe, kendi sorumluluğunu hatırlar ve gider o ateşin yakılacağı mahalde, sokak aralarında cik-cik, feryad’u figan eder..
Diğer kuşlar derler ki, ‘Niyedir bu feryadın?’
O da der ki: ’Birazdan şurada bir büyük ateş yanacak, ona karşı olduğumu bildirmek için..’
Öteki kuşlar ona karşılık verirler:
’Senin feryadının o ateşin sönmesine ne etkisi olur ki?’
’Bir etkisi olup olmayacağını bilmem. Ama, benim feryad-u figanım benim, İbrahîm’in yanında olduğumun dünya-âlemce bilinmesi içindir..’
Mes’ele budur.
Herkes, doğru yolda olduğuna inandığı kendi İbrahîm’ini bulmalıdır.
*
Ülkemizde 30 Mart günü yapılacak olan mahallî seçimler, gerçekte, (AK Parti ve bu partinin önde gelenleri ile değil) Tayyîb Erdoğan’ın şahsı ile, Pennsylvania şeyhi F.G. ve onun yönlendirdiği diğer siyasî güç odakları arasında yapılacak bir seçime dönüşmüş bulunuyor.
Açıkça, MHP’nin güçlü olduğu sanıldığı yerlerde CHP’nin; ve CHP’nin güçlü kabul edildiği yerlerde de MHP’nin, birbirlerinin adaylarını desteklemeleri çağrıları yapılıyor.
F.G. ise, Zaman’da geçen hafta boyunca yayınlanan röportajında, Bu kadar ağır lafları içine sindiren varsa yine gidip o partiye oy verir...” diyerek , AK Parti’ye oy verilmemesini dolaylı olarak söylemiş oluyordu; kendisinin ağır laflarını, beddualarını, bağlılarının yığınla entrikalarını ve yalanlarını hiç hatırlamak istemeksizin..
Zaman’ın Genel Yy. Md. E. Dumanlı ise, CNNTurk’de, geçen hafta, ‘CHP, MHP, BDP, SP ve hattâ Komünist Parti’de bile iyi insanlar olduğunu söylüyor ve bir koltuğa oturmuş olan Hoca’sının karşısında, ayakta, el-pençe divan durarak sorduğu sualleri kaydederken görülen fotoğrafını yayınladığı röportajın sonunda, 25 Mart tarihli yazısında da, içlerine sinmeyen yanlışları sıralayıp; 'Eminim Türkiye’yi bambaşka bir karanlık dehlize savuran pek çok mevzu karşısında siz de “içimize sinmiyor” demek durumunda kalacaksınız.’ diyerek, Cemaat’ine yol gösteriyordu.
*
Bu satırların sahibi, Tayyîb Bey’de eleştirdiğim bir çok noksanlar görsem bile, bu seçimde de ona destek veriyor ve onun zayıflatılamamasını temenni ediyorum. Pennsylvania Şeyhi ise, her söylediği, sanki ilahî ve teyidlerden geçmiş bir kutsal kişi imişcesine gözükapalı destekleniyor, tarafdarlarınca..
Bu açıdan bu mücadelede, her ne pahasına olursa olsun Tayyib Bey’in yıpratılmasını hedef edinenlere karşı, bu seçimlerden onun geçmişe göre zayıflamadan ve hattâ daha da güçlü çıkmasını temenni ediyor ve bunu, ülkemizin, müslüman halkımızın ve müslüman coğrafyalarındaki halkların geleceği için gerekli olduğunu düşünüyorum.
Ve ilginçtir, müslüman halkımızın içinde, milyonlara itimad telkın eden, halk kitlelerinin sempati ve itimadını Tayyîb gibi kazanmış bir ikinci bir isim fiîlen yoktur, mevcud durumda.. Onun zayıflamamasını ve hattâ daha da güçlenmesini temenni edişim, bunun için..
Üstelik, Tayyîb’in yanlışlarını, hatalarını söyleyebiliyor, eleştirebiliyorum. Ama, karşı tarafta, kızılderililerdeki isimlendirme usûlünde olduğu üzere, ‘karlı dağların tepesinde oturan ….’ gibi isimlendirmeleri hatırlatacak şekilde, bizden uzakta ve ‘yüce’lerde ve de bazen geleceği beklenen İsa Mesih havasıyla saf beyinleri idlâl eden ve ‘her şeyi en iyi o bilir ve asla yanlış yapmaz’ diye anılan ve bazılarının ise ‘klinik bir vak’a’ olarak nitelemekten kendilerini alamadıkları kişi hakkında asla bir yanlışlık sözkonusu edilemiyor, bağlılarınca.. O derecede kutsanmış..
*
İşte, içinden çıktığı halka iğreti bakan bir mankurt örneği..
Bu vesileyle, internet sitelerinde, Tayyîb Bey’in geçen Pazar günü İstanbul -Yenikapı’da yaptığı ve medyada, 1 milyondan fazla insanın katıldığı belirtilen mitinge katıldığını belirten bir kişinin, 26 Mart günü internette "AKP mitinginde bir çapulcu!" başlığıyla yazdığı yazı ilgi çekiciydi ve o cenahın müslüman halkımıza son 100 yıllık bakış açılarını yansıtıyordu.
Bu kişi şöyle diyordu, özet olarak:
‘Taksi ile Yenikapıya kadar gittim ve gerçekten inanılmaz bir kalabalıkla karşılaştım. Miting alanına girmeye çalışan sakin onbinler.
Hemen herkes özel güne kiralanmış belediye otobüsleri ve ilçe teşkilatları tarafından kiralanmış otobüslerle gelmiş. Girerken otobüs sayısı beni şaşırtmıştı ama çıkarken gördüklerim karşısında küçük dilimi yuttum...yazacağım.
Öncelikle kitleden bahsetmek lazım. Kim bu bir milyon insan?
Onlar, görmezden gelinenler. Evet, bugüne kadar gözümüzün önünde olan ama görmezden geldiğimiz insanlar var ya, hani farkına varmadığımız, hani iki kelime konuşmaktan sıkıldığımız.
Onlar 'CV'si olmayan (özel tahsil ve beceri istemeyen) işlerin insanları... Onlar 'uzaktan' gelenler... Onlar İstanbul'da denizi yılda bir kez görenler...
Onlar birbiri ile konuşmayanlar... Onlar yanlarında bir adet gazete bile getirmeyenler... Evet hiçbirinin kolunun altında bir gazete yok... Bir adet bile... Onlar telefona, internete bakmayanlar... Twitter vimitter filan bilmeyenler... 'Selfie' çekmeyenler...
Onlar nasırlı eller... Yorgun bacaklar... Onlar talimatla bayrak kaldıranlar...itaat edenler... Onlar beslenemedikleri için boyu benden kısa olanlar... en son Japonya'da metroda böyle hissetmiştim... ama onlarınki genetikti, bizimkisi yetersizlik...
Otobüs ile geliyorlar çünkü arabaları yok çoğunun... Olsa da benzine paraları yok... Nerede ise tamamı geldikleri ilçe teşkilatı tarafından sağlanan anlık veya devamlı yardıma muhtaç. Bizim "Makarnaya, bulgura oyunu satıyorlar!" diye kızdığımız, aşağıladığımız insanlar...
Ama o 'Makarna' o kadar değerli ki onlar için... Çocuğu o makarna sayesinde doyuyor. Bunu 1 liraya satılan simide, 50 kuruşa satılan suya yutkunarak bakan onlarcasını görünce anladım. İşte ben bunu görmek için oradaydım.
Eğitimsiz kafalar düalistik çalışıyor. Yani basit "ikilemler" çok etkili... İyi kötü.. .sıcak soğuk gibi... Recep Tayyip Erdoğan - Kılıçdaroğlu Tayyip iyi, Kılıçdaroğlu kötü... Tayyip akıllı, Kılıçdaroğlu aptal... Tayyip sağlam irade, Kılıçdaroğlu çürük elma... Acaip ucuz ve seviyesiz bir Tayyip-Kılıçdaroğlu photoshop pankartı önünde adeta çıldırıyorlar.
Tayyip helikopterle dolaşırken bir heyecan oluyor, el sallamalar filan. Tayyip kitle iletişimi konusunda önemli taktikler kullanıyor.. .önce yukarıdan bakıyor... Sonra helikopterden talimat yolluyor, arka kısma insan alın, dışarıda kalanlar var filan diye. Vay be! Adam oradan bile müdahele ediyor! Kürsüden iletiyorlar mesajı. Çok seviyor bu kitle bu aşağılayan davranışı! Neden biliyor musunuz? Çünkü yönlendirilmenin dışında alternatifleri yok. Hayatları boyunca hep talimat alanlar onlar... aç kalmamak için itaat edenler. Yine aynısı oluyor. (...) Milyon yıllık insanlık tarihinin evrimsel sonucudur... Gücü sevmek. Kim güçlü ise o çekici işte..’
*
Evet, ilginç bir yazı.. Anlaşılan, bu, -kendi deyimiyle-Çapulcu’, hep yoğurdun-kaymağını yemiş olan ’asker-bürokrasi- sermaye patronları’ üçgeninden çıkıp, doğduğu toprakların insanlarıyla ilk kez karşılaşmış.. Bu tesbitler aslında, sadece o kişinin değil, Etiler’in, Levent’in, Nişantaşı’nın, Kadıköy’ün, helâl lokma için bin zahmet çekmek nedir bilmeyen ve entellektüelliklerini, ızdırabları Mona Lisa tablolarından temaşa ederek sergilemeye çalışan; kemalist-laik rejimin bey’at kültürüyle büyütülen lümpen sosyete takımının tesbitleri..
*
Hoca Feyzullah ve de Âfetullah..
Geçen gün, Urfalı bir kardeş telefon etti ve ‘bir takım yazar-çizerler nasıl olup da, bizim 25 senedir içinde olduğumuz bir cemaatin sözcüsü gibi hareket ediyorlar? Bunlar mı bizi temsil ediyorlar şimdi?’ diye yakınarak bazı isimler zikretti.
-‘Pekiy, Modern Alamut Kalesi şeyhi Hassan Sabbah durumundaki Pennsylvania Şeyhi mi temsil ediyor sizi?..’ diye takıldım.
Arınç’a inad olsun dercesine, beklenmeyen bir karşılık verdi: ‘Onu boş ver.. O, zâten tozuttu.. Biz ona Âfetullah diyoruz artık..’ dedi.
-Âfetullah mı?
- Ne yapalım, geldiği nokta itibariyle daha münasib bir sıfat bulamadık kendisine..
*
Evet, düne kadar çok saygı gösterilen bir kimseye, bağlılarından bazılarının artık böyle bir sıfat takmaları üzerinde durulması gerekmez mi? Ki, E. Dumanlı gibi en yakın adamları aracılığıyla, AK Parti dışındaki partilere oy verilebileceğini, ama, AK Parti’ye verilmemesi gerektiğini söyleyen bir kimseye, nice bağlıları koru koruna itaat edecekler midir? Yoksa, onlar, kutsal bir şahsiyete eleştiri getirdikleri için lanetlenmiş gibi mi sayılacaklardır.
Bu yaklaşımla, güçlendirilmek istenen, Osmanlı’nın son yıllarından itibaren, son 100 yılı aşkın zamandır, ülkemizin ve halkımızın kaderi üzerinde kendi tahakküm düzenlerini kurmuş olan İttihad- Terakkici, kemalist- laik- türkçü kesimlerin, asker ve bürokrasi tahakkümünü sürdürmek isteyen oligarşik diktatörlüğün hortlatılması olmayacak mıdır? Ve müslüman halkın kazanımlarını, bir cemaatin menfaatleri adına tehlikeye atmanın mantığı nedir?
*
Bu vesileyle, bir de tarihimizden, 350 sene öncelere aid Feyzullah Efendi’nin macerasına da bir gözatalım.
Geçenlerde, Abdurrahîm Boynukalın’ın kaleminden Şeyhulislam Feyzullah Efendi üzerine bir yazı okumuştum. (Yeni Şafak, 18.12.2013).
Birileriyle arasında bazı ilginç benzerlikler vardı veya kurulmak istenmişti..
Kim miydi bu Şeyhulislam Feyzullah Efendi?
1639 yılında Erzurum'da doğmuş, medreselerde okumuş ve parlak zekâsıyla ve zamanla, Osmanlı sisteminde müderris, kazasker, şehzade hocası ve en sonunda 50 yaşında Şeyhulislam olmuş bir zât.. Ancak, henüz bir ayını bile doldurmadan, Şeyhulislamlıktan azledilir ve memleketine gönderilir.
7 sene kenarda bekler ve bir zamanlar kendisine hocalık yaptığı şehzade, II. Mustafa olarak tahta çıkınca, yeniden Şeyhulislamlığa getirilir ve Padişah’ın kendisine güveni sâyesinde, Osmanlı sisteminin en önemli ikinci adamı oluverir. Ve iktidar hırsı gözünü döndürür.
'Beşik âlimliği' diye bir şey icad eder ve kendisinden sonra Şeyhülislam olacak kişinin oğlu Fethullah olmasına dair izin çıkartır. Bürokrasinin, askeriyenin, kadıların, valilerin tâyinlerine karışmaya başlar. Artık devlet içinde devlet olmuştur. Sarayda ondan habersiz kuş uçmaz hale gelir..
Bu durumun başına iş açacağını düşünen etrafındaki kişiler, Feyzullah Efendiyi uyarmışsa da cevabı her defasında mânidâr olur: 'Bizim halimiz Bahr-i Muhit'te (okyanusta) fırtınaya yakalanan bir gemiye benzer; ya kenar-ı selâmet, ya liman-ı eman buluncaya dek rüzgârın önüne düşüp gitmekten gayri çaremiz yoktur.'
Ve 1699 yılına gelinir. Osmanlı, Karlofça Andlaşması'yla ilk kez olarak toprak kaybeder. Meydana gelen sosyal travmanın suçluları aranırken, bulunan bir isim de Şeyhulislam Feyzullah Efendi’dir.
Şeyhülislam’ın karıştığı devlet işleri başına belâ olmuş, mağdur olan kişiler kendisine karşı birleşmiştir. Bir yeniçeri isyanı daha patlak verir ve isyancılar Padişah'dan Şeyhulislam Feyzullah Efendi ile oğullarının kendilerine teslim edilmesini isterler. Padişah II. Mustafa, Hoca’yı azledip memleketine gönderir. Ancak, yolda Feyzullah Efendi isyancılar tarafından yakalanıp öldürülür.
*
Evet, ’gıybet, dedikodu ve fitneden kaçınılmalı’ da..
Müslümanlar arasında öteden beri, hem güzel, hem de kötüye kullanmaya suisitimale müsaid bir anlayış vardır.
Bir kimse aleyhinde konuşulacağı zaman, genelde, o aleyhde konuşmayı istemeyenlerce, ’o kişi burada değildir, aleyhinde konuşmak gıybet, dedikonu ve hattâ fitne olur ve bunların herbirisi de haramdır ve kaçınılması gerekir..’ denilir ve ortaya sıkıntılı bir tablo çıkar. Çünkü, sözüne devam etmek isteyenler, âdetâ, şer’î hükümlere itibar etmiyormuş gibi bir duruma düşecekleri ihtimaliyle vurulurlar. Ve o zaman da, gıybet, dedikodu veya fitneden uzak durmak isteğini samimiyetle veya bir taktik olarak kullananlar..
Ancaaak..
Söz ve davranışları kamuoyunun gözü önünde olan birisi hakkında konuşmak, gıybet, dedikodu veya fitne olur mu? Diger bir deyimle, umûma, kamuya mal olmuş açık beyan ve davranışları olan kişiler hakkında, ‘O şimdi yanımızda değil.. Onun gıyabında konuşmayalım, gıybet olmasın..’ denilmesi doğru mudur?
Önce, bu konuyu anlamak lâzım geliyor.
’Kişinin gizli hallerini araştırmanın gıybete gireceği, ama, umûma açık olarak ve alenen söylenmiş sözlerin, yapılmış hareketlerin hakkında konuşmak için o kişilerin bizzat orada hazır bulunması gerekir mi?’
Evet, kimsenin gizli halleri araştırılmıyor, ortalıkta alenen söylenen söz veya sergilenen tavırların doğru olup olmadığı üzerinde konuşuluyorsa..
Ne yapmak gerekir?
*
O halde..
Tayyîb ile F.G. arasındaki ve neredeyse bir boğuşmaya dönüşen mücadelede, kim kimin gizli hallerini araştırıyor, bunlar ortada..
Böyleyken, birisi, sözgelimi, 1-2 milyonluk diyelim bir cemaatinin menfaatleri adına, 80 milyonluk bütün bir ülkeyi ve bütün müslüman coğrafyalarındaki bir heyecanı söndürmeye müncer olacak şekilde çalışırken, kimsenin gizli hallerini araştırmadan, bu tartışmada kişinin tarafını belirtmesi, gıybet, dedikodu veya fitne olur mu?
Geçen gün, bir ünlü hoca, kendisinin Tayyîb- Fethullah mücadelesini, Hz. Ali- Muaviye ihtilafına benzetti ve bu konuda bazı sahabeler gibi, tarafsız kalınması gerektiğini; fitne zamanlarında, yürür vaziyette olanların durmaları, durur vaziyette olanların oturmaları, oturur vaziyette olanların yatar hale geçmeleri yönündeki hadis rivayetine uygun şekilde hareket etme edilmesini tavsiye etti.
Bu da bir görüştür.
Fakat, bu satırların sahibi, şahsen, kendi tarafımı, İbrahîm’in yanı olarak belirlediğimi ifade ediyorum.
Bu satırlarım da o serçenin feryad edişi gibi sayılsın..
*
Twitter, facebook, youtube ve gizli ses kayıtları..
Twitter, facebook, youtube, selfie, instagram, akıllı cep telefonları, vs. diye bir yığın teknolojik iletişim aracı var günümüz dünyasında.. Çeyrek yüzyıl önce, internet ve ecep telefonları bile dünyamıza yabancı iken.. Bugün, her an bir yeni imkan ve araç çıkıyor karşımıza..
Bunlar kılıç gibidir, eşkıyanın eline verirsen yol keser, kelle koparır; mücahidin eline verirsen, Hakk bir dâvâ için kullanılır.
Ancak, bunların hepsinin de ipleri, Amerikan emperyalizminin elindedir. Yani, su başlarını devler tutmuş..
İnternette, gönderdiğiniz bir mesajın, -kime aid olduğu kesin olarak belirlenemese bile- en azından, nereden gönderildiği, IP numarasıyla, ülke içinden öğrenilebiliyor.
Twitter, facebook ve youtube gibi imkânlara ise, isteyen, sahte bir takım isimlerle de bir şeyler yükleyebiliyor, yazabiliyor ve belki, suyun başında bulunan Amerikan emperyalizmi bu hesabların kimler ve nereden açıldığını biliyor; ama, Amerikan makamları dışında, başka ülkelere bu hususta bilgi vermeyebileceğini açıkça söylüyor. Bazı güçlü ülkeler önünde ise eğiliyor.
Yani, birilerince oynatılanlar, kendilerinin birilerini vurduklarını sanıyorlar, gerçekte ise, kazanan, emperyalist ve şeytanî odaklar..
Birileri, yüzlerce hesab açıyor, siyasî rakibleri için, her türlü iddia ve iftirayı ve hattâ aile mahremiyetlerine varıncaya kadar en tasavvur edilemez sahalardaki gizli dinleme ve gözlemleri dünyaya yansıtıyor. Bu durumda, mağdur olanlar hakkını aramaya kalkışıp, mahkemeden, bu yayınların durdurulmasını istediğinde, insan hakları, haberleşme özgürlüğü kısıtlanıyor gibi feryadlar yükseliyor.. Ve bu yolda bir ülkeden kapatma kararı verilse bile, yasaklanan, kapatılan bu alanlara, uluslararası başka ulaşım imkanları var.
Nitekim, Türkiye’de de mahkemeden bir karar çıktığında, Hürr. ve Zaman gibi medya organları hemen, bu yasağın delinebilmesi için, uluslararası irtibat yollarının nasıl harekete geçirilebileceğinin şifrelerini verdiler.
Amerikan makamları ise, Türkiye’de haberleşme özgürlüğünün kısıtlanması yolundaki adımların kaygıyla izlendiğini açıklıyor.
Ama, kendi ülkeleri ve vatandaşları için tehlike olduğunda nasıl davrandıklarını, WikiLeaks belgeleri diye gizli belgeleri açıklayan Julian Assange’nin hâlen, Londra’daki Ekvator ülkesinin elçilik binasına sığınmış olarak aylardır orada yaşamak zorunda olduğundan ve keza; CIA belgelerini dünyaya açıklayan Edward Snowden’in şimdi ancak Rusya’ya sığınmış olarak yaşamak zorunda kaldığından anlayabiliriz.
Ama, aynı Amerika, Türkiye gibi ülkelerin gizli belgelerini bile yayınlayan ve her türlü entrika odaklarını, haberleşme özgürlüğü adına koruyor. Türkiye mahkemeleri sözkonusu yayınların durdurulmasına karar verdiğinde ise, bu iletişim birimleri, ‘Biz ticarî şirketiz, başka ülkelerin mahkemeleri bizi bağlamaz..’ diyebiliyor.
Bu da gösteriyor ki, bu teknolojik iletişim imkanları gerçekte emperyalizmin emrinde, birer saatli bomba mesâbesindedir. Ve hele de başka ülkelerin iç siyasetlerini kendi istedikleri şekilde düzenlemek isteyen emperyalist odakların, sahte, uyduruk ses kayıdlarını bile devreye sokmaları, oynanan büyük oyunu göstermektedir.
*
Her sesin istenilen şekilde taklidi, teknolojik olarak nasıl mümkün?
Bu konuda, (şimdilerde Tayyib Erdoğan’a muhalif olmanın bayrakdarlığını yürüten) Nılıcak’ın, üç sene önce, 28 Ağustos 2011 günü Sabah’da yazdığı ‘Bir başarı öyküsü’ başlıklı bir makaleden, Zeyneb isimli bir hanımın başarısını anlattığı bir bölümü aktaralım:
’… O, şöhretli bir babanın, çok tanınmış ve sevilen bir sanatçı annenin kızı. (...) Fevkalâde iyi bir eğitim aldı. Harvard'da elektronik mühendisliği okuduktan sonra, Cambridge'de "ses sentezleme ve konuşturmacı dönüştürme" alanında çalıştı. Doktorası, "seslerin farklı duygulara dönüştürülmesi" ile ilgiliydi.
250 sayfalık doktora tezini, 20-30 sayfalık bir makale halinde, teknoloji dünyasının prestijli yayınlarından olan Speech Communication (Sesle İletişim) dergisinde yayınladı. (…) Zeynep'in, Cambridge'de, teknolojiyi birlikte geliştirdiği bir grubu vardı. Ses sentezleme sistemlerini bir çok alanda uyguladılar. Ne yapabileceklerine bir örnek vermek gerekirse: Sözgelimi, Tayyip Erdoğan'ın ses kayıtlarını alıp, iyice temizleyebilirler. Toplanan bu verilerden hareketle, onun gırtlak ve ağız modelini makinede yaratıp, yazılan herhangi bir metni, makinenin Tayyip Erdoğan'ın sesiyle okumasını sağlayabilirler. Kelimeleri bir araya getirip, yeni söylemler oluşturmuyorlar; modeli istedikleri gibi konuşturabiliyorlar. Ayrıca, sözleri, öfkeli ya da duygusal bir havada aktarabiliyorlar.
(...)Bu anlattıklarımdan, belki de doktora konusunu tam olarak anlamamış olabilirsiniz. Ben de kendisinden rica ettim, "Biraz açabilir misin?" diye...
Açıkladı:
- Meselâ, 15 dakika sizi konuşturalım, 15 dakika da başkasını. Makine, sesleri modelliyor, sonra o modelleri birbirine dönüştürüyor. Sizin konuştuklarınızı bir başkası konuşabiliyor. Aynı prensipten yola çıkarak, duyguları da yansıtacak bir çalışma gerçekleştirdim. Gerekli vurguları yapmak suretiyle, konuşmaya mutlu, heyecanlı ya da sinirli bir hava verebiliyoruz.’
*
Evet, sadece bu satırlar bile, emperyalist güçlerin, şeytanî odakların teknolojik imkanlarla ne gibi büyük oyunları oynanabileceğini gözler önüne sermeye yetiyor.
*
Nitekim, Tayyîb Erdoğan da bu oyuna dikkati çekiyor ve 24 Mart 2014 akşamı, NTV ve STAR TV’nin ortak canlı yayınında bu konulara değiniyor ve Twitter yasaklanması için ’Düzeltmezseniz, biz de kapatırız. O zaman yasaklara uysunlar biz de yasağı kaldıralım. Twitter dediğiniz olay nedir? Bir şirket. Bu olayın arkasında aslında Youtube var.’ diyor ve şöyle devam ediyordu: ’Twitter, Alman hükümetinin talebi üzerine Neo-Nazi hesablarını engellemiştir. Fransa’da ırkçı talepler mahkeme kararı üzerine kaldırılmıştır. Hindistan’da Bodo kabilesi ile ilgili çıkan olaylar nedeniyle ülke genelinde yasaklanmıştır. İngiltere Başbakan Cameron 2010 yılında çıkan olaylar sırasında provokatif olaylar nedeniyle Twitter’a yasak getirebileceğini ifade etmiştir. Ben ülkemdekilere soruyorum, bütün bu olaylar karşısında hukuk tanımazlığınız nedir? Mahkeme kararı Twitter’a iletiliyor. Hiç duymuyor. Sen benim ülkemin ulusal güvenliğini tehdit ediyorsun. Başbakana birileri kalkacak ’başçalan’ diyecek. Bütün bunlara rağmen kendileri uyarılıyor ama kaldırmıyorlar. Bu hesablar maalesef kapatılmıyor. Bizim yapmamız gereken sorumluluk noktasında olan biri olarak, bu işi düzelttiniz düzelttiniz. Düzeltmediniz biz de kapatırız. O zaman yasaklara uysunlar biz de yasağı kaldıralım.
Twitter dediğiniz olay nedir? Bir şirket. Bu olayın arkasında aslında Youtube var. Bir avukat hanım kardeşimize hiç edebe-adaba uymayan bir şey yaptılar. Ben anlamıyorum bu köşe yazarlarını. Neyin, kimin avukatlığını yapıyorlar. Çeşitli ülkelerden örnekler verdim. Bizim ülkemiz muz cumhuriyeti değildir. Şu anda bir iki taneyle ilgili tamam dediler ama sayı bir iki değil ki. Benim bildiğim 700’e yakın uygulama var. Bunlar şimdi peyderpey kendilerine bildiriliyor. Kaldırmaları halinde gereği yapılır. Uyarıyoruz, gereğini yapmıyorsun. Ben tabii sayın cumhurbaşkanımız böyle bir şey yapmış olabilir. Ben aynı şeyi paylaşmıyorum. Sayın cumhurbaşkanımız tweet atabilir. Ben bunlardan pek hoşlanmıyorum. Bu tür şeylerle uğraşacak vaktim de yok.”
“Bunlar çarpıtılan şeyler. İşlerine geldiğinde Avrupa Birliği’ne aykırıdır filan, hep söylerler. Avrupa Birliği önce üzerine düşeni bir yapsın. Hukuka saygıları varsa önce gereğini yapsınlar. Bu bizim iç hukuk meselimizdir. Mahkeme kararları var. Avrupa Birliği o zaman diğer ülkelere uygulananı niye göz ardı ediyor. Biz bu özgürlükler meselesini bu Avrupa Birliği üyelerinden çok daha ileride hallettik. Adam kalkıyor hakaret ediyor ne oluyor. Avrupa ülkelerinin çoğunda bunu yapamazsınız. Özgürlük hâlâ bizim ülkemizde tam anlaşılmış değil. Burada çok önemli olan özel hayatın ihlali de söz konusu. Yapamazsınız. (...) Siz Obama’nın telefonunu dinleyebilir misiniz?
Bir Merkel’in telefonunun dinlendiği ortaya çıktı. Ayağa kalktılar. Biz de niye böyle oluyor, Avrupa Birliği böyle hareket ediyor? Bizim yorumcularımızın bunu görmesi lâzım.”
*
Biz bu satırları yazarken, son bir haber daha bir ürpertici idi..
Uluslararası andlaşmalara göre, Suriye’de sınırları içinde, Fırat üzerinde, Türkiye sınırından 40 km. kadar güneyde bulunan ve ama, ’Türkiye devletine aid bir toprak parçası’ olarak kabul edildiği için 25 askerlik bir özel tim tarafından korunan 8-9 dönümlük Cabir Kalesi ve (Osman Gazi’nin büyük dedelerinden) Süleyman Şah Türbesi’nin Suriye’de çeşitli silahlı mücadele veren ve kısaca (IŞİD) diye anılan (Irak- Şâm İslam Devleti) gibi örgütlerin ve diğer grupların saldırısına uğraması ihtimaline karşı alınacak tedbirler üzerinde, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan bir gizli toplantıdaki konuşmaların, ortam dinlemesi yoluyla kaydedilip, 27 Mart günü, Youtube’da kısmen tahrif edilerek de olsa yayınlanmış olması, bu gibi teknolojik imkanların ne gibi tehlikeli siber saldırılara dönüştürüldüğünü bir daha ortaya koymuş bulunuyor. Bu gelişme karşısında Türkiye Hükûmeti de, hemen Youtube’a erişilmesinin yolunu tıkamış gözüküyor.
Ama, hemen ardından Hürr. gazetesi ve dier muhalif odaklarınm, bu yasağın nasıl delinebileceğine dair teknik bilgileri internet sitelerinden duyurması, kimilerin, kimlerle birlikte nasıl bir iş tuttuklarını göstermeye yeter de artar bile.. O gazete ki, ’Türkiye türklerindir..’ lafını, müslüman halkımız içindeki başka etnik unsurların bu ülkede sözsahibi olmadığına dair iddiasını 60 küsur yıldır, logosundan tekrarlayıp dururken, şimdi, bu ülkeyi ’yönetilemez bir durumda göstermek’ hedefi yolunda, yeni entrikalar tezgahlıyor. Halbuki, bu gibi sızdırmayı başkası yapsaydı, aynı gazete, hemen ’vatan hainliği’ damgasını vururdu, halkı olarak..
*
Mısır’ın çağdaş fir’avunu, yüzlerce idâma daha hazırlanırken..
Evet, bir Müslüman dünyası ve coğrafyaları üzerinde, emperyalist-şeytanî güçlere tam bir işbirliği halinde çalışıyorlar.
Bunun son bir örneğini de 24 Mart günü, Mısır’da, General Abdulfettâh es’Sisî liderliğindeki askerî darbecilerin elindeki bir mahkemenin, tam 529 kişiyi, bir kaç saatlik bir yargılama sonunda, idâm cezasına çarptırmış olmasında gördük..
Bu mahkemenin kararı kesin.. Ancak, bu kararın uygulanabilmesi için Mısır Başmüftülüğü’nün ’olur’unun alınması gerekiyor.
Dünyadan tepkiler, ’Kabul edilemez!..’ gibi bir takım beyanların dile getirilmesinden ibaret..
Ama, Mısır’ın içinden, laikler, darbeciler, kendilerini liberal olarak niteleyen emperyalist kuklaları, hattâ tv. ekranlarından bile, sevinç çığlıkları atıyorlar ve ’Ne demek, 529; 5 bin, 10 bin, hattâ yüzbinler, milyonlar halinde idâmlar yapılmalı..’ diye kinlerini kusuyorlar.
Bu kinler kime mi?
İkhwan’ul’Muslimîyn’e..
80 küsur yıllık geçmişinde terör eylemlerine bulaşmamış olmakla övünen bu teşkilatın General es’Sisî tarafından terör örgütü olarak ilan edilmesi ve bu nitelemenin Suûd rejimi başta olmak üzere, bir takım sultacı arab rejimlerince de benimsenmesinden sonra, bu noktaya gelinmiş bulunuyor..
Bu sahnelerin, Türkiye’de de, kemalist-laiklerce ve onların ardındaki emperyalist güçlerce tekrarlanmak istenmiyeceğini düşünmek safdillik olur.
O halde, 30 Mart günü yapılacak olan seçimler, sadece bir seçim değildir. O seçimlerde büyük kitleler, iradelerini büyük bir ekseriyet halinde tekrar ortaya koysalar bile, gerektiğinde, kendi iradelerini savunmak için gereken kararlılık ve hazırlık içinde de olmazlarsa, Mısır’daki oyunun benzerleriyle karşılaşabilirler.
40-50 yıllık siyasî mücadelelerle, elde edilen kazanımların, hele de 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde, bir gecede milletin elinden nasıl alındığını yaşamış olanlar, şimdi de 12 yıllık bir iktidardan sonra, aynı zorbalıkların tekrar sergilenmek isteebileceğini unutmamalıdırlar.
Biz Müslümanlar için, başkalarının gözyaşı dökeceğini sanmak saflığına düşmeden, her duruma karşı hazırlıklı olmaya var mıyız?
Evet, herkes İbrahîm’ini bulmalı ve tarafını ortaya koymalı..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
İdeolojik bir ’kemalist-laik’ kuşatma hareketi sözkonusu..

27 Mart günü patlak veren ve Dışişleri Bakanlığı’ndaki ortam dinleme usûlüyle, devletin hassas bir konuda, Suriye ve özellikle de kısaca
’IŞİD’ diye anılan, ’Irak- Şâm İslam Devleti’ isimli silahlı mücadele grubunun, uluslararası andlaşmalara göre, Suriye’deki içindeki Türkiye toprağı sayılan Câbir Kalesi - Süleyman Şah Türbesi konusunda Türkiye’ye yönelttiği tehdidlere karşı nasıl bir tavır takınılacağı etrafında, C. Başkanı Abdullah Gül’ün emriyle tertib olunan ve ’Ne gibi projeler ve senaryolar düşünüyorsanız, bir rapor halinde getirin..’ dediği için en üst dereceli, 4 kişilik bir toplantıda konuşulanların dışarıya sızdırılması ve Youtube isimli uluslararası iletişim ağı aracılığıyla dünyaya duyurulması, sıradan, çok basit bir gelişme değil..

Çünkü, bu 4 kişi arasında, Dışişileri Bakanı Davudoğlu var, MİT Müsteşarı var, Genelkurmay 2. Başkanı olan general var, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı var..
Bu kişilerin yaptıkları gizli toplantıdaki konuşmaların önce, CHP Gen. Başk. Kılıçdaroğlu’na servisi edildiğinin Enerji Bak. Taner Yıldız tarafından net olarak iddia edilmesi ise, daha bir vahim.. Kılıçdaroğlu, bu iddiayı henüz reddetmiş değil..
Önce, ’Youtube’a mı verildi de, o oradan mı okudu; yoksa metin önce kendisine mi verildi de, sonra Youtube’a?..’ Bu, henüz meçhul..
Bir kısmının tahrif edildiği ve amma geneli itibariyle, Dışişleri Bakanlığı’nca gerçek olduğu kabul edilen ses kaydının çözümlenmiş halinin büyük çapta okudum.
*
Önce şunu belirtmek gerekiyor.
Rivayet odur ki, Fatih Sultan Mehmed gizlice yeni bir sefere hazırlanmaktadır.
Başveziri gelip, azimetin nereye olduğunu öğrenmek ister..
Sultan ona, sorar:
-Sır tutar mısın?
-Evet, haşmetlu Sultanum..
-Ben de tutarım..
Ve sırrını vezirine bile söylemez..
Çünkü, iki kişinin bildiği, sır olmaktan çıkar..

’Sırrını sırdaşına fâş etme (açma), sırrın fâş olur,Sen sırrına sırdaş değilsen, el nice sırdaş olur..’
*
İfşâ olunduğu için, şimdi devletin en üst makamlarında bulunanları derinden tedirgin eden sözkonusu gizli konuşma da öyle.. 4-5 kişi arasında geçiyor..
(IŞİD) tehdidlerine karşı bir müdahalenin gerekliliği ve hattâ, onun tehdidlerinden önce nasıl bir tavır takınılması ve inisiyatifin ele geçirilmesi ve takınılan tavırdan dolayı, uluslararası bir takım ihtilatlar / komplikasyonlar/ yan etkiler meydana gelirse o zaman nasıl davranılacağı etrafında konuşmalar.. Bunlar tahrif edilmiş de olabilir; doğru da.. Ama, anlatılan kesimlerde bir lâkaydîlik de seziliyordu..
Ayrıca, o kadar hassas dinlemelerin hele de bu günkü teknolojik imkanlarla daha bir kolay yapılabildiğinin bilinmesi ve bu gibi hassas toplantıların bilinmeyen ve beklenmiyen yerlerde ve tek kişinin iradesiyle belirlenebilecek mekanlarda yapılmasının gerekliliği de ortadadır. Nitekim, bir alman tv. kanalı, bu dinleme imkanının ancak Rusya’nın elinde bulunduğunu ileri sürmüştür. Olabilir..
Ama, açıktır ki, Rusya’nın elinde bulunan teknolojik imkanların B. Amerika (ve dolayısiyle, sionist İsrail rejimi) elinde de bulunduğu açık..
Hatırlayalım ki, 50 yıl öncelerde bugünlerde, İsmet İnönü, başbakandı ve ’Biz Bakanlar Kurulu’nda gizli bir toplantı yapıyoruz. Toplantının bitmesinden hemen sonra, kendi çalışma odama geçmek üzere geldiğimde bir de bakıyorum ki, Amerikan b.elçisi bizim içerde konuştuğumuz gizli konu üzerinde görüşmek isteğiyle gelmiş..’ şeklinde ilginç bir açıklama yapıyordu..
*
Geçmişte yaşananlardan ders alınmadı mı?
Bu gibi toplantılarda muhtelif görüşler dile getirilip, ihtimaller, tehlike ve tuzaklar üzerinde durulabilir. Ama, taraflardan herhangi birisi ileride kendisini bağlayabilecek veya bir takım niyetlerini objektif olarak yansıtan sözleri böyledi mi, başı ağrıyabilir.
Ancak, üzerinde durulması gereken husus, bu son hadisedeki 4 kişinin birbirlerine nasıl ve ne kadar itimad ettikleri hususudur..
Yarınlarda, bu 4 kişinin yolları ayrılamaz mı?
Nitekim, Dışişleri Bakanı Ahmed Davudoğlu, geçen gün, kendilerine yıllarca Washington’da büyükelçi olarak ’hizmet’ sunan ve en gizli yazışmalardah tabiatiyle haberdar olan Faruk Loğoğlu’nun şimdi, CHP Gen. Başkan Yard. olarak söylediklerine bakıp, devlet terbiyesi almış olan kimselerin nasıl olup da böyle davranabildiklerinden dolayı hayıflanıyordu.
*
Ki, bir yıl kadar önce, Başbakan Erdoğan’la görüşen önemli bir sivil toplum kuruluşunun başkanı (K.E.), intibalarını aktarırken, ’Tayyib âbinin Başbakanlık’taki çalışma odasında bile kimseye itimadı yok ki, görüşmemiz sırasında, odada kimse olmadığı halde, dudak okuması yoluyla bir mânâ çıkarılmaması için olmalı; eliyle dudaklarını kapatıyor ve fısıltıyla konuşuyordu, benimle..’ diyordu.. Yani, böylesine bir ihtiyat tedbirine taa o zamanlarda bile başvurulmuşken, son aylarda ne gibi iddiaların ortaya atıldığı ortada..
*
Kaldı ki, İstanbul’un altını üstüne getiren ’6-7 Eylûl 1955 Hadiseleri’nin MİT tarafından düzenlendiği, ve bir akşam gazetesinin, Selanik’de, M. Kemal’in doğduğu ileri sürülen eve bomba atıldığı yalan iddiasının manşetten verilmesiyle, akşam üzeri sokağa fırlayan yüzbinlerin gayrimuslimlere aid işyerlerini, evleri, mâbedleri tahrib ettiği, yakıp yıktığı, onlarca ölümün meydana geldiği ve ancak Sıkıyönetim ilânıyla önlenebilen hadiselerin gerçek failinin MİT olduğu, 40 yıl sonra resmen açıklanmadı mı?
Açığa çıkan o metinlerde öylesine gelişi-güzel konuşmalar var ki, eğer doğruysa, hayret etmemek elde değil..
Hatırlayalım ki, ’Ergenekon Yargılaması’ sırasında açıklanan belgelerde, hazırlanan bir plan gereği, gerekirse Türkiye’ye aid bir savaş uçağının yine Türkiye Hava Kuvvetleri tarafından düşürülüp, sonra da kamuoyuna, ’uçağımızın Yunanistan tarafından düşürüldüğü’ iddiasıyla kamuoyunun istenilen şekilde yönlendirilebileceği konusu da dosyalara girmiş ve bu durum, dönemin 1.Ordu’sunun en üst komutanlarınca, yargılamaları sırasında, ’Bu bir plan eğitimidir, olur böyle farazî projeler..’ şeklinde kabul edilerek geçiştirilmişti.
*
Hani, Adolf Hitler de, 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcı sayılan bir hadise olarak, Polonya sınırındaki Almanya’ya aid bir karakolu ve içindeki 20 kadar askeriyle birlikte topa tutturup, sonra da ’Birinci Dünya Savaşı’nın gayrimeşru ürünü olan küstah Polonya’nın yaptığı bu saldırısının karşılıksız kalmıyacağı’na dair ateşli nutuklarla, kamuoyunu iyice hazırladıktan sonra, Polonya’ya saldırıp, savaşın bir hafta sonra Varşova’ya girmemiş miydi?
Amerikan emperyalizmi de, 11 Eylûl 2001’de kendi iç güvenlik zaafından meydana gelen bir iç saldırıyı, Talibân Afganistanı’yla Usâme bin Laden ve Saddam Irakı’nın üzerine yıkıp, bu ülkelere saldırmamış mıydı ve o ateş o coğrafyaları hâlâ da kavurmakta değil mi?
Bu gibi yığınla örnekler zikredilebilir.
*
Yine hatırlanmalı ki, İran’da, (8 yıl süren İran- Irak Savaşı’nın henüz ilk demlerinde) İslam İnqılabı’nın en önde gelen isimlerinden Âyetullah Muhammed Beheştî, Bakan ve Bakan Yardımcısı ve m.vekililleri ve diğer yütksek dereceli mes’ullerden oluşan üst seviyeli 72 arkadaşının katıldığı bir toplantıya konulan bir bombayla katledildikten iki ay sonra; bu kez de, 2. Cumhurbaşkanı olarak yeni seçilen Muhammed Ali Recaî ve 13 arkadaşı Başbakanlık’ta yapılan önemli bir toplantı sırasında patlayan bir yangın bombasının patlatılmasıyla tanınmaz hale gelinceye kadar yanarak can vermişlerdi, 1981 Eylûlünde..
Ve ilk anda, ’şehid’ ilan edilen ve defnedildiğ isanılan yanmış cesedlerden birisi de; ülkenin Ülke Güvenlik Kuruluşu’nun başındaki bulunan ve çok önemli kimselerin güvenini kazanmış olarak oraya getirilen Celâl Keşmirî isimli bir kişi idi. Ama, aradan bir kaç ay geçince, Keşmirî’nin de, tıpkı Beheştî’lere bombayı koyan Külahî gibi, Amerika’da olduğu anlaşılmıştı ve bombayı koyup, hemen toplantıyı terketmiş ve ülkeden de kaçtığı anlaşılmıştı.
İdeolojik mücadeleler böylesine katı ve acımasızdır.

Bu son hadise etrafındaki gelişmelere de kısaca baktığımızda, konunun bir çok iç ve dış bağlantılarının, uzantılarının olduğu daha bir açıkça ortaya çıkıyor.
*Bazan, suçluyu, bizzat suçlanan da ’arayabiliyor’!
Bu arada yapılan açıklamalar, Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan ‘böcek’ aramasına rağmen, birşey bulunamadığını gösteriyor. Dışişleri Bakanlığı’nın üst yetkili bir isminin, ’Fail kesinlikle içeriden..’ dediği, medyada yer almış bulunuyor. Ayrıca, hadiseninin ortaya çıkmasından bir gün önce, Samanyolu tv.’de, o toplantıda yapılan konuşmalara paralel bir yorum yapan ünlü bir ismin gözaltına alınması da ilgi çekici..
*
1970’ler ve sonrasının ünlü MİT ajanlarından olan (sonraların prof.’u) Mahir Kaynak da hâtıratında, o yılların ünlü darbeci generallerinin başında bulunan Cemal Madanoğlu’nun gizli darbe toplantılarına kendisinin de kabul edildiğini (yani, sızdığını) anlatırken, ilginç bir tablo anlatır. (Özetle:) ’Bir gün Madanoğlu Paşa, ’Oğlum, içimize MİT girmiş, toplantıya katılan herkesi tepeden tırnağa kontrol edeceksin..’ dedi..
Herkesi kontrol ediyorum, tepeden tırnağa, kimseyi bulamıyorum ve anormal bir durum tesbit edemiyorum. Çünkü, dinleme cihazı, benim gömleğimin altındaydı!.

Kaynak’ın, o dönemlerde, Türkiye Gizli Komünist Partisi’nini de Başkanı olduğu ve Bükreş’de yapılan 3. komüntern (dünya komünist partileri) toplantısına Türkiye komünistlerini temsilen katıldığını da hatırlayalım.. Ve yeni hatırlayalım ki, o zamanlar dinleme cihazları yine de bugünkü kadar gelişmiş değildi.
Günümüzde, toplu iğne başı büyüklüğünde ses kayıd cihazları ve kameralar geliştirilmiş bulunuyor.

Bu da gösteriyor ki, ‘kozmik’ toplantıların güvenliğinin sağlanması, bugün daha bir zor..
*
Emperyalist odakların kaygılanması bir şeyler anlatmıyor mu?
İlginçtir ki, Amerikan Senatosu, Türkiye’deki bu son gelişmeler üzerine, Tayyîb Erdoğan’ın hemen Youtube’u kapatma kararı veremesine tepki olarak, ’İlkel bir hükûmet sansürü” açıklaması yayıp, bu uygulamayı kınayan bir kanun tasarısını hazırlamış bulunuyor. Demokrat Partili Senatör Chris Murphy tarafından hazırlanan bu tasarıda şu ifadelere yer verildiği görülüyor: ’Amerikan Senatosu, Türkiye Hükümeti’nin basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve internet özgürlüğüne getirdiği kısıtlamaları kınamaktadır. ABD Senatosu, teknoloji ve sosyal medya sitelerinin bağımsız gazeteciler ve kamuyla iletişim kurmaları ve bilgiye erişimleri için yardım ederek oynadığı rolü kabul etmektedir. ABD Hükümeti’nin tüm dünyada demokrasiyi destekleme ve iyi yönetimi teşvik etme çabalarında internet özgürlüğünün öneminin altını çizmektedir. Türk Hükümeti’ne âcilen sosyal medya dahil, basın özgürlüğü üzerindeki kısıtlamaları sona erdirme ve Twitter’a erişimi yeniden sağlama çağrısı yapmaktadır.’
Merkezi B. Amerika’da bulunan İnsan Hakları İzleme Örgütü de bu yasaklamayı ‘felaket’ olarak nitelediği açıklamasında, “Türk hükümetinin, idari bir talimatıyla YouTube’u kapatma kararı vermesi Türkiye’de ifade özgürlüğü ve bilgiye erişim hakkı açısından bir felakettir. Hükümet, benzer bir biçimde 21 Mart’ta Twitter’ı kapatmıştı” ifadesini kullanması dikkat çekiyordu..
Uluslararası Af Örgütü / Amnesty İnternational (Aİ) ise, “Yasaklar önceden tasarlanmış ciddi ve genel bir darbeye işaret ediyor.’ şeklinde bir açıklama yapmış bulunuyor. Avrupa Konseyi de bu yasaklamaları endişe verici bulmuş..
Emperyalist dünyanın ünlü medya organlarının konuya yaklaşımı da farklı değildi:

’-The Wall Street Journal: Bu yasak, Türkiye’nin acımasız internet sansürleri uygulayan Çin, Suriye ve Kuzey Kore’yi de kapsayan ülkeler kulübündeki yerini sağlamlaştırdı.
-Spiegel: ’Türkiye, internetteki video platformunu kapattı. Öncesinde Ankara’nın Suriye ile savaş nedeni aradığına dair bir görüşme kaydı yayınlanmıştı.. YouTube’un kapatılması, milyonların bu durumu izlemesini engelliyor.’

-Economist: Erdoğan, Vladimir Putin’e teşekkür etmeli. Çünkü Rusya Lideri’nin Ukrayna’ya saldırısı haftalarca manşetleri işgal etti. Bu durum Erdoğan’ın kendisi ile müttefiklerini korumak için tasarladığı özgürlükleri sınırlayıcı bir dizi yasadan uluslararası alanda az bir kınamayla kurtulmasını sağladı..’

Bu ifadeler bile, suyun başında kimlerin bulunduğunu göstermiyor mu?

Emperyalistler odaklar da faka bastıklarında neler yaptı?
Bu yayınlara karşı, Washington merkezli bir düşünce kuruluşu olan Türkiye Politikaları Merkezi (TPC) ise, “Eğer tüm bunlar Amerika’da olsaydı siz ne yapardınız?” diye tam sayfa bir gazete ilanı vererek, Amerikan kamuoyunu bilgilendirmeye çalışıyordu.
Sahi, Amerikan yönetiminin de, ulusal güvenliğin tehlike altına girmesi riskini içeren bilgi ve belge sızdırmaları, gizli sırların vaktinden önce ifşâ edilmesi gibi vak’alarda nasıl tepkiler verdiği hatırlanıyor mu?
Wikileaks belgelerinin yayınlanmasında da Amerikan yönetimi konuya nasıl çok sert bir tepki gösterdiği hatırlanmalıdır. Wikileaks belgeleri 2010 yılında ilk ortaya çıktığında ABD yönetimi güçlü bir kınama yayımlamıştı. Beyaz Saray, WikiLeaks'in "çalıntı ve gizli belgeleri yayımlayarak sadece insan hakları davasını değil kişilerin hayatlarını ve yaptıkları işi de tehlikeye attığını" belirterek, "Gizli belgelerin ve hassas ulusal güvenlik bilgilerinin yetkisiz ifşaatını en şiddetli şekilde kınıyoruz" ifadesini kullanmıştı.
Dönemin Amerikan Dışbakanı Hillary Clinton da Wikileaks'in, ABD Dışişleri Bakanlığı ile yabancı ülkelerdeki Amerikan elçilik ve temsilcilikleri arasındaki yazışmaları açıklamasının, Amerika'nın ulusal çıkarlarını tehlikeye soktuğunu ifade ederek, 'Bu, hem belgelerde adı geçenlerin hayatlarını tehlikeye sokuyor, hem ulusal güvenliğimizi tehdit ediyor hem de ortak sorunları çözmek için diğer ülkelerde attığımız ortak adımları zora sokuyor' demişti. Aynı dönemde, bazı Amerikan basını WikiLeaks belgelerini yayımlarken, CNN gibi bazı kuruluşlarının, ulusal güvenlikle ilgili bu gizli bilgilerin 'daha fazla ifşasına araç olmamak' için WikiLeaks'ın içeriklerine dair bilgileri yayınlarında kullanmadığını da hatırlamalıyız.
Wikileaks belgelerini sızdıran Chelsea Manning’in, casusluk ve diğer suçlardan 35 yıla mahkum edildiği da hatırlanmalıdır. WikiLeaks’in aslî aktörlerinden Julian Assange ise, Londra’da, sığındığı Ekvator B. Elçiliği binasında yaşıyor iki yılı askın zamandır ve oradan çıkar çıkmaz yakalanacak..
B. Amerika’da yaşanan WikiLeaks vak’asıyla birlikte son yılların en çok ses getiren sızdırmalarından birisi de (Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı) NSA'in eski sistem analisti Edward Snowden'ın Amerikan hükümetinin istihbarat toplama yöntemleriyle ilgili belgeleri medyayla paylaşmasıyla yaşanmıştı.
NSA'in sadece ülke içinde değil, yurt dışında da, kimi yabancı ülkelerin liderleri dahil telefon dinlemeleri yaptığını ve kayıt tuttuğunu, internet faaliyetlerini izlediğini ortaya çıkararak, ABD ve dünya gündemini şoke eden belgeler, Amerikan emperyalizminin istihbarat metodlarını deşifre etmesi üzerine yönetimin her kademesinden sert tepki görmüştü.
Bu konuda, B. Amerika Dışbakanı John Kerry’nin, Snowdenvatan hainliğiyle suçladığını ve Obama’nın Putin’le sert görüşmeler yaptığını hatırlatmak kâfidir, herhalde. Putin ise, önceleri Snowden’e iltica hakkı vermiyeceklerini açıklayarak durumu yumuşatmışken, iki ay kadar sonra, ona iltica hakkı tanıması, ayrı bir diplomatik çalım olmuş ve Obama, bu durumu kabullenmekten başka bir şey yapamamıştı.
NSA'in izleme faaliyetlerini ifşa eden ve gizli bilgilerin ifşa olunması, bunları yetkili olmayan taraflara vermek ve hükümet malını çalmakla suçlanan Snowden, B. Amerika’ya iade edilmesi halinde, casusluktan yargılanacak..
Ülkede ulusal güvenlik tartışmaları uyandıran son örneklerden birisi de, Amerikan AP ajansının geçen Aralık ayında, İran'da 7 yıl önce kaybolduğu söylenen eski FBI ajanı Robert Levinson'ın, CIA için çalıştığını ortaya çıkaran haberi oldu. Amerikan yönetiminin ’bir iş seyahati sırasında kaybolduğunu’ ileri sürdüğü Levinson'ın, aslında CIA için istihbarat toplamak üzere İran'a gittiğinin açığa çıkması, büyük skandallardan bir diğeri idi.
*
Demek oluyor ki, her zaman olduğu gibi, günümüzde de, sistemler ve devletler üstelik de en gelişmiş teknolojilerle içeriden veya dışarıdan vurulmaya, kuşatılmaya ve hele de ideolojik menşeli saldırılara maruz kalabilmektedir.
Türkiye’nin son yaşadığı casusluk da böyledir ve dış etkenler kadar, içerden, onlarla işbirliği halinde olan ve İttihad-Terakkî günlerinden beri, bu sahada 100 yıllık entrika tecrübeleri olan ’kemalist-laik-ulusalcı’ vs. kesimlerce tezgahlandığı rahatlıkla söylenebilir. Bunda, son zamanlarda onlarla işbirliğine giren Pennsylvania Şeyhi ve fedaîlerinin elinin olması da mümkündür. Çünkü, onlar da kendilerini kuşatılmışlık duygusu içinde hissediyorlar ve mütekabilen, içten kuşatmalara yöneliyorlar..
Bu oyun, daha çoook sürer. Sabır, adâlet ve basiretle karşı çıkılabilir.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Anayasa Mahkemesi de, ‘Yargıçlar Diktatöryası’na Özenirken..

Çeyrek yüzyıl öncesine kadar tasavvur bile edilemiyen İnternet, Youtube, Facebook, Twitter, hattâ akıllı telefon vs. denilen yeni teknolojik araç ve imkanlar, bugün bütün dünyayı hattâ, bir elektronik uyuşturucu etkisiyle sarmış bulunmakta..
Dünyada yüzmilyonlarca, milyarca insan, günlük hayatının büyük kısmını bu modern iletişim cihazlarıyla meşgul olarak geçirmekte..
Bu elektronik iletişim kanallarının herbirisi, birer ticarî şirket görünümü altında çalışıyor- çalıştırılıyor ve, hepsinin arkasında veya başında da, Amerikan emperyalizmi bulunuyor. Amerikan emperyalizmi bu hegemonik, üstün konumunu gizlemiyor da.. Tersine, bu gibi elektronik iletişim kanalları aracılığıyla yapılan konuşma, görüşme, yazışma ve sair irtibatlardan 6 milyar adedini hergün, 24 saat soyunca kontrol edebilmek imkanına sahib olduğunu da açıkça bildiriyor.
Hatırlayalım, birkaç ay önce, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in de dinlendiği ve hattâ özel hayatına aid konuşmaların bile kaydedildiği anlaşıldı ve Amerikan Başkanı Barack H. Obama, böyle bir durumun bir daha tekrarlanmıyacağına dair teminat verdi, Merkel’e..
Ama, ilginçtir, bu teknolojik iletişim araçlarının bazen bizzat Amerikan emperyalizmini de vurduğu görüldü; Amerikan gizli istihbarat bilgilerinin yayınlanması gibi durumlarla karşılandı. Ve bu duruma karşı USA emperyalizminin tepkisi çok sert oldu.
Nitekim, WikiLeaks belgeleri adıyla yapılan yayımlar bu alandaki en çarpıcı örnek..
Ki, o belgeleri yayınlayan Julian Assange, B. Amerika’dan kaçtıktan sonra, dünyanın her bir tarafında fellik fellik aranırken, Londra’da Ekvador ülkesinin İngiltere’deki büyükelçiliğine sığındı ve iki yıla yakın zamandır, hâlâ da orada ve oradan çıkamıyor.. Çıktığı anda yakalanacak ve casusluk suçlamasıyla Amerikan emperyalizminin hışmına uğrayacak..
Daha sonra, Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi’nin istihbarat uzmanlarından Edward Snowden, Amerikan gizli belgelerinden bir kısmını yayımlamaya başladığında, bu açıklamaları onun da Amerika’dan gizlice kaçarak yaptığı anlaşıldı ve Hong Kong’da ortaya çıktı. Ama, orada tutunamayacağını anlayınca, gizleneceği bir yer aramaya başladı. 20’den fazla ülkeye sığınma talebinde bulunduğu halde, kimse kabullenmeye yaklaşamadı. Çünkü, kimse, Amerikan emperyalizminin hışmını üzerine çekmek istemiyordu. Ve nihayet, gizlice Rusya’ya gizlice girdiği açıklandı ve Moskova Havaalanı’nda bir aydan fazla bir müddet tutuldu. Rusya, önce ona iltica hakkı vermiyeceğini açıkladı; ama, daha sonra, ’B. Amerika aleyhinde bir faaliyette bulunmayacağı taahhüdü alınarak, kendisine iltica hakkı tanındığı açıklandı. Amerika da, bu durumu önceleri kendisine yönelik düşmanca bir tavır olarak nitelemiş olsa bile, sonunda kabullenmek zorunda kaldı.
Ve Amerikan Hükûmeti, kendi vatandaşlarının haberleşme özgürlüğüne darbe vuran bu gibi gizli dinlemelerin veya gizli bilgilerin açıklanmıyacağına dair söz verdi, kendi kamuoyuna.. Bir de, bazı güçlü müttefiklerine.. O ülkelerin itiraz veya yargı kararlarına itibar edildiği gözlendi.
Rusya, Çin, İran gibi bazı ülkeler ise, bu gibi ’ticarî şirket’lerin hizmetlerine ulaşılmasının yolunu kesmek için, kendi özel yöntemlerini geliştirdiler.
*
Ama, Amerikan emperyalizmi ve müttefikleri, bazı ülkelerin iç işlerini, dolaylı olarak ve haberleşme özgürlüğü adı altında bu gibi etkin ve yaygın elektronik iletişim araç ve imkanlarıyla etkileme çabalarını daha bir hızlandırdı. Özellikle, Orta ve Latin Amerika, Orta ve Güneydoğu Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkelerindeki sosyal çalkantılarda bu ’ticarî şirket’lerin manipulasyonları, gerçekte, emperyalizmin modernleştirilmiş köhne taktiklerinden başka bir mânâ taşımıyordu.
Bunun birçok örneği dünyanın birçok yerindeki sosyo-politik hadiselerin yönlendirilmesinde görüldü. Bu durumdan zarara uğrayan devletler veya rejimler itirazlarını bildirdiğinde ise, o devletlerin gücüne göre kısıtlamalara gidildi veya hiç oralı olunmadı.
İtirazlara kulak asılmadığı durumlarda, sözkonusu ’ticarî şirket’lerin, ’Biz ticarî bir şirketiz ve ticaretin serbestliği kurallarına göre hareket ediyoruz. Bu bakımdan, müşterilerimizle aramızdaki ilişkilerin mahiyetini açıklamamak, ticarî sırlarımızı korumak hakkımızın bir gereğidir.’ gibi zâhiren haklı; gerçekte ise, komik izahlara sığındıkları görüldü.
2013 Haziranı’ndan itibaren Türkiye’de de yoğun şekilde yaşanan ve Gezi Hadiseleri diye bilinen karışıklık günleriyle, son aylarda yaşanan ve yolsuzluk iddialarıyla başlatılıp Tayyîb Erdoğan ve hükûmetini hedef alan yoğun manipulasyonlarda da bu emperyalist ’ticarî şirket’lerin dahli açıkça görüldü. Yüzlerce-binlerce sahte isim adına açılmış twitter ’hesab’ları üzerinden veya youtube ve faceboook ve sair teknolojik iletişim imkanlarıyla öylesine yoğun saldırılar yapıldı ki, bunları kimin yaptığını belirlemek mümkün değildi. Bu iddiaların doğruluğunu belgelemek gibi bir problem de sözkonusu değildi.
Halbuki, Hucûrât Sûresi-6’da, biz müslümanlara, ’Bir fâsıq’ın getirdiği haberleri, tahkik etmeksizin kabullenmememiz’ emrediliyordu. Burada ise, emperyalist -şeytanî bir gücün eliyle bir yığın haber ulaştırılıyor ve amma onları tahkik imkanımız bulunmasa da, kitleler bu haberleri, ’Belki de doğrudur..’ gibi ifadelerle gerçekmiş gibi kabul ediyorlardı.
Şeytanî güçler, entrikacılar bir takım yalanları tezgahlıyorlar, piyasaya sürüyorlar ve bu iddiaları araştırmadan yaymakta mahzur görmeyenler de entrikaya katılıyorlar ve böylece siyasî hayat şekillenmeye çalışılıyor; bu doğruluğu-yanlışlığı ve yalanlığı isbatlanamayan bu iletişimlerden dolayı zarar ve hakaretlere uğrayan gerçek veya hükmî şahsiyetler ise, uğradıkları zararların giderilmesi imkânını da bulamıyorlardı.
Çünkü, bu ’ticarî şirket’lerin merkezi Amerika’da bulunduğundan, Türkiye’deki yargı organlarının da, idarî makamların da eli oralara uzanamıyordu. Söz konusu‚ ’ticarî şirket’ler ise, diledikleri gibi yalan ve hakaretlerle insanların haysiyetleriyle oynayan, kimlikleri gizli -bu gibi- ’müşteri’(?!)lerine aid bilgileri ’ticarî sırları saklama’ haklarına dayanarak -Amerikan yargı makamları dışında- kimseyle paylaşamıyacaklarını bildiriyor ve Başbakan Erdoğan da, Türkiye gibi ülkelerin bu alandaki mahkeme kararlarını uygulamayan twitter’in kapatılacağırnı duyuruyordu, seçime 4-5 gün kala..
Ama, bu kapatma kararı üzerine, emperyalist dünyanın medya organlarından resmî makamlarına kadar bir çok yerden itiraz sesleri yükseldi. ’Erdoğan diktatörlük yolunda ilerliyor’du, onlara göre..
Ama, o odakların planları tutmadı..
30 Mart Seçimleri’nin yüzde 45 oyla ve kesin bir zaferle AK Parti tarafından kazanıldığı anlaşıldı.. Bunun üzerine, -sadece alman medyasında değil, emperyalist dünyanın bir çok medya organlarında da- Erdoğan’ın ’Yakındoğu’nun Putin’i..’ şeklinde değerlendirmelere konu olması boşuna değildi. Aynı şekilde, bu gibi seçim zaferlerinden sonra siyaset adamları arasında râyiç olan usûl gereği, tebrik -kutlama mesajları gönderilirken, emperyalist dünyadan, Putin dışında kimseden, hele Türkiye’nin NATO’daki müttefiklerinden hiç bir tebrik mesajı gelmemiş olması da ilginç değil midir?
Atlantik’in ötesindeki merkezler sadece Twitter veya Youtube gibi ’mâsum’ (?!) ’ticarî şirket’ler aracılığıyla değil, diplomatik ve stratejik değerlendirme merkezlerinin planlarıyla da Tayyîb Erdoğan’ın sandığa gömülmesini beklerlerken, onun yeni bir seçim kazanarak çıkmasından dolayı rahatsız olmasınlar da n’apsınlar?
B. Amerika’nın Türkiye b.elçisinin yolsuzluk operasyonu adı altında sahnelenen 17 Aralık 2013 darbe teşebbüsünün bir gün öncesinde, AB ülkelerinin Ankara’daki elçilerine verdiği yemekte‚ ’İmparatorluğun çöküşüne şâhid olacaksınız..’ dediğini ve bu seçim sonuçlarından sonra ise, hemen her konuda konuşan / konuşmaya pek hevesli olan bu b.elçinin dut yemiş bülbüle döndüğünü de bu tabloya ekleyince.. Bütün bu işlerin arkasında sıradan bir ’ticarî şirket’in olduğundan değil, uluslarası entrika merkezlerinin düzenlemelerine uygun bir düzenlemeden söz etmek gerektiği daha bir aşikar oluyordu.
*
Seçim sonrasında ise..
Anayasa Mahkemesi, kendisine yapılan bir müracaat üzerine, 3 Nisan günü, Tvitter’in kapatılmasının vatandaşların haberleşme özgürlüğüne engel teşkil ettiği gerekçesiyle, bu yasağın kaldırıldığını açıklayıverdi.. Halbuki, herşeyden önce, Anayasa Mahkemesi’ne bu gibi konularda başvurulması, ancak, iç hukuk yollarının tükenmesinden sonra mümkün olabiliyordu.
Ama, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına bir itiraz makamı bulunmayıp, bu kararların kesin hüküm mahiyetinde olması yüzünden, ’Dediğim dedik..’ kabilinden bir etki yapıyordu.
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararının haberini Kuveyt’e yaptığı resmî gezi sırasında alan C. Başkanı Abdullah Gül’ün, kararın son derece memnuniyet verici olduğunu, böylece uluslararası hukuk normlarına uygun bir düzeltme yapıldığını söylemesi de bir başka önemli gelişmeydi. Çünkü, Gül bu noktada, Erdoğan’ın görüşlerine itibar etmemişti, zımnen..
Nitekim, Başbakan Erdoğan da, 4 Nisan sabahı Azerbaycan’a giderken yaptığı açıklamada, ’Mahkeme kararını uygularız, çünkü uygulamaya mecburuz; ama, bu, bu karara saygı duyduğumuz mânâsına gelmez. Bu kararın doğruluğuna katılmıyorum. Herşeyden önce, Anayasa Mahkemesi’ne böyle bir müracaat, iç hukuk yolları tüketilmeden yapılamazdı, şeklen.. Bu bakımdan, böyle bir müracaati, ilk müracaat kapısının kendisi olmaması gerekçesiyle reddetmesi gerekirdi.. Ayrıca, Anayasa Mahkemesi’nin elinde yığınla dosyalar varken, bu mahkemenin yeni bir usulsüzlük yapıp, bu konuda iki gün içinde karar vermesi, ilginçtir. Ve bu kararı,’millî’ değildir; saygı duyruyorum..’ diyordu..
Erdoğan’ın hele de, ’Bu karar, millî değildir..’ sözünün, zımnen, uluslarası etkileme odaklarının gizli veya açık diktesi veya etkisiyle alındığı ithamını taşıması açısından ayrı bir önemi vardır..
Evet, Anayasa Mahkemesi, twitter yasağı konusunda yapılan bir müracaatı hemen almış ve kendisine müraaat için gerekli şeklî şartlarının gerçekleşip gerçekleşmediğine bakmadan, twitter yasağının kaldırılmasını kararlaştırmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına dayanılarak Youtube isimli siteye erişilmesine yasak getiren mahkeme kararı da kaldırılmıştır.
Bu da, yargının bağımsızlığı adına, yargıçlar diktatöryasına giden yolda yeni bir merhalenin aşıldığı tehlikesinin de habercisidir.
Ama, bu konuda daha da önemli olan, Başkan Erdoğan ile C. Başkanı Gül arasında çok açık, net bir görüş ayrılığının ortaya çıkmasıydı.
*
’Emperyalizmin pîri’nin sözcüleri ne diyor?
Mahallî seçimler öncesinde hele de anglo-sakson dünyasının medya organları, âdetâ alman medyasından geri kalmamak istercesine, Pennsylvania Şeyhi ile bir tam bir ağız ve söz birliği sergiliyordu. Onlara göre, ‘otoritarizm ve hattâ diktatörlük eğilimleri’ içindeki Erdoğan’ın bu hali, onun tükeniş çırpınışları idi..
Seçim neticeleri ise, onları şaşkına çevirmiş olmalı ki, bu zamana kadar vargüçleriyle destekledikleri adamlarının cezalandırılmamasını, bağışlanmasını sağlamak istercesine, ‘Erdoğan büyüklük göstermeli..’ diye başlıklar atmaya başladılar..
Nitekim, 9 ay öncelerdeki Taksim-Gezi Hadiseleri’nden beri Erdoğan düşmanlığını bayrak edinen ve hattâ onu, kapağında yayımladığı ilginç bir resimle, bir yeni Sultan kılıfı içinde resmeden ve ‘Demokrat mı, sultan mı?’ diye soran ing. The Economist dergisi, 4 Nisan tarihli ve ’Bağışlayıcı ol, Büyük Sultan’ (Be merciful great Sultan) başlıklı ve başlığında bile bir alaycılık ve istiskal yansıtan yazısında Tayyîb Erdoğan'ın, -beklenmedik şekilde açık farkla kazandığı seçimler sonrası- büyüklük göstermesi gerektiğini yazıyor ve bu arada, Erdoğan’ın seçim sonrasında yaptığı konuşmada, ‘Türkiye’ye tuzak kurmaya kalkışanlara kanunlar dairesinde gereken darbenin vurulacağı’ şeklindeki sözüne takılarak, "İstikrarsız bir ülkede böylesi bölücü bir söylem tehlikelidir" diyerek, Türkiye’nin istikrarsız bir ülke olduğu iddiasını tekrarlamaktan da geri durmuyor ve Türkiye için iyilik düşünüyormuşcasına tavsiyelerini sıralayarak şöyle diyordu:
‘90'lı yılların kaos ortamından sonra Türkiye 10 yıl boyunca Mr. Erdoğan'ın yönetiminde istikrarlı ve müreffeh bir dönem geçirdi. Bu dönemin iki güçlü çıpası vardı: Bunların ilki başta IMF, sonra da malî piyasalarca desteklenen doğru makro-ekonomik politika, diğeri de Mr. Erdoğan'ın Ekim 2005'te üyelik müzakerelerine başlaması ile muhtemel Avrupa Birliği üyeliğiydi. Türkiye bugün bunların ikisini de kaybetme riskiyle yüzyüze..’
Dikkat edilirse, bu tahlilde, Erdoğan döneminin başarısı, IMF’nin planlarının da neticesi olarak gösteriliyor. Halbuki, durum hiç de böyle değildi ve Erdoğan Hükûmeti, IMF’nin tavsiye, plan ve diktelerine itibar etmeyip kendi planlarını uygulamıştı.
The Economist, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmayı, Cumhuriyet'in 100'üncü yılı olan 2023'de o makamda oturmayı planladığını da yazmaktaydı.
The Economist'in, "Erdoğan'ın şansı açık.." başlıklı bir başka yazısında ise, Cumhurbaşkanlığı seçiminde kürdlerin Erdoğan'ı desteklemesinin beklendiği, başbakanlık için de en güçlü adayın C. Başkanı Abdullah Gül olduğu belirtiliyor ve şöyle deniliyordu:
’Ekonominin durgunluğa gittiği, Gülen Cemaati mensublarının da muhtemelen teslim olmayacakları düşünülürse, Mr.Erdoğan belki de AK Parti'nin üç dönem kuralını ortadan kaldırtıp dördüncü kez başbakanlığa aday olabilir. (...)Bazı çevreler Erdoğan'ın ekonomik durgunluğun etkileri hissedilmeden erken seçime gidebileceği yolunda spekülasyonlar yapıyor. AK Parti seçimler sonrası Meclis'te üçte iki çoğunluk sağlarsa, Mr. Erdoğan'ın uzun süredir hayalini kurduğu yürütme yetkisi açısından daha güçlü bir Cumhurbaşkanı olmasını sağlayacak şekilde anayasayı yeniden yazabilir. Her durumda 30 Mart'taki seçimler bir kez daha gösterdi ki, Mr. Erdoğan hâlâ Türkiye'nin en etkili siyasî figürü..’
Evet, bu görüşler, emperyalist dünyanın medya organlarında 30 Mart seçimleri sonrasında kaleme alınan yazılardan sadece bir küçük örnek.. Bu gibi değerlendirmeler karşısında, üzerinde durulması gereken asıl husus, emperyalist sistemin en güçlü ve yaşlı temsilcilerinden olan İngiltere’nin medya kuruluşları aracılığıyla bile, Türkiye’nin ve diğer ülkelerin mes’eleleriyle ne kadar derinden-yakından ve niçin meşgul olduğudur.
Konuyu şöyle de değerlendirebiliriz:
Türkiye veya benzeri ülkelerin medyası da, meselâ İngiltere, Almanya, B. Amerika vs. emperyalist devletlerin iç siyasetleri konusunda, bilgi verici mahiyetteki yazıların ötesinde, yön göstermeye kalkışan bir niyeti yansıtacak şekilde yazılar yazabiliyorlar mı?
Ya da, Türkiye ve benzeri ülkelerin medyasında yayınlanan makaleler de, emperyalist devletlerin başkent veya medyalarında merak konusu oluyor ve yansıtılma ihtiyacı duyuluyor mu?
Bu sorunun cevabı, hayırdır.
Ama, ilginçtir ki, 100 yıl öncelerde, içinde bulunduğu bütün olumsuzluklara rağmen, İstanbul gazetelerinde yayınlanan makaleler, Batı başkentlerinin siyasî ve diplomatik mahfillerinde veya medya organlarında derin ilgi ve yankı uyandırıyordu.
Dünyada söz sahibi olmak ve güdülmemek istiyor, yönlendirilmek istemiyorsanız, sadece haklı değil, güçlü de olmanız gerekmektedir. Bu, hemen bütün zamanlar ve mekânlar için de geçerlidir.
Hele de günümüzde, bu, daha bir böyledir.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Başına Buyruk Bir Yargı, Zehirli Gaz ve ’Müstemleke Valisi’ Edâlı B.Elçi

Daha önce de, ’(İcra/ Yürütme organı) Hükûmet’in karar ve uygulamaları Danıştay tarafından; (teşrî’/ kanun koyma organı) Meclis’in karar/ kanun ve uygulamaları Anayasa Mahkemesi tarafından kontrol ediliyor; ancak, Yargı’nın karar ve uygulamaları kim tarafından ve nasıl yapılacak?’ diye bir soru sorulmuştu, bu sütundaki (ve 30 Aralık 2013 tarihli ve ’Yargıyı kim yargılayacak? Yoksa, ’juristokrasi’ sürecek mi?’ başlıklı) bir yazıda..


Çünkü, yargı adeta, hiçi hata yapmaz, günah işlemezmiş gibi, onu yargılayan , bi rüst makam bulunmuyor ve kesin hüküm haline gelen kararları, zulmün taa kendisi bile olsa, şeklen adâlet olarak kabulleniliyor.
Halbuki, en büyük zulümler de adâlet adına işlenenlerdir.
*
Bir önceki yazıda da, Anayasa Mahkemesi’nin de ’yargıçlar diktatöryası’na özendiği ifade edilmeye çalışılmıştı; Twitter ve Youtube gibi Amerikan şirketlerinin menfaatlerini korumak istercesine aldığı karar üzerine..
Ancak, kamuoyunca bilinmeyen bir acaib ve hukukî açıdan, ancak neredeyse birkaç kağıdçılıkla nitelenebilecek bir yol da izlenmiş..
Çünkü, Hükûmet Sözcüsü Bülent Arınç’ın 7 Nisan günü yaptığı açıklamaya göre, Anayasa Mahkemesi, kendisinin bazı kararları almasına engel olan kendi içtüzüğünü değiştirmiş ve o engeli kaldırdıktan sonra, istediği değişiklik yönünde kararlar almış..
Hani, bir güreşçiyi ne yapıp edip yenmiş veya yenilmiş gösterebilmek isteyen bir hakem’in yetkileri olmayınca, o yetkileri hemen o anda yeniden düzenleyip hedefine varması gibi bir tuhaf durum..
Buna benzer ve daha ağır bir durum daha önce de yaşanmıştı..
Refah veya Fazîlet Partilerinden birinin kapatılmasında, Siyasî Partiler Kanunu’ndaki bir maddenin kapatılmaya engel olduğu görülmüştü. Bunun üzerine, Anayasa Mahkemesi herhangi bir başvuru olmadığı halde, sözkonusu maddenin Anayasa’ya aykırı olduğuna hükmetmiş ve o maddeyi ibtal ederek, kapatma kararını ’gönül rahatlığı’ (!) içinde vermişti.
Şimdi de benzer bir durum..
Komedinin ötesinde, hukuk mantığı açısından, traji-komik bir durum..
Şöyle ki..
Başbakan Erdoğan’ın, ’Mahkeme kararıdır, uygulamak zorundayız.. Ama, bu karara saygı duymuyorum..’ dediği konu Bülend Arınç’a sorulduğunda, o da cevaben şöyle diyordu:
’AYM’nin oy birliği ile verdiği karar öncelikle AYM’nin kuruluşu ve yargılama usulleri ile ilgili kanuna aykırıdır.
Twitter ile ilgili konuda bunu aştıklarını görüyoruz. AYM, kendi içtüzüğünün 71. Maddesinin 21. Fıkrasında, mahkeme içtihadının oluştuğu alanlarda ve ivedilikle karar alınması gereken durumlarda Bakanlık cevabını beklemeden esas hakkında karar alabileceğine dair bir hüküm koymuş.
Bu, 5 Mart tarihine kadar yoktu. Aceleyle içtüzüklerini değiştirmişler ve bu ifadeyi koymuşlar.
Bu fevkalade mânidar ve düşündürücü geliyor.
AYM burada durumdan vazife çıkarmış.
Eskiden durumdan vazifeyi başka kurumlar çıkarıyordu.
Artık onlar durumdan vazife çıkarmıyor genelde.. Kendi konumlarını vazife edindiler.
Twitter şirketi aleyhinde tam 27 tane mahkeme kararı var. Bu 27 karardan 4’ü uygulandı, diğerleri de uygulama aşamasındaydılar, ama AYM’nin kararı imdadına yetişti.
AYM, böyle bir karar almakla kendi türk yargısını geçersiz sayacak bir sonuca ulaştı; Twitter isimli şirkete, ’Türkiye mahkemelerinin kararlarını uygulamayabilirsiniz..’ şeklinde bir güvence vermiş oldu. Twitter şimdi 23 mahkeme kararını uygulamama konusunda eline büyük bir koz geçirmiş oldu. (...) AYM’nin aslında şunu yapmasını alkışlayabilirdik: Sen nasıl olur da Türk yargısının verdiği kararı uygulamıyorsun. Sen bunları mutlaka uygulayacaksın..
Sayın Başkanın (AYM Başkanı’nın) şahsına büyük saygımız var; ama oybirliği ile verdikleri karar Türk yargısını ve bireyi korumaya yönelik bir karar değildir. (...) AYM kararı bence çok yanlış bir karardır düzeltilmesi gerekir. Elbette bu kararı uygulamak durumundayız, ama mevcud tedbirlere ilave tedbirler de getireceğiz.
Biz şimdi ferdin hukukundan bireyin haklarından vazgeçecek değiliz.
Bir ev hanımının kendi adıyla porno yayıncılık yapılıyorsa bir devlet bir hükümet bir yargı bu insanın haklı şikayetini görmezden gelebilir mi?
“Efendim, sanal âlemde her şey yapılabilir…”
Böyle bir özgürlük hayvanlar âleminde bile yok.
Herkes kedisini kessin, hayvanlarla ilişkisini internette yaysın şöyle olsun böyle olsun..
Bizi anayasada verilen görevler var biz de bunları sonuna kadar uygulamakla görevliyiz.’

Evet, Arınç’ın bu sözlerinden çıkan mânâ düşündürücüdür.
Buna karşılık, AYM Başkanı Hâşim Kılıç da, ’kendi içtüzüklerini yeniden yapabileceklerini ve gerekli gördükleri ve sonradan telâfisi imkânsız zararların ortaya çıkacağı kanaatine vardıkları zaman, AYM’ne müracaat için iç hukuk yollarının tüketilmesi gibi bir şartın gerçekleşmesini beklemeden derhal karar verebileceklerini’ söylüyor.
*
Bazı çevreler, AYM Başkanı Hâşim Kılıç’ın önümüzdeki Ağustos ayında yapılacak C. Başkanlığı seçimine aday olmaya hazırlandığı ve bu gibi kararların da bazı çevrelere selâm çakmak mahiyetinde olduğu şeklinde değerlendirmeler yapıyorlar. Hatırlanacağı üzere, İlker Başbuğ da AYM kararıyla tahliye edildiğinde, ’Bugün TC sisteminde sadece Anayasa Mahkemesi sağlıklı olarak çalışmaktadır..’ gibi bir açıklama yaparak, minnet borcunu ödemişti..
Şimdi de, Twitter ve Youtube gibi Amerikan şirketleri, Anayasa Mahkemesi’ne şükran borçlarını ifade edebilirler. Çünkü, Türkiye’den milyonlarca ’müşteri’yle irtibatlarını vergi vermeksizin sürdürüyorlar ve kanunen suç işlendiği, hukuksuzluk yapıldığı iddialarına kulaklarını tıkıyorlar ve haksızlığa, zulme veya zarara uğradıklarını iddia eden kişilerin T.C mahkemelerinden aldıkları kararları uygulamıyorlar ve bütün bu sınır tanımazlıkları, küstahlıkları AYM tarafından da, hemen teyid olunuyor ve Hâşim Kılıç aldıkları kararı savunabiliyor. Amerikan şirketlerinin -başka ülkelerin iç siyasetlerini dizayn etme gayretine girmek, istihbarat toplamak ve ve casusluk faaliyetleri de dâhil- ticarî kazançları uğruna, isimleri Türkiye’ye ödettirilen ağır bedellerin telafisini düşünmeyen bir AYM’nin, Amerikan şirketlerinin zarara uğraması karşısında bu kadar hassas olunması üzerine, ’Bu kadarına da pess..’ demekten başka bir şey söylemek gelmiyor elden..
Halbuki, bu karar, tam da Tayyîb Erdoğan’ın dediği gibi, ’millî bir karar değildir..’ ve beynelmilel odakların alkışını kazanmaya yönelik bir karardır. AYM, milyonlarca insanın kullandığı bir iletişim kanalının kapatılmasının doğru olmadığını düşünürken, Türkiye mahkemelerinin kararlarına asla itibar etmeyen bu Amerikan şirketlerinin değirmenine su dökmektedir.
*
’GUTA’ KİMYASAL SALDIRISININ TÜRKİYE ÜZERİNE YIKILMA ÇABASI..
Bülend Arınç, ayrıca, ’Suriye içsavaşı sırasında Şam yakınlarındaki Guta’da geçtiğimiz Ağustos ayında 1000’den fazla insanın ölümüne müncer olan kimyasal saldırının ardında Türkiye’nin bulunduğu’na dair, Amerikalı ünlü gazeteci Seymour Hersh’in iddialarının hatırlatılması üzerine, ’Külliyen yalan ve iftiradır. Dışişleri Bakanlığımızın bize gönderdiği not var. (Amerikan Başkanlık Sarayı) Beyaz Saray yetkilileri de yalan olduğunu bizzat vurguladılar.’ diyordu.
Bu vesileyle bu konuya da kısaca değinmekte fayda var.
*
7 Nisan günü London Review of Books sitesinde yayınlanan ’The Red Line and the Rat Line’ (Kırmızı çizgi ve Kaçak / Köstebek yolu) başlıklı makalesinde Seymour Hersh, bir ABD’li istihbaratçıya dayanarak Guta’daki kimyasal saldırının ardında Erdoğan hükümetinin olabileceğini ileri sürüyordu.
Sözkonusu kimyasal saldırı üzerine, ABD ve Fransa da Suriye’ye doğrudan askeri müdahale hazırlıklarına başlatmıştı. Hersh ise, makalesinde göre; İngiliz istihbaratının, katliâmda kullanılan gazdan bir örnek aldığını ve bunun Suriye envanterindeki kimyasal silahlarla uyuşmadığını belirlediğini, bu durumun, Pentagon’da kuşkular uyandırdığını yazıyordu. (Sanki, Esed rejiminin de böyle bir kanaat oluşturmak için envanterinde bulunmayan kimyasal gazları kullanması mümkün değilmiş gibi..)
Hersh, kendisine bilgi veren Amerikan Savunma İstihbarati Ajansı (DIA)’ya bağlı bir Amerikalı istihbaratçının, Türkiye hükûmeti içinden bazılarının, Suriye’de bir sarin gazı saldırısıyla Obama’nın Esed’e karşı harekete geçirilebileceğini planladıklarını belirtiyordu. (Burada, TC. Dışişleri Bakanı A. Davudoğlu başkanlığında yapılan en üst seviyeli dört bürokratın istirakiyle yapılan kozmik odada yapılan bir toplantının gizlice dinlenip Youtube’de yayımlanmasını da hatırlayabiliriz. Hersh, makalesinde bu durumu da belirtiyor.)
Hersh’ün iddiasına göre, ABD’nin elinde, AK Parti hükümeti ile El’Qaide’nin kimyasal silah işbirliği şüphelerini destekleyen pek çok rapor ve kanıt bulunuyormuş..
Hersh, geçtiğimiz Mayıs ayında Türkiye’nin güneyinde sarin gazı ürettiği iddiasıyla tutuklanan, ama kısa sürede salıverilen En’Nusra üyeleri de hatırlatıyor. Hersh’in iddiasına göre, geçen Mayıs ayında Erdoğan’ın Washington ziyareti sırasında Obama ile Erdoğan, bir yemekte buluşurlar. Yemek boyunca Erdoğan, Esed’in ’kırmızı çizgi’yi aştığını hatırlatır. Ama Obama Esed’e müdahalede gönülsüzdür.
Hersh’ün aktardığına göre Erdoğan birkaç kere Fidan’ı konuşmaya dahil etmeye çalıştıysa da her defasında Obama Fidan’ın sözünü “We know” (biliyoruz) diyerek keser, bunun üzerine Erdoğan hiddetlenir. Bundan sonrasını, Hersh, ABD istihbaratçısının iddiasını, toplantıdaki Danilov’un sözleriyle aktarıyor: “f.cking waved his finger at the president inside the White House”. (Burada, Danilov’un, Erdoğan’ın Beyaz Saray’da Obama’ya, hakaret ifade eden bir şekilde, Lanet olsun! Beyaz Saray’da başkana parmağını salladı! dediği aktarılıyor.)
*

Seymour Hersh'ün, Suriye'de geçen yıl 21 Ağustos'ta düzenlenen kimyasal saldırının arkasında Türkiye'nin olduğuna yönelik iddiaları, aynı gün, Beyaz Saray ve ardından da, USA Dışişleri Bakanlığı tarafından yalanlanıyordu. Bakanlık Sözcüsü Jen Psaki, günlük basın brifinginde konuyla ilgili soru üzerine, ’kimyasal saldırının Suriye rejimi tarafından düzenlendiğine hiç şüphe olmadığını’ vurguluyor, "Raporlarımızın, edindiğimiz istihbaratın, 21 Ağustos'taki bu saldırıların Suriye rejimi tarafından yapıldığına hiç şüphe olmadığı yönündeki uluslararası toplum görüşünün arkasındayız" diye konuşuyordu. Ayrıca, Hersh’e bu konuda bilgi veren “eski yetkililer” de isimlerini açıklamıyordu..
Buna rağmen, yıllarca TC.’nin Washington’da b.elçilik vazifesini yürüten, şimdi ise, CHP Gen. Başk. Yard.lığını üstlenen Faruk Loğoğlu ise, twett’lerinde, ’Suriye’de kimyasal silahı kimin kullandığını öğrenmek istiyorsanız Seymour Hersh’ün yazısını okuyunuz.’ diyor; iç siyasî manevralar hatırına, emperyalist odakların entrikalarını doğru gibi kabul ediyordu. MHP m.vekili Lütfi Türkkan da, ’Sarin gazı.. Can veren sabiler.. Dindar Başbakan.. Bir yerde ber yanlışlık var..’ diyerek aynı entrikaları doğrnu kabul ediyordu, tahkik etmeksizin ve hedefin sadece Erdoğan değil, Türkiye olduğunu görmezlikten gelerek...
İran’ın devlet gazetelerinden Kayhan’da ise, Hersh’ün bu yorumunu, 8 Nisan günü, ’Ünlü Amerikalı yazar ve gazeteci ifşa etti.. Suriye’deki kimyasal silah, Türkiye’nin işi idi..’ şeklinde veriyordu; o da bir tahkik etmek gereğini duymadan.. Ve de, haberin girişinde Amerikan makamlarının yalanlamalarına değinmeden..
Ve, ’Müstemeleke Valisi’ edâlı B.Elçi..İlginç olan şu ki, aynı gün, 7 Nisan günü B. Amerika’nın Türkiye’deki B. Elçisi Francis Ricciardone’nun, Hürriyet gazetesine verdiği uzuun bir mülâkat da yayınlanıyor ve ilginç görüşler serdediyordu, tıpkı bir ’Müstemleke Valisi’ gibi yukarıdan ve tıpkı, miladî- 19. yüzyıldaki ’Müstemleke Valileri’ni hatırlatan buyurgan bir edâ ile..
Hatırlayalım ki, Ricciardone, 17 Aralık’ta, Yolsuzluk Operasyonu olarak adlandırılan Darbe Teşebbüsü öncesinde, AB ülkelerinin Ankara’daki büyükelçilerine verdiği bir yemekte, ’Uyarılarımız dikkate alınmadı, şimdi bir imparatorluğun çöküşünü izleyeceksinizgibi üstü kapalı sözler söylemiş ve hemen arkasından da 17 Aralık süreci başlamıştı. Tayyib Erdoğan ise, o günlerde, Trabzon’da yaptığı bir konuşmada, Amerikan B. Elçisi’ni kasdederek, ’Sizi taşımak zorunda değiliz..’ diyerek, onu kapı dışarı edebileceklerini zımnen hatırlatıyordu, ama, bu gerçekleşmiyecekti..
Ricciardone, şöyle diyordu (özetle):
- (30 Mart) Seçim sonuçları sizi şaşırttı mı?
(...) Sonuçlara şaşırdığımızı söyleyemem. Zira tahmin aralığı çok genişti.
- ABD açısından seçim sonuçları ne anlama geliyor?
Bütün demokrasilerde seçimler bankaların kendi kendilerine uyguladığı stres testi gibidir. Seçimler insanlara demokrasilerinin ne kadar sağlıklı ve diri olduğunu test etme imkânı sağlar. Testin sonuçlarına da halkın kendisi ve liderler karar verir. Samimi olmak gerekirse geçirdiğimiz seçim kampanyası sürecinde beni Türk-Amerikan ilişkilerinin üzerindeki etkisi nedeniyle endişelendiren iki şey oldu. İlki, Türkiye’nin dışarıda, özellikle de benim ülkemden görünüşü. Amerikalılar şunu kesinlikle anlayamıyor; bizim çok iyi dost ve müttefikimiz olan, birinci sınıf demokrasilerden oluşan Avrupa-Atlantik kulübünün bir üyesi olarak gördüğümüz bir ülkenin hükümeti nasıl olur da Twitter ve Youtube’a tümden yasak koyar. (Gazeteci, burada, bu iletişim araçlarının, Türkiye mahkemelerinin kararlarını dikkate almadığını, ama, Amerika ve birçok Batı ülkesindeki mahkemelerin kararlarına boyun eğdiğini hatırlatamıyor.)
- 17 Aralık operasyonu ile birlikte ortaya atılan eski bakanlar ve hatta Başbakan’ın aile ferdlerini de kapsayan yolsuzluk iddiaları konusunda ne düşünüyorsunuz?
Ben Türkiye’ye uzun vadeli bir perspektif üzerinden bakıyorum. Türkiye pek çok alanda çok ilerledi. Dünya standartlarında bir demokrasi için giderek gelişen bir farkındalık var. Biliyorsunuz, ‘kontrol mekanizması ve denge’ (checks and balances) dediğimiz şeyin önemi 1990’larda anlaşılmıyordu bile. Otoriterliğe karşı, ya da gizli grupların oluşumuna karşı ya da derin devlet denen yapılar içindeki yasadışı faaliyetlere karşı nasıl korunuruz? Bugün bunları tartışıyorsunuz. İyi bir idare istiyorsunuz ve talep etmeye devam ettiğiniz takdirde, bunu elde edeceğinize eminim. (...)
- Biraz önce Ankara ile 17 Aralık sonrasında yaşadığınız sıkıntıların kökeninde Fethullah Gülen’in ABD’de yaşaması olduğunu imâ ettiniz. Erdoğan ...Gülen’in iadesi konusunu Başkan Obama ile yaptıkları telefon görüşmesinde konuştuklarını söylemişti. Gülen’in Türkiye’ye iadesi masada mı?
Beyaz Saray’ın 19 Şubat’ta gerçekleşen o telefon konuşmasıyla ilgili açıklaması net. Hatta konuşmanın içeriğine açıklama getiren başka bir açıklama daha yapıldı. Ben de o noktada bırakayım. Ama o telefon konuşmasında bir kez daha vurgulanan temel nokta şuydu; biz Türkiye’ye saygı duyuyoruz ve kesinlikle içişlerinize karışmayız. Elbette bu meselenin farkındayız. Evet hükümetiniz konuyu gündeme getirdi. (...) Ancak ülkemizde ikamet eden Türk vatandaşlarının haklarını kullanmasına da karışmayız.
- Amerikan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Marie Harf geçen hafta sorular karşısında Gülen’i kastederek ‘O beyefendiyi unutun’ dedi. Bu ne anlama geliyor? Gerçekten de ‘bırakın bu işleri iki ülke arasındaki asıl önemli meselelere bakalım’ mı demek? Yoksa ‘Unutun, o artık dönmez’ mi demek?
Ben de sözcümüz Marie Harf gibi iki müttefik açısından gerçekten önemli olan konulara odaklanmak isterim. Bize göre, yasadışı aktivite emareleri olmadıkça ülkemde yaşayan bir Türk vatandaşıyla ilgili konuşmak karşı karşıya olduğumuz gerçekten ciddi meseleler konusunda dikkatimizi dağıtır.
- ABD ile Gülen hareketi arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?
Böyle bir ilişkimiz yok. Bizim devletlerle resmî ilişkimiz vardır. Türkiye Cumhuriyeti ile hükümetiyle ve kurumlarıyla ilişkimiz var. Demokrasi olduğunuz için de yasal muhalefetle, hukuka bağlı olarak kurulmuş topluluklarla ve sivil toplumla da düzenli iletişim halindeyiz.
- Gülen Hareketi’ne bağlı bazı sivil toplum kuruluşları olduğuna göre onlarla da ilişkiniz var demek olmuyor mu bu?
Eğer TUSKON gibi iş dünyasını temsil eden gruplardan ya da Gazeteciler-Yazarlar Vakfı gibi entelektüel topluluklardan bahsediyorsanız, evet onlarla görüşüyoruz. Bu gruplarla Amerika ve Amerikalılarla ilişkilerin geliştirilmesine ilgisi olan ve yasalara uyan gruplar olarak görüşüyoruz.
- 31 Mart’tan beri şu tartışılıyor; acaba Türkiye halkının önemli bir bölümü yolsuzlukları önemsemediği için mi Ak Parti’ye oy verdi?
(...)Yolsuzluk iddiaları Türkiye markasına gerçekten hasar verdi. İki ülke arasında daha çok ticaret görmek isteyen bir yabancı olarak Türkiye’ye önerim; burasının Amerikan iş insanlarının da Türk yasalarının önünde eşit muamele göreceği ciddî bir ülke olduğunu güçlü bir şekilde gösterin. Rüşvet Amerikan işadamlarının baş edebileceği bir konu değil, çünkü kendi yasalarımıza göre bir suç. (...)
- Son aylarda sızdırılan tapelerle ilgili ne düşünüyorsunuz? Türkçeniz iyi, bizzat dinlediniz mi?
Denk geldiğinde dinledim, zaten manşetleri ve gazetelerde yer alan deşifreleri gözden kaçırma ihtimaliniz de yok. ...Bir kişinin özel yaşantısına izinsiz girilmiş ve özeli ihlal edilmişse hem kızarsınız, hem yaralanmış hissedersiniz. Bu çok ürpertici bir durum. Telefon görüşmelerinin, en üst düzey hükümet yetkililerinin katıldığı toplantıların gizliliğinin korunamaması çok rahatsız edici. Biz kendi sistemimiz içinde yasal korunma talep ederiz, sadece bir savcı dinleme talimatı verebilir. Mahkeme kararı olmadan dinleme yapmak ABD’de çok ciddi bir suçtur.(...)
- Suriye toplantısıyla ilgili dinlemenin sızdırılması üzerine Başbakan birkaç gazeteciyi adres gösterdi. Hükümete göre ulusal güvenlik söz konusu olduğu zaman ABD de çok ileri tedbirler alabiliyor. Wikileaks nedeniyle Bradley Manning’in aldığı ceza ve Snowden’ın durumu malum. Türk hükümeti bu benzetmede haklı değil mi?
Mahkeme Bradley Manning’i gizli devlet sırlarına ihanetten suçlu buldu. Müebbet hapis cezasına çarptırıldı ve şu an cezasını çekiyor. Biz suçlunun peşinden gidiyoruz, suçlunun suçu işlemek için kullandığı aracın peşinden değil. Manning bu son derece ciddi suçu işlemek için yasal bir aracı, interneti kullandı. Biz interneti yasaklamadık, Twitter’ı, Facebook’u ya da YouTube’u yasaklamayacağımız gibi. Yayın organını yasaklamanın hiçbir mânâsı yok. Onun yerine biz suçu araştırdık, şüpheliyi yakaladık, mahkeme yargıladı ve suçlu buldu. (...)
- Suriye konusunda Türkiye ile aynı sayfada mısınız?
Stratejik hedefler konusunda kesinlikle evet. Ama elbette çok farklı bir perspektifimiz var. 900 kilometrelik bir sınırda zorba radikallerle yaşıyorsunuz, bazıları sizin sınırlarınızdan geçip gidiyor. Suriye’deki top atışlarınızdan sizin topraklarınız etkileniyor. O nedenle de biz sorunu bazen farklı bir şekilde görüyoruz. (...)
- ‘Hedefler aynı, yaklaşımlar farklı’ dediniz. Türk hükümetinin yaklaşımının Suriye’deki cihatçıları güçlendirdiği yönünde kaygılarınız oldu mu?
Daha önceleri yabancı savaşçıların Türkiye’den geçtiğini gördük. Bu bizi alarma geçirdi. Türk hükümeti de aynı kaygıları paylaştı. Bu sorun karşısında birlikte çalışıyoruz. ABD, Avrupa ya da diğer ülkelerden çıkış yapıp Türkiye üzerinden Suriye’ye geçecek bu tür kişilerin engellenmesi için sadece ikili çerçevede değil uluslararası çerçevede işbirliği yapıyoruz. Bu konularda kolay yanıtlar yok. Ama iki ülkenin de nihayetinde aynı şeyleri istediğini düşünüyorum. İki ülke de Suriye’ye bir askerî müdahale istemiyor. (...)
- Askeri müdahale noktasında iki ülke arasında belirgin bir fark var mı?
Ben o konuda gerçekten de aynı noktada olduğumuzu düşünüyorum. Hepimiz Türkiye’yi, ABD’yi, NATO’yu korumak için uygun araçları bulmanın mücadelesini veriyoruz. Elbette askerî yöntemlere de bakıyoruz ama kimse, ....bir askerî müdahaleye taraftar değil. (...)
- Terazinin bir kefesine Esed’i, diğer kefesine de ona karşı savaşan cihadçıları koysanız hangisi ABD için daha büyük bir tehdittir?
Bu tam bir güzellik yarışması oldu. Bizim hedefimiz de, dualarımız da şunun için; din adı altında adam öldüren köktenci katiller de, kendi halkını öldüren bir rejim de Suriye’nin geleceğini belirleyemesin. Suriye halkının aşırı uçtaki katillerle Esed arasında sun’i bir tercihle karşı karşıya bırakılmasını kabul etmiyoruz. …Bu nedenle de bu vizyonu paylaşan meşru muhalefeti ve savaşçıları destekliyoruz. (…)’
*
Evet Amerikan b.elçisinin sözleri özetle böyle..
Unutmamak gerekir ki, diplomatlar, elçiler, resmen vazifeli bulundukları ülkelerdeki resmî casuslardır. Ve, Amerikan elçisi, ülkesinin maslahat ve menfaatlerini en üst seviyede takib ettiğini bu röportajda da sergiliyor.
Acaba, bizim ülkemizin dış ülkelerdeki temsilcileri de aynı hassasiyetle hareket edebiliyorlar mı? Yoksa, -birçok temel kurum ve kuruluşlarımız gibi- Hariciye’miz de, hâlâ, içinden çıktıkları halkın inançlarına, değerlerine, kültürüne, yaşayış tarzı ve zevklerine yabancılaşmış ’monşer’lerin şerrinden kurtulabilmiş değil midir?
Bu konuda müslüman halkımızın değerlerinin, maslahat ve menfaatlerinin dış dünyadaki temsilci ve gözetleyicisi olmaları niyetiyle başka ülkelere gönderilenlerin, halkımızın temel değerleriyle büyük çapta yabancılaştıkları bir acı gerçeğimizdir. (Yakın zamana kadar dışardaki seçkin b.elçiler olarak kabul edilenlerden Osman Korutürk’lerin, Faruk Loğoğlu’ların, Deniz Bölükbaşı’ların şimdi nerelerde olduklarını hatırlamak bile yeter. Ve bizim dış ülkelerdeki temsilciliklerimiz, onyıllar boyunca, müslüman halkımızın inançlarına bile laiklik adına savaş açmışlardı. Fırsat bulsalar, aynı saldırganlığı yine sahneye koyarlar.)
12 senedir iktidarda olan bir partinin, en az başarılı olduğu alanlardan birisi de Dışişleri değil midir? Ve bu durum, Osmanlı’nın özellikle son 100-150 yılından itibaren başlayan ve şimdiye kadar devam eden musibetli bir hastalığımızdır.
Unutmayalım ki, ’mülkiye’den veya monşer mahfillerinden teyidli olmayanların Hariciye’ye girmesi mümkün değildi ve aynı durum henüz de büyük çapta devam ediyor. Hattâ, o kadar ki, emekli veya muvazzaf monşerlerimizin oluşturduğu Hariciyeciler taifesi, kendilerinin geçtikleri kanallardan geçmeksizin büyükelçi olmuş isimlerin, bu vazifeleri sona erdikten sonra, Hariciyeci sayılmamaları üzerinde mücadele veriyor. Gelişmiş ülkelerde ise, devletin başkanı, kendisini ve ülkesini dışarda en iyi temsil edecek her kim varsa, onu herhangi bir meslekî yetkinlik ve belli şartlar aramaksızın gönderiyor. Diplomasi için gerekli olan hariciye meslek memurları ve uzmanlık alanlarında da elbette eğitim kurumları bulunuyor ve onların içinden de liyakati olanlar vazifelendirilebiliyor. Ama, elçi olabilmek için, oralarda okumak şart değil..
Bu usûl benimsenmedikçe, ’monşer’lerin tasallutundan kurtulmak pek kolay olmayacaktır.
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,115
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Dünyaya Nereden, Nasıl ve Hangi Bilgilerle Bak(tırıl)ıyoruz?




Selâhaddin Çakırgil
1x1.gif
1x1.gif




26_b.jpg

Selâhaddin Çakırgil


[email protected]
Fr. düşünürü Voltaire, 250 sene öncelerde, ‘hayatı boyunca pek çok hükûmetlerin devrilmesi ve kurulması, savaşlarada kumandanlık yapmak ve savaşların kaybedilmesi veya kazanılması, barış görüşmeleri ve andlaşmaları yapılması gibi konularda yer aldığını’söyledikten sonra, ‘Yooo, yooo... Öyle zannettiğiniz gibi gerçek olan şekilde değil, salonlarda, ziyafetlerde..’ gibi bir değrelendirmeyle durumunu açıklıyordu.
Böylesi, her yerde ve her zaman yok mudur?
Kur’an müslümanlara, ‘fâsık birisinin getirdiği haberlere tahkik etmeksizin inanmamalarını’ emrediyor.
Kur’an, öyle birisinin getirdiği haberi ‘reddedin’ de denilmiyor; tahkik etmeksizin, araştırmaksızın kabullenmeyin deniliyor.
Hele de, internet çağında, hemen her konunun bilen-bilmeyen herkes tarafından değerlendirildiği ve çok geniş bir alana yayıldığı gözönüne alınırsa..
Bugün, Kur’an’ın bu kutlu kriterine göre hareket ettiğimizi söyleyebilir miyiz?
*
Haber, bir söz veya hareketin, bir değişimin meydana geldiğinin- gelmesi ihtimalinin başka yerlerdekilere intikalidir.
Haber üretilmemeli, aktarılmalıdır. Ama, günümüzde, hele de belli hedeflere ulaşmak isteyen kişi veya odakların planlamalarıyla haberlerin özel hesablarla üretildiği ve belli süzgeçlerden geçirildikten sonra kamuoyuna veya ulaştırılması gereken özel yerlere intikal ettirildiği bilinen bir durum..
Bu bakımdan, bir haberle karşılaştığımızda.. Bu haberi kim veriyor, gerçeği ne? Denilmesi gerekir.
Ama, gerçeği kim, neye ve hangi delillere göre göre belirleyecektir?
Ve haberi alanın durduğu ve baktığı yer ve o haberi değerlendirme gücü nedir?
Bu noktada, Hz. Ali’den gelen güzel bir ölçü vardır: ‘Sen insanlara, hayata ve hadiselere bakarak hakikati bilemezsin.. Önce hakikati öğren; sonra, insanları, hayatı ve hadiseleri o hakikatin ölçülerin göre değerlendir..’ meâlinde..
*
Bugün yakın çevremizde ve iç siyasî sahnelerde olan bitenleri bırakalım; dünyada olan bitenleri bile hemen değerlendirmekte nasıl sür’atli hareket ettiğimizi hepimiz biliyoruz. Bu yorumlamalar ve değerlendirmeler sırasında, belirli bir dünya görüşü etrafında birleştikleri kabul edilen arkadaşlar arasında bile bazı konuları değerlendirmekte farklılıklar ve hattâ soğukluklar meydana gelebiliyor. Kaldı ki, zıd görüşlü kimseler arasında meydana gelen tartışmalarda daha sert ve istenmeyen noktalara varılabiliyor.
Mes’elenin aslı ise, zâhiren, gerçeğin anlaşılması çabası..
Herkes bu gibi değerlendirme ve tartışmalara böyle niyetlerle girdiğini söylüyordur, genelde.. Bu gibi durumlarda o konuları öğrenmek istiyenler bile, bazı konularda hüküm belirtiyorlar. muhtelif toplantılarda
Bunlardan pek çoğuna hepimiz şâhid olmuş veya katılmışızdır, herhalde..
Herhangi bir konuda, değerlendirme ve görüş açıklama ayrı bir konu..
Ama, tartışma..
Bunun ne gibi bir faydası olabilir?
Tartışma, gerçi, tartmak fiilinden üretilmiştir.
Yani, bir bakıma, tartışma da bir değerlendirmedir.
Tıpkı, tenkıd / eleştiri gibi..
Tenkıd / intikad da, aslında arabcada, para mânasındaki nakd/ naqdden gelip, paranın gerçek değerinin anlaşılması için yapılan işi anlatmakta kullanılırken, zamanla, her konuda bir değerlendirme mânâsında kullanılmaya başlamış bir kelimedir.
Eleştirmek de öyle değil mi?
Elemek fiilinden türetilen bu fiilde, eleğin üstünde kalanlar veya alta geçenler açısından bir ayırım işini anlatır. Elenen nesneye göre, bazan üstte kalanlar tercih edilir, bazen alta geçenler..
İster tartışma diyelim, ister değerlendirme, ister eleştirme..
Her durumda, bir şeyin doğrusunu öğrenme cehdi ortaya konulamıyorsa veya öyle bir dikkat yoksa, her ne söylense boşun boşudur, belki de bir takım kırılmalara bile yol açabilir.
Çünkü, ‘müşterisiz meta/ mal, ziyandır..’ denilmiştir. Müşterisi, alıcısı olmayınca, siz satmak isteseniz bile, satışa sunduğunuz nesneye ihtiyaç duyulmuyorsa, kaç para eder ki..
Birileri sırf, tandır veya taş fırın biraz ısınsın, ortalık biraz renklensin diye bir konu ortaya atıyorsa.. Orada, gerçek müşteri yoktur..
Gerçek müşteri nedir ve kimdir?
Bir şeyi almaya, öğrenmeye, gerçekten ihtiyaç duyandır.
İhtiyaç duymayan insana, ‘Gel ey filan, sana şu konudaki görüşümü anlatayım..’ demek komikliğin ötesinde, bir de saçmadır..
Bu gibi durumlar hepimizin karşısına her an çıkabilir.
*
Bir şeyi öğrenmek isteyen varsa, bilenler bir şey anlatmalı.. Tabiî, biliyorsa ve bilgilerinin sıhhatine güveniyorsa..
Güvenmiyorsa.. Bunu da belirterek.. ‘Duyumlar böyle, ama, ben ihtimal vermiyorum veya ben de öyle sanıyorum, benim kanaatim şu, ama, böyle de olmayabilir..’ diyerek..
Ya da, doğru olduğuna büyük çapta kanaat getirilen bir durum sözkonusu ise.. O zaman da bu konu, başkasını tahrik ve tahkir etmiyecek bir uslûb içinde dile getirilmelidir.
Ve en zor olan da, ve en faziletli olan da, herhalde, kişinin, ‘Ben de bilmiyorum.. Bilenlere soralım..’ diyebilmesidir.
Hele bilginin özü açısından ise..
Bugün nicelerimiz bir araya geldiğimizde, haydi bir IŞİD, en-Nusra, el’Qaide, Suriye, Irak, İran, Gazze, Ukrayna, Putin, Obama, NATO, sionist İsrail rejimi ve F.G etrafında şekillenen konuların da önümüzdeki masaya yatırıldığını görüyoruz. Buna bir de iç siyasetin yeni şekillenmelerini ve iniş-çıkışlarını ekleyiniz; şer’an, aklen ve, mevcud beşerî hukuk düzeninin kuralları açısından da delillendirilemiyen ve belli hedefler için üretilmiş iddia ve suçlamaları elyordamıyla, ındî ve subjektif kanaatlerle hükme bağlamaya kalkışmak ne kadar âdil ve mâkul olur?
Elde kesin denilebilecek belgeler, bilgiler olmadığı zaman, elbette tercihimizi ortaya yine koyabiliriz, ama, çok kesin taraf tutmalara, suçlama ve kesin kabullere gitmeden.. Hele de tartışılan konunun yanında veya karşısında yer almış olanları tahkir etmeden, aşağılamadan veya yüceltmeden.. Ve kendimizi biri stratejist yerine koymadan.. Böyle olmayınca, karanlık bir odada, olmayan bir karakediyi aramaya kalkışanlar durumuna düşüyor ve oda aydınlanınca, ortalığın dökülüp saçıldığını görerek şaşırıyoruz.
Bir diğer konu da..
Bana göre çok da doğru gözüken bir husus, bir başkası için, çok mantıksızca, komik ve hattâ saçma gözükebilir.
Anlayış, kavrayış, algılama ve tepkiler kişilerin bilgi seviyesine, edeb anlayışına, yetiştiği çevrenin kültürüne, hâlet-i ruhiyesine/ psikolojisine, karakterine, vs. ve içinde bulunulan şartlara göre farklı olabilir.
Sözgelimi, insanlar birbirini yaralar veya öldürürken, ortada hiç bir şey yokmuş gibi, siz sâkin, telaşsız, ağır ağır izahlarla duruma çare aramaya kalkışırsanız, tepki görebilirsiniz.
Kezâ, ‘Benim doğru olduğuna inandığm hususu -istendiğinde ya da suçlandığımda- anlatmak hakkım nasıl varsa; bunu kendim için en tabiî bir insan hakkı olarak görüyorsam; aynı şekilde karşımdakinin kendi görüşünü anlatmasını da kabul etmem gerekir.’
Hiç kimseden, benim dediklerimi aynen veya kısmen kabullenmelerini beklemek hakkım olmadığı gibi, başkasının da benden kendilerinin istedikleri gibi düşünmemi istemek diye bir hakklarının olmadığını taa baştan kabullenmesi gerekir.
‘İllâ da ben galib geleceğim, benim görüşüm galib gelmelidir..’ gibi bir mantık ise, okullarda konuşma yeteneğini geliştirmek için yapılan münazaralarda kalmalıdır.. Hattâ, o münazaralarda bile, çocuklara, inanmadıklarını, sırf karşı tarafı mat etmek için savunmak veya saldırı vesilesi yapmamak noktasına dikkat edilmelidir. Çünkü, insan zihninde, olumsuz bir örnek olarak bıraktığı izler hep olacaktır.
*Bir ağabeyimiz var, yazı hayatında.. 40 yıl öncelerde, ‘İslam’da bu böyledir!’ der ve kesip atardı, halen de öyle yapıyor, genelde..
Ağabey, İslam’ın hükmü böyledir’ diye belirttiğiniz o konu size göre öyledir..’ denildiğinde-Hayır, İslam’ın bana göresi, sana göresi olmaz.. İslam tektir..’ diye hışımlanırdı.
İslam, elbette ki tektir. Ama, onun anlaşılmasında, algılanmasında, yığınla farklılıklar vardır. Bu da tabiîdir.. İlmî seviye, sosyo-kültürel durum, içinde bulunulan şartlar çetinliği, vs., herbirisi, aynı hükümlerden farklı sonuçlar çıkarmakta etkili olacaktır, tabiatiyle..
Bu farklı anlayışlarımızdan dolayı, birbirimizi hemen ‘tekfir’ mi etmemiz gerekir?
Ki, hele de eline silah almış insanlarla dünlerde Afganistan’da ve bugünlerde Irak, Suriye ve Libya’da de diğer yerlerde yaşandığı üzere, her müslümanın içini yaralayan bir acı tablo yaşanmış ve yaşanıyorsa; bu, kesin ve sadece kendi anlayışını en doğru bilen anlayış yüzünden değil midir?
Bugün, aynı Kur’an âyetlerini, kendi haklılığı için okuyup, kendisine karşı karşı çıkanları ‘Allah’u Ekber!’ diyerek öldürmekten çekinmeyen bir körlük yaşanıyorsa, işte bundan dolayı değil mi?
Kaldı ki, bırakınız, aynı inancın temel hükümlerinin yanlış yorumlanmasından dolayı ortaya çıkan öldürmeleri; aynı inancı paylaşmayan insanları bile, bize saldırmadıkça, yani şer’an geçerli birmeşru müdafaa’ durumu olmadıkça, hiç bir insanı öldürmek hakkımızın olmadığını, bir insanı haksız yere öldürmenin, bütün bir beşeriyeti öldürmek gibi olduğunu herkesten daha bir hassasiyetle biz müslümanlar daha bir güçlü şekilde dilee getirirken..
Bugün sergilenen tablo, işte ortada..
Kur’an bize, başkalarının inançlarını zorla değiştiremiyeceğimizi açık olarak bildirmiyor mu? Keza, başkalarının inançlarına hakaret etmemeyi de.. ‘Lekum dinikum veliyedin.. / Sizin dininiz size, benim dinim de bana..’ ibaresi, gerçekte, sadece başka dinden olanlara değil, çok zıd noktalarda olanlar arasındaki tartışmalarda da, kabul edilebilecek bir ölçü değil midir?
Bu beyan, gerçekte, tartışmaları ve savaşı da keser.. Haa, bundan sonra da, bir de saldırı gelirse.. O meşrû’ müdafaa ölçüleri devreye girer.
*
Bu noktada bir örnek olarak Hz. İsâ (s)’dan gelen bir rivayeti de hatırlayabiliriz.
Onun düşmanları olan yahudiler gelirler ve ağızlarına geleni söylerler, hakaret ederler..
Hz. İsâ ise, onlara gaayet sâkin olarak karşılık verir. Onun söylediklerinin karşı tarafça mutlaka kabul edilmesi gerekmez.. Ama, onların iddia ve ithamlarına kendi uslûbunca karşılık vermiştir. Bu husus kendisine hatırlatıldığında, Hz. İsâ, ‘herkes kendi tıynetinin gereğince davranır, onlar geldiler, içlerindekini boşalttılar ve ben de kendi içimdekini..’ der.
*
Bu konuda, son günlerdeki çok değişik nice örneklerden söz etmiyeceğim..
Bu sütunda yazılara gönderilen yorumları dikkatli okuyup anlamaya, değerlendirmeye, ders almaya, öğrenmeye çalışıyorum.
Ama, bu arada bazı okuyucuların seviyeyi hangi çizgide tuttuklarını kendileri karar versinler, ama, bazıları ilginç yorumlar ve izahlar yapıyorlar. İlginç sorular soruyorlar.
Bu gibi küçük çerçeveli, dar mekanlardaki yazışmaları, toplumun geneline teşmil edebiliriz. Esasen, toplumlar, ülkeler ve devletlerarası münasebetler bile, ferdî irtibatların ve ilişkilerin milyonlarca kez büyütülmüş şeklinden başka nedir ki.. Ve bu dünyayı ve ondaki gelişmeleri değerlendirmeye çalışırken, bizim düşüncemiz ve bakış açımız kadar, başkalarının da kendi açılarından sağlıklı düşünüyor olabileceklerini ve de, bize açık veya dolaylı olarak dayatılan ve telkın olunan, bazı güç odaklarınca gösterilmek istenen bilgilerle hareket etmek tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumuzu da asla unutmadan..
Buna rağmen, konuşmaktan korkmayalım.. Ama, açıklanan fikir ve görüşleri sabırla dinlemeye ve alınacak faydalı şeyler varsa, onları almaya ve anlamaya bakalım ve, kimsenin bizim istediğimiz gibi düşünmeye mecbur olduğu zannına kapılmadan ve kendimizin de başkaları gibi düşünmeye mecbur olmadığımızı unutmadan..
Her insan, dünyaya bir kafa gözüyle bakar, bir de gönül gözüyle.. Bizim gördüklerimizi başkalarının görmesi mutlaka gerekmez.
Ve, başkalarınınkini de bizim..
Çünkü, durduğumuz ve baktığımız yerler ve aslî ölçülerimiz farklı olabilir.. Herbirimizin akıl terazisi de, duygu terazisi de farklı farklı olabilir.
Farklı olmaktan çok, yeknesak, monoton, bir marangoz tornasından çıkmış tahta parçaları misali, donuk ya da şartlanmış kafa yapılarına sahib bir toplum olmaktan korkalım.
*
Kendi dışımızdaki dünyaya değil, kendi içimize bile bakmakta, kendimizi anlamakta bile hergün daha bir âciz kalırken, dünyayı sağlıklı şekilde yorumlamakta, ‘Ayaklarımızı sâbit kıl, göğsümüzü genişlet, bize sabır ni’metini bahşet..’ diyerek Rabb’imizin yardımını dilemezsek, savrulmalardan kurtulamıyacağımızı ve varacağımız yerin neresi olacağını daha bir düşünmeliyiz.
Yûnus, 750 yıl öncelerde ne güzel söylemişti:
‘İlim, ilim bilmektir,
İlim, kendin bilmekdir,
Sen kendini bilmezsin,
Bu nice okumakdır..’
haksöz


 
Üst